"Geçmiş Olsun Pars"
Aradan iki gün geçmişti; sonbahar, kışın mağlubiyetine uğramış, gökyüzünde koyulaşan bulutlar, muhtevalarındaki yağışları yeryüzüne kusarcasına boca ederken soğuk esen rüzgârlar, insanların artık paltolara sarılma vaktinin geldiğini düşünmesini sağlıyordu. Çıplak ağaç dallarını döven, onların güçsüzlüğüyle dalga geçen sert rüzgârlar, çatılardaki kiremitlerin kıpırdamasına zemin hazırlıyor ve ani bir fırtınanın habercisi gibi bir ön hazırlık sunuyordu.
Riva’daki toplantı salonunda kurulan sobalar, içlerindeki odunların ateşe verilmesiyle sıcak bir atmosfer yaratmaya çalışırken kışın iyice geldiğini, sıcaklıkların başını alıp gittiğini ve artık bedenlerin üşüyeceğini haber verircesine fokurdayıp duruyordu. Herkes, masadaki yerini almıştı. Sadece başköşe boştu. Masadakiler, Hamdi’nin kendine geldiğini ve yakında sahalara döneceğini biliyordu. İçlerinden sadece birinin keyfi yerinde değildi. Silah işlerinin askıya alınması, İzam Ağa’nın canını sıkmışa benziyordu. Suratı asık, keyfi kaçık ve morali bozuk bir edayla derin bir suskunluğa bürünmüş, niyetini ve fikrini örtbas eden bir imaja sarılmıştı. Masadakiler de onun neden böyle olduğunu, suratının asık olduğunu bildikleri halde seslerini çıkaramıyor; gerekli olan her neyse, Pars dedikleri Hamdi’nin gelip çözüme kavuşturmasını istiyorlardı. Açıkçası kimse, ağayla muhatap dahi olmak istemiyordu. Yaklaşık yarım satir gelmişlerdi; Pars’ın mı geleceği veya Gaye’nin mi geleceği bilinmiyordu. Sadece kendilerine haber verilmiş ve toplantı için bir araya gelmişlerdi. Hamdi’nin daha tam toparlanamadığını, hastaneden çıkmadığını ve iyileşmek için gün saydığını bildikleri halde toplantıya çağırılmaları, onları da şaşırtmıştı.
“Pars gelmeyecek anlaşılan! Neden bizi çağırttı o zaman?” diye sıkılgan bir edayla soran İzam Ağa, masadakilerin jest ve mimiklerini yokladı; Payidar, sesini çıkarmadan önüne bakarken Jargon, parmaklarının arasına aldığı bir odun parçasıyla oyalanarak ağanın sorusunu duymazdan geldi. Kelpeten Cevat’ın asık suratla önüne bakışı, Tayfun’un ketum suskunluğu, Samet’in nedensiz tebessüm edişi ve Bahri’nin sanki oralı olmayışı, ağanın iyice canına dokundu. Bir şey demeden önüne dönen ağa, duyulan araba sesiyle sırtını sandalyeye yaslayıp hesap sorar pozisyona büründü. Az sonra bir adam, kapıda belirip esas duruşa geçti. Herkes, Pars’ın veya Gaye’nin içeri gireceğini düşünürken Kenan’ın içeri girmesi, büyük bir şok etkisi yarattı; Payidar, kavislenen kaşlarını Kenan’a dikerken Tayfun, kısık gözlerle Kenan’ı izledi. Kenan, diğerlerinin şaşkın bakışları arasında yürüdü, adımlarını ezdi ve gelip Pars’ın koltuğunu kendine doğru çekti. Yerinde doğrulan Jargon, Kenan’ın ne yapmak istediğini anlamak istercesine gözlerini kıstı. Kenan, koltuğa kurulurken herkesin şaşkın bakışları, kendi aralarında fink atıp durdu. Sırtını koltuğa yaslayan Kenan, herkesin suratını incelerken ağa, sanki tırnağına kıymık batmışçasına yerinde kaykıldı. Derin bir nefes alan Bahri:
“O koltuk; ritüellere göre Pars’a, oğluna, kızına veya varisi olabilecek damadına ait delikanlı! Neden oraya kurulduğunu öğrenebilir miyim?” diye sorunca Kenan, yüzünde hafif bir tebessümle:
“Pars, beni varisi tayin etti! Ben, Gaye üzerinden Pars’ın varisiyim!” der demez herkes, irkilerek bakıştı. Payidar, kısık bir sesle:
“Yani damadı?” diye mırıldanırken Samet, usulca başını sallayarak karşılık verdi. Jargon ve Cevat’ın bakışmaları, ağanın homurdanarak anlamsız bir şeyler söylemesi ve Bahri’nin gülümseyen gözleri, Kenan’ın katı bakışları arasında gerçekleşti.
“Bundan haberimiz yok!” diyen ağa, ortama gergin bir hava bahşetti. Kenan, ona dönerek:
“Yakında olacak!” derken Samet, hafif alaya kaçan bir sesle:
“Hayırlısı diyelim!” deyince Bahri, yüzünde asık bir ifadeyle:
“Evvela Pars gelir, ilan eder ve sonra sen, o koltuğa kurulursun delikanlı! Ritüel, bunu gerektirir. İş böyle!” dedi. Kenan, yerinde doğrulup:
“Benim koltukta, makamda mevkide gözüm yok Bahri Bey! Ben sadece, Pars’ın bana söylediklerini yerine getiriyorum. Tepkinizi ölçtüm, sadakatinizi gördüm ve oturduğum gibi de kalkıyorum. Çok şükür, yerini yurdunu bilen biriyim!” dedi ve yavaşça ayağa kalktı. Koltuğu düzeltirken:
“Pars’ın diyecekleri vardır. Birazdan konuşacak dilim, onun dili; üslubum, onun üslubu ve tavrım, onun tavrıdır. Şahsi algılamayın!” deyince herkes, merakla yerinde doğruldu. Kenan, sadece koltuğa ayakta yaslanıp:
“Önümüzde, çok ciddi bir ihale var. Kurulan sehemin ilki, başarıyla gerçekleşti. İkincisi, maalesef iptal edildi. Yunan ayağımız, bir müddet topal kalacak. Yeni bir ayak bulana kadar, Yunanistan ile aramıza perde çekeceğiz. Silah işi, kaldığı yerden devam edecek ve İzam Ağa, Ruslar hariç, istediği kişilerle alışverişini sürdürecek. Ağanın anlayışına teşekkür ederim!” deyince İzam Ağa, sanki karşısında Hamdi varmış gibi:
“Ruslar olmadan, silah işi olmaz! Başka kimlerle alışveriş yapayım? İsrail desen, öbür ucu yine Ruslara değiyor. Amerika desen, Russuz alışveriş yapmaz!” dedi. Kenan, gözlerini ağaya dikerek:
“Pars’ın önerisi ve benim de şahsi görüşüm, Danimarka’dır ağa! Danimarkalı bir tüccar bulduk! Gerekli bilgileri, toplantıdan sonra size teslim edeceğim!” derken Bahri, bir gözü ağada:
“O tüccarı, sanki ben de tanıyorum! Sağlam biri gibi! Ağayla anlaşacaklarına eminim!” deyince Kenan, Bahri’ye bakarak:
“Aynı kişiden bahsettiğimizi varsayıyorum avukat!” der demez Bahri, tebessüm ederek göz kırptı. Yani bu, bizzat Pars’ın ağzı diyerek anlaşmışlardı. Kenan, konuşmasına devam etti.
“Kasamız, ihale için bu sefer bonkör davranmalı! Limiti olmayan bir kredi sunmalıyız ki, ihale bizde kalsın! Rakip firmanın, edindiğim bilgilere göre en üst sınırı, bizim için çekirdek parası nispetinde! Bu yüzden onların sınırını aşmalı, hatta onların geçemeyeceği bir sınır belirlemeliyiz!”
Samet, başını sallayarak:
“Sehemden gelen paralar, kasaya kondu Pars! İstediğiniz miktarda sınır koyabiliriz!” deyince Kenan:
“Rakip firma, gözü pek ve direnci yüksek bir firma! Firmanın yönetim kurulu başkanı Esen Esentürk, girdiği her ihalede birinci olmuş, yaptığı her işte kendisinden söz ettirmiş ve hiçbir işi yarım bırakmamış biri! Aynı zamanda hükümetle yakın bağlantıları var. İşte bu bağlantılar, ayağımıza bağ olabilir. İhaleyi almalıyız, öyle ya da böyle bu iş, kesinlikle bizim olmalı! Ama legal, güvenilir ve tehlikeli olmayan bir yoldan almalıyız! Bu sefer arkadaşlar, düzgün ve legal bir biçimde ihaleye girecek ve almaya çalışacağız! Bunun için de; istenilen kriter neyse, aranan şartlar neyi gerektiriyorsa ve bize düşen neyse, o şekilde ihaleye girmeliyiz! Önümüzdeki hafta, ihalenin gerçekleşeceği zaman, her şey bitmiş olmalı!” diye devam etti ve sözünü bitirince Bahri:
“İhaleye kim girecek? Ya da kimler?” diye sordu. Kenan, tebessüm ederek:
“Ben… Yani Kenan… Bir de siz… Samet Bey de var. Üçümüz gireceğiz!” derken Payidar, başını sallayıp Kenan’ın yüz hatlarını inceledi. Kenan, koltukla bağını koparıp sanki bir öğretmen edasıyla birkaç adım atarak:
“Kadın işine gelecek olursak… Eldeki sermayelerle, olabildiğince işi büyütmeye çalışalım! Mekân sıkıntısı varsa, gerekli şekilde giderelim! Şu an Ruslarla aramızda sıkıntı olduğu için yeni sermayeleri getirtemiyoruz! Ama sorun hallolur hallolmaz, Rusya’dan yeni sermayeler getirmeye çalışacağız!” deyince Payidar, yerinde doğrulup:
“Ruslarla, sanırım hiçbir zaman bu sorun çözüme kavuşmaz! Benim kanaatim bu yönde! Ama illa Ruslar olacak diye bir kaide de yok! Ben yeni sermaye duraklarını belirleyip sizinle paylaşacağım!” der demez Kenan, başını sallayarak:
“Makul… Bunu Pars’a iletirim!” dedi. Payidar, anlaştık dercesine başını sallarken Jargon, gülümseyerek:
“Biz, yeni kumarhane mekânını açtık Pars! Senin oyuncakların ne oldu?” diye sordu. Kenan, tekrar koltuğa yaslanıp:
“Pars, o konuda bana bir şey söylemedi! Ama yine de ileteceğim!” dedi. Jargon, hafifçe başını sallarken Tayfun, çenesini sıvazlayarak:
“Sattığım malların paraları, özenle Diyarbakır’a yollandı. Ama bir sıkıntı var. Nemirkan aşireti ve devlet, birbirlerine rest çektiler. Arada kaynayan, bizim örgütle bağımızı oluşturan Dozan Nemirkan oldu. Bunu nasıl yapacağız?” diye sordu. Kenan’ın gözlerinin önüne; Musa’nın, gözünü kırpmadan Hasan’a nispet olsun diye Dozan’ın kafasına kurşun sıktığı an geldi ve ister istemez yüzünde, ince bir tebessüm oluştu. Tayfun, Kenan’ın neden gülümsediğini anlamazken ağa, etrafına bakınıp sanki Kenan’la dalga geçer gibi bir tavır takındı. Kenan, neden sonra kendine geldi ve:
“Af edersiniz ama bu söyleyeceklerim, Pars’ın değil benim şahsi görüşümdür. Bir laf vardır. Götüyle inatlaşan, donuna sıçar derler. Nemirkan, duyduğuma göre devletle inatlaşmıştı. Bunun bir bedeli ve faturası olacak tabi! O da Dozan oldu! Demem o ki Tayfun Bey, bu konuyu da Pars’a iletirim!” deyince Tayfun, anlamamış gözlerle Jargon’a baktı.
