"Kardeş Payı"

“Eğer itaatine itimadım olmasaydı…” diyen yaşlı adam, suratındaki sırıtkan ifadesini bozmadan Hamdi’nin yüzüne bakıyordu. Kulağının dibinde patlayan silahın namlusu, son anda tavana çevrilmiş ve beton tavandan seken mermi, ötelere savrularak Hamdi’den uzak durmuştu. Silahını tekrar beline iliştiren adam, Hamdi’den birkaç adım geriye gitti. Yaşlı adam, oturduğu yerden yavaşça doğruldu.

“…bu kurşun, bedeninde yer alırdı.”

“Affınıza mazhar olduysam, ne âlâ?” diye sayıkladı Hamdi. Yaşlı adam, Hamdi’nin arkasındaki adamına bakarak:

“Söyle çocuklara da, müstakbel damat adayına bir zeval vermesinler evladım!” diye talimat verirken Hamdi, gözlerini yaşlı adamdan kaçırmadan:

“Efendim, Bünyamin meselesi tamamen benim kontrolüm dışı hasıl olmuştur. Kendince düşmanları peyda olmuş, bilhusus beni bu meseleden ayrı tasavvur etmiştir. Bundan dolayı bilgim dışı oluşan bu olayın neden sizin zatınıza sunulduğunu merak ederim. Acaba…” dedi ama yaşlı adamın:

“Bu bahsi kapatalım Hamdi’m!” demesiyle durdu.

Dışarı çıkan adam, Kenan’a silah doğrultan adamlara bakıp silahlarınızı indirin dercesine kaş göz işareti verdikten sonra Kenan’a döndü. Kenan, onun suratındaki manayı çözmeye çalışıyordu ama adam, resmen betondan bir maske çekmişti ve Kenan, onun yüzündeki manayı algılayamıyordu.

“Patronun yaşıyor. Korkma!” diyen adam, başka da bir şey demeden tekrar içeri girerken Kenan, içinde bulunduğu ortama, buradaki havaya içten içe lanetler okuyarak derin bir nefes aldı.

“Ruslarla olan husumetinde haklısın! Sana hak vermemek elde değil! Ama ticaret yapıyoruz, kazanç ve kâr odaklı hareket ediyoruz Hamdi’m! Kurul, açıkça itiraf etmek gerekirse, senin gelmenle en parlak dönemini yaşıyor. Senden önceki Pars, maalesef senin kadar becerikli ve maharetli değildi. Bu yüzden senden memnunuz, ben ve Yediler olarak hepimiz, senin yönetim anlayışına, liderlik vasıflarına hayranız! Lakin fedakâr olmak lazım, bir şeyleri feda etmek lazım Hamdi’m! Öldürülen eşini, Ruslar vurdu; bu doğru! Lakin geçmiş, geçmişte kalsın! Tuğra’mız sayesinde masaya kurulan Viladimir’in yaptığı hatadan haberimiz var. Kurul’un namahremine gölge düşürdü. Namahreme tamah eden Oscar’ı öldürmen, sana olan hayranlığımızı arttırdı. Zira Kurul, Yediler’in namahremidir; Kurul’a tamah eden, Yediler’e kem göz edenden farksız değildir. Viladimir, Rus karteller tarafından ihraç edildi. Yerine birini gönderecekler. Emin ol Hamdi’m, bu gelen kişi sana köpekten daha sadık olacak!”

“Emrinizdir efendim!”

“Tuğra, artık ayakaltından çekilmiştir. Başka görevler için, başka hedeflere yönlendirilmiştir. Bunu bilmende fayda var. Kurul senin, Pars olarak bu görevini layıkıyla yerine getir Hamdi’m! Yılbaşındaki yıllık mutat toplantısında görüşmek üzere!”

Yaşlı adamın kapıyı işaret etmesiyle Hamdi, başını eğip selam vererek kapıya doğru yönelirken yaşlı adam,

“Kızına ve damadına mutluluklar dileriz!” deyince Hamdi, birkaç saniye öylece ona baktı. Sonra da:

“Sağ olun efendim!” dedi ve kapıya döndü.

Kenan, dışarı çıkan Hamdi’nin sapasağlam ve diri olduğunu görünce sevincinden tebessüm etti. Bir gün onun ölmediğine sevineceksin deselerdi Kenan’a, acaba Kenan buna inanır mıydı? Hızlıca arabaya yönelip arka kapıyı açarken Hamdi’nin vakur bir şekilde ona doğru yürüyüşünü izledi. Geldi Hamdi, açık kapıdan içeri girdi. Kapıyı kapatan Kenan, kapıda onları izlemekte olan adamların bakışları arasında şoför mahalline geçti. Aracı çalıştırırken dikiz aynasından Hamdi’ye baktı.

“Ne oldu Pars? O silah sesi de neyin nesiydi?”

Gülümsedi Hamdi.

“Rutin güven kontrolü evlat, korkacak bir şey yok!”

Kenan tebessüm ederek aracı gerisin geri sürdü ve dönüş aldıktan sonra hızla harekete geçti.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“An…ne…” diye heceleyerek sayıklayan Simay, Dildar’ın kaşlarının çatılmasını es geçti. Merdivenlerden yavaşça süzülerek aşağı inen ve zor bela sakin durmaya çalışan Nazan, kızı Simay’ın yüzünde dolan gözlerini gezdirirken Simay, yan gözlerle Cem’e ve Dildar’a baktıktan sonra Nazan’a döndü.

“Na…Na… Nasıl ya?”

Nazan, kızının tam karşısında durdu. Yavaşça uzattı elini, Simay’ın yanağına hafifçe dokundu. Dildar bir şeyleri anlamaya çalışsa da anlayamıyordu.

“Kocaman kız olmuşsun, kocaman kız olmuşsun kızım!”

“Ya anne ne oluyor ya?” diyerek araya giren Dildar’a baktı Nazan, artık ne olacaksa olsun der gibi derin bir nefes alarak:

“Dildar… Simay…” dedi. İkisinin yüzlerine baktı. Ne çok benziyorlardı? Aynı kaşlar, aynı gözler… İkisi de Nazan’ın gençliği gibi… Çene yapıları Mestan… Burunları da bir o kadar güzel yapıda ki… Sustu Nazan, uygun kelimeler aradı. Simay, Dildar’a döndü. Dildar, Simay’ın yüzünü inceledi.

“Siz kardeşsiniz!”

İkisinin suratına inen sert tokatlar gibi etki yaptı bu söz; Dildar geriye yalpalarken Simay, olduğu yerde gözyaşlarını saldı. Cem, istifini ve duruşunu bozmadan onlara bakarken Nazan, yutkunduktan sonra olanları anlatmaya başladı. En başından anlattı; Payidar’la zorla evlendirildiğini, Mestan’ın Payidar’ın adamı olduğunu ve ona aşık olduğunu… Payidar’ın bunu öğrenince ikisini öldürmek istediğini… İkisinin de aslında Mestan’ın kızları olduğunu… Payidar, Mestan’la Nazan’ı ölüme terk ederken Cem’in ağabeysinin nasıl fedakârlık yapıp Nazan’ı kurtardığını ve Mestan’ın nasıl kurtulduğunu… Sonra ikisinin evlenip yıllarca Türkiye’den sürgün yaşadıklarını… Simay’dan uzak ve özlemle nasıl yaşadığını… Her şeyi anlatırken Simay’ın yüzü şekilden şekle giriyordu. Yanaklarını istila eden yaşlar, tutunamayarak yerlere damlarken Simay’ın; Dildar, olduğu yerde bir taş parçası gibi kaskatı durmuş, gözlerini annesinden ayırmadan izlemeye geçmiş ve hiçbir tepki vermeden öylece duruyordu.

