"Kes Yapıştır Hesabı"

“Baba ne oluyor, kim bunlar? Bizden ne istiyorlar baba?” diye sorularını sıralayan Gaye, ürkek gözlerini babasından ayırmadan dik bakıyordu. Hamdi, elinde buruşturduğu kâğıdı önündeki kül tablasına bırakırken:

“Korkma kızım, korkma! Ben ölsem bile, saçının teline zeval değdirmem!” diye fısıldadı. Gaye anlamıyordu, anlayamıyordu ve haliyle korkuyordu. Babasına verilen nota, bizden onun üstünden gönderilmişti. İçten içe bir ürperme de peyda olmuştu. Afra, bir şeyleri anlamaya, çözmeye ve çözümlemeye çalışırken aval bir şekilde bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Hamdi’nin,

“Afra, bana bir kahve yapar mısın?” demesiyle kendine geldi ve başını sallayarak kapıya doğru yürüdü. Gaye, saçlarını karıştırıp duruyor ve babasının neden böyle sakin durduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Merak etme kızım, hiçbir şey olmayacak!” diyen Hamdi, masadaki telefonun çalmasıyla irkildi. Ekrandaki yabancı numara, kaşlarının çatılmasına ve gözlerinin kısılmasına neden olmuştu. Telefonu kavrayan eli, Gaye’nin meraklı bakışları arasında açarken Hamdi, tok çıkan sesiyle:

“Alo!” diyerek karşıdakinin konuşmasına zemin hazırlamış oldu.

“Biz sana, aradaki buzları erit ve yıkık köprüleri inşa et dedik; sen, restini çekip yumruğunu masaya indirdin Hamdi Çeliker!”

Tuğra’nın kalın sesi, onun yutkunmasını sağlamış, yüzüne koyu bir perde çekmişti. Bir gözü kızındayken, sesindeki tedirgin ifade kulaklarda çınlıyordu.

“Bana nota vermeniz, benim için bir çekidüzen sebebidir, anlarım; ama kızımı kullanmanız, benim zoruma gider, işte bunu anlayamam Tuğra Bey!”

“Canına bile kastımız olsa, içindeki kini bertaraf edemez, bunu biliriz! O yüzden canından daha kıymetli varlığına, kızına teğet bir dokunuş yapar, dikkatini öyle çekeriz! Kızının çantasından bomba da çıkabilirdi, kızın ölebilirdi de Hamdi! Bunları hiç düşündün mü? Ha düşünmediysen, şimdi düşünebilirsin!”

“Ruslarla aynı masaya oturacağım Tuğra Bey, bundan şüpheniz olmasın!”

“Şüphem yok, o anlaşma sağlanacak Hamdi! Dosyan elime geçti. Sağ olsun Tayfun Bey, gerekli araştırmayı zamanında yapmış ve bir dökümünü de bize yolladı. Ruslarla anlaş, Tayfun’u hoşnut et ve yoluna bakmaya devam et Hamdi Çeliker! Bu sana son ikazım!”

Kapanan telefon, öfkeli bir çift nazar ve burnundan soluyan bir Hamdi bırakmıştı geriye; Gaye, babasının değişen yüz hatlarından, hal ve davranışlarından kötü bir şeylerin olduğunu anlamış, sormaya cesaret edemez bir şekilde kendisinin belki bir izahat yapmasını diliyordu. Ama Hamdi, sessiz kalmaktan ve burnundan soluyup durmaktan başka bir şey yapamıyordu.

***

“Lan oğlum sen manyak mısın?” diye sorup bağıran Musa, Kenan’ın boğazını sıkıp dalmamak için kendini zor tutuyordu. Kenan da perişan bir halde, onun karşısında durmuştu. Beykoz’un gözden ırak ve tenha bir yerinde bir araya gelmişlerdi. Kenan, az kalsın içip kafayı çekerek Musa’nın yanına gelecekti ama yine bir hata yapmak istememiş, birkaç dal sigarayla yırtmıştı. Musa, sigara izmaritini yere atan Kenan’ın burnunun dibinde durdu.

“Bir şekilde bize haber verebilirdin lan!”

Kenan, derin bir nefes alarak:

“Öldüreceğini bilmiyordum, yemin ederim bilmiyordum reis! Bilseydim, Çekiç yerine kadını size bırakırdım. Ben nerden bileyim?” diye tısladı.

“Payidar, kadını koleksiyon diye kaldırmıyor ya! Başı derde girecek ve bu yüzden de o karıyı kaldıracak, sonrası zaten malum! Kafasına sıkıp bir kenara atmak… Bunu bilmeyecek ne var?”

“O kadın, Payidar için çalışan gözde kadınlardan biri reis! Öldürmez diye düşündüm işte!”

“Her neyse! Olan oldu, ölen öldü Kenan! Ama Kaytan seni görmesin!”

“Geç kaldın reis!” diye duyulan ses, Kenan’ı teyakkuza düşürdü. Hemen silahına sarılan Kenan, burnuna yapıştırılmış namluyla irkildi. Kaytan, silahını onun tam burnunun dibine yaslamıştı.

“Basayım mı lan tetiğe, basayım mı lan?”

Kaytan’ın öfkeyle bağırması, ağzından tükürükler eşliğinde çıkan lafları, Kenan’ı zerre etkilememişti. Gözleri seğiren Kenan, yerinde dimdik bir şekilde:

“Bas, bas haydi!” diye çıkıştı. Parmağı tetiğe giden Kaytan’ın bir gözü de Musa’daydı. Musa, zerre kılını kıpırdatamıyordu. Öylece durmuş ve onları izliyordu.

“Bir şey bilseydim, o kadının ölmesine izin verir miydim?”

Kaytan, dişlerinin arasından:

“Senin ne işin var lan Payidar Candaroğlu’nun yanında?” diye sorunca Kenan, yan gözlerle Musa’yı süzdü. Musa, sessizliğini koruyordu. Kenan, mağrur bir ifadeye büründü.

“Görev…” diyen Kenan, Musa’nın da irkilmesine neden oldu.

“Sokarım böyle göreve!” diye tıslayan Kaytan, silahını indirmeden:

“Basarım tetiğe, konuş lan!” diye çıkışınca Kenan, aniden namluyu sımsıkı tuttu ve diğer eliyle tetiğe odaklandı. Musa hamleye kalkmışken Kenan, Kaytan’ın iri gözleri arasında tetiğe bastı. Ama silahın patlamaması, Kenan’ın öfkeyle solumasını sağladı.

“Basamadın tetiğe, bıyıklarından utan!”

Kenan’ın bu lafı, Kaytan’ın aniden onun yakasını kavrayıp sert bir kafa atmasına zemin hazırladı. Ama Kenan, ondan evvel hazırlıklıydı. Hızla kendini geriye çekip kafanın boşa gitmesini sağlayıp kendisi sert bir yumrukla Kaytan’ı geriye püskürttü. Kaytan, hışımla atağa kalktı; havaya zıplayıp tekmesini savururken Kenan, geriye çekilerek o tekmeyi de boşa çıkardı ve kendisi dönerek tekme yollayıp Kaytan’ın sendeleyerek yere düşmesine odaklandı. Kaytan yerdeyken Musa,

“Kesin lan!” diye çıkışınca Kaytan, yavaşça ayağa kalkarak Musa’ya baktı. Kenan, burnundan solurken burun delikleri büyüyüp küçülüyordu.