“Başka bir konu kalmadı sanırım!” diyen Kenan, herkesin yüzünde gezdirdi bakışlarını.
***
Hamdi, servise alınmıştı; tepesine bir serum asılmıştı, dibine yaklaşan sıvının giderek bitmeye yüz tutması ve hemşirenin gelip tansiyonunu, nabzını ölçmesi, Hamdi’nin sıkılgan yüz hatları arasında gerçekleşiyordu. Gaye, babasının yanındaki boş yatakta oturmuş ve acımsı bir tebessümle onu inceliyordu. Hamdi, elindeki dosyaya bir şeyler yazan hemşireye bakıyordu. Hemşire, dosyayı hasta sehpasına bırakıp:
“Geçmiş olsun!” dedikten sonra kapıya yönelirken Hamdi, kapanan kapıyı süzdü ve kızına döndü.
“Demek Yorgo öldü, ha?”
“Öldü baba!”
“Helal olsun! Demek ölsem, gözüm arkada kalmaz!”
Gaye, birden duygusallaştı; gözleri nemlendi, sesi çatallaştı ve kaşları kavisli bir hal aldı. Aynı zamanda bir hıçkırık, yumruk gibi gelip boğazını mesken tuttu. Yutkunduktan sonra Gaye:
“Ya baba ya, deme öyle ya!” dedi ve yerinden kalkıp babasının yamacında diz çökerek eline sarıldı. Gözlerinden yaşlar damlarken Hamdi, onun elini sıkarak bir nevi teskin etti ve:
“Yani mesela… Kenan, keşke benim evladım olsaydı! Gerçi yine evladım sayılır. Vurulmama sebep olan Yorgo’yu öldürmesi ve daha tam gözümü açmadan işi bitirmesi, ne yalan söyleyeyim çok hoşuma gitti, beni gururlandırdı resmen!” deyince Gaye, başını kaldırıp gözyaşlarını silerek:
“Kenan, gerçekten sana değer veriyor baba! Sen de fark ettin değil mi?” diye sordu.
“Ettim kızım ettim! Ama bana değer vermesinin bir sebebi de sensin, biliyorsun!”
“Öyle deme baba ya, utanıyorum!” diyen Gaye, ala çalan yanaklarını saklamak için başını öne eğdi. Hamdi, kızının yanaklarını okşarken kapının çalması, ortamdaki atmosferin dağılmasına neden oldu. İçeri giren Kenan, yüzünde samimi bir ifadeyle:
“Muhabbetiniz bol olsun Pars!” dedi ve onlara doğru yürüdü.
“Gel delikanlı, gel!” diyen Hamdi, Gaye’nin ayağa kalkmasına yan gözlerle baktı. Kenan, Hamdi’nin karşısında durup:
“Bugün biraz daha iyisindir inşallah Pars!” deyince Hamdi, Kenan’ın yüzünü şefkatle inceleyerek:
“İyiyim, sağ ol delikanlı! Sen ne yaptın?” diye sordu.
“İstediğiniz konuşmayı yaptım, dediğiniz şeyleri ilettim!”
“Güzel! Başta koltuğa otururken, tepkileri ne oldu?”
“Bir ritüelden bahsettiler ve o ritüele göre benim o koltuğa oturmam için, sizinle aramda kuvvetli bir bağın oluşması gerektiğini söylediler.”
“Yani benim dediklerimi…”
“Aynen!”
Hamdi, hafifçe başını sallarken Gaye, gizli bakışlarla Kenan’ı inceliyordu. Kenan’ın yüzünde oluşan mahzun ifade, Gaye’nin de Hamdi’nin de dikkatini çekince Kenan, açıklama hissi duydu.
“Yorgo’yu öldürdük öldürmesine de Pars, bu Ruslarla Yorgo’nun kardeşi bir oldu. Yine ayağımıza dolanacakları kesin! Size ve Kurul’a karşı mahcubiyet içerisindeyim! Verilen görevi, eksik yerine getirdim. Ne Ruslar yok oldu ne Yorgo’nun kardeşi ortadan kalktı. Başımız yine ağrıyacak!” deyince Hamdi, tebessüm ederek:
“Dert etme! Ağrısız başın hayrı yoktur evlat!” der demez Gaye, irkilerek babasına baktı. Babası, ilk defa Kenan’a ‘Evlat’ demişti; bir nebze içinde kıpırdamalar belirmiş, kalbinde hareketlilik meydana gelmiş ve tüyleri ürpermişti. Nedense o da, artık Kenan’ı aileden biri gibi görüyordu. Kenan, hiç şaşırmamıştı; Hamdi’nin ona öyle hitap etmesini, sanki daha önceden bekliyordu gibi tez kabullenmişti. Hamdi, birden ağzından çıkan hitapla bir nebze şaşırmıştı. Ama yeri geldi düşüncesiyle es geçmiş, gözlerini Kenan’a dikerek onun tepkisini ölçmeye çalışmıştı. Kenan, hiç rengini belli etmiyordu. Suskun ve katı bir endama bürünmüştü. Hamdi, başını yastıkta düzeltirken Gaye:
“Baba, sen biraz dinlen istersen!” deyince Hamdi:
“Olur kızım, zaten uykum da geldi!” derken Gaye, Kenan’a yaklaştı ve başıyla, çıkalım dercesine bir işaret verdi. Kenan, son defa Hamdi’ye baktıktan sonra Gaye’yle birlikte kapıya yöneldi.
Koridora çıktıklarında Gaye, Kenan’a biraz sokulup:
“Babam, sana evlat dedi, duydun mu?” diye sorunca Kenan, dalgayı hemen çaktı ve gülümseyerek:
“Senden sıkıldığı içindir!” der demez Gaye, onun kolunu sıkarak:
“Dalga geçme be!” diye tısladı. Bir adamın karşısında durduklarında Kenan, gözlerini adama dikerek:
“Kapıda iki kişi beklesin! Hiç kimseye güvenmeyin, hiç kimseyi almayın içeri ve sakın güvenliği aksatmayın!” diye tembihte bulununca Gaye, gözleri nemli bir şekilde Kenan’a baktı.
“Merak etme abi!” diyen adam, onların yanından ayrılırken Gaye, Kenan’ın koluna ansızın girerek:
“Babamı bu kadar çok mu seviyorsun?” diye sordu. Kenan, kaşlarını çatarak:
“Mecburum Gaye!” deyince Gaye, şaşırmış bir şekilde:
“Ne mecburu be, neden mecbursun?” diye sordu.
“Mecburum tabi kızım! Babanı sevmezsem, seni nasıl alacağım ondan?” diyen Kenan, Gaye’nin pembeleşen ve kızıla çalan yanaklarını görünce tutup sıkmak, makas almak ve hatta ısırmak istedi ama ortamın müsait olmaması, Kenan’ın işine yaramadı.
“Öyle deme be!”
“Ama öyle! Ne demişler? Bir kadının gönlüne giden yol, babasının rızasından geçer.”
“Kim demiş bunu, ilk defa duydum?”
“Ben dedim! Şimdi uydurdum!”
Gaye, gülerek onun kolunu sımsıkı tuttu ve birlikte merdivenlere doğru yürümeye başladılar.
***
Depoya gelmişti Payidar; bir üzüm salkımı gibi sallanan ve nerdeyse vücudundaki bütün kanın kafasından fışkırıp yere dökülmesi beklenen Cem, yüzü kıpkırmızı bir şekilde gözlerini yummuş ve kurbanlık koyunun derisinin yüzüleceği anı beklemesi gibi bir beklenti içine girmişti. Payidar’ın gelmesiyle, iyice sonunun geldiğini anlayan Cem, alıp verdiği derin nefeslerle o anı bekliyordu.
“Sen ne haltlar yediğini sanıyorsun Cem? Biz size güvenmekle, acaba hata mı ettik? Neden bizi mahcup ediyorsunuz? Neden size olan itimadımız, güvenimiz yerle bir oluyor? Pamir, benim öz oğlumdan farksızdı lan! Sen de onun arkadaşı olarak aileden biri gibiydin! İlla kahpelik, şerefsizlik mi yapacaksınız? İnsan gibi yaşamak varken, neden kalleşlik ettiniz lan? Ne ben, ne kızım ne de herhangi bir adamım öldürdü onu! Ama sen, illa kinini kusacak bir yer arıyorsun! O yer, biz değiliz Cem, değiliz! Şurada kafana sıksam, senden farksız olmam!”
