"Haylaz'ın İmzası"

Bir nevi şenlik alanıydı; güneşin tam tepe noktasına bağdaş kurup yeryüzünü sımsıcak gözlerle izlemesi, sonbaharın hiçbir zaman gelmeyecekmiş gibi bir izlenim verse de aslında sonbaharın sahte tebessümlerini barındırıyordu bu günler ve güneş de, üstüne düşen vazifeyi yerine getiriyordu. Ümraniye'nin kalabalık ve merkezi bir yerindeydi Antin Kitap Fuarı; sanki bütün İstanbul oraya yığılmış gibiydi, herkes oradaydı ve kalabalıktan, adeta yere iğne atsan düşmez gibi bir yoğunluk vardı.

Bembeyaz bir VİP aracın içindeydi Nazım, yanında Şahin de vardı ve ikisi, aracın kapı olmayan tarafına monte edilmiş plazma ekrana bakıyordu. Fuarın içi, anlık olarak onların nazarlarına yansıyordu. Gezici kamera, tepe kamerası ve güvenlik kameraları, en be an görüntü naklediyordu. Hatta gazetecilerin ve habercilerin kameraları bile Nazım'lara hizmet ediyor gibiydi. Ama işin içinde korsan yayıncılık vardı. Kürşat, bir dijital uzmanını bulup getirtmiş, örgütten olması da onların işine yaramış ve o uzman kişi, gerekli yazılımlar ve kodlamalar sayesinde bütün görüntülere sızmayı başarmıştı. Şimdi de Nazım, o görüntüleri izleyerek içeriyi anlık olarak görebiliyordu.

"Yardımcı oyuncu nerde?"

Şahin, tebessüm ederek bir noktaya baktı ve parmağıyla gösterdi.

"İşte geliyor!" diyerek içeri yeni giren siyah deri montlu ve mavi kazaklı bir adamı işaret etmişti.

"Ya asıl oyuncu?"

Şahin, bu sefer de ona dönerek gülümsedi.

"O da sürpriz..."

Başını salladı Nazım, tekrar bakışlarını plazmanın ekranına dikerek fısıldadı.

"Başlayalım o zaman!"

Bütün yazarlar gelmişti; bütün yayınevleri, güvendiği yazarları getirtmiş, belli stantlar ayarlamış ve kalemine güvenen her yazar, yazar adayı herkes, oraya akın etmişti. Yazarların yanı sıra okuyucular da akın etmişti. Ondan mahşeri bir kalabalık oluşmuş, her yer insan seline bürünmüştü. Tanıdık yazarlar vardı; kalemi güçlü, ufku dağları aşan ve kelimeleriyle okuyucuları alıp oradan buraya savuran yazarlar, kendi yerlerinde oturup kitapları için imza günü tertiplemişlerdi.

Şahin'in görüntüde gösterdiği mavi kazaklı ve deri montlu adam, elindeki pembe kaplı, erkeğin sırtına binmiş bir kadın fotoğrafı olan ve üzerinde, "Canan Öget, Kiralık Sevgili Dükkanı" ismi yazılan kalınca kitabı sımsıkı tutarak bir standa yaklaştı. Beyaz tenli, simsiyah saçlarıyla asaletine uyum bahşeden ve alımlı imajıyla göz dolduran yazarın,

"Buyur!" demesiyle adam, derin bir nefes alarak sanki zorla konuşuyormuş gibi:

"Sizin büyük bir hayranınızım efendim!" dedi ve kitabı standa bıraktı.

"Lütfen bir imza alabilir miyim?"

Canan, kahverengi gözlerindeki septik bakışıyla adamı şöyle bir süzdü. Sonra da başını sallayarak:

"Tabi!" dedi ve masadaki kaleme uzandı. Ama adam,

"Lütfen!" diyerek onun dikkatini çekti. Cebindeki kalemi itinayla çıkaran adam,

"Ölen babamın emaneti... Bununla atarsanız..." dedi ve kalemi uzattı. Canan, bu adama bir anlam verememişti. Diğer kalemi masaya bırakıp adamın uzattığı kalemi almak için elini uzatırken adamın sırıtması, gözlerden kaçmıyordu.

Nazım, iyice plazmaya yaklaşmıştı. Heyecandan yerinde duramıyor, nefesi kesikleşiyor ve boğazı kuruyordu. Gözleri parlayarak ekrana bakıyordu.

"Haydi Canan Öget, haydi! Haylaz'ın İmzası'nı at ki, Türkiye çalkalansın!"

Fısıltısı, dudaklarından dökülüp plazma ekranın soğuk camına aks oluyor ve atmosferle birlikte yokluğa karışıyordu.

***

12 Saat Önce...

***

Bağcılar'da toz duman dağılmamış, muamma bir gerilim halen varlığını sürdürüyor ve öksürük sesleri, inlemeler ve sessiz bir bekleyiş devam ediyordu. Birden bir bağırma peyda oldu. Emin'in bağırmasıydı bu ve

"Mahir!" diye çıkan gür sesi, ortamda bir panik havası yaratmıştı. Musa'nın kulaklarında yankılanan çınlamalar, geçmek nedir bilmezken Kaytan, hızla sesin geldiği yöne doğru koştu. Tekrar silah sesleri de baş gösterdi ama Kaytan, bunu umursamadan kendini Emin'in yanına attı. Gördüğü manzara, yutkunmasına neden olmuştu.

"Mahir, oğlum!" diye sayıkladı Kaytan; kanlar içerisinde kalmış bir yüz, kolsuz bir beden ve ayakları ters dönmüş bir Mahir'le karşılaşmıştı. Emin'in de kolu çıkmıştı yerinden ama o, yine de Mahir için bağırmıştı. Emin de yerdeydi, toz duman içerisinde kalan yüzüyle Kaytan'a bakıyordu. Mahir'in nabzı yoktu ki baksın Kaytan, şahdamarına parmağını değdirdi ve başını öne eğdi. Çoktan canından olmuş, şahadet şerbetini tatmıştı. Avazı çıktığı kadar:

"Ulan vampirler, kan emiciler!" diye gürleyen Kaytan, Emin'in de silahını alarak ayağa fırladı. Sıktığı her kurşun, indirdiği her militan ve döktüğü her damla kan, Mahir içindi; Mahir temsilinde vatan içindi, millet içindi. Kaytan'ın her adımı, bir adamı düşürmekle eşdeğerdi. Her adımda sıkıyor, indiriyor ve yoluna devam ediyordu. Balkondaki adam, bazukaya ikinci mermiyi yerleştirirken kafasından aldığı mermiyle yere düşmüş, bazukayı ateşlemeye fırsatı olmamıştı. Silahlarındaki mermiler bitene dek ateşlemişti Kaytan, mermiler bitince de kendini bir duvarın arkasına atmıştı. Dönüp Emin'in tarafına bakmış, Mahir'i tekrar görmüş ve içi paramparça olmuştu. Yanına düşen iki şarjörle kendine geldi Kaytan, dönüp Musa'ya baktı ve nemli bir yüz gördü. Başını sallayıp tekrar silahlarını kaptı. Şarjörleri takıp ateşler vaziyetine aldıktan sonra:

"Allah Allah!" diye kükreyip ayağa fırladı. Tekrar tetiklere yapıştı, durmadan sıktı, sıkarak ilerledi ve ilerledikçe militanların sayısını aza düşürmeye çalıştı. Avlu kapısından içeri girerken birini daha indirdi, evin kapısına yaklaşırken birini daha düşürdü ve yolun ortasında durup etrafına bakındı. Silah sesleri dinmişti. Sanki kimseler kalmamış gibiydi. Musa da gelmiş, yanında durmuştu. Başını sallayıp birlikte evin kapısına doğru yürüdüler.

Etrafına bakındı Emin; yerdeki cansız bedenlere takıldı gözleri, Mahir'den bir başka arkadaşa, ondan da diğerine ve bir diğerine bakıp gözlerinden yaşları damıttı. O ölmemişti ama ölümden beter bir haldeydi. Bir kolu çıkmıştı sadece yerinden ve bedeninde sıyrıklar, çizikler vardı. Sadece yarası bundan ibaretti ama içindeki yarası, anlatılmaz bir boyuttaydı.

Evin kapısına inen tekme, arkasındaki adamları teyakkuza getirmişti; yaklaşık beş adam, hızla silahlarını ateşlemiş, kendilerini korumaya almıştı. Musa ve Kaytan, sırt sırta vererek ilerlerken adamlar, korkudan duvarla yapışmıştı. En son Musa, kendini bir kolonun arkasına alıp mevzi tuttu. Kaytan da başka bir yeri mevzi aldı ve beklemeye geçti. Mutfak tarafına düşen adam, yerinden çıkıp ateş etmek istedi ama Musa, yere çömelmiş bir şekilde yerinden çıkıp onu indirdi. Salon kapısındaki adam, takla atarak ateş ederken Kaytan, yerinden çıkmadan karşıdaki ayna sayesinde onu görmüş ve silahını ateşleyip rahatça indirmişti. Kalan üç kişi, arada bir çıkıp ateş ediyor ve sonra da yerlerine siniyorlardı. Kaytan, cebinden çıkardığı el bombasının pimini çekip Musa'ya göz kırptıktan sonra o üç kişinin ortasına fırlattı. Birden korkuyla yerlerinden çıkan her üçü, telaşla birbirlerine çarptı ve bombanın üstüne düştüler. Patlayan bomba, onları bir kâğıt parçası gibi havaya savurmuştu. Musa ve Kaytan, yapıştıkları yerden ayağa kalkıp etrafına bakındı.

Ekibe haber verilmiş, ekipten sağlam olanlar her yere bakmış, gerekli araştırmalar yapılmış ve ne bir iz ne de kimse bulunabilmişti. Kaytan kafasını kaşırken Musa, hüzünlü gözlerle etrafına bakınıyordu. Hüzünlü bir hava, ortamda fink atıp dururken derin iç çekişler, sessiz bekleyişler de sürüyordu.

"Mahir kardeşimizin naşı, Emin'le birlikte hastaneye sevk edildi kaytan bıyıklı!" diyen Musa, derin bir iç çeken ve

"Neye yarar? İntikamı alınmadıktan sonra..." diye sayıklayan Kaytan'ın omzuna elini koydu.

"Benim de birkaç adamım yaralandı. Bırakma kendini! Nazım'ı bulacak ve bunun hesabını soracağız!"

O sırada ekipten biri, elinde bir kâğıt parçasıyla yanlarına geldi. Kalın bir kâğıt parçasıydı ve üstünde, beyaz bir yazıyla 'Haylaz' yazısı vardı. Arkası bembeyazdı.

"Efendim, bunu bulduk! Patlayan bombanın yanındaki sehpanın üstündeydi."

Musa, onu alıp evirdi çevirdi ve pek de bir şey anlamadı. Kaytan da baktı, bir şey anlamayınca da burnundan soludu.

Milli Haberalma Servisi...

Aniden sorgu odasına girdi Kaytan, hızla Çekiç'e çullandı; yakasından tutup ayağa kaldırdı, sert bir kafayla yere düşürdü ve tekrar kaldırdı. Attığı sert yumrukla adamın sersem bir şekilde yere düşmesine aldırmadı, tekmelerle girişti, ağız dolusu küfürler savurdu ve tekmelerine devam etti. Kendisini sımsıkı tutan Musa'ya baktı, öfkeyle soluyup geriye çekildi. Yerde kıvranan ve acılar içerisinde inleyen Çekiç, Musa tarafından ayağa kaldırılırken ağzından kanlar akıyordu.

"Bu ne lan bu ne? Çabuk söyle, bu ne?" diye dişlerinin arasından tıslarcasına soran Musa, o kâğıt parçasını onun gözüne sokar gibi salladı.

"Bilmiyorum! Bilsem söylerim, gerçekten bilmiyorum!" diyen Çekiç, suratına inen sert yumrukla afalladı. Kaytan durmadı ve sert bir tekme de geçirdi karnına; Musa, sımsıkı Çekiç'i tutuyordu ve Kaytan, o kâğıt parçasını alıp onun gözüne sokar gibi yakın tuttu.

"Söyle lan!"

İnledi Çekiç, yutkundu ve derin nefesler içerisinde:

"Nazım, kitap okur hep! Belki bir kitaptır bu! Bilmiyorum!" diyebildi. Musa, çuvalı bırakır gibi Çekiç'i bırakınca Çekiç'in yere düşmesi tez oldu. Bir gözünü kısan Musa, derin nefesler alarak Kaytan'a yaklaştı.

"Merak etme, mutlaka Nazım'ı bulacağız!"

Kaytan, burnundan soluyarak hafifçe başını sallamakla yetindi.

***

Şişli/Payidar'ın Malikânesi...

"Baba!" diye sayıkladı Simay, kendisini toparlayan babasının nemli gözlerine, arkadaşının ürkek bakışlarına ve ortamdaki boğuk havaya göz gezdirdi.

"Kızım, bak bildiğin gibi değil!" diye lafa giren Payidar, ne diyeceğini ve nasıl bir açıklama yapacağını bilemez bir halde bocalarken Feray,

"Evet Simay, yanlış anlama lütfen!" deyince Simay, önce babasının nemli suratına sonra da arkadaşının ürkek tavırlarına baktı.