Koltuklara oturmuşlardı. Nazan’dan gözlerini alamıyordu Simay, yüzüne gözüne, saçına başına, bedenine endamına bakıp duruyor ve yılların annesini nasıl değiştirdiğine tanık oluyordu. Yüzü hariç her yeri değişmişti. Kilosu değişmişti, saç renginde beyazlıklar peyda olmuştu. Kaz ayakları belirmişti suratının muhtelif yerlerinde. Annesiydi karşısındaki, yıllarca öldü bildiği annesiydi. Fotoğraflardaki yüzü, gülüşü ve bakışı aynıydı. Ya bu bir rüyaysa?

Dildar’ın duyguları farklıydı; o daha çok hayıflıydı, annesi onun sevgisinden mahrum olmamıştı ama diğer kızına hasret kalmıştı ve Dildar, bir taraftan annesine diğer taraftan da Simay’a acıyordu. Onlar için üzülüyordu. Bir kardeşi olduğuna sevinsin mi, bu kardeşinin yıllarca anne sevgisinden mahrum olduğuna üzülsün mü bilemedi. Hele Cem’in ağabeysinin annesi için ölümü göze aldığını öğrenince, Cem ve ağabeysine olan saygısı katlanmıştı. Demek ki Cem, bu yüzden annesi için değerliydi. Şimdi sebebini iyi anlıyordu.

“Babam…” diyerek lafa giren Simay, Nazan’ın yüzüne baktı.

“Yani Payidar, her neyse artık…” dedi ve gözlerindeki yaşlar tekrar süzüldü. Zor bela lafına devam etti.

“Senin yaşadığını biliyor mu?”

Başını salladı Nazan.

“Bilmiyor.”

“Peki benim suçum neydi?” diye sayıklayarak soran Simay, Dildar’ın nemli bakışları arasında:

“Benim ne günahım vardı Nazan Hanım?” diye sorunca Nazan, isminden sonra gelen Hanım hitabıyla afalladı. Anne demesini bekliyordu ama Simay, ona anne dememişti. Yutkundu Nazan, Dildar’ın da gözleri yeşermişti; yerinde dimdik doğruldu Simay, gözlerinden akan yaşlarla annesinin yeşeren bakışlarına bakarak fısıldarcasına lafını sürdü.

“Aranızdaki kavganın en masumu benim, iki günahkârın en masum meyvesi benim! Ama benim gözümün yaşına bile bakılmadı. Fikrim sorulmadı, yaşadığım hayatın benle zerre alakası yok! İnanamıyorum Allah’ım, inanamıyorum ya! Sen sevdiğinle mutlu olurken, ben anne sevgisinden bihaber büyüdüm; sen burada kızının saçlarını okşarken, benim saçımı sahipsiz rüzgârlar okşuyordu. Kızın burada sana anne derken; ben bir kâğıt parçasına, eskimiş bir fotoğrafa, küflenmiş bir resme bakarak anne diye sayıklıyordum. Sen kocanla, kızınla mutlu mesut yaşarken ben, sadece gölgemle oynuyordum. Şimdi karşıma çıktın, her şeyi basitmiş gibi anlatıyorsun!”

“Ben de çok şeyler yaşadım!” diyerek lafa giren Nazan, Dildar’ın yaşlı gözleri arasında:

“İki kızımdan biri yanımda, diğeri yüreğimdeydi; asla aklımdan çıkmıyordun, asla hatırımdan çıkmıyordun, hep benimle, yanımda yöremdeydin. Bir adım uzağımda, bin fersah yakınımdaydın! Saçlarına dokunmayı…” dedi ve elini uzatıp Simay’ın saçlarına dokunmak istedi ama Simay, kendini geri çekince Nazan’ın eli, öyle boşlukta durdu. Devam etti Nazan.

“Kokunu içime çekmeyi, gözlerine bakıp dünyalar benim olmuş gibi sevinmeyi çok isterdim. Ama olmadı. Ne sana zarar vermek istedim ne de kendime! Biliyordum ki eğer karşına çıksaydım, Payidar seni yaşatmazdı. Beni de, seni de öldürürdü.”

Acımsı bir istihzayla gülümsedi Simay.

“Ben her gün öldüm. Sen her an kızınla yaşarken, ben her gün öldüm Nazan Hanım!”

Dildar’ın sayıklayarak:

“Ama birbirinize haksızlık ediyorsunuz!” demesiyle Simay, gözlerini ona çevirdi.

“Sen biliyor muydun?”

Simay’ın sorusuyla Dildar, neye uğradığını şaşırmış bir şekilde afalladı. Gözleri irileşirken:

“A tabi ki de hayır!” dedi.

“Biliyordun, evet biliyordun Dildar!” diyen Simay, hışımla ayağa kalktı.

“İnan ki bilmiyordum!” diyerek tıslayan Dildar da ayağa kalkınca Simay,

“Bu yüzden yakınlaştın, hep yakınımda oldun! Beni kazanmak, sonunda da bu kadına getirmek için, güzel oyun oynadın!” der demez Dildar, kaşlarını çatarak ve sesini yükselterek:

“Saçmalıyorsun, kendine gel! Ben de şimdi öğrendim!” diye çıkıştı.

“Kes sesini!”

Nazan, yavaşça ayağa kalkarken sendeledi. Düşecek gibi olurken köşede bekleyen Cem, hızla yanlarına geldi. Nazan’ın kolundan tutarak:

“Abla iyi misiniz?” diye sordu.

“İyiyim Cem, bırak!” diyerek kendine gelen Nazan, gözlerini Simay’a dikerek:

“Bak kızım!” dedi ama Simay, sert bir sesle:

“Bana kızım deme, ben senin kızın değilim!” diye çıkışınca Cem, kaşlarını çatarak Simay’a baktı.

“Bu tavırlarınla, ancak kendine zarar verirsin!”

“Senin verdiğinin yanında, bu hiç kalır. Yazıklar olsun!” diye sayıklayan Simay, çantasını da alıp hışımla kapıya doğru yürüdü. Tam da o sırada evin kapısı açıldı ve Mestan, yanında Kemik’le içeri girdi. Simay’ı gören Mestan, olduğu yerde durdu ve gözleri irileşmiş bir şekilde Simay’ın suratına baktı. Alaylı bir sırıtışla Mestan’ın yüzüne bakan Simay:

“Siz kimsiniz? Nazan Hanım’ın kocası mı?” diye sorunca Mestan, kaşları çatık bir şekilde:

“Evet, siz kimsiniz?” diye cevaplı bir soru yolladı. Gülümseyen Simay:

“Her şeyi biliyorum Mestan Bey! Siz de şunu bilin!” dedi ve birkaç adım atıp Mestan’ın dibinde bitti. Kemik’in katı bakışları, Simay’ın üstünde gezinirken Cem, Nazan’ın kolundan tutmuş ve ona destek oluyordu; Dildar, Simay’ın ne diyeceğini merakla beklerken Mestan, kızın yüzünü inceliyordu.

“Benim babam, Payidar Candaroğlu’dur; annem de Nazan Candaroğlu. Ve annem öldü. Bitti!”

Hışımla Mestan’ın yanından geçerken gözlerini öfkeyle yuman Mestan, burnundan öfkeyle bir soluk aldı. Zamanında Nazan’a demişti; kız daha ufakken alıp kaçıralım, yaşı ve aklı ermezken alıkoyup gerçeklerle büyütelim demişti ama Nazan, kızın psikolojisi diye tutturarak olmazı göstermişti. Yine haklı çıkmış, bunun öfkesiyle soluyordu.

***

Bardaktan boşalırcasına değil de resmen bardağı kırarcasına yağan yağmur, şehrin sokaklarını istila ederken kanalizasyonlara sığmayan sular, şehrin parkeli sokaklarına düşüp uzun ince bir yol izliyor ve barınamadığı yerlerde bir kayakçı edasıyla şov yapıyordu. Apartmanların en alt katındaki daireler, davetsiz ve sulu misafirlere kovalar ikram ederek bir nevi kovarcasına ihtimam gösterirken sokak hayvanlarının sığınacağı yerler yoktu; bazı köpeklerin sulara kapılması, çevredeki ıslak vatandaşların sulu gözlerine çarpıyor ve onlar da bir şey yapamamanın vermiş olduğu eziklikle itfaiyelerin telefonlarını meşgul ediyordu. Dama çıkan bir kedi, çakan şimşeklerden korkarak tüylerini gürleştirirken daha bir üşüyor, mırlamalarını kimse duymuyordu. Damdaki kedi, suya kapılan köpeği görünce vay sen miydin geçen gün beni kovalayan diyor ama yine de ona acıyordu. Nitekim insanlar gibi kalpsiz değildi; nankördü ama insan değildi.