“Şimdi ikinizi de ayağımın altına alırım, kendinize gelin!” diye tıslayan Musa, Kaytan’ın:

“Her şeyi anlatın!” demesiyle Musa, derin bir nefes aldı. Bir gözü Kenan’dayken:

“Tamam Kaytan, her şeyi anlatacağız!” deyince Kaytan, hafif bir duruldu. Musa, her şeyi baştan sona anlatmaya başladı; kendisinin yazdığı plandan girdi, Kenan’ın İngiltere’den getirmesine değindi, kurulan sehemden ve kurban edilen işadamlarından dem vurup Kenan’ın Gaye’yle olan temasıyla başlayan meseleyi anlattıktan sonra en son gerçekleşen olayı da dillendirdi. Kaytan, en son bıyıklarıyla oynayarak:

“Valla helal olsun reis! Güzel bir plan… Ama neden benim de haberim yok?” diye sordu. Musa, derin bir nefes aldıktan sonra:

“Bizim kurum dışından başka hiç kimsenin haberi yok zaten kaytan bıyıklı! Ama artık sen de biliyorsun! Senden istirhamım, bildiklerini bilme ve gördüklerini görme de! Adamına da söyle, Kenan’la öyle bir maceranız gerçekleşmemiş olsun!” dedi. Başını salladı Kaytan, bir gözü Kenan’dayken ayağa kalktı ve reise doğru yöneldi.

“Peki nereye kadar gidecek bu iş?”

Musa, gözleri Kenan’ın üzerindeyken,

“Gittiği yere kadar…” diye fısıldadı.

Kaytan gitmişti; Kenan’la baş başa kalan Musa, düşünceli ve kafası dağınık bir şekilde beklerken Kenan, ona olan biteni anlatmıştı. Hamdi’nin kuyruğunun sıkıştığını, bir yerlerden tehdit aldığını ve mecburen onlara uyması gerektiğini anlattıktan sonra:

“Her ne kadar Hamdi’ye yakın dursam da, bir türlü kimden çekindiğini öğrenemedim reis!” dedi. Musa, düşünceli halinden ödün vermeden lafa girdi.

“Ben biliyordum evlat, arkasında birilerinin olduğunu biliyordum! Ama ispat edemiyordum. Bunu ispat etmek gerek!”

“Nasıl yapacağım reis? Adam beni yanına yaklaştıramıyor onlarla görüştüğünde! Gizlice takip de edemem, bir yakalanırsam hapı yutarım!”

Gülümsedi Musa, konuyu değiştirmek istedi ve:

“Gaye’yle aranız nasıl?” diye sordu. Bir kaşını kaldıran Kenan,

“Eh işte! Bu aralar biraz mesafe var tabi!” deyince Musa, birden parladı.

“Olmasın lan mesafe falan! Asıl görevin Gaye, ona yakın dur! Aranıza mesafe girmesin! Gaye üzerinden her şeye ulaşman lazım! Bunu unutma! Eğer Hamdi’nin damadı olmayı başarırsan, gerisi zaten gelir.”

“Anladım reis, çok pis bir oyun oynuyoruz ama!”

“Sana ne lan? Pisi temizi bana kalsın! Sen işine bak!”

“Bu işin sonunda, mağdur hayatlar olacak! Ya ben kaybedeceğim ya da Gaye, reis! Bunu göz ardı etme!”

“Hiçbir şey olmaz! Sana dürüstçe bir soru lan!” diyen Musa, yerinde doğrulup gözlerini Kenan’ın gözlerine dikti. Kenan, onun gözlerine baktığında aslında soruyu az çok tahmin edebiliyordu ama yine de ondan duymak istedi. Musa, sesine hafif duygusal bir ton serpiştirerek sorusunu dillendirdi.

“Gaye’den hoşlanıyor musun? Ya da seviyor musun onu?”

Yutkundu Kenan, ne diyeceğini bilemedi ve gözlerini Musa’dan kaçırdı; inatla baktı Musa, gözlerini ona kilitlercesine baktı ve en derine sızarcasına baktı. Ama Kenan, gözlerini yumup her defasında başka yerlere bakmak istedi. Bu bile belli ediyordu kıza karşı ne hissettiğini, ona ne duygular beslediğini ama söylemek fenaydı, onun için zordu işte ve Kenan, suskunluğunu korudu. Sezmişti Musa, gözleri dolu bir şekilde ona bakarken sesindeki babacan ton, en koyu halini yansıtıyordu.

“İşte böyle evlat! Aynı hislerini büyüt, bütün dünyanı o hislerle süsle ve Gaye olsun bütün gayen! Ama bir gayen daha olsun! Hayatının gayesi, Kurul’u çökertmek ve arkasındaki karanlık noktaları deşifre etmek olsun. Allah yardımcın olsun!”

“Amin!” diye sayıkladı Kenan, gözlerini ileriye çevirip derin düşüncelere dalarken telefonundan gelen titreme sesi, onun toparlanmasına neden olmuştu. Telefonu cebinden çıkardığında,

“Kim arıyor?” diye soran Musa’ya, durgun bir şekilde:

“Hayatımın Gaye’si…” diyerek cevabını verdi ve ayağa kalkıp telefonu açtı.

Efendim Gaye!”

Gaye’nin ürkek sesi, onun esas duruş libasına bürünmesini hızlandırdı.

“Nerdesin sen Kenan?”

“Az işim vardı. Hayırdır, neden sesin böyle geliyor?”

“Acil gelmen lazım!”

“Tamam, sen sakin misin?”

“Ya gel diyorum!” denmiş ve telefon kapanmıştı. Kenan, telefonun ekranına bakarken Musa, meraklı olduğu her halinden belli bir şekilde:

“Ne oldu?” diye sordu.

“Anlamadım ki reis! Ben bir gidip bakayım!”

“Tamam evlat, git!”

Kenan, reise bakıp başını salladıktan sonra harekete geçerken Musa, meraklı halini bozmadan onun arkasından bakmakla yetindi.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“Bütün bunlar doğru mu oğlum?” diye soran Nazan, kızının anlattıklarından yola çıkarak sorusunu Cem’e yollamıştı. Cem, mahcup bir tavırla:

“Doğru, efendim! Ben bir cahillik ettim zamanında!” deyince Nazan, burnundan soludu. Sonra da kızına dönerek:

“Bizi yalnız bırakır mısın kızım?” diye ricada bulundu. Dildar, içinde tarifsiz bir sevinçle ayağa kalktı. Cem’e fırçayı basacaktı annesi, resmen kalaylayacaktı ve evirip çevirip fırça darbeleriyle süsleyecekti onu; daha doğrusu Dildar öyle sanıyordu, bu yüzden bariz bir mutlulukla gülümseyerek bir gözü Cem’deyken merdivenlere doğru yürüdü ve basamakları tırmanırken de sevinci bariz belli oluyordu. Nazan, oturduğu kanepenin karşısındaki koltuğu işaret ettiğinde Cem, yutkunarak mahcup tavrından ödün vermeden oraya oturdu.

“Simay’ın benim kızım, öz kızım olduğunu biliyorsun artık! Geçmişte yaptıkların, bunları bilmediğin için maruz görülebilir. Ama artık öyle şeyler olmasın. Bir şekilde Simay’la aranı düzelt oğlum! Bak sana oğlum diyorum, düzelt aranı ve zamanı geldiğinde, ona yakın durmaya çalış! Biliyorsun ki intikam, soğuk yenen bir yemektir. Ben daha da soğusun isterim, daha da soğusun ve tadından yenmez olsun, Cem!”

“Anlaşıldı efendim!” diye cılız bir sesle karşılık veren Cem,

“O Payidar, yaptıklarının cezasını zaten verecek! Er ya da geç verecek! Sabırla bekleyeceğiz Cem!” diyen Nazan’a bakıp başını salladı.