"Neyi yanlış anlamayayım ya? Baba sen neden ağlamışsın?"

Payidar, yutkunarak Feray'a çevirdi bakışlarını; Feray da ona bakarken Simay, birkaç adım daha atıp onlara doğru ilerledi ve kapıyı açık bırakıp kapının önünde duran Rıfat'a görüş açıklığı bıraktı.

"Ben ağlamadım kızım, gözüme toz kaçmıştı ve Feray kızım da, o tozu çıkarmak..." dedi ama Simay, babasının burnunu kast ederek:

"Burnuna ne oldu?" diye sorup lafını böldü.

"Arabanın kapısı..." diyerek araya giren Rıfat, ortama dalış yapmıştı.

"Arabanın kapısı çarptı."

Simay, dönüp yanında duran Rıfat'a baktı. Feray, ürkek bakışlarını Simay'dan kaçırınca Simay, gözleri kısık bir şekilde onun suratını ve durumunu inceledi. Payidar, derin bir nefes alarak:

"Gerçekten yok bir şeyim kızım! Gözlerime toz kaçtı, Feray kızım da yardım etti işte! Burnum da, Rıfat'ın dediği gibi arabanın kapısı çarptı. Hepsi bu!" deyince Simay, inanmamış olsa da inanmış gibi görünmek için başını salladı. Ama septik bakışları, Feray'ın üzerinden eksik olmuyordu. Payidar da bir kızına bir Feray'a bakıp duruyordu. Rıfat, gözlerini Simay'dan alamadan öylece duruyordu.

***

Marmara'nın üstüne doğan güneş ışıkları, hafif sıcak ve nemli bir günü haber verircesine bulutları da dört bir yana dağıtmış ve meydanı, olabildiğince güneşe bırakmıştı. Hafif berrak bir gökyüzü, sımsıcak bir güneş ve dağınık bulutlarla bugün, sonbaharın son cilvelerinden biri sayılıyordu.

Ümraniye yakınlarında bir yere gelmişlerdi; müstakil bir ev bulunmuştu ve aslında bu ev, bir zamanlar bir hücre evi olarak görev yapıyordu. Ama şimdi temizlenmiş ve sadece barınmak için dizayn edilmişti. Kahvaltı masasındaydı Nazım, önündeki tabakta omlet, birkaç domates parçası, salatalık parçaları ve birkaç tane zeytinle güne hazır olmak için kahvaltı yapıyordu. Karşısındaki sandalyede oturan Şahin de aynı şeylerle karnını doyurmaya çalışıyordu. Gelip mutfak kapısında duran Kürşat, onların iştahına karışmamak isterken Şahin'in gel diyen bakışlarını görünce mecburen içeri girmişti.

"Ağam! Havadis vardır."

Gülümseyen Nazım, çayından bir yudum alırken:

"Umarım iyidir o havadisler!" diyerek konuş dercesine başını salladı.

"Bizim eve baskın olmuş, doğrudur. Bizim adamların hepsi ölmüştür. Onlardan biri de ölmüş, birkaçı da yaralanmış ağam!"

Tekrar çayını alan Nazım,

"Güzel! Onlardan biri öldüyse, darbemiz ağır olmuş demek!" deyince Şahin, sinirlenmemek için kendisini zor tutuyordu.

"Ama bizim militanlar da ölmüş Nazım!"

Dudağı kıvrıldı Nazım'ın,

"Biz ölmeyiz, şehit oluruz ağa!" derken sesinde alaylı bir ton vardı. Ama Şahin, burnundan soluyarak:

"Daha nereye kadar vur kaç yapacağız?" diye sordu.

"Gittiği yere kadar... Şu işi de halledelim! Elemanlar hazır mı?"

Kürşat, başını sallayıp:

"Asıl oyuncuyla yardımcı oyuncu hazır!" derken Nazım, gözlerini Şahin'e çevirip:

"Keşke Haylaz'ı evde unutmasaydım! Neyse, KSD var yanımda! Onu kullanırız!" deyince Şahin, gözlerini kısarak:

"KSD?" diye sordu. Nazım, çayını içmeden evvel cevabını yolladı.

"Kiralık Sevgili Dükkânı..."

***

Milli Haberalma Servisi'nde şehit uğurlaması töreni yapılıyordu; tabuta sarılmış al yıldızlı bayrağın rengi, cümle mahzun gözlere nakşoluyor, hüzünlü bakışlara yansıyor ve güneşin çarpmasıyla parlayarak çevreye de yayılıyordu. Kaytan düşmemek için zor dayanırken Musa, dimdik ve gözleri ilerde bekliyor; yanlarında duran Kenan, mahzun gözlerle tabuta bakarken içinden de öfkeli nefretler kusarak sabırla dikiliyordu. Gecenin bir diğer yarısı aramıştı Musa, gizli ve özel bir numaradan ulaşmış ve ona durumu anlatmıştı. Sabahın erken saatlerinde de Hamdi'den izin alarak, özel bir işim var diyerek gelmişti. Ne Hamdi sormuştu ne de Kenan bir mazeret uydurmuştu. Zaten Hamdi, bu aralar onu pek sıkmıyordu. Bu da Kenan'ın işine geliyordu. Gaye'ye görünmeden gelmiş, ona da hesap vermek zorunda kalmamıştı.

Tabut omuza alınırken Kaytan'ın sendelemesi, gözlerden kaçmamıştı; Musa da hemen onun arkasında yürüyor ve Mahir'in tabutunu omuzluyordu, Kenan da Kaytan'ın hemen karşısında, diğer tarafta yürüyordu. Mahir omuzlardaydı, ebediyete uğurlanıyordu.

Törenden sonra merkeze gelmişlerdi; Kaytan yıkık bir halde, perişan bir durumda ve düştü düşecek gibiydi. Ama Kenan, onun hemen yanında oturmuş ve onun gibi sessizliğe çekilmişti. Musa da masasındaydı, başı ellerinin arasında ve o da susuyordu.

"Çok çekti garibim, hep çekti. Kandil'de süründü, o itlerin arasında havalarını soludu, onlardan biriymiş gibi yaşadı ama..."

Kenan, bunları söyleyen Kaytan'ın dizine elini koydu. Göz ucuyla ona bakan Kaytan'a,

"Ama hak ettiği şekilde canını verdi. Şehit oldu, şahadete yürüdü o! Gıpta etmeliyiz, ona üzülmek değil, kendimize üzülmeliyiz!" deyince Kaytan, derin bir iç çekti. Devam etti Kenan.