Cem, zor bela:
“Efendim! Geç de olsa… hatamı… anladım efendim!” derken Rıfat, inanmamış gözlerle onu süzünce Payidar, dönerek Cem’in göz hizasına geldi. Cem’in pişmanlık dolu bakışları, nedense onu etkilemişe benziyordu. Derin bir nefes alıp:
“İnanmak isterim Cem!” deyince Cem, yine zorlukla:
“İnanın… efendim!” der demez Rıfat:
“Bana da böyle demişti efendim! Ama dediğinde durmadı! Simay Hanım’a ilaç vermiş ve…” diyerek araya girdi ve lafını yarıda kesti. Diğerine dili dönmedi. Payidar, gözlerini kısarak:
“Ve ne?” diye sordu. Rıfat, bakışlarını ondan kaçırdı. Söylemek istemese de Payidar, onu zorlayan bakışlar yollayınca Rıfat, yutkunduktan sonra:
“Kızınıza saldıracaktı efendim!” deyince Payidar, öfkeden burnundan soludu. Rıfat, derin bir iç çekip:
“Karşısına da kamera yerleştirmişti efendim! Bunu yapabilen bir adamdan her şey beklenir. Buna merhamet göstermek, belaya talip olmaktır efendim!” dedi. Payidar, usulca başını sallarken Cem, gözlerini yummuş ve sanki merhamet dilenir bir edayla duruyordu. Payidar, bir şey demeden Rıfat’a yaklaştı. Geldi ve önünde durdu.
“Salın gitsin!”
İrkilen Rıfat, verilen emri her ne kadar sorgulamak istemese de dili döndü ve:
“Ama efendim! Bu adam…” dedi ama Payidar, elini kaldırıp onun lafını kesti.
“Salın dedim!”
Rıfat, el mahkum başını salladı. Payidar, son defa Cem’e dönerek:
“Affetmek, büyüklüktür Cem! Ben seni affettim, büyük olduğumu gösterdim; bir büyüğün beklentisi, küçüğünden saygı ve hürmettir. Bana göstereceğin saygı ve hürmet, yoluma çıkmaman ve ayağıma bağ olmamandır. Anladın sanırım!” dedi. Cem, konuşamadığından ve konuşmaya mecali kalmadığından başını sallarken Payidar:
“Güzel!” dedi ve kapıya doğru yürüdü. Rıfat, onun peşinden giderken adamına bakıp denileni yap manasında başını salladı. Cem, gözleri kapalı bir şekilde kurtulmayı düşlüyordu.
***
Karaköy’de lüks ve villa tipi bir eve yerleşmişlerdi; avlulu, müstakil ve hoş bir görüntüye sahip evin bahçesinde, Rusya’dan yeni getirtilen paralı askerler dolanıyor, bu sefer sayıları hayli fazlaydı ve ellerinde uzun namlulu silahlarla tur atıyorlardı. Evin damına bir nişancı tünemiş, onun yanına da biri refakat için bekliyor ve elindeki gece feneriyle etrafı kolaçan ediyordu.
Tek katlı evin salon kısmında, kardeşini kaybetmenin vermiş olduğu hüzün ve yasla derin düşüncelere dalmış olan Jardel, aklını ve bilincini, Kenan’ı yok etmenin derdine salmıştı. İvana, elindeki tabletten bir şeyler okurken Katerina, pencerenin karşısında durmuş ve yeni getirttiği adamları izlemekle meşguldü. Tableti indiren İvana, gözlerini Jardel’e dikerek:
“Masaya oturacak yeni dostlarımız, iki gün sonra Türkiye’de olacak! Artık İstanbul’da, bir Rus kartel oluşumu da mevcut olacak Jardel! Rusya ve Yunanistan ağı, senin denetimine verilecek! Biraz toparlanmalısın! Mutlaka kardeşinin intikamı alınır, merak etme!” deyince Jardel, düşüncelerinden sıyrılıp bakışlarını ona çevirerek:
“Kenan’ı yok etmeden, hiçbir masaya oturmayacağım İvana!” der demez Katerina, pencereden yüzünü çevirdi ve keskin bakışlarla Jardel’e baktı. İvana, ince bir tebessümle:
“Masaya oturmadan, kardeşinin intikamını alamazsın!” dedi. Yerinde doğrulan Jardel:
“İntikamımı almak için, masaya falan oturmama gerek yok! Ben intikamımı alayım, istediğiniz masaya otururum! Bunun sözünü veriyorum!” derken Katerina, rahat bir şekilde yürüyerek:
“Kenan, Pars denilen Hamdi Çeliker’in himayesinde, bunu unutma! Pars, kurduğu sistemin başı! Kenan yalnız değil, arkasında bir Kurul var. Biz olmadan, onu yok edemezsin!” deyince İvana, Katerina’ya destek çıkarcasına:
“Ve ben sana, intikamdan daha fazlasını vaat ediyorum!” dedi. Jardel, iki kadının yüz hatlarını incelerken ortama, nedense gereksiz bir gerginlik çökmüştü. Jardel, iyice toparlanarak:
“Aklımda bir plan var İvana! Hamdi’yi yok edelim, ne dersin?” diye sordu. İvana, bir kaşını havaya kaldırıp:
“Güzel derim!” derken Katerina, asıl soruyu:
“Ama nasıl?” diyerek sordu. Jardel, yüzüne yayılan kocaman bir tebessümle iki kadının gözlerinde gezdirdi bakışlarını.
***
Eminönü’nde bir ev tutmuştu Şahin; ağasının emriyle, Diyarbakır’ın Lice ilçesinden kalkmış ve İstanbul’a kadar gelmişti. İki günde toparlanmış, hali yola sokmuş ve ağanın dediklerini uygulamaya karar vermişti. Aklındaki zehir dolu plan, yürürlüğe girmek için can atarken Şahin, elinde çay bardağıyla, içinde ılıklaşmış ve az şekerli çayıyla pencerenin karşısında durmuştu. Gözleri, giderek daha da bozulan ve nerdeyse yağmurları, doluları ve fırtınaları yeryüzüne boca edecek olan koyu bulutlu havayı izliyordu. Arkasında duran adamının yansımasını, buğulaşmış camdan görünce ona dönmeden:
“Hazır mı?” diye sordu. Adamı, hafifçe başını sallayıp karşılık verirken Şahin, ona dönmeye ve gözlerine bakmaya karar verip kararını eyleme döktü.
“Adamın, bizim onu köstebek olduğunu öğrendiğimizden haberi olmasın Kürşat! Aksi takdirde eylem, fiyaskoyla sonuçlanabilir. Biz bu eylemde, gerek şehit olan gerillalarımızın kanını silmek, gerek aşiretin şerefini temize çıkarmak ve gerekse davamızın hak olduğunu ortaya sermek için amaçladık! O yüzden Mahir arkadaşımız, kendisini çözdüğümüzü bilememeli ve tedirgin olmamalı! Zaten biz de, onu her daim izleyeceğiz! Bak Kürşat! İstanbul’da patlayan bir bomba, Kandil’e bahar havası getirecek! Anladın?”
Kürşat dediği adamı, hafif endişe dolu bir sesle:
“Anladım ağam! Lakin Mahir denilen ajan, bir şekilde sahipleriyle temasa geçecek! Bunun önünü nasıl alacağız?” diye sorunca Şahin, tebessüm ederek:
“Ne demiş filozof? Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler! Sen de bırak Kürşat!” dedi. Kürşat, anladığını ima eden bir baş sallamayla mukabelede bulununca Şahin, ılıktan soğuğa yüz tutmuş bardağını sehpaya bırakıp ona doğru yürüdü.
Uzun boylu, ela çakıl gözlü ve kirli sakallı biriydi Mahir; masada duran bomba yeleğine tepeden bakıyor, içinde bin bir korku, ürperti ve endişe dolu bakışlarıyla yeleği inceliyor ve susmaktan başka bir şey yapamıyordu. Ona denileni yapacaktı; bombalı yeleği giyecek, hedef noktada duracak ve gereken lafı bağırdıktan sonra bum olacaktı. Alnında biriken terleri sildi, gözlerinde beliren neme aldırış etmedi ve kaderim buymuş diye düşünerek derin bir iç çekti. Yapacaktı, buna mani olan olur düşüncesi peyda olsa da Mahir, içinde hiç böyle bir umut barındırmadığı için çenesini sıvazladı ve umutsuz bir edayla, kendisine doğru çektiği sandalyeye kuruldu. Tam yeni oturmuşken Şahin ve Kürşat’ın içeri girmesiyle, istemsiz de olsa ayağa kalktı. Şahin, yüzünde yalancı bir tebessümle onu süzerken Kürşat, anlamsız bir bakışla onu incelemeye aldı. Mahir, gözlerini kırpmadan Şahin’in yüzüne bakıyordu.
“Aslanım! Sen, bir dava adamısın! Senin yürüdüğün yol, Deniz Gezmiş’in; Ahmet Kaya’nın, Çirkin Kral’ın ve daha birçok devrim şehidinin yoludur. Sen bu yolun Mahir’i, bu yolun cengaveri ve kutlu bir neferisin! Adın, devrim dağlarında altın harflerle yer alacak; namın, devrim mekteplerinde tedris edilecek ve sen, okunan her devrim kitabının ilk sayfasında yer alacaksın! Sana düşen, mahpuslarda devrim için işkence çekenlerin feryadı olmak; dar ağacındaki Şeyh Said’in duasında yer bulmak, dağdaki gerillamızın attığı her kuşunda hedef belirlemek ve faşizmin, kapitalizmin ve anarşinin yedi ceddine rahmet okutmaktır. Sen bir gerilla değil, bir halkın gür sesi olacaksın! Aslanım! Sakın korkma; zindanda ömür çürüten önderi düşün! Sakın yılma; yurt hasreti çeken onca devrimcinin hasretini an! Sakın üzülme; önderimizin yazdığı kitapların altından değerli ve paha biçilemez sayfalarında geçen cümlelere dayan! Bizim duamız, sesimiz ve nefesimiz, seninle her daim gezecektir. Unutma!”