Odasındaydı Dildar, geçen gün aldığı kitaba odaklanmıştı. ‘Haylaz Prens’ isimli kitabın ilk sayfalarını açmıştı. Çalan telefon, onun okumasını bölünce sehpadaki telefona baktı. Arayanın Simay olması, yüzünü gülümsetmişti. Nedense bu kıza karşı bir şeyler hissediyordu, anlamlandıramadığı, adını koyamadığı bir şeyler; sanki gizemli bir bağ, onları çepeçevre kuşatmış ve birbirlerine bağlamış gibiydi, bilemiyor, anlam veremiyor ama hoşuna gidiyordu. Telefonu açtığında, Simay’ın sesiyle tebessüm etti.

“Ne yapıyorsun Dildar?”

“Kitap okuyordum ya, sen ne yapıyorsun?”

“Ne tesadüf, ben de kitap okuyordum!”

“Dur tahmin edeyim!” diyen Dildar, birden içine doğan isimle gülümsedi.

“Haylaz mı?”

“Aynen ya, nereden bildin ki?”

“Çünkü şu an ben de onu okuyorum biliyor musun?”

“Ay tesadüfe baksana sen! Şey diyecektim ya, o zaman yarın benimle birlikte gelsene!”

“Nereye?” diye soran Dildar, çalan kapısına gözlerini dikerek baktı. İçeri giren Cem’in mahcup tavırlarına dudak büküp kulağını Simay’a verdi.

“Antin Kitap Fuarı var yarın ve Haylaz’ın yazarı da geliyor. İmza günü var kız! Benimle gelir misin?”

“Koşarak gelirim Simay!”

Cem, duyduğu isimle irkilse de bozuntuya vermedi. Dildar, içten içe eğlenircesine:

“Tamam o zaman yarın okul çıkışı gidiyoruz!” dedi. Bir müddet daha konuştular, Cem sıkıntıdan patlamak üzereydi ki telefonu kapatan Dildar, dalga geçercesine:

“Kankanla yarın kitap fuarına gidiyoruz, sen de gelsene be!” deyince Cem, kaşları çatık bir şekilde:

“Olur, neden olmasın?” der demez Dildar, gülerek:

“Ay saçmalama! Kız seni gördüğü yerde, bir kaşık suda boğacak!” dedi.

“Boğsun, senin koruman değil miyim?”

“Ay eğlencemi batırmanı istemem! Sen yarın izinlisin!”

“Bak bir daha düşün derim! Geçen sefer ne oldu, kendin gördün! Bu sefer de yetişemezsem, Allah korusun yani!”

Burnundan soluyan Dildar, yataktaki yastığı aldığı gibi Cem’e fırlattı. Cem, yastığı havada tutup tam onu nişan almıştı ki gelen ikinci yastığa hazırlıklı değildi ve suratının ortasına yediği yastıkla sarsıldı. Elindeki yastığı alelade fırlattığında Dildar, onun yastığını havada tutmuş ve hızla tekrar ona atarak daha da afallamasına neden olmuştu. Daha kendisini toparlayamayan Cem, koltuk başındaki yastık gibi cismin yüzüne çarpması, iyice dengesini bozdu. Gelen ikinci cismi havada tutup Dildar’a fırlattı ve Dildar, karnına aldığı cisimle sendeledi. Hızla atağa kalkan Cem, Dildar’ı tuttuğu gibi yatağa attı ama Dildar, düşerken sımsıkı Cem’i de tuttuğu için Cem, ister istemez onun üstüne düştü ve zaman dondu. Gözler birbirlerine kenetlenirken nefes alış sesleri, odanın içinde çınlayıp duruyordu. Ilık bakışlar kol geziyordu ortalıkta, tenlerin birbirine yapışık olmasından doğan akım, dudakların aralanmasıyla birbirlerine nakloluyordu. Dildar yutkunurken Cem, onun dudaklarının kıvrımlarına bakıyor; Dildar da onun gözlerinden kirli sakallarının örtbas ettiği gamzelerine ve kalın dudaklarına doğru yol alıyordu. Yakınlaşma sürüyordu, hafifçe kapanıyordu mesafeler ve dudakların titrek vaziyet alması, nefeslerin daha da sıklaşmasını sağlıyordu. Dildar’ın üst dudağı, Cem’in alt dudağına temas ettiğinde şandeller atmış gibi oldu. Hafifçe birbirine değdi dudaklar, nefesler karıştı ve gözler yumuldu. Tekrar değdi dudaklar ve bu sefer de uzun uzadıya yapışık kaldı. Öpücük seslerinin çınladığı odada, nefes alış sesleri de koroya eşlik ediyor ve bu koroya uygun ritimlerle Cem, ellerini kullanarak Dildar’ın yanaklarını ve gerdanını yokluyordu.

Birden kendine geldi Dildar, hızla Cem’i itekleyip ciyakladı.

“Ya ne yapıyorsun sen manyak?”

Cem düşer gibi olsa da kendisini toparladı hemen ve ne yaptığını hemen kavradı. Mahcup, utangaç ve yer yarılıp içine düşmesini dileyen gözlerle kıza bakıp bakışlarını kaçırıyordu. Dildar, elleriyle dudaklarını örterek yere otururken gözlerinden süzülen damlalar, Cem’in daha da kötü olmasını sağlıyordu. Hıçkırıklar içerisinde ağlayan Dildar, gözlerinden süzülen yaşlarla Cem’e kaçamak gözlerle bakarken Cem, ne yapacağını düşünen bir edayla öylece başı öne eğik duruyordu. Ne diyecekti şimdi, nasıl bir tavır takınacak veya ne söyleyecekti? Birden bire oluşmuştu işte, elinde olmadan böyle bir yakınlaşma peyda olmuş ve Cem, istemeden böyle bir şeyle karşılaşmıştı. Ne demesi gerekiyordu, ne söylemesi icap ederdi diye düşünürken Dildar, yüzünü de örterek:

“Aman tanrım ne yaptım ben, ne yaptım ben? Devrim kokan dudaklarım, emperyalist uşaklığı yapan bir adamın dudaklarına kurban oldu. Yüce Yezdan, sen beni kutsa!” diye sayıkladı. Cem daha da şaşırdı, ne diyordu bu kız? Tanrı, Yezdan, kutsama… Neler oluyordu şimdi?

“Çık odamdan!” diye bağıran Dildar, Cem’in ürkek bir şekilde ayağa kalkışını umursamadan kapıyı işaret etti. Cem, bir şey demeden kapıdan çıkarken Dildar, elleriyle dudaklarını silmeye çalıştı. Sanki kirlenmiş de o kiri söküp atacakmış gibi dudaklarını ovarken gözlerinden dökülen yaşlar, yanaklarını istila ediyor ve bir müddet sonra barınamayıp kendilerini boşluktan aşağı atıyorlardı.

“Ne oldu oğlum, Dildar neden bağırıyor?” diye soran Nazan, Cem’in düşen suratını hayra yormadı. Daha da gözlerini kısarak onun yamacında durduğunda Cem, aklına geleni diline döktü.

“Yine bana sinirlendi efendim!”

Gülümsedi Nazan, gamzeleri eşliğinde:

“Bir şey olmaz, hep öyledir o!” deyince Cem, bir şey çaktırmamaya gayret etti. Kaçamak gözlerle Nazan’a bakıp durduğunda Nazan, bir kaşını havaya kaldırıp:

“Ne yaptın ki gene sinirlendi?” diye sordu.

“Yanlışlıkla korkuttum efendim!”

Tiz bir gülüş belirdi Nazan’dan, oysa Cem ürkek gözlerle ona bakarken ve Cem, konuyu değiştirmeye karar verdi.