"Nasıl yaşadığımız değil, nasıl öldüğümüz önemli! Bunu benden daha iyi biliyorsunuz! Benim anlatmama gerek yok! Zalim olarak yaşamaktansa, alim olarak ölmek daha iyidir. Türlü meşakkatler yaşamış olabilir. Ama ölümü, şahadeti, her şeye bedel oldu. İnanın!"

Kaytan, gözlerinden akan yaşlarla Kenan'a sarılırken Musa, nemli gözlerle ikisine bakıyordu; daha dün Kaytan, ona silah çekmişti, kavga etmişlerdi, birbirlerine dalmışlardı ama şimdi de birbirlerine sarılıyordu. İçinden geçirdi Musa.

"Hayat bu! Dün kavga ettiklerimiz, bugün sarıldıklarımızdır; bugün sarıldıklarımız, yarın kavga ettiklerimiz olabilir."

"Eyvallah Kenan!" diye sayıkladı Kaytan, birbirlerinden ayrıldıklarında Kenan sordu.

"Nasıl oldu?"

Musa anlattı olanları; Çekiç'i konuşturduklarını, mekanı bastıklarını ve hazır bir grupla karşılaştıklarını dile getirdikten sonra:

"Bazuka... Bizi dağıttı resmen!" diye lafını bitirdi.

"Nazım'ı bulamadınız mı?" diye soran Kenan, gözleri iri bir şekilde Musa'nın yüzünü inceledi. Musa, umutsuzca başını sallayınca Kenan,

"Allah kahretsin!" diye fısıldayıp ayağa kalktı. Kaytan, şaşkın gözlerle ona bakarken Kenan, Musa'ya dönerek:

"Benim için büyük bir bela o! Eğer Hamdi'yle irtibata geçerse, operasyon mahvolur. Kafasına sıkmalıydınız reis!" dedi.

"Yapamadık evlat! Büyük bir oyun hazırlamıştı. İnternet üzerinden militanlarına emir verince, biz de mecbur kaldık!"

Kafasını karıştırdı Kenan, ne yapacağını bilmez bir şekilde tekrar yerine oturunca Kaytan, cebine tıkıştırdığı kâğıt parçasını çıkardı.

"Bunun ne olduğunu biliyor musun?" diye sorup kâğıdı Kenan'a uzatırken Kenan, gözlerine daha önce çarpmış ve tanıdık olan kâğıt parçasını hafızasında yokladı.

"Biliyorum tabi! Bir kitap kapağı bu!"

Musa, heyecanla yerinde doğruldu. Gözleri parlarken Çekiç'in dedikleri düştü aklına; 'Nazım, kitap okur hep! Belki bir kitaptır bu! Bilmiyorum!' demişti onlara ve Musa, iyice yerinde dikleşerek:

"Hangi kitap?" diye sordu. Kenan, sakince

"Canan Öget adında bir yazara ait! Bu kitabın geliriyle sokak hayvanlarına yeme ve barınma yardımı yapılıyormuş falan! Nazım'ın böyle huyları olduğunu bilmiyordum! Bir de bugün büyük bir kitap fuarı var. Antin Kitap Fuarı... Canan Hanım da gelecekmiş diye duydum. Çünkü Gaye..." dedi ama Kaytan, hışımla ayağa kalkarak onun lafını bölmüştü.

"Tamam işte! Amaçları bu fuarı sabote etmek reis! Canan Öget üzerinden büyük bir sabote eylemi yapacaklar. Buna mani olmalıyız!" diyerek Kenan'ın da irkilmesine neden olmuştu Kaytan. Musa da ayağa kalkarak:

"Nazım ve Şahin'in son hamlesi olacak bu!" diye fısıldadı.

***

"Baba, Kenan nerde?" diye soran Gaye, babasının kahvaltı masasından kalkıp ona bakarak tebessüm etmesine gülümseyerek karşılık verdi.

"Sabah işim var dedi, çıkıp gitti. Gelir birazdan!"

"Ya ne işi baba? Birlikte fuara gidecektik, yan çizdi bak!" diye mırıldanan Gaye, telefonun ekranına parmaklar değdirip kulağına dayadı. Hamdi, masadaki telefonunu alıp balkon tarafına doğru yürürken gelen Afra'ya,

"Bir kahve lütfen!" diye seslendi. Afra başını sallarken Gaye, Kenan'ın sesiyle irkildi.

"Nerdesin sen?"

"Bir arkadaşım vefat etmişti, taziyeye geldim Gaye! Birazdan gelirim."

"Ya, başın sağ olsun! Kusura bakma, çıkıştım sana! Tamam, sıkıntı değil!"

Telefonu kapatan Gaye, babasına durumu anlatmak için balkona doğru yürüdü.

Elindeki gazeteye bakarak Mahir için verilmiş demeci okuyan Hamdi, kızının gelmesiyle ona bir bakış attıktan sonra tekrar Mahir'in haberini okudu.

"Şehit düşen özel güvenlik elemanı için tören düzenlendi."

"Kenan'ın bir arkadaşı vefat etmiş baba! Ondan gitmiş!" diyen Gaye, babasının karşısındaki koltuğa oturdu.

"Başı sağ olsun, Allah rahmet eylesin!"

"Amin!" diye sayıklayan Gaye, nemli gözlerini Mahir'in resmine dikerek derin bir iç çekti. İkisi de bilmeden, farkında olmadan aslında Mahir için rahmetler okumuş ve üzülmüşlerdi.

***

İTÜ...

Simay'ın morali yerle bir olmuştu; dün gece gördüğü manzara, hiç aklından çıkmıyordu ve haliyle uykusunu da tam alamadan okula gelmiş, öyle bir ruh gibi ortalıkta dolanıyordu. Kantinde oturan Dildar'a doğru yürürken onun yanında oturan Cem'i görünce birkaç saniye duraksadı. Sonra da adımlarını atarak onlara yaklaştı.

"O şeyi unut Cem, yaşamadık farz et!" diye fısıldayan Dildar, deminden beri sürdürdüğü sessizliğini bozdu. Cem de mahcuptu. Ona bakarak:

"Tamam!" diye sayıkladı. Yanlarında duran Simay, onların dikkatini çekmişti. Dildar ayağa kalkarken Cem, istifini bozmadan katı gözlerle ona bakıyordu.