Mahir, Şahin’in söyledikleri palavralara sanki inanıyormuşçasına parlak gözlerle dinlerken Kürşat, bilakis onun inanmadığını ve yalandan gözleri parladığını anlamış olsa da bir şey çaktırmıyor ve Şahin’i izliyordu. Şahin, gerekli motiveleri sağladıktan sonra elini onun omzuna koyarak:
“Melek Tavus, yoldaşındır arkadaş!” dedi. Mahir, onun elini sıkıca tutup kendi göğsüne koydu. Onun gözlerinin içine bakarak kararlı ve sakin bir şekilde:
“Yapacağım ağam!” diye fısıldadı. Şahin’in gülümseyen gözleri, onun yüz hatlarında gezinirken Kürşat, kısık gözlerle Mahir’i incelemeye almıştı. Ortamdaki boğucu hava, nerdeyse kabuk tutmaya yüz tutmuştu.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Benim bir arkadaşı görmem lazım!” diyen Nisa, Musa’nın:
“Hedefte sen varsın Nisa! Seni nasıl dışarı çıkarabilirim? Bekle de ortalık sakinleşsin!” demesiyle, hafif sinirli bir şekilde:
“Ya onların kudurmuşluğunun geçmesi için, esir mi duracağım böyle?” diye sorunca Musa, gözlerini irileştirip:
“Esir duracaksın Nisa! Hayata esir ol ki, mezara düşme esir!” dedi. Nisa, derin bir iç çekti; onun da sıkıntısı büyüktü, yaşadıkları kolay değildi, ölümün kıyısından dönmüş ve hayata yeniden gelmiş gibiydi. Musa’ya kızmıyordu, aslında ona hak da veriyordu ama böyle esir yaşamak, ona göre ölümle eş anlamlıydı. Somurtarak:
“Nereye kadar?” diye sordu. Musa, derin bir nefes alarak:
“Gittiği yere kadar…” deyince Nisa, anlamsız bir şekilde başını salladı. O sırada kapı açıldı ve Emin, sanki kötü bir şey olmuş gibi içeri girdi. Musa, kadına çaktırmamak için ayağa kalkıp adamına doğru yürüdü. Birlikte kapıya yönelirlerken Nisa, somurtan yüz ifadesini onların arkasına çevirdi.
Odasına gelen Musa, bir koltukta oturmuş ve derin düşüncelere dalmış olan Kaytan’ı görünce, ister istemez tebessüm ederek ona doğru ilerledi. Kaytan, yavaşça ayağa kalktı; benzi sararmış, morali çökmüş ve kaşları çatılmış bir halde Musa’nın suratını süzerken Emin, kapıyı kapatıp onlara biraz yakın durdu. Koltuğuna oturan Musa, Kaytan’ın bu haline bir mana vermek istedi ama veremeyince:
“Hayırdır diyeceğim de, nedense her gelişine bir hayır yükleyemiyorum! Gene ne oldu?” diyerek sordu. Sırtını koltuğa iyice yaslayan Kaytan:
“Adamımız çözülmüş olmalı! Şu, Kandil’deki adam… İrtibatımız koptu. Ya öldü ya da öldürüldü!” deyince Musa, gözlerini kısarak:
“Her halükarda ayvayı yemiş, belli!” dedi. Kaytan, bir kaşını kaldırıp:
“Öyle deme! Onun nice hizmetleri oldu. Mahir ya da bizdeki adı Mert, bizim Kandil’deki ayağımızdı. O ayak koparsa, bizim vay halimize!” dedi.
“Kandil’e bir operasyon yapıldı mı bugünlerde?”
“Zannımca hayır, yapılmadı! Ama bilmiyorum! Bordo bereliler, ani bir baskın yapmış olabilir. Şöyle bir şey var. Bu Mahir’i, sadece ben ve sen biliyoruz! Başka da kimse bilmiyor! Hiçbir devlet ricali, onun bizim adamımız, pardon benim adamım olduğundan habersiz! Öldürüldüyse, kahrıma dokunur.”
“Bir şekilde…” diyen Emin, ortama ayak uydurdu ve onların dikkatini çekince:
“Devlete bunu aks ettirmemiz lazım! Yoksa kör bir kurşuna gelebilir. Yazık olur!” diye ekledi. Kaytan, ona bakarak:
“Hem de çok yazık olur! Hizmet verdiği vatanın, onun gibi hizmet veren yoldaşları tarafından öldürülmesi, onun da ağrına gider. Bir şekilde devlete duyurmamız lazım! Ama nasıl?” deyip sustu. Musa, yerinde doğrularak:
“Bekle! Muhakkak senle irtibata geçecektir Kaytan!” dedi.
“Bekliyorum! İnşallah tez zamanda ondan haber alırım!” diyen Kaytan, sırtını koltuğa yaslayıp sessizliğe çekildi. Musa, katı gözlerle onu süzüp duruyordu.
***
Akşamın karanlığı, yeryüzüne kara bir örtü gibi çökerken koyu bulutlar, yıldızlar esir almış ve bununla övünüyormuş gibi yerlerinde sabit durup arada bir gök gürültüleri ve şimşeklerle insanları korkutmaya çalışıyordu. Hızlı esen rüzgâr, bir fırtınayı anımsatsa da fırtınadan önceki sessizlik tabirine ayak uyduruyordu.
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Payidar, hâlâ geçen günkü manzaranın tesirindeydi; kızıyla Rıfat arasındaki yakınlaşma, onun hiç mi hiç hoşuna gitmemişti, ne kızına bir şey diyebilirdi ne de Rıfat’ı gözden çıkarabilirdi. Orta yolu bulmak için çırpınıp dursa da beyni, sanki istifa bayraklarını sallamış ve uzak diyarlara göç etmiş gibi münzevi bir sessizliğe çekilmişti. Derin bir iç çekerek şakaklarını kaşıdı. Kızına, yıllarca hem annelik hem de babalık yapmıştı; aralarından su sızmıyordu resmen, baba kimliğini çekmeceye kaldırıp onun gibi bir kadın edasıyla her derdini dinlemiş, bazen de yumruğunu masaya vurup baba figürüyle karşısında durmuştu ama işte şimdi, o yumruğu masaya vuramazdı. Çünkü kızı büyümüş, otuza doğru menzil tutmuş ve yetişkin olduğunu her defasında babasına hissettirmişti. O bu düşüncelerdeyken Simay, odasından çıkıp salon kapısında durduğunda, babasının düşünceli tavrına şahit oldu. Buna bir mana veremedi. Rıfat, Cem’i serbest bıraktığını söylemişti; acaba babası, bunu mu dert etmişti, yoksa başka şeyler mi vardı, bunu bilemiyordu. Sormaya çekiniyordu aslında, sorsa ve kendisiyle ilgiliyse, buna dayanamazdı. Kapıdan temasını kesip babasına doğru ilerledi. Gelip yanında durduğunda Payidar, düşüncelerinden feragat edip:
“Söyle!” diye katı bir sesle konuşunca Simay, ilk defa babasının bu katı haliyle yüzgöz olduğu için şaşırdı. Hemen yamacına oturup:
“İyi misin baba?” diye sordu.
“İyi olmaya çalışıyorum!”
Simay, bu cevaptan bir şey çıkaramadı. Gözlerini kısarak:
“Çalışma baba, iyi ol; sen iyi ol ki, ben de iyiliğinden iyi olayım! Neyin var?” diye sordu. Payidar, kızının yüzüne baktı. Her mimiği, her jestini inceledi ve kolaçan etti.
“Bir şeyim yok! Tatsızım sadece!”
“Var baba, bir şeyin var! Altın gibi bir kalbin, ummandan derin bir yüreğin ve bana karşı bonkör bir sevgin var. Ama böyle olursan, elektriğini kaybetmiş bir hane gibi sönük kalırım baba! Söyler misin kızına, neyin var?”
Gözleri nemlendi Payidar’ın; kızının böyle duygulu, içten ve samimi sesine iştirak eden kulakları, en tatlı melodileri bile detone buldu ve kızının saçlarına uzandı eli. Ama okşayamadan indi. Bakışlarını kaçırdı kızından; sonra düşündü içinden, kızı kötü bir şey yapmamıştı, hiç onu mahcup etmemişti, etmezdi de ve Simay, öyle hırçın biri de değildi. Laf dinleyen, söze kulak kabartan ve kelama icap buyuran biriydi. Bu yüzden derin bir nefes alıp:
“Bir şeylere şahit oldum kızım! Gördüklerim, beni içimden vurdu. Görmemem gereken şeylerdi diye düşünüyorum. Ama gördüm işte!” deyince Simay, bundan bir şey anlamadığını:
“Ne gördün baba, nedir onlar? Açık ol lütfen!” dedi. Payidar, onun dediği gibi açık olacaktı. Döndü kızına, yanaklarını avucuna aldı ve gözlerinin içine baktı. O sırada Rıfat, kendi odasından çıkmış ve onlara doğru gelecekti. İkisinin konuştuğunu ve özel olabileceğini anlayınca, biraz uzaklarında durup bekledi. Payidar ve Simay,ondan habersizdi. Rıfat, birkaç adım ötesindeki baba kıza adapte olmuştu. Konuşulanları duyuyordu. Ama içinden bir ses, oradan gitmemesini fısıldayıp duruyordu. Payidar, baba figürüne büründü.
“Bak kızım! Bugüne kadar seni, el bebek gül bebek büyüttüm. Anne yokluğunu hissettirmedim, nasıl gerekiyorsa öyle yetiştirdim. Ne bir bakıcı tuttum ne de bir dadıya emanet ettim. Yeri geldi anne, yeri geldi baba olmasını bildim. Ama öyle ama böyle, şükür ki bugünlere kadar getirebildim. Her konuda bana açık oldun! Sevgilin oldu, ilk bana söyledin! Ayrıldın, bana söyledin! Nişanlandın, yanındaydım ve her zaman da yanında olacağım. Nefesim yettiği kadar, gücüm tükenene kadar yanında olacağım kızım! Geçen gün, adamım Rıfat’la olan yakınlaşmana şahit oldum. Onun elini tutmana, ona bir nefes yakın olmana, içim cız ederek tanık oldum. Bu beni üzdü kızım! Doğru, Rıfat yıllardır bizimle! Haklısın, belki aileden biri gibi! Ama o, benim adamım! Korumam… Dış kapının mandalı derler ya, o da öyle!”