“Kızınızla Simay, yani iki kızınız, birbirlerini tanımadan tesadüfen arkadaş olmuş abla!”

Nazan, sus işareti yaptı. Cem susarken Nazan, suratında bin bir istihza dolu bir ifadeyle Cem’e bakıp başını salladı.

“Ben de bunu istiyordum Cem!”

“Sizin bir parmağınız var mı bu işte efendim?”

“Hayır yok! Ama güzel de oldu.”

“Benim için iyi olmadı efendim! Simay benden nefret ediyor hâlâ ve siz, ona yakın olmamı istiyorsunuz! Büyük bir çıkmazdayım resmen!”

“Korkma Cem, ürkme de! Her şey güzel olacak!” diyen Nazan, başka da bir şey demeden Cem’in yanından ayrılırken Cem, derin bir nefes aldı. Kadının arkasından bakarken kendi kendine fısıldadı.

“Bir kızınıza abayı yaktım, diğeri benden nefret ediyor. Haklısın, çok güzel olacak!”

***

Bağcılar…

“Her şey hazır mı?” diye soran Nazım, elindeki viski bardağına baygın gözlerle bakarken Şahin, ondan daha dinç, daha kendinde bir şekilde:

“Hazır! Ama sanırım sen hazır değilsin!” deyince Nazım, alaysı bakışlarını ona çevirdi.

“Bunu da nerden çıkardın şimdi?”

“Bu kafayla o eylemi batırmanı istemem! İstersen bana bırak, sen burada keyfine bak!”

Gülümsedi Nazım, bir gözü küçülmüş bir haldeyken dalgasını geçti.

“Bak sen! Kafiyeli cafcaflı laflar da ediyormuş bizim Şahin Ağa! Eylemi ben yönetirim. Ondan sonra da asıl işimize bakarız!”

“Asıl işimiz..?” diye soran Şahin, göz kırpınca Nazım, bardaktaki son yudumu da içtikten sonra:

“Hamdi Çeliker…” diye sayıklayarak cevabını sundu. Şahin’in gözlerini devirmesi, umursamaz bir edayla derin bir nefes alması, Nazım’ın gözünden kaçmamıştı.

“Bana ne demişti Hamdi? Tabi sen orda değildin, ben sana izah edeyim! Kurul’un gerçek sahibi ben değilim demişti. Yani ondan da üstün birisi veya birileri var. Kurul, birilerinin tekelinde yani!”

“Bundan bana ne?” diye tıslayan Şahin, kaşlarını da çatarak:

“Benim derdim Kurul değil ki! Benim derdim, Diyarbakır’da yediğimiz bozgunun intikamını almak işte! Kurul’muş, şuymuş buymuş beni alakadar etmez!” deyince Nazım, boş bardağı hızla onun tarafına fırlattı. Şahin, kendisini teğet geçip duvara çarpan ve parçalara ayrılan bardağa göz ucuyla baktıktan sonra bakışlarını Nazım’a çevirdi.

“Ulan geri zekâlı! Kurul bizim olursa, arkasındakiler de bizim arkamızda olur. Böylece arkamız daha da güçlenir ve istediğimiz gibi at koştururuz!”

“Belki Kurul’un arkasında devlet var. Bunu hiç hesaba kattın mı? Bir de böyle düşün!”

“Yine elimiz güçlü olur. Düşünsene, arkamızda devlet var. Eskisi gibi… Oh ne rahat!”

“Ne biz eskisi gibiyiz, ne devlet eski devlet Nazım! Gündüz gözüyle içmen, seni bayağı bir mal etmiş! Ama neye mal etmiş, belli değil!” diyen Şahin, Nazım’ın irileşen göz bebekleri arasında kapıya yöneldi. Nazım arkasından öylece baktı.

***

Hamdi’nin odasına giren Kenan, odanın ortasında dört dönen bir Hamdi’yle karşılaştı. Gaye yoktu odada ve Kenan, adamın suratındaki sirkeci ifadesini görünce gözlerini kıstı. Belli ki kötü bir şey olmuştu. Bir şey anlamak ister gibi ona yaklaşarak:

“Pars?” diye sordu. İsmen çağırması bile, ne oldu ne bitti gibi soruları sıralamaya yetmişti.

“Gel Kenan!” deyip kendi koltuğuna geçen Hamdi, karşısında dimdik duran Kenan’a bakıp yer gösterdi. Ceketinin düğmelerini çözüp rahat bir şekilde oturan Kenan, gözleri Hamdi’nin üstündeyken:

“Gaye aradı, sesi çok kötü geliyordu. Bir şey mi oldu?” diye sorunca Hamdi, sıkkın bir şekilde derin bir nefes aldı. Aldığı derin nefes, göğüs kafesine tekmeler sallar gibiydi. Daha da bir artmıştı sıkıntısı ve geçmek de bilmiyordu.

“Bana nota verdiler Kenan!”

Gözlerini kıstı Kenan, onun daha da açık olmasını isteyen bir tavırla:

“Anlamadım?” diye sordu. Hamdi, kızının çantasına yerleştirilmiş kâğıttan parçasından ve içinde yazılanlardan bahsedince Kenan’ın suratı değişiyordu. Yumruğunu sıkıp burnundan soluyan Kenan, boğazındaki damarların öfkeyle oynamasını umursamadan:

“Kim bunlar Pars?” diye sordu. Birden Hamdi,

“Yediler… Temsilcisi Tuğra Bey… Geçen gün görüşmeye gittim ya, benden Ruslarla barışmamı ve onlarla ittifak sağlamamı istedi. Geçen toplantıdan sonra herhalde kulaklarımı çekmek istediler. Kızım üzerinden bana nota sundular işte!” deyince Kenan, şakaklarını kaşıyıp meseleyi iyice anlamak istercesine:

“Yediler?” diye sordu.

“Şimdi onları boş ver! Zamanla öğrenirsin! Senden akıl istiyorum, şu an tıkanmış durumdayım! Bana bir akıl ver Kenan! Ne yapayım?”

Kenan, sırtını koltuğa yasladı; gözleri önüne düştü, düşünceleri dolanıp durdu, zamanlar arası yolculuklar yaptı ve nedense Payidar’a attığı kafayı anımsadı. Çenesini sıvazlarken durgun bakışlarını Hamdi’ye çevirdi. Hamdi’nin suratına bakarken, Payidar’ın onu kaçırdığı ve darp ettiği günleri anımsadı Kenan; bir de bugün Hamdi ne demişti, attığın kafayı yediğin dayaklara say demiş ve olayın üstünü örtmüştü. Yavaşça gözleri gülümseyince Hamdi, bunu hayra yormak istedi. Bir gözünü kısarak sorarcasına bir sinyal yollayınca Kenan, yerinde doğrulup başını salladı.

“Ben bir formül buldum Pars!”

Hamdi, nedir dercesine göz süzünce Kenan, tebessüm ederek göz kırptı. Hamdi’nin buruşan yüz hatları, Kenan’ın daha da gülümsemesine neden olmuştu.

Merdivenlerden aşağı inen Gaye, elinde kahve tepsisiyle babasının odasına doğru gitmekte olan Afra’ya:

“Kenan geldi mi?” diye arkadan sorusunu yolladı. Afra, yerinde durup Gaye’ye döndü.

“Geldi, evet içeride!”

“Ben götüreyim kahveleri!”

“Ama…” deyip tereddüt eden Afra, ansızın elinden alınan tepsiye ve gülümseyen Gaye’ye bakıp geriye sindi. Gaye, kapıyı bir iki tıklatıp içeri girmek için açtı. Afra, birkaç saniye de olsa Hamdi’yle göz göze gelmiş ve birazcık bakışmışlardı. Sonra da kapı, bu bakışmaya balta indirmişti.