"Hoş geldin canım!" deyip Simay'ın yanaklarına öpücükler konduran Dildar, Simay'ın fısıldayarak:

"Bunun ne işi var burada?" diye sormasıyla:

"O benim korumam ve şoförüm canım!" deyince Simay, gözlerini Cem'e dikerek Dildar'a hitaben:

"Seni ondan kim koruyacak?" diye sordu. Cem bunu duymuştu. Derin bir nefes alarak:

"Bak, kötü şeyler yaşamış olabiliriz ama ben üzgünüm, gerçekten özür dilerim!" dedi. Alaylı bir şekilde sırıttı Simay, bir gözü Dildar'dayken:

"Bir özürle bu işten kurtulacağını mı sanıyorsun sen? Neyse ya işine bak sen! Benle de muhatap olma!" diye çıkıştı. Dildar, sandalyeyi çekerek Simay'ın oturmasını isteyince Simay, arkadaşını kırmak istemediği için mecburen oturdu. Cem de kendine çekidüzen vererek:

"Bir şeyden kurtulmak istediğim falan yok! Sadece özür diledim, ister affet ister etme ama ben eski ben değilim!" deyince Simay, gözleri iri bir şekilde:

"Evet sen eski sen değilsin, doğru! Eski sen dürüst, akıllı ve beni koruyan biriydi ama şimdiki sen, ikiyüzlü ve alçak biri! Çok değişmişsin Cem!" der demez Cem, suratına tokat yemişçesine irkildi. Simay, Dildar'a dönerek:

"Biz fuara giderken, bu da mı gelecek?" diye sordu. Dildar, göz devirdi.

"Mecbur... Annemin ısrarları işte!"

"O zaman biz ayrı gidelim! Ben ayrı, siz ikiniz ayrı..." diyen Simay, hışımla ayağa kalktı. Dildar, onun bileğini tutup durdurdu.

"Ya lütfen Simay, sen geliyorsun diye ben geliyorum, beni yalnız bırakma lütfen!"

İşaret parmağını Cem'e doğrultan Simay,

"O zaman bu gelmesin!" deyince Cem, sırtını sandalyeye dayayıp:

"Maalesef, bensiz olmaz!" dedi. Simay burnundan solurken Cem, nispet eder gibi göz süzüyordu. Dildar, ikisi arasında dolanan güçlü akıma çarpılmamak için karışmak istemiyor ve sadece susarak onları izliyordu.

***

Kenan gelmiş ve Gaye'yle birlikte çıkmıştı; odasında, Vedat'ın göndermiş olduğu çizimleri inceleyen Hamdi, kulağına dayadığı telefonla Vedat'a bilgiler veriyordu. Viranşehir'de yapılacak hastane için uygun gördüğü çizimleri düzeltip gerekli bilgileri naklederken Afra, elinde kahve fincanı ve su bardağıyla süslenmiş tepsiyle açık olan kapıdan içeri girdi. Hamdi kapıyı açık unutmuştu. Afra da öyle direk girince Hamdi, kulağındaki telefona aldırış etmeden katı bakışlarını Afra'ya dikmişti.

"Size kahve yaptım efendim!" diyen Afra, Hamdi'nin başını sallamasıyla yavaşça yürüdü. Gaye'nin aldığı bir diğer elbiseyi giymişti. Sevmişti bu elbiseleri; bu sefer de mavi bluz, koyu kahverengi bir etek ve koyu kahverengi bir yelek giymişti. Etek hafif dar gibiydi, zira hatları alenen belli oluyor ve kadının yürüyüşüne de yansıyordu. Bluzun da dar olması, gözlerden kaçmıyordu. Saçlarını at kuyruğu yapmıştı ve omzunda raks eden saçları, onun her adımıyla sallanıp hareketlerine uyum sağlıyordu. Kahveyi bırakırken hafif eğilince Hamdi, bakışlarını kaçırmak zorunda kalmıştı. Zira bluzun yırtılacakmış gibi gerilmesi, manzarayı da etkilemişti.

"Tamam Vedat, bu dediklerimi uygulayın siz!" diyerek telefonu kapatan Hamdi, bilgisayarın yanına bırakılan kahveyi alıp kendine doğru çekti. Sudan bir yudum alırken kadınla göz göze geldi, yudumu zorlandı ama derin bir nefesle suyu içip tekrar bilgisayara yöneldi. Afra, bir şey demeden kapıya doğru yürüdü.

"Bir daha, kapı açık olsa bile çalmadan içeri girme Afra!" diye seslenen Hamdi, kadının ona dönmesine neden olmuştu. Başını sallayan Afra:

"Peki efendim!" diye sayıklayınca Hamdi, gidebilirsin dercesine kafasını salladı. Afra çıkarken son defa ona dönmüş ve Hamdi'nin nutkunu kesen bir bakış atmıştı. Hamdi, derin bir nefes alarak aklındaki düşünceleri kovalamaya çalıştı.

***

Fuar Zamanı...

Bir nevi şenlik alanıydı; güneşin tam tepe noktasına bağdaş kurup yeryüzünü sımsıcak gözlerle izlemesi, sonbaharın hiçbir zaman gelmeyecekmiş gibi bir izlenim verse de aslında sonbaharın sahte tebessümlerini barındırıyordu bu günler ve güneş de, üstüne düşen vazifeyi yerine getiriyordu. Ümraniye'nin kalabalık ve merkezi bir yerindeydi Antin Kitap Fuarı; sanki bütün İstanbul oraya yığılmış gibiydi, herkes oradaydı ve kalabalıktan, adeta yere iğne atsan düşmez gibi bir yoğunluk vardı.

Musa'ların arabası, fuarın olduğu sokağın çaprazındaki sokaktaydı; Kaytan, öfkeden delirecek gibiydi ve resmen burnundan soluyordu. Musa sakin, kendini ağırdan satan bir endamla karşıdaki elemanlarına bakıyor ve onlara durumu anlatıyordu. Sivil bir şekilde insanların arasına dalacaklardı, onlara sezdirmeden Canan Öget'e yakın durup varsa eğer bir tehlike, buna mani olacaklardı. Musa planını anlatırken Kaytan, dışarıya göz gezdiriyordu. Gelip geçen insanların yüzlerine bakıyor, şüpheci bir şekilde onları süzüyor ve davranışlarını yokluyordu. Ama pek de bir şey belli olmuyordu. Onlar araçtan inerken insanlar, ellerinde kitaplarla sanki bayramda gezer gibi fuar alanına doğru ilerliyorlardı.

Cem, kapıyı açıp Simay'la Dildar'ın inmesini bekledi; hayli yoğun bir kalabalık vardı, her taraftan insan seli akıp duruyordu. Cem, gelip geçenleri izledikten sonra önüne düşen Dildar ve Simay'la birlikte yürümeye başladı.

Kenan ve Gaye de fuar alanındaydı; Kenan, şüpheci gözlerle etrafına bakınırken Gaye, eline aldığı bir kitabın tanıtım kısmına bakıyordu. "Kod Adı Maske" isimli kitabın tanıtım kapağındaki yazılara hayran kalmıştı.