Milli Haberalma Servisi…

Saatin dokuz olduğunu gören Musa, masasında doğrulurken Kaytan’ın içeri girmesiyle yavaşça ayağa kalktı. Kaytan’ın sıkıntıyla ona yaklaşmasını izleyerek:

“Bıyıklarından umutsuzluk akıyor kaytan bıyıklı, hayırdır?” diye sordu.

“Diğer yaralı da ölmüş, reis!”

“Mamoste’yi bulmamız lazım, onu ele geçiremezsek yandığımızın resmidir kaytan bıyıklı! Eğer Hamdi’yle bir araya gelirse ve Kenan’ı öterse, o zaman bizim de borumuz öter.”

“Her şeyin farkındayım! Ama yok, sırra karıştı resmen!”

Masadaki telefonun ahenkle çalışı, onların konuşmasını bölmüştü. Ahizeli telefonun sesi, her nedense Kaytan’ı da ürpertmişti. Telefonu açan Musa,

“Efendim!” derken sesi tedirgin çıkıyordu. Karşıdan duyduğu sesle irkildi. Hemen kendine çekidüzen vermeye başladı. Kaytan da sanki telefonun diğer ucundaki kişi onu görüyormuş gibi kendisine çekidüzen verdi.

“Derhal geliyoruz!”

Telefonu kapatan Musa:

“Ankara yolu gözüktü kaytan bıyıklı!” deyince Kaytan, derin bir nefes alarak:

“Bıyıklarımı kesmeme gerek var mı?” diye sordu.

“Sen bırak, onlar cımbızla yolacak!”

Kaytan’ın gözleri irileşirken Musa, donuk bir yüz ifadesiyle onun yüzüne adapte oldu.

***

Hamdi’nin odasında, onun karşısında oturuyordu Bahri ve Samet; ikisinin suratında mütereddit bir ifade vardı, ikisi de suskun, ikisi de sessiz bir şekilde Hamdi’ye bakıyordu. Kenan da kapıya yakın bir yerde durmuş onları izliyordu.

“Sehemin gerçekleşmesi için, Rusya’dan gelecek adamı beklemeliyiz beyler! Şu anlık bir şey yapamam!” diyen Hamdi, Samet’in:

“Ama Pars, eldeki meblağlar suyunu çekti; kaynaklarımız masrafları karşılayamıyor, zaten Tayfun da toz işinde epey darbe almış gibi!” demesiyle Hamdi, yerinde doğruldu.

“Nasıl yani?”

Bahri devreye girdi.

“Narkotikle başı dertte, gümrükteki tırlarından biri yakalanmış ve tır, maalesef Fıçı’nın adına kayıtlıydı. Fıçı aranıyor. Ama Tayfun onu iyi saklamış, belli!”

Kenan’ın yüzünde oluşan tebessüm, Hamdi’nin dikkatini çekince:

“Neye güldün evlat?” diye sordu. Kenan, müstehzi bir ifadeyle:

“Tayfun onu nasıl saklamayı becermiş, şaşırdım doğrusu?” der demez Hamdi, onun ne demek istediğini anladığı için gülümsedi. Ama Samet anlamadı ve sordu.

“Nasıl yani?”

“Fıçı’yı saklamak kolay mı?”

Bahri de gülümsedi, Samet kaşlarını çatarak Kenan’dan yüzünü çevirip Hamdi’ye baktı.

“Tayfun’un getirisi, bizim götürümüzü karşılamadığı için bu sehem şart, Pars!”

“Payidar’ın getirisi ne alemde?”

Bahri yine devreye girdi.

“Onun da başı kalabalık, Pars! Birkaç tane sermayesi yakalanmış ve Rus oldukları için sınırdan ihraç edilmiş!”

Hamdi, gözlerini Kenan’a çevirerek:

“Bu Ruslardan yana şansımız hiç yaver gitmedi evlat, ne dersin?” diye sordu.

“Soğuk size yaramıyor Pars, ondan olabilir.”

Kenan’ın cevabı, Hamdi’yi daha da gülümsetmişti.

“Şimdi beyler!” diyerek lafa giren Hamdi,

“Aslında Rus eleman gelmeden toplantı yapmak istememiştim ama acil olduğu için, yarın akşama bir toplantı ayarlayalım. Bu konuyu bir konuşalım!” diye ekledi. Bahri ve Samet başlarını sallarken Hamdi, sırtını koltuğa yaslayıp gözlerini Kenan’a dikti.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Kapısı tıklatıldı Simay’ın, bir iki tık sesi daha duyuldu ve yatağına uzanıp yorganı kafasına çekmiş olan Simay, uyuyor numarası yaparak nemli gözlerini yumdu. Kapıyı yavaşça açan Payidar, başını içeri sarkıtarak içeriyi kontrol etti. Kızının yatakta uyuduğunu görünce, yavaşça içeri süzüldü. Attığı adımları öyle yavaş atıyordu ki, parke zemini gıdıklarcasına kızına yaklaştı.

“Güzel kızım!” diye fısıldadı, kızının başucunda durdu ve elini uzatıp onun saçlarını okşadı.

“Bir tanem! Dünyaları değişmem, kirpiğinin bir kılına dünya malını pul ederim. Gözünden akan bir damla yaş, benim boğulmama sebeptir. Belki uyuyorsun, beni duymuyorsun ama…”

“Duyuyorum!” diye sayıklayan Simay, onun lafını kesince Payidar, gülümseyerek yerinde doğruldu. Simay, yüzünü ona dönerek:

“Gece vakti ne oldu?” diye sordu.

“Kızımı sevmemin gecesi gündüzü olmaz, mesaisi olmaz kızım!” diyerek yatağa oturan Payidar, yerinde doğrulan kızının kızarmış gözlerine bakarak:

“Senin canın bir şeye mi sıkıldı?” diye sordu. Derin bir nefes alan Simay, ne diyeceğini düşünüp dururken aklına hemen Feray geldi.

“Feray… Onun ölümü, beni tepetaklak etti.”

“Ben de üzüldüm ama yapacak bir şey yok! Ölenle ölünmüyor.”

Başını salladı Simay.

“Doğru diyorsun, ölenle ölünmüyor. Annemin yasını hep tuttuk ama ne o dirildi ne de biz öldük!”

“Bunun annenle ne alakası var?” diyerek soran ve gözlerini kısan Payidar, Simay’ın:

“Onu seviyor muydun?” diye sormasıyla irkildi. Hiç beklemediği bir soru gelmişti ve haliyle birkaç saniye tökezlemişti. Yutkunup kendine gelmeye çalışan Payidar:

“Çok…” diyerek sayıkladı.

“Peki o seni sevmiş miydi?”

“Sevmiş ki, evlendik!” diyen Payidar, Simay’ın iki yanağını avuçlarının arasına alarak ve onun gözlerinin içine bakarak:

“Sevmiş ki, dünyalar tatlısı bir kızımız olmuş!” deyince Simay, istem dışı bir şekilde kendisini geri çekti. Avuçları boşta kalan Payidar, afallamış bir şekilde kızının suratına bakarken:

“Ben uyumak istiyorum!” diyerek sayıklayan Simay’a:

“Tamam kızım, iyi uykular!” diyerek ayağa kalktı. Simay, kapıya yönelen Payidar’ın arkasından baktı.

“Baya iyi uyumuşum baba!” diye fısıldayıp yatağına uzanırken gözlerinden süzülen damlalar, yastıklara hayat suyu gibi düşerken Simay, bugün olanları düşünerek gözlerini yumdu.