“Kahveler de geldi!” diyen Gaye, babasının kahvesini bırakırken Kenan, yavaşça ayağa kalkarak kendi kahvesini Gaye’nin elinden aldı ve:

“Sen mi yaptın kahveyi?” diye sordu. Gaye, gülerek ona baktı.

“Maalesef ya, Afra yapmış!”

“Ondan bu afra tafran var değil mi?”

Gaye, babasının su bardağını önüne bırakırken:

“Baba! Kenan’ın her şeyini düzelttin de, bir şu espri kabiliyeti kaldı. Ona da bir hal çare bulsan, ha?” deyince Hamdi, tebessüm ederek onların arasına girmemeye karar verdi.

“Hayırdır, ne diye aradın beni? İşimi bırakıp da geldim!” diyen Kenan, kahvesinden bir yudum alırken Gaye, kaşlarını çatarak:

“Allah aşkına, ne işin vardı?” diye sordu.

“Şimdi gazinodaki kadını da yalnız bıraktık bak!” diyen Kenan, aniden çemkiren Gaye’yle irkildi.

“Bir dahaki sefere kahvene çimento dökerim bak, kendine gel!”

Hamdi gülümserken Kenan, göz kırparak:

“Şaka yaptım şaka! Hemen de amele damarın kabarıyor ya!” deyince Hamdi, kendini tutamayıp güldü, hatta karnı oynarcasına güldü. Gaye, gülümseyen gözlerle Kenan’a yaklaşarak:

“Babamı güldürdün ya, valla helal olsun!” dedi.

“Sağ ol!” diyen Kenan, gülen Hamdi’ye bakarak kahvesinden bir yudum daha aldı.

“Baba! Yarın büyük kitap fuarı var. Antin Kitap Fuarı… Ben de gitmeyi düşünüyorum ama…” deyip Kenan’a göz ucuyla bakan Gaye, bir nevi gözaltından ona şifre yollamıştı. Kenan, kahvesinden bir yudum daha alırken:

“Tabi canım, bir kitap fuarımız eksikti! Burnumuz beladan çıkmıyor, kitap fuarında sıraya girmekten geri de kalmıyoruz!” diye fısıldadı. Hamdi de bu fısıltıyı duymuştu. Kızının parlayan gözlerindeki ışığın sönerek sinirli tonlarla Kenan’a bakışını görünce gülümsemiş ve:

“Tamam kızım!” deyince Kenan da şaşırdı. Gaye, nispet edercesine elini içim rahatladı der gibi göğsüne sürerken Kenan, kahve fincanı tepsiye geri bırakıp:

“Ya olmadı Pars, valla olmadı!” dedi.

“Kızımı kıramam Kenan, biliyorsun!”

Kenan bir şey demeyince Gaye,

“Hiç kıvırma Kenan Bey! Yarın, öğleden sonra Antin’deyiz!” deyip babasına baktı ve ona öpücük attı. Kenan, kendini koltuğa bırakırken Gaye, sevinen çocuklar gibi kendini kapıya doğru attı.

“Neden izin verdiniz, işimiz gücümüz var Pars?” diye soran Kenan, kapıdan çıkan Gaye’nin ardından gözlerini alıp:

“Eskiden olsa…” diye lafa giren Hamdi’ye çevirdi. Hamdi, derin bir nefes alıp devam etti.

“…dışarı adımını atmasın derdim. Başı belaya girecek, ona zarar verecekler, düşmanlarım çok diye çekinirdim. Ama şimdi sen varsın Kenan! Bilsem ki yığınla düşmanım var, biliyorum ki var, sen varsın diye içim rahat! Biliyorum ki sen canını versen bile, kızımın saçının teline zarar gelmesin diye son nefesine dek uğraşırsın! Sana itimadım sonsuz Kenan!”

İçi burkulmuştu Kenan’ın, resmen böğrüne kocaman bir kaya bağdaş kurmuş gibiydi; görev icabı girdiği yer, bir örümcek gibi onu sarmalıyor, sarıp çeviriyor ve giderek bünyesine alıyordu. Histerik bir şekilde yutkununca Hamdi, kavislenen kaşlarla onu süzdü.

“Öyle demeyin lütfen, mahcup oluyorum Pars!”

Hamdi, ortamdaki havayı değiştirmeye karar verdi.

“Dediğin şey, aklıma yattı Kenan! Öyle yapsak daha iyi bence!”

Başını salladı Kenan.

“Aynen öyle yapalım ki, ne tas kırılsın ne de içindeki su dökülsün!”

Odadan çıkan Kenan, sırtında ağır bir yük varmış gibi ağırdan adımlarını atarken elinde boş bir tepsiyle yanından geçmekte olan Afra’yı ya görmedi, ya fark etmedi ya da aklı başka yerde olduğu için göremedi ama Afra, ona yan gözlerle baktıktan sonra içeri girmişti.

“Boşları alacaktım efendim!” diyen Afra, Hamdi’nin bilgisayara çevrilmiş katı bakışları arasında masaya doğru yürüdü. Hamdi, bilgisayardan bakışlarını kaldırıp kadına baktı, onun yürüyüşüne göz değdirdi ve tepeden tırnağa süzdü. Kadının belinden yüzüne doğru giderken uğradığı yerlerde birazcık oyalanıyor ve tabiri caizse gözlerine sürme çeker gibi kadının güzel vücudunu gözlerine hediye ediyordu. Bardakları almak için hafifçe eğilen Afra’nın dekoltesinin ifşa olması, Hamdi’nin suratının ekşimesine neden olmuştu. Bakışlarını kaçırmak istese de bir türlü yapamadı, Afra’nın kısılan bakışlarına maruz kalınca Hamdi, mecburen bakışlarını alarak:

“İşin bittiyse, istirahata çekilebilirsin Afra!” deyince Afra, başını sallayarak kapıya yöneldi. Ama Hamdi’nin bakışları yine rahat durmadı; kadını her adımda takip etti, ritmik bir edayla sallanan belinden eteklerine ve oradan da ayaklarına kadar yol aldı. Kadın kapıdan çıkarken dönüp ona bakınca Hamdi, kaşları kavisli bir halde onu birkaç saniye süzdü ve Afra, kapıyı yavaşça çekerek Hamdi’nin katı çehresini içerde bıraktı.

Balkona çıkan Kenan, pervaza yaslanmış ve gözlerini gecenin karanlığına dikmiş olan Gaye’nin yanında durdu. Derin bir nefes alırken, aslında bir nevi içten içe muhasebe yapıyordu. Lafı nerden alıp nereye getireceğini tasarlıyordu.

“Babam sana güveniyor Kenan!” diyen Gaye, göz ucuyla ona bakınca Kenan,

“Ya sen?” diye sordu. Gaye, yüzünü tamamen ona çevirdi.

“Az buçuk kaygılarım vardı ama…”

Kenan da ona cephe oldu ve gözlerini, onun gözlerinin en derinine mıh edercesine baktı. Derinlerden başka Kenan’lar gördü; saf, temiz ve el değmemiş olanlardan, yalana riayet etmeyen, hataya mahal vermeyen ve aldatmadan uzak Kenan’lar fark etti. Kendinden utansa da, ‘Görev’ kisvesinde kendince teselliler buldu. Gaye de her şeyden bihaber bir şekilde onun gözlerine bakıyordu. O da kendince bir şeyler görmüştü Kenan’ın gözlerinde; tertemiz bir aşkı, dupduru bir sevdayı ve el değmemiş bir muhabbeti buldu kendince, belki de öyleydi veya değildi bilinmez ama bakışları, gecenin rengine nakışlar örmüş gibiydi.