"Ay Kenan, bak şu güzelim kitaba!" diyerek Kenan'a da gösterdi. Kenan, 'Sultan Rüzgâr' imzalı kitabın tanıtım yazısına göz gezdirip yalancı bir tebessüm yolladı.

"Evet güzelmiş!" diyerek etrafına bakınırken Gaye, dirseğini onun karnına geçirdi.

"Yalan söyleme, okumadın bile!"

"Ama beğenmemişse, zorla okutulamaz, değil mi?" diye sorup onların dikkatini çeken kafasında siyah örtüsü olan alımlı, beyaz tenli ve karagözlü genç yazar, yüzünde güller açarcasına tebessüm ederek:

"Zorlamayın bence!" deyince Kenan, mahcup olmuş bir tavırla:

"Kusura bakmayın hanımefendi, aklım başka yerde!" der demez Gaye, bu sefer de çemkirdi.

"Ay aklın nerde?"

Gülümsedi Sultan Rüzgâr, gamzelerini piyasaya serercesine tebessüm ederken:

"Verin de imzalayayım!" diyerek elini uzattı. Gaye, kitabı Sultan'a uzatırken Kenan, hâlâ etrafına bakınıp şüpheli biri veya birilerini arıyordu.

"Sultan Hanım'a ayıp ettin!" diyen Gaye, yanında yürüyen Kenan'a dönüp baktı.

"Farkındayım!" diye mırıldanan Kenan, hâlâ etrafına bakınıyor ve bir arayışla mücadele ediyordu.

"Nereye bakıyorsun sen?"

"Etrafıma..."

"Neden?" diye soran Gaye, başka bir standın önünde durdu. Kenan da durup ona baktı. Gaye, bu sefer de 'Cinayet' yazılı kızıl bir kapağa sahip bir kitabı alarak:

"Güzel kız arıyorsan, avucunu yalarsın!" deyince Kenan, derin bir iç çekti.

"Ben neyin derdindeyim sen neyin derdindesin!"

Fısıltısını duymamıştı Gaye, kitabın yazarına dönerek başıyla selam vermişti. 'Evrem Kurşun' isimli yazar, Gaye'nin uzattığı kitabı imzalarken Kenan, onlarla bağını koparmış gibi etrafını izleyip duruyordu.

Bembeyaz bir VİP aracın içindeydi Nazım, yanında Şahin de vardı ve ikisi, aracın kapı olmayan tarafına monte edilmiş plazma ekrana bakıyordu. Fuarın içi, anlık olarak onların nazarlarına yansıyordu. Gezici kamera, tepe kamerası ve güvenlik kameraları, en be an görüntü naklediyordu. Hatta gazetecilerin ve habercilerin kameraları bile Nazım'lara hizmet ediyor gibiydi. Ama işin içinde korsan yayıncılık vardı. Kürşat, bir dijital uzmanını bulup getirtmiş, örgütten olması da onların işine yaramış ve o uzman kişi, gerekli yazılımlar ve kodlamalar sayesinde bütün görüntülere sızmayı başarmıştı. Şimdi de Nazım, o görüntüleri izleyerek içeriyi anlık olarak görebiliyordu.

"Yardımcı oyuncu nerde?"

Şahin, tebessüm ederek bir noktaya baktı ve parmağıyla gösterdi.

"İşte geliyor!" diyerek içeri yeni giren siyah deri montlu ve mavi kazaklı bir adamı işaret etmişti.

"Ya asıl oyuncu?"

Şahin, bu sefer de ona dönerek gülümsedi.

"O da sürpriz..."

Başını salladı Nazım, tekrar bakışlarını plazmanın ekranına dikerek fısıldadı.

"Başlayalım o zaman!"

Bütün yazarlar gelmişti; bütün yayınevleri, güvendiği yazarları getirtmiş, belli stantlar ayarlamış ve kalemine güvenen her yazar, yazar adayı herkes, oraya akın etmişti. Yazarların yanı sıra okuyucular da akın etmişti. Ondan mahşeri bir kalabalık oluşmuş, her yer insan seline bürünmüştü. Tanıdık yazarlar vardı; kalemi güçlü, ufku dağları aşan ve kelimeleriyle okuyucuları alıp oradan buraya savuran yazarlar, kendi yerlerinde oturup kitapları için imza günü tertiplemişlerdi.

Musa ve Kaytan, arka girişten fuar alanına dalmışlardı; yaklaşık beş kişilik elemanlar da alana giriş yapmış, her biri bir yazara yakın yerde durmuştu. Musa, gözlerine takılan Kenan'a bakıp tebessüm etmişti. Yanında yürüyen Kaytan'ı dürterek onun da görmesini sağlamıştı. Kaytan da Kenan'a bakarak gülümsemişti.

"Seninki iş üstünde..." diye fısıldadı Kaytan,

"Aferin ona!" diye fısıldayan Musa, derin bir nefes alarak:

"İşinin ehli..." diyerek de espri yapmıştı.

Dildar, oflayıp puflayan Simay'ın koluna girerek sakin olması için fısıldarken Cem, etrafına bakınarak tanıdık birileri var mı diye inceleme yapıyordu. Onlar da her yazara uğrayıp imza almış, Canan'a doğru yavaşça ilerliyorlardı.

Şahin'in görüntüde gösterdiği mavi kazaklı ve deri montlu adam, elindeki pembe kaplı, erkeğin sırtına binmiş bir kadın fotoğrafı olan ve üzerinde, "Canan Öget, Kiralık Sevgili Dükkanı" ismi yazılan kalınca kitabı sımsıkı tutarak bir standa yaklaştı. Beyaz tenli, simsiyah saçlarıyla asaletine uyum bahşeden ve alımlı imajıyla göz dolduran yazarın,

"Buyurun!" demesiyle adam, derin bir nefes alarak sanki zorla konuşuyormuş gibi:

"Sizin büyük bir hayranınızım efendim!" dedi ve kitabı standa bıraktı.

"Lütfen bir imza alabilir miyim?"

Canan, kahverengi gözlerindeki septik bakışıyla adamı şöyle bir süzdü. Sonra da başını sallayarak:

"Tabi!" dedi ve masadaki kaleme uzandı. Ama adam,

"Lütfen!" diyerek onun dikkatini çekti. Cebindeki kalemi itinayla çıkaran adam,

"Ölen babamın emaneti... Bununla atarsanız..." dedi ve kalemi uzattı. Canan, bu adama bir anlam verememişti. Diğer kalemi masaya bırakıp adamın uzattığı kalemi almak için elini uzatırken adamın sırıtması, gözlerden kaçmıyordu.