“Aldığınız silahları ne yaptınız?” diye soran Payidar, karşısında duran Rıfat’ın:

“İsrail’e göndermek üzere istiflendi efendim!” demesiyle:

“Güzel! Sabar ne yapıyor?” diye sordu.

“Yeni parti mallar için, Diyarbakır’a gidecekmiş efendim!”

“Niye Diyarbakır lan?”

“Ceylanpınar sınırından Viranşehir’e ve oradan da Diyarbakır’a geçecek olan tırı karşılayacakmış. Bana böyle söyledi.”

“Bu Sabar, başka işler karıştırıyor olmasın?”

“Sanmam efendim, lastiği patlak tekerlek gibiydi. Siz de gördünüz?”

“Bu tip adamlar rol yapar. Öyle büyür, öyle gelişir Rıfat!”

“Emriniz nedir?”

“Bir adamı tak peşine, her an kollasın bunu ama kendini sezdirmesin!”

“Anladım efendim!” diyerek onun karşısından ayrılan Rıfat, koltuğuna kurulan Payidar’ı yalnız bırakmıştı.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Odada volta atmaktan beyni şişse de, o bir türlü durmuyor ve aksine daha hiddetli, daha şiddetli bir şekilde adımlarını saydırıyordu. Dildar, babasını izlemekten başı dönse de bir türlü cesaret edip sesini çıkarmıyordu. Nazan’ın gözlerindeki yaşlar durmak bilmiyor, her hıçkırışta yenileri damlayıp duruyordu. Cem ayakaltından çekilmişti. İzin almış ve mutfağa geçmişti.

“Bunların olacağı belliydi, başından belliydi!” diyerek bir noktada duran Mestan, burnundan solurken:

“Beni dinleseydin, şimdi bu baş ağrısını çekmezdik!” deyince Nazan, kendini sessize aldı. Dildar, gözleriyle tekrar volta atan babasını süzerek:

“Kadın zaten perişan, görmüyor musun halini? Ne bağırıyorsun baba?” diye sorunca Mestan, öfkesini yutmaya çalıştı.

“Baban haklı kızım!” diye sayıklayan Nazan, gözlerini kurulamaya çalışırken:

“En başından onu dinleseydim, şimdi ağlayan o Payidar denen adam olurdu. Ama babanı dinlemedim!” dedi.

“En sevdiğim arkadaşımın aslında kardeşim olduğuna mı sevineyim yoksa sizin bu bitik halinize mi üzüleyim, bilemedim! Ama bırakmayın kendinizi! Ben Simay’la konuşurum, her şeyi doğru düzgün anlatırım!”

“Seni dinler mi ki?” diye soran Mestan, bir koltuğa otururken kızının:

“En azından denerim!” demesiyle başını salladı. Nazan’ın umut dolu bakışları, kızının yüzünde gezinip durdu.

Mutfaktaydı ve önündeki çayın içindeki şekeri, dalgın bir şekilde demir kaşıkla kovalayıp onun erimesini sağlarken aklı fikri Simay’da, Dildar’da ve bu karmaşık aile yapısındaydı. Resmen onun da aklını karıştırmışlardı. Hele de Simay için Feray’ı bulmaya çalışması, onu daha bir garipleştiriyordu. O daha çok Simay için değil de, bir nevi Dildar için çalışıyordu. Bu düşünceler beynini mıncıklayıp dururken çalan telefon, resmen onun aklını koparmıştı. Ekrandaki isme gülümseyerek telefonu açtı.

“Efendim!”

İçeri giren hizmetçiyi umursamadan yavaşça ve sevinmiş bir şekilde ayağa kalkarken:

“Tamam, yerini biliyoruz o zaman?” diye sordu. Hizmetçinin meraklı ve anlamaya çalışan gözleri onun üstündeyken Cem,

“Tamam hemen geliyorum!” diyerek telefonu kapattı.

“Nereye gidiyorsun bu vakit?”

“Çapkınlığa… Var mı bir diyeceğin?” diyerek gülümseyen Cem, başını sallayarak kapıya yönelirken hizmetçi, burnundan soluyarak onun ardından baktı.

Çalan kapı, odadaki boğuk atmosferi sekteye uğratmıştı. İçeri giren Cem, Mestan’ı umursamadan Nazan’a yaklaştı ve kısık sesiyle:

“Abla, benim iki saatlik bir işim var! İzin verebilir misiniz bana?” deyince Nazan, bir şey demeden git dercesine elini salladı. Başını sallayan Cem, Mestan’ın katı bakışları arasında kapıya yöneldi. Dildar, kapıdan çıkan Cem’in ardından bakıp derin bir nefes aldı.

Mestan’ın telefonu, masada titreyerek çalınca duyulan ses, ister istemez Dildar’ı ürkütmüştü. Nazan da Mestan’a bakarken Mestan, masadaki telefonunu aldı ve ekrandaki Kemik ismine bakıp açtı.

“Söyle Kemik!”

“Sabar Diyarbakır yolcusu, efendim! Emriniz nedir?”

“Yolcuyu uğurla!”

“Emredersiniz!”

Telefonu kapatan Mestan, derin bir nefes alarak öfkeyle bezenmiş suratını karısına çevirdi. Nazan da ona bakıyordu.

***

Taksim, Sabar’ın kaldığı otelin otoparkındaki ışıklandırmaların kapanması, ortama kara bir örtü çekmişti. Zifiri bir karanlığa mahkum olan kapalı otoparkın havası da boğuk ve boğucu olmuştu. Sadece güvenlik kameralarının arada bir yanan yeşil ışıkları görünüyor ve ortama yeşil bir ışık huzmesi bırakıyordu. Gerisi koca bir karanlıktı.

Odasındaydı Sabar, yatağa bıraktığı valizin içine desteler halinde paraları sığdırmaya çalışırken yüzü gülüyor, keyfinden ölecek gibi ağzı yayvan paralara bakıyordu. İyice paraları mest edip kapağı üstüne çeken ve fermuarları çekmeye çalışan Sabar, zor bela valizi kapatıp şifresini kurdu. Yüzündeki tebessümle koltuğa bıraktığı montunu da aldı. Kızıl valizin siyah kulpundan tutup çekerek kapıya yöneldi. Yürürken de:

“Bekle beni Diyarbakır, ben geliyorum!” diye fısıldadı.

Asansörün gelmesini bekliyordu Sabar, kolundaki saate yan gözlerle baktıktan sonra asansör kapısının açılmasıyla gülümseyerek sakince bindi. Otoparka inen numarayı tuşlayıp kapının kapanışını izledi.

Asansörün kapısı açıldığında, zifiri bir karanlıkla muhatap oldu. Ürkek bir şekilde etrafına bakınıp ne olduğunu anlamaya çalışsa da, bu çabası nafileydi. Cebindeki telefonunu çıkarıp fenerini açtı. Ortalık sakin gibi görünüyordu. Demin yeşil yanan kamera ışıkları, şimdi de kırmızı ışıklar yayıyordu. Adımlarını yavaşça ve ürkekçe atan Sabar, etrafına bakınarak arabasını bıraktığı noktaya doğru yürüdü. Attığı her adım, içine ürpertici bir his bırakıyordu. O gene sakin olmaya, kendini bırakmamaya gayret ederek adımlarını attı. Arabasını bulmuştu. Hızlandı. Arabaya yaklaştıkça, sanki esaretten kurtulan bir esir gibi seviniyordu. Tam arabanın yanında durdu ve duyduğu çıtırtıyla etrafına bakındı.

“Kim var orada?”

Hızla yanından geçen kara bir kedi, onun korkuyla damağını kaldırmasına neden oldu. Kedinin arkasından fısıldayarak bir küfür savurduktan sonra arabanın bagajına yöneldi.

Bagajı açtığında, gördüğü şeyle aklı çıkacak gibi oldu. Bagajdaki ceset, gözlerinin yuvalarını talan etmesine sebep olurken adamın kim olduğu yahut kim olabileceği sorusu, hızla beynini mıncıklayıp durdu. Tam arkasına dönüp bakacaktı ki, ensesinde hissettiği metalik bir hisle yerinde dondu kaldı. Kulak memelerini yalayan, kulaklarına çarpıp beynine buzdan kalıplar düşüren bir nefes ve bir ses, onun buzlarını daha da katı haline getiriyordu.