Rıfat, duyduklarına inanamıyordu; demek patronu, onun yerine can verebilecek kadar sevdiği patronu, onu öyle görüyordu ve biliyordu. Yutkundu; yıllarca boşa çalışmış, didinmiş ve dış kapının mandalı olmaktan başka bir işe yaramamış. Düşünceleri bu yöndeyken Simay’ın:
“Rıfat bizden biri baba! Senin nazarında ne, kim ve nasıl, beni ilgilendirmez! Ama benim nazarımda Rıfat, dış kapının mandalı değil, aileden biri! Çok yanlışsın! Benim Rıfat’a yakınlığım, ona canımı emanet etmek, kanımı hibe etmek ve onun gölgesinde barınmaktan başka bir şey değil!” demesiyle kendine geldi. Payidar, derin bir nefes alarak:
“Bundan öteye de geçmesin kızım! Güveniyorum ona, o ayrı mesele! Ama bundan öteye geçerse, ikinizin de gözünün yaşına bakmam!” deyince Simay, irkilerek babasının suratını inceledi. Babası ciddiydi, bunu yapardı, dediğini yapardı ve Simay, bir an için Rıfat’a acıdı. Ayağa kalkarken Rıfat’ı gördü, göz göze geldiler ve Rıfat, odasının kapısına yöneldi. Payidar da fark etti onu; sesini etmedi, dönüp bakmadı bile ve Simay, babasına tepeden baktıktan sonra odasının yolunu tuttu. Payidar sustu, Simay üzüldü ve Rıfat’ın adeta dünyası başına yıkıldı.
***
Hamdi’nin karşısındaki koltukta oturmuştu Kenan; zar zor göndermişti Gaye’yi eve, dinlenmesine zar zor ikna etmişti kızı ve Hamdi, her geçen dakika iyiye gidiyordu. Derin düşüncelere yelken açmıştı Kenan; Hamdi’nin uyumasını fırsat bilerek koltuğa yayılmış, gözlerini kırpmadan ona bakarak derin düşüncelerde seyran kesilmişti. Aklı Musa’daydı bu sefer; birlikte yaptıkları eylemi düşünüyor, Kaytan’ı düşünüyor ve çatışma anlarını düşlüyordu. Diyarbakır’da örgüte ve aşirete büyük bir darbe indirmişlerdi; içten içe de endişeleniyordu Kenan, aşiret rahat durmayacak, bu işin peşini bırakmayacak ve muhakkak bir fatura keseceklerdi. Hamdi’nin kıpırdamasıyla kendine geldi Kenan; usulca gözlerini aralayan Pars’ı inceledi ve yerinde doğruldu. Hamdi, başını çevirdiğinde Kenan’ı gördü.
“Burada mıydın delikanlı?” diye kısık bir sesle soran Hamdi, Kenan’ın:
“Buradayım Pars!” demesiyle:
“Gaye nerde?” diye sordu.
“Eve yolladım. Az dinlensin diye!”
“İyi yaptın! Nöbet sırası sende mi?”
“Sıra değil Pars, şeref diyelim!”
Gülümsedi Hamdi, yerinde doğrulmak istedi ama gücü yetmedi. Kenan, ona yardımcı oldu ve yerinde doğrulana kadar onun kollarından sımsıkı tuttu. Birden Hamdi, Kenan’ın ellerini kavrayıp:
“Dinle beni evlat, dinle!” deyince Kenan, istifini bozmadan ona baktı. Hamdi, gözlerini onun gözlerine mıh ederek:
“Kızım, bu dünyada benim her şeyim; varlığımın sebebi, yaşama gayem, nefes almama müsebbip ve dünyam! Onu üzmeyeceğini umuyor, biliyorum! Sana onu, gözümü kırpmadan emanet edebilirim! Şu hastane yatağına düşmeyen insan, kendini ölümsüz farz eder; hasta yatağına gömülmeyen insan, sağlığının kıymetini bilemez! Ben de öyleydim! Ama vücudumu saran nohut ebadındaki bir mermi, bu düşüncelerimi yerle yeksan etti. Kızımı düşündüm, kendimi bir hiç saydım ve sadece onu düşündüm evlat! Eğer bana bir şey olsaydı, kızım perişan olurdu; ben ölseydim, kanadı bitmemiş ve uçmasını bilemeyen kızım, çakallara yem olurdu. Ama yine de üzülmedim. Çünkü onu çakala yem etmeyen bir aslan vardı yanında! O sensin evlat, sen! Sana canım da, kanım da ve kızım da helaldir! Benim için, kızım için yaptıkların, küçümsenir değil! Sen, ailemizden biri değilsin Kenan; sen, ailemizin ta kendisisin! Unutma!” dedi. Kenan, yutkundu; adam, ona neler demişti öyle, ona ne sunmuştu böyle ve bir kötü oldu, içi cız etti ve ne diyeceğini bilemedi. Hamdi, onun ellerini bıraktı. Kenan, rüzgârda savrulan bir dal parçası gibi sallanıp durdu önce, sonra oturma ihtiyacı hissetti. Bir şey demeliydi, susmaması gerekiyordu ve Hamdi’nin yüzüne baktı.
“Böyle düşünmeyin efendim! Ben, doğru bildiğim şeyi yaptım. Nankör olamazdım. Bana uygun olan da buydu!” diyebildi sadece Kenan. Hamdi, hafifçe başını sallayıp:
“Sana niye evlat demeye başladım, biliyor musun Kenan?” diye sorunca Kenan, bir şey demeden onun yüzüne baktı. Hamdi, gözleri nemli bir şekilde:
“Çünkü sen, artık benim evladım gibisin! Sana, damadım gözüyle bakıyorum ve eğer senin için de bir sakıncası yoksa ayaklanır ayaklanmaz, kızımla nişanını ilan etmek istiyorum!” deyince Kenan, birden irkildi. Bunu gerçekten beklemiyordu. Ani bir baskın yemiş gibiydi. Ne diyeceğini bilemedi. Kısık bir sesle:
“Siz iyi olun da, gerisini sonra konuşuruz!” diyebildi. Hamdi, usulca başını sallamakla yetindi.
***
Karaköy…
İvana, Jardel’in planını beğenmese de adam, onlara ağır bir şart sunmuştu; çaresiz kabul etmişti, Katerina da pek onaylamasa da, İvana’nın emrine uyması gerekiyordu.
“Başarabilecek misin?” diye soran İvana, Katerina’nın tepkisini ölçtü; Katerina, asıl rengini belli etmek istemese de, o da biraz tedirgin bir haldeydi ve:
“Elimden geldiği kadar…” deyince İvana, onun hal tavrını süzerek:
“Sende o ışığı görüyorum! Raskom gibi beceriksiz değilsin!” dedi.
“Umarım efendim!”
“Hazır ol o zaman!”
“Hazırım!” diyen Katerina, hiç de hazır olduğu belli olmayan bir tavırla yerinde dikleşti. İvana, tebessüm ederek onun jest ve mimiklerini yokladı.
***
Pamir’in cesedinin bulunduğu kıyıya gelmişti Cem; biraz dinlendikten sonra kendine gelmiş, soluğu burada almıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Ölümle burun buruna gelmiş, yine bir merhametle salıverilmişti. İçinde kini bitmemişti; hâlâ öfkeliydi ama ne yapacağını bilemiyordu. Tekrar piyasaya çıksa, bu sefer Payidar onu öldürür ve merhamet bulmazdı. Ne adım atsa, bir başarısızlık buluyordu. İçten kendine küfür etti; arkadaşına layık olmadığını, onun intikamını alamadığı için rezil olduğunu ve daha birçok şey düşünüyordu. Derin bir iç çekerek bilinmez bir öfke hamuruyla yoğrulmuş bünyesini, bu bozuk havada dalgaların homurtularına hibe etti. Şimdi ne yapacaktı?
Duyduğu araba sesi, onu kendine getirdi; oturduğu banka yayıldı, geleni umursamamaya karar verdi ve ayaklarını da üst üste atarak bekledi. Siyah bir minibüs, gelip onun hemen arkasında durmuştu. İki adam indi araçtan; takım elbiseli, filinta gibi iki delikanlıydı ve Cem’e doğru yürüyordu. Cem, onlardan habersiz bir şekilde dalgaların gelgitlerine kaptırmıştı düşüncelerini; adamlar geldi, geldi ve arkasında durdu. Cem, arkasında birilerinin durduğunu anlamıştı ama merak etmiyordu. Adamlardan biri:
“Cem!” diye seslenince dönüp onlara baktı.
“Bizimle gelmen gerek!” diyen diğeri, Cem’in:
“Siz kimsiniz?” diye sormasıyla:
“Gelince öğrenirsin!” der demez Cem, yavaşça ayağa kalktı. Onlarında arkasındaki arabaya baktı. Gözlerini kısarak içindekileri görmeye çalışsa da, başarılı olamadı. Bu sefer de:
“Payidar, fikrini mi değiştirdi? Beni öldürmeye mi karar verdi?” diye sorunca soldaki adam:
“Gelince öğrenirsin! Payidar’la alakamız yok!” dedi. Cem, kararsız kalmıştı ve ne yapacağını bilemiyordu. Merak da ediyordu. Merakını gidermek için, onlarla gitmeye karar verdi. Başını sallayıp adamların ona yol göstermesiyle yürüdü. Adamlar da onun peşinden ilerlediler. Havanın soğukluğu ilerlemiş, dolu veyahut yağmura gebe olan bulutlar, nerdeyse bünyelerindeki yağmur veya doluyu yeryüzüne boca etmeye başlayacaklardı. Rüzgârın şiddeti de artmıştı.
***
Milli Haberalma Servisi…
Emin, bilgisayarın başında kendi işleriyle meşguldü; istihbaratın veritabanına sızmıştı, bordo bereli operasyonları kurcalıyordu ve belli ki saatlerce bilgisayarın başındaydı. Çünkü gözleri, kızıla bulanmıştı; başına da bir ağrı saplanmış ve yanaklarında şişkinlikler peyda olmuştu. Musa, ona; istihbaratın, emniyetin ve TEM şubenin veritabanlarına sızmasını, Kandil veya dış mihraklı herhangi bir operasyon varsa bilgilerini bulmasını söylemişti. Takriben dört beş saattir Emin, bilgisayarın klavyesiyle haşır neşir olmuştu. O kadar dalgındı ki, içeri giren Musa’yı fark etmemişti. Musa, gelip önünde durduğunda, ancak kendine gelmiş ve hemen ayağa fırlamıştı.