Kenan, Canan'a yaklaştıkları için adımlarını sıklaştırmıştı. Gaye de ona ayak uydururken Kenan, standın önündeki adamın sırıttığını görünce irkildi. Musa ve Kaytan da adamı fark etmişlerdi. Onlar da hızlanırken Gaye, Kenan'ın neden telaşlandığını merak ediyordu.

"Ne oldu?" diye sorsa da, Kenan ona cevap vermemişti. Canan, elindeki kalemi sımsıkı tutmuş ve tam imza atacaktı ki kalemin başının kapalı olduğunu gördü. Başparmağını kalemin baş kısmına doğru götürürken adamın ağzı, iyice geniş bir şekilde açıldı ve gülümsemesi yüzüne yayıldı.

Nazım, iyice plazmaya yaklaşmıştı. Heyecandan yerinde duramıyor, nefesi kesikleşiyor ve boğazı kuruyordu. Gözleri parlayarak ekrana bakıyordu.

"Haydi Canan Öget, haydi! Haylaz'ın İmzası'nı at ki, Türkiye çalkalansın!"

Fısıltısı, dudaklarından dökülüp plazma ekranın soğuk camına aks oluyor ve atmosferle birlikte yokluğa karışıyordu.

Canan, parmağı kalemin baş kısmına geldiğinde durdu. O sırada Kenan da yaklaşmıştı. Kalemi bırakan Canan, öfkeye bezenen bakışlarını adama dikerek:

"Ölen babanın emaneti mi?" diye sordu. Adam başını sallayınca Canan, dişlerinin arasından:

"Bu ne saçmalık?" diye çıkıştı. Adam şaşırdı, tam bir şey söyleyecekti ki Kenan, adamı sımsıkı kavrayıp arkadan ellerini doladı ve dizine bir tekme geçirip adamı yere yığdı. Canan irkilerek ayağa kalkarken Gaye, ürkek bir şekilde Canan'a yakın durdu. Kalabalığın çalkalanması, hafif bir kargaşa yaratmıştı. Dildar ve Simay da tenhaya çekilmiş ve manzaraya bakarken Musa, Gaye'nin ürkek bakışları arasında Kenan'ın çaprazında durdu. Kaytan da onun yanında durup önce Kenan'a sonra da Gaye'ye bakıp gözlerini Canan'a çevirdi. İki güvenlikçi kılığında Musa'nın adamları gelip adamı yaka paça tutarken Canan,

"Neler oluyor ya kim bu adam?" diye seslenerek sordu. Kenan, kalemi alıp sapını hızla masaya geçirdi. Kalemin sapından, mavi bir sıvı dökülürken Kenan:

"Bu adam, size tuzak kurmuş olmalı Canan Hanım! Ben yakınınızdaydım ve konuşmalarınızı duydum!" deyince Canan, gözlerini kısarak:

"Çok saçma konuştu, evet de bu onu suçlu yapmaz ki!" dedi. Kenan, üstüne başına çekidüzen verirken:

"Babam öldü dedi; rahmet etti deseydi, belki de emeline ulaşacaktı. Bu kalem ondan emanet dedi; eğer yadigar deseydi, yine hedefine ulaşmış olacaktı. Açık verdi yani ve siz de o açığı yakaladınız! Gerçekten bravo! Kitaplarınızı süsleyen şahane dehanız, gerçek hayatta da işe yaradı. Tebrik ederim!" der demez Canan, kaşlarını çatarak:

"Siz benle dalga mı geçiyorsunuz? Bu bir kamera şakası mı? Nereye el sallıyorum?" diye çıkışırcasına sordu. O sırada Musa,

"Beyefendi doğru söylüyor!" diyerek araya girdi. Canan, yaklaşan Musa'ya bakarken Gaye, sanki kendisine tanıdık gelen bu adama şöyle bir baktı. Nerde görmüştü bunu? Hafızasını yokladı, düşünüp durdu ama bir şey bulamadı. Musa, polis kimliğini gösterdi.

"Asayiş Şube Musa Uzun..." diyerek de kendini tanıttı. Belli ki sahte bir kimlikti, bu yüzden Kenan'ı bir tebessüm almıştı ve mecburen yüzünü Gaye'yle Canan'dan saklama ihtiyacı hissetti.

"Örgütün hedefindesiniz Canan Hanım! Sizin üzerinizden bu fuarı provoke etmek istiyorlar. Bir sabote eylemi gerçekleştirmek için, sizi seçmişler."

Canan, duyduklarına inanamıyordu. Kenan, iki elemanın sımsıkı tuttuğu adama yaklaşarak:

"Bari bir işe yarasaydın lan! Haylaz Prens'i alsaydın da, sokak hayvanlarına bir katkın olsaydı!" deyince Canan, acımsı bir tebessümle ona baktı. Gaye de gülümsemişti.

"İnanamıyorum!" diye fısıldayan Nazım, ekrandan bakışlarını aldı. Çenesini sıvazlarken Şahin, öfkeden burnundan soluyarak:

"Asıl oyuncu devreye girsin mi?" diye sordu. Nazım, ekrandaki görüntülerde boy gösteren Kenan'ı işaret ederek:

"Bu adam, Musa'ların adamı! Yanındaki kız kim, bilmiyorum! Ama işimizi bozdu. O kızın kim olduğunu ve bu herifin ne mal olduğunu araştırın!" diye gürledi. Kürşat başını sallarken Şahin, aynı soruyu yöneltti.

"Asıl oyuncu diyorum..."

"Bekle lan bekle!" diye çıkışan Nazım, onun lafını boğazına tıkamıştı. Şahin, sinirli gözlerini ekrana çevirdi.

"İnanamıyorum, buna inanamıyorum!" diye sayıklayıp duran Canan, omzunda hissettiği elin sahibine, Gaye'ye dönüp baktı. Gaye, teselli vermek için:

"Lütfen üzülmeyin Canan Hanım, çok şükür hayattasınız!" deyince Canan, hafifçe başını salladı. Fuarda, kendisi için ayrılan özel odaya gelmişti. Gaye yanındaydı, Kenan'ın ona yanından ayrılma demiş ve o da Canan'la birlikte odaya gelmişti.

"Tanışmadık ama..." diyen Gaye, elini uzatıp:

"Ben Gaye Çeliker!" diyerek kendini tanıttı. Canan da onun elini sıkıp:

"Canan Öget..." diye fısıldadı.

"Sizi tanıyorum ve sizi yine tanıdığım için çok mutlu oldum. Ama keşke böyle tanışmasaydık! Her şerde bir hayır var derler."

"Bu şerdeki hayır ne, onu anlayamadım Gaye Hanım?"

"Bilemeyiz Canan Hanım, yaratan takdir eder, biz yaşarız!"