“Mestan Bey, yolcuyu uğurla dedi; sana güle güle Sabar Efendi!”

Tetiğe bastı Kemik, sessiz bir mermi saplandı ensesine ve boğazından fırlayıp dışarı çıktı. Boş bir çuval gibi yere yığılan Sabar’ın elindeki telefon da düştü ve feneri kapanıp ortama yine zifiri bir karanlığı davet etti. Yine karanlık, yine zifiri…

***

Dışarıdaki yağmura gözlerini dikmişti Gaye, koca şehrin kenar mahallelerinde kesilen elektriklerle karanlık peyda oluyor, bir müddet sonra tekrar elektrik gelerek karanlık yok oluyordu. Mütemadiyen devam eden bu durum, Gaye’nin gözlerini kırpmadan izlemesine davetiye sunmuştu. Onların elektrikleri hiç gitmiyordu, bazı insanların şansı doğuştan yoktu yahut şansları yaver gitmiyordu. Kimileri zengin doğuyor diye düşündü Gaye, kimileri fakir doğuyordu; kimilerinin cebinde parası, altında arabası ve lüks bir hayatı varken kimileri de sefalet içinde yüzüyordu. Sokakta çöp toplayanların plazada oturanlardan aslında hiçbir farkı yoktu, olmaması gerekiyordu diye içinden geçirdi Gaye; bölüşülen ekmeğin ırkı, cinsiyeti ve meşrebi olmazdı, olmamalıydı. Camdaki yansımadan arkasında duran Kenan’ı zor bela fark edebildi. Bedenen burada ama fikren bambaşka yerlerdeydi. Hele ki bugün olanlar, onu temelinden sarsmış gibiydi. Kenan’a dönerken, bir çift sorgulayan gözle muhatap oldu.

“İyiyim canım, hem de hiç olmadığım kadar iyiyim!”

Ona doğru birkaç adım attı Kenan.

“İyi olmana sevindim, sebebini öğrenirsem daha çok sevinirim!”

Gaye de birazcık yaklaştı ona ve suratına mütebessim bir ifade takınarak:

“Sen tesadüflere inanır mısın?” diye sordu.

“Asla inanmam!”

Alayla gülümsedi Gaye, onunla dalga geçer gibi başını hafiften salladı.

“O zaman kendine çukurlar kazıyorsun demek?”

“O ne demek be?”

“Hatırlar mısın, seninle nasıl tanıştık?”

“Unutmak ne mümkün?” diyerek koltuğa oturan Kenan, Gaye’nin de oturuşunuz izleyerek:

“Kapkaç, peşindeki adamları atlatma ve benim kaçırılmam…” dedi. Gaye, göz devirerek:

“Ve sen bunlara tesadüf demiştin?” deyince Kenan, onaylarcasına başını salladı.

“Tesadüf dedim, doğru! Ama tesadüfün alası tevafuktur.”

“Tevafuk nedir peki?”

“Kaderin bizimle cilvelenmesidir.”

“Bu lafındaki kader, bir kadın değil, değil mi?”

Gülümsedi Kenan, dudakları kıvrılırken:

“Eğer bu lafımdaki kader, bir kadın olursa, kaza geliyorum demez!” deyince Gaye, başparmağını yukarı kaldırıp göz kırptı.

“Güzel cevap vesselam!”

Bir sessizlik geldi, tam bağdaş kurup oturacakken Kenan, onu kovarcasına lafa girdi.

“Tesadüften girdin, tevafuktan çıktın ama iyi olmana müsebbip olan etkeni söylemedin?”

“Sırt sırta çarpıştığın adam…” diyen Gaye, Kenan’ın birden irkilmesiyle gözlerini kıstı. Kenan, boğazının kuruduğunu hissetti. Gaye pek üstünde durmadı ama aklına takılmıştı. Çünkü Kenan’ın beti benzi sararmış, gözleri irileşmiş ve burnundan soluması artmıştı. Belli ki bir şey olmuştu. Kendini toparlamaya çalıştı Kenan, zorladı, zorladı ve zor bela kendine gelerek:

“Şu Asayiş Şube amiri mi?” diye sorusunu yolladı. Başını salladı Gaye.

“Ta kendisi!”

“Ne olmuş ona?”

“Biliyor musun o kimmiş?”

Gaye’nin sorduğu soru, Kenan’ın boğazına bir yumruk gibi inmişti. Nefesindeki kesintiler, bedeninin titremesini de engelleyemiyordu. Gaye ne diyecek diye merak ederek beklerken Gaye, aksine sessizliğini daha da sürdürerek onun beyaza bulanan yüzünü inceliyordu. Sayıkladı Kenan.

“Kim…miş?”

“Musa Uzun diye biri!” diyen Gaye, gözlerini kısan Kenan’ı merceğe aldı. Kenan, derin bir nefes alarak bu işten sıkıldığını belli edercesine sert bir solunum verdi.

“Lafı dolandırma da, laf da canından usandı, lafı dinleyen de! Söylesene be!”

Gülümsedi Gaye.

“Musa Uzun, aslında Nezaket Uzun’un ağabeysiymiş!”

Rahat bir nefes aldı Kenan; anlaşılan Musa, bir şekilde Gaye’ye ulaşmış ve kendisini tanıtmıştı. Buna sevinse de, Gaye’nin neden onu kıvrandırdığını merak ediyordu.

“Nezaket Uzun da kim?”

Daha da gülümsedi Gaye.

“Benim annem!”

Şaşırmış gibi yaptı Kenan, bir eliyle ağzını kapatırken:

“Aman Allah’ım! Ne yani? Musa Uzun dediğin adam, şu asayişçi, senin dayın mıymış?” diye sordu. Başını sallayan Gaye, dudağı kıvrılarak Kenan’ın suratını incelerken:

“Ve aslında sen onu çok iyi tanıyormuşsun!” deyince Kenan, bir şok daha yaşadı.

“Nerden?”

“Şırnak’tan…” diyen Gaye, mezarlık anına ufak bir dalış yaptı.

“Ben senin dayınım…” demişti Musa, gelmiş ve onun dibinde durmuştu. Gaye, adamın yüzüne baktı, kaşlarına gözlerine adapte oldu ve iyice inceledi. Annesine ne çok benziyordu. Aynı gözler, kaşlar da aynı biçimli ve bakışlar bile sanki annesine aitti. Annesinin birkaç fotoğrafında böyle bakışlar yakalamıştı Gaye.

“Nezaket beni dinlemedi. Baban Hamdi’yle evlenmek için, benim lafımı çiğnedi. Ona karşı koyamadım. Ama şu an karşımdasın ya Gaye, iyi ki de lafımı dinlememiş diyorum. Her ne kadar baban, iyi biri olmasa da…”

“Siz benim...?”

Başını sallamıştı Musa, Gaye’nin uzanan eline bakmış ve onun koluna dokunurken tebessüm etmişti. Birden ona sarılmıştı Gaye, Musa da sımsıkı sarmıştı onu ve mezarın üstüne düşen gölgeleri, birbirlerine ne kadar sıkı sarıldıklarının kanıtı olmuştu.

“Neden şimdi karşıma çıktın dayı?” diye sormuştu Gaye, izah istemiş, anlatmasını beklemişti. Bir gözü mezardaki isimde olan Musa, ona Şırnak Cudi Dağı’nda geçen olayları anlatmıştı. Sonra da Kenan’a değinmişti. Gaye bir şokla kendine gelmişti.

“Ne yani? Kenan Karabey senin..?”

“Benim askerimdi. Ona Sedef’ten mektup geldiğinde, hemen yanı başındaydım. Eroine bulaşıp askeri hayatını mahvettiğinde, ona cezayı ben vermiştim. Devletle bütün bağını ben kopardım. Ama sürünsün istemedim. Kenan iyi biri! Dürüst biri! Benim devletle olan bağımdan dolayı sana yaklaşmamam, seninle görünmemem icap eder. Ama aklım sende kalmasın, gözüm arkada kalmasın diye Kenan’ı, ben sana yolladım.”