“Otur, otur!” diyen Musa, Emin’in oturarak bilgisayara adapte olmasıyla:
“Var mı bir şeyler?” diye sordu.
“Görünürde yok efendim! Örtülü bir operasyondan bahsediyorlar. Operasyonun ne olduğu, nereye yapıldığı ve kimler tarafından yapıldığı bilgisi yok!”
“Hayalet operasyon yani?”
“Öyle efendim!”
“Şifreleme metodu mu kullanmışlar?”
“Doğru efendim!”
“Oku bakalım!” diyen Musa, Emin’in karşısındaki koltuğa oturdu. Emin, ekrandaki yazıyı büyütece alarak:
“Tahtalıköye imam ataması gerçekleşecek! Kura günü, kuracılar hazır bulunsun!” deyince Musa, ince bir tebessüme büründü. Yerinde doğrularak:
“Bordo bereliler, Kandil’e çıkacak. Hazır olsunlar!” der demez Emin, gözlerini kısarak:
“Kura günü?” diye sordu.
“Onların bir takvimi… Eğer çoktan yapılmışsa, Mahir denen adamımız ölmüş olabilir. Daha yapılmamışsa, bir şekilde gerekli yerlerle temas kurmamız gerekecek! Dosya tarihine baksana!”
Emin, dosyanın en alttaki tarihe baktı.
“İki gün önce kaydedilmiş efendim!”
Ayağa kalkan Musa:
“O zaman, daha operasyon yapılmamış! Yakında yapılır. Elini çabuk tut Emin! Mahir’le ilgili bir dosya hazırla ve gerekli yerlere postala!” deyince Emin, başını sallayıp:
“Derhal efendim!” dedi. Musa, kapıya doğru yürürken Emin, hemen işe koyuldu.
Kaytan, Musa’nın odasındaydı; içerde volta atıyor, sabırsız bir şekilde o uçtan bu uca dolanıp duruyordu. İçeri giren Musa’ya bakıp:
“Var mı bir şeyler?” diye sordu. Musa, ona doğru yürüyerek:
“Senin adam yaşıyor!” deyince Kaytan, koltuğuna geçen Musa’yı izleyerek:
“Nasıl öğrendiniz?” diye sordu. Musa, koltuğuna oturup karşısındaki koltuğu işaret edince Kaytan, o koltuğa doğru yürüdü. Musa, koltuğa oturan Kaytan’ı süzerek:
“Bir şekilde… Onu boş ver de Kaytan bıyıklı, senin adam hakkında bir dosya hazırlamamız gerek! Bordolar, yakında misafirliğe gidecek ve senin adam da, onların hediyesine kurban gitmeden, bir şekilde sıyrılması lazım!” dedi.
“Dosya tamam! Yeter ki onun başına bir iş gelmesin!” diyen Kaytan, çalan telefonunun ekranına baktı. Bilinmeyen bir numaraydı; Kaytan, gözlerini kısarak telefonun ekranını Musa’ya doğrulttu, Musa da anlamamıştı, aç dercesine göz oynattı ve Kaytan, telefonu açıp:
“Efendim!” dedi.
“Ben bukalemun!”
“Sen misin?” diye soran Kaytan, heyecanla yerinde doğruldu. Mahir’in sesi duyuldu.
“Zorla yuvaya soktular. Bir iş var. Sanırım rengimi biliyorlar. Kızıl goncada kıyamet kopacak, sura üfleyenin adı Şahin! Problemli aileden biri! Esrarın yurdundan… Kıyametin saati, hızla yaklaşıyor. Tembel çocuk, ödevini yapsın!”
Telefon kapandı. Kaytan, aklında kalan şifreleri yazmak için hemen kağıt kalem aldı. Musa’nın ifadesiz gözleri arasında, hafızasına kazınan şifreyi yazarken Musa, kısık gözlerle onu izliyordu.
“Ulan Mahir, ulan Mahir! Sana dedim, anlaşılır şifre yaz diye! Ama sen, hep bildiğini oku! Gel de bu şifreyi çöz!” diyen Kaytan, kâğıdı Musa’ya doğru itti. Musa, kağıda tepeden baktı.
‘Kızıl goncada kıyamet kopacak, sura üfleyenin adı Şahin! Problemli aileden biri! Esrarın yurdundan… Kıyametin saati, hızla yaklaşıyor. Tembel çocuk, ödevini yapsın!’
Şifre bundan ibaretti; Musa, başka bir kağıt kalem aldı. Diğer kağıdın üstünde düşünürken Kaytan, derin nefesler alıp veriyordu. O sırada Emin, elinde bir tabletle içeri girdi. Musa, bir gözü ondayken Kaytan:
“Var mı bir şey koçum?” diye sordu. Emin, tableti sehpaya bırakıp:
“Bir yazışma tespit ettim efendim!” deyince Musa, tableti istercesine elini uzattı. Emin, tableti ona verdi. Fake olduğu ayan beyan olan iki mail adresi, birbirlerine mesaj yollamıştı.
‘Suskun-Faqir: Kopacaz panpa!
Cezalı-Panpa: Geldi mi haber?
Suskun-Faqir: He geldi!
Cezalı-Panpa: Ne vakit?
Suskun-Faqir: Günahkarın tövbe ettiği vakit…
Cezalı-Panpa: O zaman hero!’
Yazışmadan pek de bir şey anlamayan Musa’nın aklına, direk Kenan geldi. Şifre çözme konusunda, zamanında mastır yapmış biriydi. Emin’e bakıp:
“Kenan’la irtibat kur! Baykuşların uluduğu vakitte burada olsun!” deyince Kaytan, gözlerini kısarak Musa’ya baktı. Emin, başını sallayıp kapıya yönelmişti. Musa, sırtını koltuğa yaslayıp Kaytan’ın suratına baktı ve istemeden tebessüm etti.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Balkonda tek başına oturmuştu; bir türlü gözlerine uyku girmemişti Rıfat’ın, patronunun söylediklerini unutamıyordu, hafızasından silemiyordu onun laflarını ve ne yapacağını da bilemiyordu. Bunca yıl, onun için çalışıp didinmesine rağmen hâlâ dış kapının mandalıydı. Çok kırılmıştı. Ama patronu da haklıydı. O, basit bir adam, bir tetikçi ve gözünü kırpmadan feda edebileceği sıradan bir adamdı. Aileden biri olmak, ailenin içine girmek kim, o kim diye düşünürken balkon kapısının açılmasıyla, ister istemez düşüncelerinden sıyrıldı. Simay da uyumamıştı, onu uyku tutmamıştı. Rıfat’ın yanında durup:
“Uyumadın mı?” diye sordu. Rıfat, içli bir şekilde:
“Uyumadım Simay Hanım! Sizi de rahatsız ettim, kusura bakmayın!”
Simay, ince bir tebessümle onun yüzüne baktı. Rıfat, bakışlarını kaçırdı ondan. Simay, onun koluna hafifçe vurup:
“Ne bu resmiyet Rıfat?” deyince Rıfat, gözlerini ileriye dikerek:
“Olması gereken bu, Simay Hanım!” der demez Simay, kaşlarını çatarak:
“Başlarım hanımına ha!” diye çıkıştı ve:
“Sen, bizi duydun değil mi? Yani daha doğrusu babamın söylediklerini…” diye sordu.
“Ne önemi var? Olması gerekenleri söyledi babanız!”
“Boş ver onu ya! Bu aralar iyi değil! Yaşadıkları zor tabi! Toparlansın, kendine çeki düzen verir.”
“Estağfurullah Simay Hanım! Asıl benim kendime çeki düzen vermem gerek!”
“Saçmalama!”
“Ben müsaadenizi istiyorum!” diyen Rıfat, Simay’ın bir şey demesine fırsat vermeden kapıya yöneldi. Simay, acımsı nazarlarla onun arkasından baktı.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Gecenin köründe çağırdın reis! Hayırdır, beni mi özledin?” diye soran Kenan, Kaytan’ın yüzünü gülümsetse de Musa, kaşlarını çatarak:
“Sululuğu bırak! Şunlara bak hele!” dedi ve Mahir’in verdiği şifreli haberi, Emin’in de getirdiği şifreli yazışmayı onun önüne bıraktı.
“Ne bu?”
“Biz de onu öğrenmek için seni çağırdık delikanlı!” diyen Kaytan, Musa’nın:
“Şifreli bir şeyler işte! Çöz!” demesiyle Kenan, ince bir tebessümle:
“Çözerim de, benim kârım ne?” diye sordu. Musa, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Beşkardeş… Tekme tokat da var, istersen!” deyince Kenan, gülümseyerek bakışlarını kağıda ve tablete çevirdi. Kalemi eline aldı Kenan; Kızıl Gonca’nın altını çizdi, ‘Kıyamet Kopacak’ sözünün de altını çizdi. Altı çizilen kelimeleri sıraya koydu: ‘Kızıl Gonca, Kıyamet Kopacak, Sura Üflemek, Şahin, Problemli Aile, Esrarın Yurdu, Kıyamet Saati, Tembel Çocuk, Ödevini Yapmak…’
“Kilit kelimeler bunlar!” diyen Kenan, ‘Kızıl Gonca’yı işaret ederek:
“Bir vasıf, betimleme aracı veya bir isim olabilir. Kızıl Gonca, belki de bir kadın ismi veya lakabı ya da herhangi bir yerin adresi de olabilir reis!” dedi. Kaytan, çenesini sıvazladı ve Musa’ya baktı. Musa, sessizliğini koruyordu. Kenan, ‘Kıyamet Kopacak’ cümlesine değinerek:
“Bir olay olacak, bu malum! Buna kıyamet diyorlar. Belki bombalı bir saldırı, silahlı bir eylem veya rehin alma gibi bir şey de olabilir. Orasını bilemem!” dedikten sonra ‘Sura Üflemek’ ve ‘Şahin’ kelimelerine odaklanıp:
“Sura üflemek, sizin de anlayacağınız emir vermektir. Şahin, birinin adı, kod adı veya lakabı da olabilir reis! Yani Şahin denen biri, kıyamet diye nitelenen olay ya da eylem için emir vermiş diye çözdüm.” dedi. ‘Problemli Aile’ ve ‘Esrarın Yurdu’ kelimelerini işaret eden Kenan:
“Aklıma takılanlar bu ikisi! Problemli aileden kasıt, şu yakın zamanda uğraştığınız Nemirkan olabilir. Varsayım bu! Ama esrarın yurdu denince, direk aklıma Güneydoğu geldi. Yani varsayım, kuvvet kazandı reis!” deyince Kaytan, ellerini şaklatıp:
“Tabi ya! Lice, esrar yurdu diye tabir edilir. Esrarın büyük çoğunluğu, orada yetişir. Aferin Kenan!” dedi. Kenan, tebessüm ederek ‘Kıyamet Saati’ni işaret etti ve:
“Kıyamet saati, olayın ya da eylemin gerçekleşeceği zamanı ifade ediyor. Bunda hemfikiriz!” dedi. ‘Tembel Çocuk’ kelimesine dokunan Kenan:
“Tembel Çocuk’tan kasıt, bağlı olduğu adamı kast ediyor reis! Yani bunu diyen kime bağlıysa, onun hareketsizliğine işaret ediyor olabilir!” deyince Kaytan, gülümseyerek:
“O tembel çocuk, benim delikanlı!” deyince Kenan, bir şey demedi ve başını sallayıp son kelimeyi işaret etti.