“Hâlâ var mı?” diye kısık bir sesle soran Kenan, bir adım atıp ona sokulan kadının cezp eden kokusunu duymamak için burnuyla inatlaştı ama burnu kazanmıştı. Resmen başı döndü, dimağına o kokular yerleşip salıncakta sallanırken Kenan, Gaye’nin dudaklarına bakmaktan kendini alamadı. Fark etmeden, kendilerinde olmadan yaklaşıyorlardı ve gece, onları her ne kadar örtmek istese de balkon ışığının parlaklığı, onları ifşa ediyordu. Aşağıdaki korumalardan birkaçı, her ne kadar sırtlarını dönse de yine de manzara (bana göre) hoş değildi.

“Yok…” diye sayıkladı Gaye, nefesinin ılık bir ahenkle sesiyle birlikte Kenan’a doğru yol alması, Kenan’ın yüzünü yalayıp yutmuştu. Derin bir nefes alan Kenan, her nedense kendine geldi ve kendini geri çekti.

“Yarın öğleden sonra mı?”

Göz deviren Gaye,

“Evet öğleden sonra…” diye sıkkın bir şekilde yüzünü ondan çevirdi ve balkon pervazına yaslandı. Kenan da yaslanarak:

“Güzel!” diye fısıldadı. İkisi de sustu, yarım nefesler tükenirken eksiklikler de feryat figan edip gecenin karanlığına karışıyordu.

***

Milli Haberalma Servisi…

Kaytan’ın yumruğu, Çekiç’in suratında ışıldayarak ve yankılı bir ses çıkararak ortamda şenlenirken Mahir, sıkılgan bir şekilde sırtını duvara dayamış bekliyordu. Kaytan, sinirden ve öfkeden ölecek gibiydi. Ama Çekiç konuşmuyordu; ağzı burnu kan içinde kalmış, yüzü gözü dağılmış ve saçı başı ıslak bir halde bile konuşmuyor, inadında direniyordu. Açılan kapı, Kaytan’ı durdurmuştu. Nefes nefese kalmıştı ikisi de; Kaytan dövmekten, Çekiç de dövülmekten bitap bir haldeyken içeri giren Musa, ikisine bakıp acımsı bir tebessüm yolladı.

“Şu hale bak!”

Kaytan, nefesini kontrol altına alırken:

“Ne varmış halimizde reis?” diye sordu. Musa, silahını belinden sıyırdı. Yavaşça onlara doğru yürürken:

“Konuşmuyorsa, sık kafasına Kaytan! Ne uğraşırsın boşuna?” deyince Çekiç, her ne kadar gülümsese de kanlı suratından pek de belli olmuyordu ama ses tonundan, eğlendiği ve dalga geçtiği her halinden belli oluyordu.

“Siz beni öldüremezsiniz! Ben size lazımım!”

Musa, tekrar silahını beline taktı. Bir gözü Kaytan’da, diğer gözü Çekiç’teyken:

“Haklısın! Ama süründürebiliriz!” deyince Çekiç, anlamamış gözlerle onun suratını inceledi. Musa, Mahir’e dönerek:

“Birkaç inşaat çivisi ve bir çekiç getir bakalım! Bu Çekiç’in sapında sorun var. Halledelim!” derken Çekiç, ne olacağını merak ederek onları izlemeye aldı. Mahir de hemen emre amade oldu. Kaytan, kendini bir koltuğa bırakıp derin nefesler alırken Çekiç’in merak ifadeleriyle süslü bakışları, Musa’nın keyifli suratında geziniyordu.

“Konuşacaksın Çekiç! Ama bu sefer de biz naz yapacağız!” diyen Musa, Çekiç’in

“Çok beklersiniz!” demesiyle:

“Fazla bekleyeceğimi sanmıyorum Çekiç! Bu iş kolay olacak!” deyince Çekiç, belki onun ağzından laf alırım düşüncesiyle:

“Nasıl olacakmış o?” diye sordu. Gülümseyen Musa,

“Bekle de gör!” deyince Çekiç, derin bir nefes alarak kafasını salladı.

Az sonra elinde bir kutu çivi ve bir çekiçle içeri giren Mahir, bir sandalyeye oturmuş olan Musa’yı ayağa kaldırmıştı. Kaytan yoktu içeride, lavaboya diye çıkmış, daha gelmemişti.

“Amirin nerde?” diye soran Musa,

“Geliyor.” diyen Mahir’in suratına bakıp gülümsedi.

“Gelsin! Psikopattır o, sever böyle şeyleri!” diyen Musa, çivi kutunu masaya bırakıp kapağını açtı. Bir tane inşaat çivisini eline alıp Çekiç’e döndü.

“Neden buna inşaat çivisi diyorlar, biliyor musun?”

Çekiç, bir gözü kısık bir şekilde ona bakarken Musa devam etti.

“Beton duvarlar katıdır, serttir. Diğer çiviler güçsüz olur diye, bu iri kıyım çivi sayesinde o duvarları deliyorlar.”

Alaylı bir şekilde lafa girdi Çekiç.

“Yani ben güçlüyüm, onu mu demek istiyorsun?”

“Evet güçlüsün ve ben seni deleceğim.”

O sırada içeri giren Kaytan, Musa’nın ne yapacağını merak eden bakışlarla onlara doğru adımladı. Musa, tekrar Mahir’e dönerek:

“Senle kaytan bıyıklı, bu herifi iyi tutun da debelenmesin!” deyince Kaytan, onların yanında durup:

“Güzel taktik! Ben demiştim, sapın gevşek, çivi çakılması lazım diye! Ama aradan unuttum işte! Hep o Kenan yüzünden!” der demez Musa, Kenan konusunu açma der gibi gözlerini kıstı. Kaytan, gülümseyerek göz kırptı.

“Haydi başlayalım!”

Mahir ve Kaytan, Musa’nın talimatıyla harekete geçti; ikisi de Çekiç’e doğru yürürken Çekiç,

“Durun, ne yapıyorsunuz? Durun!” diyerek elini kolunu sallarken Musa, gülümseyerek:

“Seni masaüstüne yapıştıracağız Çekiç! Kes yapıştır hesabı…” deyince Çekiç, mevzuu hemen anladı ve debelenmeye başladı.

“Bırakın lan beni bırakın, bırakın lan!”

Kaytan, sımsıkı kavradı sağdan, soldan da Mahir kavradı ve ellerini masaya sabit halde yapıştırıp sımsıkı tuttu. Ama debelenip duruyordu Çekiç, bağırıp çağırıyor, küfürler saydırıyor ve haykırıp duruyordu. Musa, önce sağ ele yöneldi. Elindeki iri kıyım çiviyi parmaklarının arasında evirip çevirerek nispet eder gibi onun yüzüne bakınca Çekiç, okkalı bir küfür savurdu. Musa, bozuntuya vermeden:

“Merak etme, birazdan kendi kendine gelin güvey olacaksın ve sana gusül farz olacak! Tabi eğer müslümansan…” deyince Kaytan, bıyıklarının altından sırıttı. Musa, çivinin sivri kısmını, onun elinin arka yüzüne sabitlerken Çekiç, debelenmesini arttırmış bir şekilde bağırıyordu. Çekici havaya kaldırdı Musa, sabitlediği çivinin tepesine sertçe indirdiği anda Çekiç’in gür sesi, inlemeler eşliğinde odanın içinde yankılandı. Masanın üstüne kızıl sıvılar yayılırken Çekiç’in can acısı, gözlerinden dökülen yaşlardan ve inlemelerinden anlaşılıyordu. İkinci çiviyi, çaktığı çivinin hemen yanına sabitleyen Musa, çekici yavaşça havaya kaldırırken Çekiç, ağlamaları arasında:

“Konuşmayacağım lan!” diye bağırdı. Musa, havaya kaldırdığı çekici sertçe indirince bir gür nida, ağlamalar, küfür kıyamet eşliğinde ortamda çınlayıp durdu.