İrkilmişti Gaye, Kenan’la ilgili öğrendikleri, bedenine bir buz kütlesi indiriyordu. Beyazlaşmış yüzüyle dayısının suratına bakarken Musa,

“Kenan’ın şansına o kapkaç olayı oldu. Yine Kenan’ın şansına, o adamlar sana musallat oldu. Kenan’ın sana olan teması, bazılarının dikkatini çekmişti. İşte bu yüzden Kenan, hızlı bir şekilde sizinle oldu. Belki diyebilirsin, bu adam hâlâ devletin adamı! Kenan neden devletin adamı olmasın ki? Kendin de araştırabilirsin kızım! Ama emin ol ki Kenan, sadece senin yanında olsun, seni koruyup kollasın diye var. Baban seni koruyamaz, babanın adamları seni koruyamaz ama Kenan, seni kendisinden bile korur kızım!” demişti. Gaye’nin aklında sorular belirmişti.

“Kenan’la nişanlandık biz, bundan haberin var mı dayı?”

“Haberim yok! Kenan’la irtibat halinde değilim ki! Onunla irtibata geçersem, beni de ihraç ederler. Eski bir hükümlüyle ne gibi bir alakam olur ki? Sadece bir kez irtibata geçtim. Kapkaç olayından evvel… Orada da senden ve babandan bahsettim. Onu ikna ettim.”

“Yani beni tavsiye ettin?”

“Asla öyle düşünme! Aranızda bir ilişki olsun diye değil, babanın yanında durup aslında seni korusun diye onu yönlendirdim. Aranızdaki duygusal bağdan haberim yok!”

“Kafam karıştı. Peki ben bu Kenan’a güvenebilir miyim dayı?”

“Bugüne kadar güvendin mi?”

Başını sallamıştı Gaye, gülümsemiş Musa ve:

“Bugünden sonra da güven!” demişti.

“Sen vurulurken hastaneye o seni yetiştirdi. Sen iyi ol diye kafayı yedi. Sana kan aradı durdu ve benimle zorla irtibata geçti. Sana kan veren bendim kızım!”

Gaye’nin derin bir nefes alışı, Musa’yı duraksatmıştı. Gözlerini kısarak:

“Hani kapkaçtan önce irtibata geçmiş ve daha da irtibat kurmamıştınız? Çelişkili konuşuyorsun dayı?” diye sormuştu.

“Kendim irtibatı o zaman kurmuştum ama Kenan, daha sonra sana kan vermem için benimle irtibata geçti. Bunu ayıralım kızım!”

Verilen cevap, Gaye’yi tatmin etmişe benziyordu. Başını sallarken:

“Babam… O senin varlığından haberdar mı?” diye sormuştu.

“Baban benim var olduğumu biliyor ama nerde olduğumu bilmiyor. Ne iş yaptığımı da biliyor ama nerde barındığımı bilmiyor. Sana ufak bir tavsiye! İstersen tutarsın, istersen tutmazsın! Benimle ilgili babanla konuşma bence! Hele Kenan’a olan münasebetimden bahsetme! Zira bahsedersen, baban hiç düşünmez ve Kenan’ı öldürür.”

Gözleri iri bir şekilde dayısının suratına bakmıştı Gaye.

O zamandan bu zamana hızlı ve şaşalı bir efektle geçiş yaptı Gaye; buğulanan gözlerini birkaç defa yumup açtı, Kenan’ın nemlenen bakışlarını süzdü ve tepki vermeyen adamın neden öyle uzunca ona baktığını anlamak istedi.

“İşte böyle Kenan Efendi! Bana hep yalan söyledin, o adamı tanımıyorum dedin ama meğerse senin komutanınmış!”

Derin bir nefes alan Kenan, kafasının içinde yankılanan sesleri bastırmak istedi. Şırnak’taki hatıraları yakasına yapışsa da Kenan, şimdi zamanı değil diyerek silkelendi; Sedef aklına düşse de aklından çıkarmak istedi ve nemlenen gözlerini Gaye’ye çevirdi.

“Ben asla seni aldatmadım, kandırmadım! Sadece bilmemen gereken şeyleri sakladım. Babanın bilmemesi gereken şeyleri örttüm. Ben de bu ilişkiyi beklemiyordum, ha pişman mıyım? Asla! Babanın koruması olarak seni koruyacağıma, senin bekçin olarak korurum daha iyi!”

Gülümsedi Gaye, bir gözü küçülürken kafası hafif yana kaydı ve saçları, yanaklarına değerek Kenan’ın tebessüm etmesine neden oldu.

“Bekçim mi?”

“Her bekçinin gayesi, efendisini korumaktır; bu bekçinin gayesi de, Gaye’sini korumaktır.”

Kenan’ın lafı, Gaye’nin gözlerini derin bir hazla yummasına neden oldu. Histerik bir şekilde yutkunan Gaye, ışıldayan gözlerle Kenan’ın suratını inceledi. Sonra da yerinden kalkan Kenan’ın ne yapacağını merakla bekledi. Geldi Kenan, onun hemen yanına oturdu, bir gözüyle Hamdi’nin odasını kolaçan ederken sokuldu ve Gaye’nin yanaklarını istila eden saçları tutamlayarak geriye itti. Kenan’ın elinin saçlarına değmesiyle Gaye, hafif bir ürpermişti; yavaşça dönerek Kenan’ın yüzüne baktı, haddinden fazla yakın durmuşlardı, az bir sokulsa Kenan, yanak yanağa geleceklerdi ama Kenan, onun saçlarını okşayarak fısıltısını ona hediye sundu.

“Ben bekçiyim ve benim bir gayem var.”

Gaye, yavaşça uzandı ve başını Kenan’ın göğsüne yasladı. Onun kalbinin ritimlerini, aşkla tuttuğu melodileri dinleyerek gözlerini yumdu.

“Hep benim bekçim ol!” diye fısıldayan Gaye,

“Sen de benim gayem ol!” diye mırıldanan Kenan’a kollarını doladı. Onların aşkla sarmaş dolaş olması, gizliden onları izlemekte olan Afra’nın nemli bakışlarına iştirak ediyor, kadının duygulanmasına vesile oluyordu. Bir eli göğsünün üstünde, gözleri nemli bir şekilde onları izlemekle yetiniyordu Afra.

***

Emirgan’ın çıkışına yakın bir yerde, metruk ve kullanılmayan bir hangarın kuytu bir köşesine getirilmiş, bir sandalyeye bağlanarak çeşitli işkencelere maruz bırakılmıştı. Ağzı gözü kan revan içinde, yüzü gözü mosmor olmuş ve çenesi dağılmış bir halde inlerken tepesinde duran Paşa, işaret parmağını ona doğrultup:

“Lan Tonguç! Bak oğlum, yeminle şu seni dövmek için kullandığım sopayı, vücudundaki bütün deliklere sokarım, içinde çeviririm, zevkten dört köşe olursun lan!” dedi. Tonguç, mecalsiz bir şekilde inleyerek:

“Ben…benden… ne isti…yorsunuz?” diye sordu.

“Feray nerde?”

“Tanı…mıyo…rum.”

Sopayı kaldırdığı gibi Tonguç’un bacaklarına sertçe indirince hangarın boş duvarları, onun feryadıyla inledi. Duyulan araba sesi, Paşa’yı durdurmuştu. Parmağını sallayarak:

“Kafana sıkacağım, buradan kurtuluşun yok!” deyince Tonguç, acılar içinde kıvranarak onu izledi. Paşa, hangarın kapısını açmak için yürürken Tonguç, ağzında biriken kanları yere tükürdü ve kendini çözmek için debelendi. Ama nafileydi. Paşa onu sağlam bağlamış, zor bela kıpırdayabiliyordu. Şansını denemeye devam etti, başaramayınca da durdu ve derin bir nefes alarak etrafına bakındı.