“Ödevini yapsın derken, görevini yapsın anlamında mesaj vermiş! Yani tembel çocuk, gereken neyse onu yapsın! Harekete geçsin!”
Musa, sırtını koltuğa yaslayıp Kaytan’a baktı. Kaytan, çenesini sıvazlayarak:
“Kıyamet ne ve ne zaman kopacak? Asıl soru bu!” dedi. Musa, tableti gösterip:
“O yazışmaya bak!” dedi. Kenan, yazışmayı içinden okurken Kaytan, parmağını şakağına dayayıp onu izliyordu. Kenan, yazışmadaki kilit kelimeleri çözmeye çalıştı.
“Bunda kilit kelime olarak sadece, ‘Günahkârların Tövbe Ettiği Vakit’ denen kelimeyi buldum reis! İslami bilimlerde, sabah namazı veya kuşluk vakti, tövbenin en makul vakitleri olarak bilinir. Yazışan kişiler, bu iki vakitten birini işaret etmiş. Ama hangisini, onu bilemem! Kopacaz panpa diyerek, aslında eğlenceli olmayan bir işe işaret etmiş. Tıpkı kıyamet gibi… Eylem mi, olay mı ya da başka bir şey mi, muamma!” diyen Kenan, Musa’nın:
“Yazışma adreslerinden bir şey çıkar mı?” diye sormasıyla:
“Muhtemelen fake isimlerdir reis!” deyince Musa, gözlerini kısarak:
“Fake ne lan?” diye sordu. Gülümseyen Kenan:
“Sahte isim…” der demez Musa, hafifçe başını salladı. Kaytan, yerinde doğrulup:
“Yazışma ve bana gelen şifreli haber arasında bir ilişki olabilir mi?” diye sordu. Kenan, gözlerini ona dikerek:
“Benim anladığım tek şey, şu! Büyük bir eylem olacak, sembolik bir yerde, sembolik bir zamanda ve sembolik bir şekilde gerçekleşecek. Olayın ne olduğu, nerde yapılacağı, nasıl yapılacağı bilinmiyor. Muhtemelen bu yazışmada geçen sahte isimler, bizim kafa yormamızı ama ne kadar yorarsak da bulamayacağımızı bildiklerini gösteriyor. Bize düşen, sembolikleri belirlemek!” dedi. Musa, derin bir nefes aldı. Zor bir şeyle karşı karşıyaydılar. Nasıl yapacaklarını bilemiyorlardı. Kenan, tableti masaya bırakıp:
“Benden bu kadar! Yapacak başka bir şey var mı?” diye sordu. Kaytan, yerinde dikleşerek:
“Benim adam, kendisine bukalemun diyordu. Onun hakkında endişeye düştüm!” deyince Kenan, yeni aklına gelmiş gibi:
“Senin adam, yani bukalemun, zorla birileri tarafından buraya, İstanbul’a getirilmiş ve ‘rengimi biliyorlar’ diyerek de sanki açığa çıktığını ima ediyor. Bana göre böyle!” dedi. Musa, birden irkildi. Gözlerini Kaytan’a çevirip:
“Lan!” diye sayıkladı. Kenan ve Kaytan, kısık gözlerle Musa’ya bakarken Musa, elini hızla masaya vurdu.
“Bu işi, senin adamına yaptıracaklar Kaytan! Mahir burada! İstanbul’da…” diyen Musa, öfkeyle yoğrulmuş gözlerini Kaytan’ın yüzünde gezdirdi. O sırada Emin, telaşlı bir şekilde içeri girdi. Elinde başka bir tablet vardı. Musa, gözleriyle onu izledi. Emin, gelip karşılarında durdu ve:
“Kızıl Gonca, bir kitap ismi efendim! Yazarı, Saniye Tunalı! Yarın sabah saat onda, Emoji Kitap Fuarı’nda imza töreni var. Görür görmez, aklıma dank etti efendim!” deyince Kenan, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Bizim bukalemun, imzasını gürültülü atacağına benziyor galiba!” diye fısıldadı. Musa ve Kaytan bakışırken Kenan, katı bakışlarını önüne dikmişti.
***
Taksim’e gün doğdu; meydana güneş sindi, dünkü fırtınalı ve soğuk havanın gerisinde yeller esiyor, güneşler parıldıyor ve sonbaharın ılık havası dört bir yanı ablukaya almıştı. Bu sıcaklığı fırsat bilen insanlar, meydana üşüşmüştü; satıcılar, mallarını satmak için dört bir yanda dolanırken deri montlara, hafif ceketlere ve ince kazaklara bürünmüş insanlar, sıcak havanın tadını çıkarmak için ortalıkta geziniyorlardı.
Emoji Kitap Fuarı, bugün kalabalık insan yığınlarını ağırlıyordu; kalemiyle meşhur, yazdıklarıyla ün salan, kelimeleri raks ettiren ve nüktedan kişiliğiyle bilinen usta yazar Saniye Tunalı, kitaplarının başında oturmuş ve gelen hayranlarına imza atıp onlarla konuşmak için can atıyordu. Daha imza törenine vardı. Yetkili birisiyle koyu bir sohbete dalmış olan uzun boylu, endamlı ve parlak simalı Saniye Tunalı, vaktin gelmesini canı gönülden bekliyordu. Kimi insanlar, kitaplarını yeni alıp imzalatmak için etrafta koştururken kimileri de kendi aralarında konuşup vaktin gelmesini beklemekteydi.
Musa ve Kaytan, otoparkta arabadan inerken yoğun kalabalığı fark ettiler; Kaytan, hiç umudu yokmuş gibi Musa’ya bakarken Musa, Allah’tan umut kesilmez dercesine başını salladı ve hızla mekâna doğru yürümeye başladı. İkisi de tedirgin, ikisi de huzursuzdu. Musa, daha kapıya varmadan elini kulağına götürüp:
“Fuarın kamera sistemlerine sızmayı başardın mı Emin?” diye sordu.
Milli Haberalma Servisi…
Adeta bilgisayara gömülmüş, gözlerini dört açmış ve hunharca çalışmakta olan Emin, kulaklığından gelen sesle:
“Az kaldı reis!” dedi.
“Acele et!”
“Anlaşıldı!” diyen Emin, işine daha iyi adapte olmaya çalıştı. Klavyeye eziyet edercesine tuşlara bastı, monitöre daha da sokuldu ve farenin başını döndürürcesine hareket ettirdi. Ekranda beliren cisimler, onun doğru yolda olduğunu gösteriyordu. Emin, birkaç tuşa daha bastı ve Enter tuşuna son defa tık yaptı. Monitörde beliren kameralar, fuara aitti. Kalabalık insan yığınları poz vermişti kameralara; yazarı görebiliyordu Emin ve Musa’yla Kaytan’ın içeri girdiğini gördü.
“Tamamdır efendim!”
“Gözlerini dört aç!”
“Anlaşıldı!” diyen Emin, adeta monitöre yapıştı. Diğer bilgisayarı açtı. Seçtiği profil resimlerini, kablosuz bir şekilde diğer bilgisayara aktarıp kimlik taraması yapmaya çalıştı. Şüpheli olabilecek kimse yoktu ya da görünmüyordu. Emin, büyük bir uğraşın onu beklediğini biliyordu.
Taksim Emoji Kitap Fuarı…
İmza töreni başlamıştı; belediye bedava erzak dağıtıyordu sanki, insanlar tek sıra halinde durdu, herkes sırasını bekliyordu ve Musa’yla Kaytan, sıranın en arkasında durup etrafı kolaçan etmeye başladılar.
Fuarın bir sokak aşağısında, bir VIP transitin içinde bekleyen Şahin, yanında oturmakta olan ve uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüş olan Mahir’e baktı. Belli ki Mahir, cesaret safsatası altında hap da almıştı. Gözlerinin feri sönmüş, ruhu bedeninden azade olmuş bir şekilde beklemekteydi. Şahin, karşısında oturan Kürşat’a bakıp:
“Geldiler mi?” diye sordu.
“Geldiler ağam!”
“Bukalemunu salalım o vakit! Tövbesi kabul olsun!” deyince Kürşat, hemen kapıyı açtı. Mahir’in kolundan tutup beraber inmeye çalıştı. Mahir’in üstünde kalın bir mont vardı, önü fermuarlıydı ve yakasına dek kapalıydı. Kürşat, Mahir’in kolundan tutup:
“Yürü bakalım!” dedi. Mahir, bir robot gibi onun çekiştirmesiyle yürümeye başladı.
Milli Haberalma Servisi…
İyice kameraya eğilen Emin, dışarıyı izliyordu; birden gözlerine, Mahir ve Kürşat’ın birlikte yürüdüğü görüntüler takıldı. Elini kulağına götürüp:
“Efendim, reis, efendim!” diye telaşlı bir şekilde seslendi.
Taksim Emoji Kitap Fuarı…
“Söyle Emin!” diyen Musa, etrafını kolaçan etti.
“Efendim! Mahir Işık, yanında bir adamla dışarıda! Üstünde kalın bir mont var. Sanırım bomba…”
“İzlemede kal Emin! Uzaktan kumandalıdır, cemırları çalıştır oğlum!”