"Neden kendini Gaye'ye gösterdin reis? Daha önce de görmüştü seni! Şimdi şüphelense, ayıkla pirincin taşını!" diyen Kenan, Musa'nın derin bir nefes alarak:

"Boş ver onu da, sen nasıl sezdin hemen?" diye sormasıyla:

"Sezdim işte reis, boş ver!" dedi. Gülümsedi Musa, başını sallayarak:

"Aferin! Ama kadın hâlâ tehlikede olabilir evlat!" dedi.

"Ne yapalım reis? Onu da siz düşünün, ben polis falan değilim ki!" diyen Kenan, bir nevi onun sahte kimliğine gönderme yapmıştı. Tebessüm eden Musa, gelmekte olan Kaytan'a gözlerini dikerek:

"Kadına bir çare bulmak lazım!" dedi.

"Adam konuşmuyor beyler, zorluk çıkartıyor!" diyen Kaytan, onların yanında durdu. Fuarın bambaşka bir alanında, kameralardan uzak bir yerdeydiler.

"Canan Hanım hâlâ tehlikede olabilir kaytan bıyıklı! Bir şekilde buradan çıkartmak lazım!" diyen Musa, oturduğu yerden ayağa kalktı. Kenan da kalkarken:

"Valla ben işimi yaptım arkadaş, gerisi sizde!" dedi. Kaytan gülerek:

"İşin daha bitmemiş olabilir Kenan!" deyince Kenan, nedir dercesine göz süzdü.

"Asıl oyuncu hazır mı?" diye elindeki telsize soran Nazım, gelen:

"Hazır!" yanıtıyla tebessüm etti.

"Başlasın!"

Elinde tuttuğu tepsiyi, sakince ve heyecan yapmadan tutarak üstündeki bardak suya da ihtimam göstererek adımlarını atan esmer tenli adam, yüzünde alaylı bir ifadeyle önüne bakıyordu. Kalabalık dağılmamıştı, diğer yazarlar hâlâ imza gününe devam ediyordu ve az önceki kargaşa, yerini sakinliğe bırakmıştı. Adam, gözlerini sudan ayırmadan yavaşça adımlarını atarken demin yaptığı şey aklına takıldı. Nazım'dan aldığı siyanürü su bardağına boşaltıp iyice kıvamını tutturmuş ve tepsiye koyarak yola düşmüştü. Nazım'ın dediği asıl oyuncu oydu. Suratındaki tebessüm, giderek ciddi bir ifadeye dönüştü. Sonra da kendinden emin ve mağrur adımlarını hızlandırıp Canan'ın kaldığı odaya doğru ilerledi.

"Kadını alıp Hamdi'nin evine götüreceksin Kenan!" diyen Musa, Kenan'ın:

"Saçma!" demesiyle:

"Götürmek zorundasın! Biz de Nazım'ların peşine düşeceğiz!" deyince Kenan, saçlarını karıştırıp:

"Ya bana iş çıkarmayın!" diye tısladı. Kaytan, derin bir nefes alarak:

"Allah korusun da, ölsün mü bu genç kadın? Yazık değil mi lan?" diye sordu.

"Yazık tabi! Ama nasıl olacak ya, ben Hamdi'ye ne diyeceğim?"

"Başı beladaydı, yardım ettim falan dersin işte!" diyen Musa, kaşlarını çatarak:

"Haydi lan!" diye çıkıştı. Kenan, el mecbur başını salladı. Kaytan gülümserken Musa, göz kırparak Kenan'ın asık suratını inceledi.

Nazım, ekrandan adamının ilerleyişini görebiliyordu. Ellerini ovarken heyecanlı bir şekilde onu izliyor, suratında sevinçli bir ifadeyle adeta yerinde duramaz bir şekilde bekliyordu.

"Bu adam da olmazsa..." diye lafa giren Şahin'e sert bir bakış atınca Şahin durdu. Yine lafını sürdürdü Şahin.

"Bu sefer diğer plana geçeriz!"

Gülümsemeleri arasında Nazım,

"Olacak, bu adamla bu iş olacak!" diye fısıldadı. Şahin, umarcasına kafasını sallayınca Nazım, tekrar sert bir bakış yolladı ona.

Nazım'ın adamı, başka bir koridora geçti; koridorun sonunda, Canan'ın odası vardı. Hedefi görebiliyordu. Kapı açık, Gaye ve Canan'ı net görüyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Nedense bu koridorda kamera falan yoktu. İçine sinmedi ama adımlarını atmaktan da geri durmadı. Yürüdü, adımladı, geldi ve kapıya yaklaştı. Sakin olmaya çalışarak ve rengini belli etmeyerek tebessüm de ederek kapıda durdu.

"Af edersiniz, size su yollandı da!" diyerek kadınların dikkatini çekti. Canan, başını kaldırıp adama baktı. Gaye, bir gözünü kısarak adamı süzerken Canan,

"Necmi Bey yolladı, değil mi?" diye sordu. Adam, sevindi ama bunu belli etmeden:

"Evet kendisi yolladı!" deyince Canan, suyu almak için elini uzattı. Adam, tepsiyi hafifçe uzatırken Canan, bardağı alarak yerinde doğruldu. Gaye'nin gözleri, adamın üstünden ayrılmıyordu. Adam, sözde bardağı almak için beklerken Canan, bardağı dudaklarına doğru götürüyordu. Gaye, bir Canan'a bir de adama bakıp dururken adam, bardağı dudağının hizasına getiren Canan'dan gözlerini alamıyordu. Canan'ın dudağı, bardağın ağız kısmına değdi ve...

🌐🌐🌐

⭐⭐⭐

Bu bölümdeki kitap fuarında geçen olaylar hayali olup yazarlardan Canan Öget ve kitapları gerçektir. Sevgili Ablam Dukeofkent13 yani Canan Öget, her daim beni desteklemiş desteğini esirgememiştir benden ve ben de kendisine olan şükranlarımı sunmak hasebiyle bu bölümden itibaren toplamda üç bölüm kendisini kitabımda kanlı canlı misafir etmek istedim. (35 - 37. Bölümler)... Böyle bir şeyin telifi veya izni olur mu bilmem ama kendisine olan sevgi ve saygılarımı ancak bu şekilde gösterebilirim diye düşündüm. Herhalde sevginin telifi olmaz. Çünkü biliyorum ki kitaplar, dostlarla anlam kazanır. Dostundan arkadaşından veyahut sevdiğin birisinden kitaplarına pay katmazsan kitabın basit bir kağıt yığını olmaktan öteye geçemez. Canan Öget'i, kitaplarını çok seviyorum ve bu bölümü, naçizane kendisine ithaf ediyorum.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top