İçeri giren Cem, hiç vakit kaybetmeden hızla Tonguç’a doğru yürüdü. Paşa da hemen peşinden geliyordu. Tonguç, gelmekte olan Cem’i gördüğünde bir şeyleri anlamak istedi ama Cem’in de suratında öfke ve sinir tonları hakimdi. Geldi Cem ve onun karşısında durdu.

“Kendine fazla eziyet ettirme! Feray nerde?”

“Tanı…” dedi ama Paşa, hızla sopayı onun bacaklarına indirince Tonguç, avazı çıktığı kadar bağırdı. Cem, cebinden telefonunu çıkardı. Belki de Tonguç, gerçekten onu hiç görmemişti. Feray’ın bir fotoğrafını çıkarıp telefonu ona doğru tuttu.

“Bu kız nerde?”

“Silva bu!”

Şaşırdı Cem, gözlerini kısarak:

“Silva mı?” diye sordu. Paşa, kaşları kalkık bir şekilde Cem’in suratını incelerken Tonguç,

“Ge…geli…şi baya oldu. Ber…Berma…Bermal’ın evinde!” deyince Cem, derin bir nefes alarak:

“Nerde bu ev?” diye sordu.

Hangarın dışına taşan silah sesi, derin bir sessizliği beraberinde getirmişti. Az sonra dışarı çıkan Cem, Paşa’ya dönerek:

“Her şey için sağ ol birader! Bunu asla unutmayacağım!” dedi. Gülümsedi Paşa.

“Bizim de başımız dara girer, kapına geliriz elbet!”

“Başımla beraber kardeşim!” diyen Cem, Paşa’nın uzanan elini sıkarken Paşa, gözlerini kısarak:

“Sen ne yapacaksın?” diye sordu.

“Şu Bermal’ın evine bir gideyim! Bakalım Silva, Feray mı değil mi?”

“Benlik bir şey…”

“Eyvallah!”

“İyi, ben de şu Toni’yi tonlarca toprağın altına gömeyim!”

Başını sallayan Cem, arabasına doğru giderken Paşa, ellerini ceplerine yerleştirerek onun arkasından baktı.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Çalışma odasındaydı Payidar, hem bilgisayara adapte olmuş hem de dosyalara göz gezdiriyordu. Gecenin geç vakitleri olmasına rağmen o, çalışmaktan bir an geri durmuyordu. Bilgisayardan başını kaldırdığında, burnuna dolan duman kokusuyla irkildi. Bir şeyler yanıyordu ve sanki evin içinde yanıyordu. Acaba yangın mı çıktı diye telaşla ayağa fırladı. Hızla kapıya yönelirken az kalsın bilgisayarın kablosuna basacak ve masaüstü bilgisayarı yere devirecekti.

Odadan çıktığında, mutfaktan çıkan Rıfat’la karşılaştı.

“Nerden geliyor bu duman?” diye soran Payidar, Rıfat’ın üst katları işaret ederek:

“Yukarıdan, efendim!” demesiyle hızla merdivenlere yöneldi. Rıfat da onun peşinden geldi.

Ölen karısı Nazan’ın odasının kapısının yarı açık olduğunu görünce içeri girdi. Gördükleri, onu yerinde mıh etmiş gibi dondurmuştu. Sandığı odanın ortasına yığmıştı Simay, elindeki benzini dökmüş ve kibriti ateşe vermişti. Sandık ve içindekiler yanarken yangın söndürme tüpünün de köşede durması, tehlikenin boyutunu düşürmeye yetmişti. Yutkunan Payidar, yanan sandığa ve alevlerin gözlerini okşadığı kızına baktı.

“Ben Simay Candaroğlu’yum!” diye lafa giren Simay, kapıda duran Rıfat’ın da iri bakışları arasında babasına bakarak sözüne devam etti.

“Annem Nazan Candaroğlu, öldü; Babam Payidar Candaroğlu ve ben onun biricik kızıyım! Bu değişmeyecek, asla değişmeyecek!”

Payidar, olduğu yerde diz çöktü. Kızının sözleri, onun bazı şeyleri anlamasını sağlamıştı. Bedeni titrerken gözlerinde beliren yaşlar, kızıyla bakışması ve alevlerin onların bakışlarına sirayet etmesi, Rıfat’ı da duygusala gark etmişti.

“Kızım?”

“Nazan öldü, baba!” diye fısıldadı Simay, hızla koştu ve diz çökmüş babasının boynuna sarıldı. Payidar da ayağa kalkarken kızına sımsıkı sarılmıştı. Rıfat, hemen odaya daldı ve köşedeki yangın söndürme tüpünü aldı. Onlar birbirlerine sarılı bir şekilde odadan çıkarken Rıfat, tüpün düğmesine basarak alevleri köpüklere mahkum etti. Alevler kaybolmaya yüz tutarken Nazan’ın eski bir fotoğrafı, köpüklü bir şekilde Rıfat’ın gözlerine iştirak etti.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Mestan’ın karşısında duran Kemik, para dolu valizi bir köşeye bırakmış ve gülümseyen Mestan’a adapte olmuştu. Ellerini ovan Mestan, adamının çatık kaşlarıyla süslü yüzünü inceleyerek:

“Şimdi Payidar avuçlasın, kendinden çıkan pisliğini!” deyince Kemik, hafifçe başını salladı.

“Sabar’ın ölmesi, bazı dengeleri alt üst edebilir efendim!”

“Vız gelir tırız gider Kemik, sen rahatını bozma!”

Bir şey demedi Kemik, koltuğuna yaslanan Mestan’a bakarken Mestan, göz ucuyla valize döndü.

“Bu valiz de, Kurul’a bir kıyağımız olsun! Al bunu, Samet Yördem’e götür! Kurul’un kasası onda! Bu paraları kendisine ulaştır!”

Başını sallayan Kemik, hemen valize yöneldi. Valizin kulpundan tutarken Mestan’ın:

“Kendine de bir kemik çıkar!” demesiyle başını salladı ve kulptan tuttuğu valizi çekerek kapıya yöneldi.

***

Sapanca’nın gözden ırak, dilden uzak ve tenha bir semtine gelmişti Cem; arabasını bir noktaya park ederken karşıki apartmana giren çıkanları görünce başını salladı. Demek doğru yere gelmişti. Arabasından çıkarken etrafına bakındı. Görünürde kimse yoktu. Apartmanın kapısının önünde bekleyen adam, belli ki badigart kılıklı bir korumaydı. Gelenleri buyur ediyor, gidenleri uğurluyordu. Arka cebindeki bir deste iki yüzlüyü çıkarıp içinden bir iki yüzlük alıp gerisini yerine koydu. İçeri girmek için kapıdakini görmek gerekirdi.

Adamın karşısında durduğunda adam, onu tepeden tırnağa süzdü. Gülümseyen Cem, iki yüz lirayı ona uzatarak:

“Bilet parası…” dedi. Adam, parayı alıp kenara çekildi ve kafasını eğerek onu buyur etti. Gülümseyerek adımlarını nispetli bir şekilde atan Cem, adamın katı bakışları arasında asansöre doğru yürüdü.

Bir sokak berisinde park etmişti arabasını Dildar; deminden beri Cem’i takip ediyordu, önce Emirgan, sonra burası… Kafası baya karışmıştı. Bunun burada ne işi var diye düşünerek araçtan indi.

“Burası neresi, senin burada ne işin var Cem?” diye fısıldayıp kendi kendine sorular soran Dildar, adımlarını hızlı atarak apartmana doğru ilerledi.

“Nereye af buyur?” diye soran adam, Dildar’ın önünü kesince Dildar, kaşlarını çatarak:

“İçeriye gireceğim!” deyince adam, onu tepeden tırnağa süzdü.

“İçerde ne işin var? Bana yeni sermaye gelecek denmedi.”

“Ne sermayesi be? Arkadaşım içeri girdi. Az önceki adam…”

“Buraya kadınların girmesi yasak!”