“Bir çiviye daha ne dersin?” diye soran Musa, üçüncü çiviyi sallarken Çekiç, gözlerinden yaşlar ve elinden kanlar akarak Musa’ya bakıyordu. Musa, üçüncü çiviyi de diğer iki çivinin yanına sabitlerken Kaytan, keyifli gözlerle Çekiç’in suratına baktı. Çekiç’in bağırıp durması, haykırıp inlemesi, pek bir fayda etmiyordu. Mahir de bu işten zevk alıyor gibiydi. Çekici havaya kaldıran Musa, havadaki çekici tehdit eder gibi sallarken Çekiç, avazı çıktığı kadar:

“Tamam Allah’ın cezası, Allah belanızı versin, konuşacağım lan!” diye bağırdı. Musa, çekici onun eline değil de vazgeçmiş gibi indirecek gibi oldu ama tekrar aniden vazgeçip hızla onun elinin üstündeki üçüncü çiviye hızla indirdi.

“Allllaaaaahhhh!” diye bağıran Çekiç, kan ter içerisinde inlerken Musa,

“Böyle imana getirirler adamı!” diye fısıldadı ve Çekiç’in eline saplanmış olan çivilerden birini sımsıkı tutup oynattı. Kaytan kahkaha atarken Mahir, gözlerini kaçırıp dişlerini sıktı. Çekiç’in bağırmaları, dinmek bilmeden son raddede devam ediyordu.

“Konuş şimdi!” diyen Kaytan, Çekiç’in karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Musa odadan çıkmıştı; Çekiç’in eli sarılmış, çiviler çıkarılmış ve yaraları sarınmıştı. Ama hâlâ acılar içerisinde kıvranıyordu, inleyip duruyordu.

“Ne öğrenmek istiyorsun?”

“Örgütün metropol yapılanması kurma fikri var mı?”

“Var. Bu işle, bizzat ben ilgileniyorum.”

“Şimdi sen olmadığına göre..?”

“Başka birini bulurlar.”

“Kimi mesela?”

“Bizde adamdan bol ne var?”

“Siz adam mısınız be?” diyen Kaytan, bıyık altından gülümserken Çekiç, derin bir iç çekerken yarası acımış olmalı ki yüzü ekşimişti. Kaytan, yerinde doğrulup:

“Metropol meselesi nedir? Yani amacınız ne?” diye sordu.

“Dağda savaş, artık pek fayda etmiyor. Zaten artık adam da bulamaz olduk. Eskisi gibi pek rağbet de olmuyor.”

“Tabi, herkes gördü asıl yüzünüzü! Hendek kazarak Diyarbakır’ı alt üst ettiniz, Şırnak’ı yağmaladınız, niye? Kürtlerin davası için… Ama yağmaladığınız o yerler, Kürt memleketleriydi. Kendi halkınızın davasını savunmak için, yine kendi halkınıza eziyet ettiniz, oldu mu ama? Olmadı. Halk da gördü yüzünüzü, anladı herkes sizin ne mal olduğunuzu ve bitti! Şimdi onun bunun kucağına oturmaktan başka çareniz yok! Peki şimdi kimin kucağındasınız?”

“Ben bilmiyorum! Nazım geldi ve işler değişti.”

“Nerden geldi Nazım?”

“Almanya’dan…”

“Belli oldu kimin kucağında olduğunuz! Bitti sizin piliniz bitti! Ne şarj kifayet ediyor ne de batarya değişikliği işe yarar. Siz artık çöplüksünüz!”

“Hep öyle deniyor zaten! Ama biz bitti demeden bitmez!” diyen Çekiç, aniden suratına inen tokatla irkildi. Mahir, çaktırmadan yaklaşmış, gelmiş ve yanaşarak tokadı yapıştırmıştı. Kaytan gülümserken Mahir,

“Bir de filmlerden alıntı yapıyor piç!” diye tısladı. Kaytan, gülüşünü bitirdikten sonra:

“Bu Nazım’la Şahin nerde?” diye sordu.

Musa, odasına destursuz bir şekilde giren Kaytan’a alışmıştı. Böyle dingonun ahırına girer gibi giriyor, patavatsızca hareket ediyor ve açıkçası pek de Musa’yı etkilemiyordu.

“Ne oldu Kaytan?”

“Nazım’ların yerini öğrendik!”

Musa, karşısındaki koltuğa yaslanıp cevap veren kaytan bıyıklıya bakarak gülümsedi.

“Sence hâlâ oradalar mıdır?” diye sorunca Kaytan, bir gözünü kısarak:

“Bakmaktan zarar gelmez!” dedi.

“Gidelim, tuzağa düşelim ve ensemizi kaşıyıp dönelim diyorsun yani?”

O sırada çalan kapı, onların konuşmasını bölmüştü. İçeri giren Emin, elindeki tablete bakarak Musa’ya yaklaştı.

“Nedir Emin?”

“Efendim! Takip etmek için gözlerine lens diye taktığımız cihaz, sağlam bir şekilde çalışıyor.”

Kaytan bir şey anlamamıştı, bir gözünü kısarak Musa’ya bakarken Musa, tebessüm ederek o ana bir yolculuk yaptı.

Nazım’ı alıp depoya götürdüklerinde Musa, intihar bombacılarını durdurmak için Nazım’ın teklifini kabul etmişti. Ama ‘prosedür gereği bir şey yapmam lazım’ diyerek ensesine vurmuş ve onu bayıltmıştı. Emin de hemen devreye girerek Nazım’ın gözlerine şeffaf lensler takmıştı.

“Anlamadım lan ben?” diye soran Kaytan, Musa’yı kendine getirmişti. Emin gerekenleri anlatırken Musa, yavaşça ayağa kalktı.

“Tuzak bu! Kesin Nazım uyanmış arkadaşlar!” diyen Musa, Kaytan’ın

“Bakmaktan zarar gelmez reis!” demesiyle derin bir nefes aldı. Emin de gidelim dercesine bakarken Musa, hafifçe başını sallayıp çenesini sıvazlamaktan başka bir şey yapmadı.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

“Bu, onun yanında kalacak mı efendim?” diye sinirle soran Rıfat, resmen öfkeden burnundan soluyordu. Payidar’ın burnuna sargılar çekilmiş ve burnuyla gözleri arasındaki bölgedeki kızıllık, baya gözlere serilmişti. Daha kızı görmemişti, okul dersler derken henüz babasının yanına gelmemişti Simay; aslında bu iş, Payidar’ın işine de gelmişti, kızı görmesin diye dualar ediyordu. Şimdi açıklama falan yapamazdı. Ama Rıfat’ı sakinleştirmek gerekiyordu.

“Kalsın Rıfat, kalsın!” diyerek lafa giren Payidar, Rıfat’ın sinirle çakmaklaşan gözlerine bakıp:

“Biz de zamanında onu eşek sudan gelene kadar dövmüştük hatırlarsan! O bize kaldı, bu da ona kalsın!” deyince Rıfat, bir mazeret aradı.

“Ama efendim, ikisi de aynı mı?”

“Elbette aynı lan! O zamanlar dost değildik, şimdi dostuz! Hem eğer dost olmasaydık, Kenan kafamıza sıkardı lan!”