“Neden ki?”

“Eğer sermaye değilsen, içeri giremezsin!”

“Ya ne sermayesi? Burası neresi ki?”

“Genelev…” diyen adamın lafıyla Dildar, suratına tokat yemişçesine yerinde kaykıldı. Gözleri büyürken dudakları oynadı, nemlenen bakışlarıyla kaşları kavislenirken nefesi tıkandı, zorlandı ve zor bela nefes alıp verdi. Duvara tutunarak:

“Ne?” diye sayıkladı.

Yaklaşık belki yüz kilo vardı Cem’in önünde durduğu kadın, sahte bir sarı peruk takmış ve gerdanını baya bir açmıştı, öyle ki kocaman balonları andıran göğüslerinin üst tarafı nerdeyse açıktaydı. Dudaklarına ruj sürmemiş, resmen ruju kemirmişti; yanaklarına allık sürmemiş, resmen boya badana yaptırmış gibiydi. Cem, midesi tiksinerek kadını süzdükten sonra:

“Bermal Hanım?” dedi.

“A buyur yiğidim, emret!” diyerek az kalsın Cem’in içine düşecek olan Bermal adındaki kadın,

“Burayı bana methettiler. Bir git gör, oradan ayrılmasın dediler. Doğru mu?” diye soran Cem’in yanağından bir makas aldı. Cem, pudralara bandırılmış elin verdiği kokuyla burnu mıncıklanırken derin bir nefes aldı.

“A tabi koçum, emrindeyiz!”

“Güzel! Yeni bir sermaye gelmiş dediler, Tonguç söyledi. Zaten onun yönlendirmesiyle geldim.”

“Polis değilsin değil mi?”

“Polis gibi bir tipim mi var?”

“Senin gibi lokumlar polis olur. Bak ben vergisini ödeyen biriyim, devlete kayıtlı burası! Polissen, baştan bilgin olsun!”

“Tabi, memleketin anasını zaten böyle si…tiler.”

Bermal, Cem’in mırıldanmasını duymuş olacak ki gözlerini kısarak:

“Ne dedin?” diye sordu.

“Ben şu methedilen yeni sermayeyi görmek isterim. Silva’yı… Bakalım ne kadar hamaratlı?”

“Tabi!” diyen Bermal, karşıdaki 3 numaralı odayı işaret etti.

“Oraya geç yiğidim, zaten boştaydı, hemen gönderiyorum!”

“Güzel!” diyen Cem, cebinden üst üste yığılmış birkaç iki yüzlüyü kadına uzattı. Bermal’ın gözleri, çakmaklaşmış bir şekilde parayı alırken Cem, gülümseyerek odaya doğru yürüdü.

Yatağa oturup sırtını kapıya dönmüştü Cem, karşıdaki aynadan kapıyı gözlüyordu. Kapının önünde duran gölgeyi fark etti. Tebessüm ederek kapının açılmasını bekledi. Yavaşça ve gıcırdanarak açılan kapı, Cem’in suratını daha da güleç bir hale getiriyordu. İçeri giren Feray, aynanın yansımasından Cem’in suratını görünce irkildi. Olduğu yerde donakaldı. Cem, yavaşça ona dönerek:

“Merhaba Silva!” deyince Feray, ağlamaklı gözleriyle Cem’in güleç suratını inceledi.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Payidar bir sakinleştirici vurmuş ve Simay derin bir uykuya teslim olmuştu. Tekrar çalışma odasına gelmişti Payidar, koltuğuna otururken içeri giren Rıfat’ın endişeli suratına baktı.

“Bu gece bir macera daha kaldıramam Rıfat, ne oldu?”

“Sabar’ın peşine taktığım adamdan haber alamıyordum. Sabar’a da ulaşamıyordum. Ben de bir adamı otele yolladım. Otelin otoparkında…” diyen Rıfat, susup yutkununca Payidar, hışımla ayağa fırladı.

“Lan!”

***

Taksim’deki otelin otoparkına, ancak gecenin öbür yarısında gelmişlerdi; hâlâ karanlığa mahkum olan otoparkın aydınlatmalarını onarmak için Rıfat, birkaç adamı işe göndermişti. Onlar da uğraşarak aydınlatmaları yakmışlardı. Arabanın başında bekleyen Payidar, Sabar’ın cesedine ve adamının cesedine tepeden bakıyordu. Rıfat da yanında durmuş ve sessiz bir şekilde bekliyordu.

“Efendim, kim yapmış olabilir?”

Sessizliğini bozup sorusunu gönderen Rıfat’a dönerek gülümsedi Payidar.

“Bizi sokan yılan belli, zehri onu ele veriyor Rıfat!”

“Kim?”

“Mestan…” diyerek dişlerini sıkan Payidar, burnundan soludu.

***

Marmara’nın üstüne doğan güneşler, dünkü fırtınalı havanın yerine ılık bir sonbaharın kışa teslim olma evresini yaşayan bir hava sunmuştu. Dalgaların kırbaçlarla giriştiği kıyılar, giderek gelgitlerin tatlı okşamalarına teslim oluyordu.

Bostancılar’daki toplantı yerinde, sessiz ve sakin bir hava vardı. Sadece Payidar’ın asabı bozuktu. Daha Hamdi gelmemişti. Mestan da gelmemiş, diğerleri yerlerini almıştı. Samet, ellerini masaya yayarken:

“Dün bir şey oldu arkadaşlar!” diyerek lafa girince Payidar, sinire bulanmış gözlerini ona çevirdi. Jargon’un:

“Ne oldu Yördem?” diye sormasıyla Samet, tebessüm ederek herkesin suratına ince bir bakış yolladı. Sonra da:

“Yeni kardeşimiz…” deyince Payidar, öfkeyle burnundan soluyup yumruklarını sıktı.

“…bize yüklü bir miktarda bağışta bulundu.”

Öfkesi taştı, burnuna sığmadı, ağzına dolmadı ve hızla masaya indiği yumrukla bunu görsele taşıdı. Sert bir sesle:

“Si…ler böyle kardeşi!” deyince herkes, irkilerek Payidar’a baktı. Jargon’un katı bakışları, Payidar’dan kayıp Kelpeten’e sabitlendi ve Bahri’nin Samet’le bakışmasını bölerek ikisine adapte oldu.

“Ne oldu birader, tavuklarına kışkış mı dediler?”

Kelpeten’in sorusu, Payidar’ın sessizliğe davetiyesi olmuştu. Sakin olmaya çalışırken içeri giren Hamdi ve Mestan’ın yan yana yürüyerek masaya doğru gelişi, Payidar’ı çileden çıkarttı. Hızla ayağa fırlayarak:

“Ulan deyyus!” diye bağırdı. Hamdi irkilirken Mestan, suratında alaylı bir ifadeyle yerinde dikleşti. Payidar, Hamdi’ye yakın bir yerde durarak:

“Benim bir valiz dolusu paramı çaldı bu it!” deyince Hamdi, önce Mestan’a baktı sonra da Payidar’a dönerek:

“Bize bağışta bulundu o parayı Payidar!” der demez Payidar, öfkeden ip iri olan gözlerle:

“Benim bütün malım mülküm Kurul’a feda olsun! Ama benim iznimle, benim bilgimle, benim rızamla olsun! İtin çakalın çaldığı para, Kurul’un şanına gölge düşürür. Bunu bil Pars!” dedi. Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:

“Sendeki para, bizim paramızdır; bizim paramız, yine bizden biri tarafından alındı, bize verildi. Bir cebinden alındı, öteki cebine kondu Payidar! Kardeşler, kavga da eder, barışır da; her ailenin yapısında bu mevcuttur. Senden çalınan para, bize sunuldu. Bir kardeşten alındı, diğer kardeşlere taksim edildi. Buna, Kardeş Payı denir. Anladın mı?” diye sordu. Payidar bir şey demezken Mestan, içten içe eğlenen bir duruşla ona bakıyor ve aslında içinden kahkahalar atsa da, ciddi bir tavırla onun yüzünü inceliyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top