Rıfat, dişlerinin arasından:

“Sıkar o!” diye tıslayınca Payidar, tebessüm ederek:

“Ben de onu diyorum işte, sıkar o!” dedi. Rıfat, bir şey demeden yavaşça ayağa kalkarken çalan kapı, Payidar’ın sıkıntıyla derin bir nefes almasına neden oldu. Kapının ürkek bir şekilde açılması, Payidar’ın gözlerini kısarak Rıfat’a bakmasını sağlamıştı. İçeri giren Feray, ikisini de şaşırtmıştı.

“Şey… Simay da geldi, odasına çıktı. Ben sizi görmek istedim!” diyen Feray, Rıfat’ın kısık bakışları arasında onlara doğru yürüdü.

“Gel kızım, hoş geldin!” diyen Payidar, karşısındaki koltuğu işaret etti. Feray koltuğa otururken hoşnutsuz bir ifade, gelip yüzüne alenen yerleşmişti. Bunu fark eden Rıfat, daha bir şüpheyle ona bakınca Feray, bir gözünü ona çevirdi. Sonra da Payidar’a dönerek:

“Yalnız konuşabilir miyiz?” deyince Payidar’ın aklına hemen bir şey takıldı. Gözleriyle Rıfat’a çık dercesine bakınca Rıfat, başını sallayıp dışarı çıkmak için kpıya doğru yürüdü. Feray, Rıfat’ın her adımını takip etti, onu gözleriyle uğurladı ve Rıfat çıkınca da bakışlarını Payidar’a döndürdü.

“Kaç zamandır test sonuçlarıyla ilgili konuşmak istiyordum.”

Payidar’ı aniden bastıran heyecan, soğuk bir ürperti ve alnında ter olarak belirmişti. Boğazındaki kuruluğu gidermek için yutkundu ve başını salladı. Feray, aldığı komutla lafa devam etti.

“Sizin saçınızdan ve Simay’ın saçından aldığım tellerle test yapıldı ve yüzde doksan dokuz sonuç elde edildi.”

“Nedir?” diye kısık bir sesle sordu Payidar.

“Maalesef Payidar Bey, Simay sizin kızınız değil!”

Duyduklarıyla beyninden vurulmuşa döndü Payidar; kaç zamandır şüphe ediyordu, korkuyordu ve hatta rüyalarına kabuslarına dalıyordu. İşte gerçek olmuştu. Kızım diye sevdiği meleği, bir tanecik yavrusu, aslında ondan değildi, onun kızı değildi. Gözlerinde beliren yaşlar, yanaklarına doğru süzülürken donuk gözlerle Feray’a bakıyor, bir şey demiyor, diyemiyor ve sadece bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Feray, nedense kendini suçlu hissetti. Hemen ayağa fırladı, onu teskin etmek ve ona teselli vermek amacıyla telaşa bürünerek adama yaklaştı. Sımsıkı kolundan kavrayıp kendini ona yakın ederek fısıldadı.

“Lütfen yapmayın Payidar Bey!”

Eliyle yüzünü örttü Payidar. Uykusunda seyrettiği meleği, kokusunu genzine çekerek cennetleri kokladığı huri gibi kızı aslında onun değildi. Yıllarca bir yalana, bir hiçe bel bağlamıştı. Ah ölen karısı ona neler yapmıştı böyle? Can evinden vurmuştu, yüreğinden saplamıştı ihanet hançerini ve Payidar, bunları düşünerek akıttı gözlerinden kanlı yaşları; şimdi ne olacaktı, kızı bunları bilmeli miydi, öğrenmeli miydi her şeyi? Bilemiyordu, kafası çok karışıktı. Kendisine sımsıkı sarılan narin bedenden yükselen ferahlatıcı kokuyu genzine çekerek gözlerini yumarken yaşların yanaklarına damlamasına izin vermişti. Feray, adamın yanaklarına elini sürerken Payidar, tenine değen yumuşak elin verdiği hisle yutkundu.

“Şimdi ne olacak?” diye fısıldayarak sordu Payidar, Feray’a düşen susmak oldu. Payidar, gözlerini ona çevirirken yaşlar hâlâ akıyordu.

“Söyler misin Feray? Nasıl olacak?”

Bilemem dercesine omzunu silken Feray, ondan uzaklaşmadan bakışlarını onun gözlerine dikti. Payidar, derin bir nefes alırken hıçkırdı.

“Söylemem gerek! Onun bunu bilmesi lazım!”

Tam o sırada kapı açıldı ve Simay, içeri girdiğinde gördüğü manzarayla irkildi. Feray hemen kendini toparlayıp Payidar’dan uzaklaşırken Simay, ağzı açık bir şekilde yerinde kalakaldı.

***

Bağcılar…

Siyah bir VİP araç, bir sokağın başında durmuş ve tenhaya çekilmişti. Üzerlerinde kapkara elbiseler, ellerinde uzun namlulu silahlarla belki yirmi kişilik ekip, Kaytan ve Musa’nın komutanlığında bekliyordu. Emin, elindeki tablete bakıyordu.

“Drone, uçmak için hazır reis!”

Başını sallayan Musa, bir nevi komut vermişti. Aracın tepesindeki dronun havalanması, bir sivrisinek edasıyla savrulması, birkaç saniyede gerçekleşmişti. Gövdesindeki kızıl ışığın arada bir açıp sönmesi, gözlere pek de rağbet etmiyor gibiydi. Hızla ilerlerken evin avlusundaki adamlardan biri, tüttürdüğü sigarasının son yudumunu da içerken gözleri drona takıldı. Hemen silahına davranıp drona ateş etti ve dron, aldığı mermiyle dumanlar içerisinde yere düştü.

“Allah kahretsin!” diye fısıldayan Emin, iri gözlerini Musa’ya çevirdi.

“Demek buradalar, haydi gidiyoruz!” diye seslenen Musa, operasyonun düğmesine basmıştı. Hemen araçtan indiler, peyder pey ve yan yana yürüdüler, hızla eve doğru yürürlerken içerden gelen ateşle mevzi tutmak zorunda kaldılar. Musa, bir çöp konteynırının arkasına çekildi. Silahını ateşlerken Kaytan’ın sırıtan çehresine bakıp göz devirdi.

“Tuzak buysa, sevdim bu tuzağı reis!” diye seslenen Kaytan, yerini değiştirip silahını ateşledi ve birini indirip işaret parmağıyla onu gösterdi. Musa bir şey demeden konteynırın diğer tarafından dönerek ateş etti ve demir kapının önündeki adamı indirdi. Emin ve Mahir, yan yana koşarak bir duvarın arkasına geçerken ekipten birkaçı, hemen diğer tarafa yönelmişti. Silah sesleri, mermi sesleri her yerde çınlıyordu. Musa, yerinden çıkıp ateş ederken gözleri, evin balkon kısmına takıldı. Bir adam, oyla Kaytan’ın olduğu tarafa bazuka çevirmişti. Musa, Kaytan’a dönerek:

“Bazuka!” diye bağırdı. Adam, bazukanın tetiğine basınca olan oldu. Bazukadan fırlayan mermi, hızla yol aldı. Militanların arasından süzülerek Musa’ların cephesine sert bir düşüş yaptı. İşte o sert düşüş, görüş açısına dumanlar ve alev topları serdi. Her yere sinen koyu dumanlar, havaya yükselen alevli toz bulutları ve kulakları delercesine tonlayan patlama sesi, birkaç saniyelik sakinliği de beraberinde getirmişti. Dünya durmuş, zaman durmuş ve saniyeler ıslık çalarak adımlıyordu zaman yollarını. Göz gözü görmüyor, sesler duyulmuyor ve kapkara bir örtü, ortama bağdaş kurmuş, gitmek nedir bilmiyordu ve hiçbir şey görünmüyordu.

🌐🌐🌐

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top