Milli Haberalma Servisi…
“Derhal efendim!” diyen Emin, hemen diğer bilgisayara eğildi; birkaç komut dizesi girdi, enter tuşuna bastıktan sonra açılan sayfadan yeni bir komut dizesi girdi ve bekledi. Dünya sembolüne benzer bir cisim belirdi. Cismin üzerinde, anten şeklindeki grafikleri izledi. Altında, ‘Loading’ yazısı yanıp sönüyordu. Emin, heyecandan ellerini ovuşturuyordu. Birden dünya şeklindeki cismin üstündeki antenlerde kırmızı ışıklar belirdi. Emin, gülümseyerek:
“İşte bu!” diye mırıldandı ve:
“Efendim tamam!” dedi.
“Dikkatli ol!”
Taksim Emoji Kitap Fuarı…
Dışarı çıktıklarında Mahir, tek başına yürüyerek binaya doğru geliyordu. Musa, Kaytan’a dönüp:
“Sakin… Sakin olalım! Üstünde bomba var. Her an patlatabilirler Kaytan!” dedi. Kaytan, Mahir’e bakarak Musa’ya:
“Durması için seslenmem lazım!” deyince Musa:
“Vakit yok! Bekle!” dedi. Kaytan, Musa’yı es geçerek hızla Mahir’e doğru koştu.
“Kaytan!” diye bağıran Musa, peşinden koştu. Arkasından yakalamaya çalıştı. Ama başaramadı. Kaytan, aralarında birkaç adım kala durup:
“Mahir, dur evladım, dur!” diye seslendi. Kendinde değildi Mahir, gözleri bakıyor ama bilinci yerinde değildi. Sadece yürüyor, adımlıyor ve sanki ölüme doğru yol alıyordu.
“Mahir dur!” diye bağıran Kaytan, onun yakasından tuttu ve hızla yere düşürdü. Mahir, sırt üstü yerdeydi. Kaytan da üstündeydi.
Gülümseyen Şahin, yanındaki cep telefonunu aldı. Bir numara girdi. Telefon sinyalinin çekmediğini görünce, irkilerek Kürşat’a baktı. Kürşat, anlamsız bakışlarla ona bakarken Şahin:
“Sinyal kesilmiş!” dedi. Kürşat, cebindeki telsizi çıkardı. Bir tuşa bastı. Hışırtılı sesler yükseliyordu. İletişim kesilmişti. Kürşat’ın yüzünde beliren tebessüm, Şahin’in gözlerini kısmasına neden oldu.
“Ben tedarikliyim ağam!” diyen Kürşat, montun iç cebinden kriptolu bir telefon çıkararak:
“Aynısı, dama tünemiş keklikte de var!” deyince Şahin’in yüzü güldü. Başını salladı. Kürşat, bir numara tuşladı. Telefonu kulağına dayayıp bekledi. Az sonra bir ses duyuldu.
“Eceliniz geldi itler!”
Fuarın tam karşısındaki binanın çatısına konuşlanmıştı Kürşat’ın keklik dediği adamı; keskin nişancı tüfeğine eğilmiş ve fuarın avlusundakileri hedef almıştı ama Kenan, son anda fark etmiş ve bir faciadan önce onu etkisiz hale getirmişti. Emin’in sayesinde adamın yerini bulmuştu. Şimdi de nişancı tüfeğine eğilmiş ve ara sokaktan çıkan VIP aracı izliyordu.
Birden irkildi Kürşat, yüz hatları gerildi ve hemen telefonu kapatıp:
“Gazla!” diye bağırdı şoföre; Şahin, bundan bir şey anlamamıştı, şoförün gaza yüklenmesiyle araç, hızla bir yola girdi. Arkadan cama isabet eden kurşun, camın zırhlı olmasından dolayı kurşunu içeri alamamıştı. İkinci kurşun da saplandı. Şahin, ne olur ne olmaz diyerek eğilmiş, koltuğa yayılmıştı. Kürşat, şoföre bağırıp çağırıyordu. Araç, yoldaki trafiğe rağmen hızla ilerliyor ve izini kaybettirmeye çalışıyordu. Nihayet bir ara caddeye girerek Kenan’ın hedefinden sıyrılmışlardı. Şahin, yerinde doğrulup:
“Kahretsin, kahretsin, kahretsin!” diye bağırdı. Kürşat, sanki kendisi başarısız olmuş gibi mahcup bir tavırla başını öne eğmişti. Şahin’in öfkesi dinmek bilmiyor, burnundan soluyor ve adeta saçlarını yoluyordu.
Kenan, elini kulağına götürüp:
“Tehlike geçti reis!” dedi. Musa’nın sesi:
“Sağ ol evlat!” diye duyulunca Kenan, bu sefer de Emin’e:
“Cemırları sakın kaldırma Emin!” diye talimat verdi.
“Anlaşıldı!”
Kenan, derin bir nefes alıp tüfeğin dürbünüyle alanı izlemeye koyuldu.
***
Bir odaya girdi Katerina; hastanede dikkat çekmek istemiyordu, üstündeki kıyafetler de çok dikkat çekiciydi ve kamufle olması gerekiyordu. Öğlene yaklaşan saat, öğlenin sıcaklığını da beraberinde getiriyordu. Güneş ışıkları, pencereden içeri damlarken Katerina, girdiği odada göz gezdirdi. Hemşirelere ait bir odaydı ve Katerina, askıda duran ünlükleri görünce gülümsedi.
Odadan çıkan Katerina, yüzüne örttüğü maske ve kafasına geçirdiği galoşla kamufle olmayı denemişti. Üstündeki beyaz ünlük de, onu bembeyaz bir renge bulamıştı. Ama kırıtması, bir hemşireye yakışmayacak cinstendi. Yine de aldırış etmiyor, buna kafayı takmıyor ve yoluna bakıyordu.
Yine yorgun, kendinden hafif geçmiş bir tavırla otoparkta arabasını durduran Kenan, dikiz aynasından kendine baktıktan sonra uzandı ve torpido gözündeki silahını aldı. Telefonu çalınca, ekrana bakıp gülümsedi. Açıp:
“Efendim gülüm!” dedi. Gaye’nin sesi:
“Nerdesin Kenan, yine nereye kayboldun?” diye duyulunca Kenan, kapıyı açarak:
“Geldim gülüm geldim!” dedi.
“Çabuk ol! Babamı taburcu edeceğiz!”
“Bensiz olmuyor mu?”
“Yok, illa Kenan’ı göreceğim diyor!”
“Bekle, otoparktayım!”
“Tamam!” diyen Gaye, telefonu kapattığında Hamdi:
“Nerdeymiş?” diye sordu. Gaye, tebessüm ederek:
“Geliyor baba, otoparktaymış!” dedi. Hamdi, yavaşça başını sallarken Gaye, ayağa kalkıp:
“Ben geliyorum baba!” dedi.
“Nereye?”
“Koridora…”
Hamdi başını sallayınca Gaye, gülümseyerek kapıya doğru yürüdü.
Katerina, Hamdi’nin odasından çıkan Gaye’ye göz ucuyla baktı; biliyordu kim olduğunu ve pek de umursamıyordu. Etraftaki adamlar da onunla ilgilenmiyordu. Gaye, yanından geçen bu garip kıyafetli hemşireye baktı. Sanki bir yerden tanıyor gibiydi, hafızasını ne kadar zorlasa da çıkartamadı. Bir şey anlamadı. Pencereye doğru yürüdü ve gözlerini dışarıya kilitledi. Kenan’ı bekliyordu. Katerina, etrafını kolaçan etti. Gaye’nin ona sırtı dönüktü, adamlar kendi dalgalarındaydı ve tam fırsatını yakalamıştı. Hemen Hamdi’nin odasına yöneldi. O sırada Kenan, koridorun başında belirmişti. İçeri birinin girdiğini fark etti. Gözleri Gaye’ye takıldı. Pencereden dışarıya bakıyordu. Hızlandı Kenan, içeri girenin bir de kırıtarak yürüdüğünü görünce daha da bir şüphelendi. Koşarak odaya doğru ilerleyince Gaye, onu fark etti ve anlamaya çalıştı.
“Kenan, Kenan!” diye seslense de Kenan, ona bakmadan kapıya abandı. Kapı, içerden kilitlenmişti. Kenan, tekrar abansa da fayda etmemişti. Gaye korktu, adamlar endişeyle kapıya üşüştü ve içerden gelen boğuk sesler, Kenan’ı hırsa getirdi. geriye çekilip var gücüyle kapıya abanan Kenan, kapıyı kırıp yana devirerek içeri girdiği gibi Katerina’nın kolundan tutup geriye savurdu ve boğazına yapışıp onu duvara monte etti. Katerina içeri girmiş, uyuklayan Hamdi’ye doğru yürümüş ve kafasının altındaki yastığı aldığı gibi yüzüne bastırmıştı. Kendine gelen Hamdi, onunla koyu bir mücadeleye girişmişti. Debelenip durmuş, kadına yumruklar sallamış ama başarılı olamamıştı. Bir eliyle silahına uzanan Katerina, tam silahını çıkarıp Hamdi’nin kafasına sıkacağı vakit kapı kırılmış ve Kenan, onu geriye savurarak ve yakasından sımsıkı tutarak duvara monte etmişti. Galoşu ve maskeyi indiren Kenan, Katerina’nın gülen gözleriyle karşılaştı.
“Sen ha?” diye soran Kenan, Katerina’nın:
“Ben ya! Sonunuz geldi!” demesiyle irkildi. Gaye Kenan’a, Kenan Katerina’ya bakarken dışarıdan gelen silah sesleri, ortama bir panik havası düşürdü. Hızla silahını çekip Katerina’nın alnına yapıştıran Kenan:
“Senin de…” dedi ve hiç düşünmeden tetiğe bastı. Katerina, canından feragat edip yere düşerken Hamdi, hızla yerinde doğruldu.
“Hemen çıkmamız lazım!” diyen Kenan, koridordaki adamlardan birinin vurulup yere düşmesiyle irkildi. Gaye, avazı çıktığı kadar bir çığlık savurdu. Kapıda beliren adamlar, silahlarını Kenan, Hamdi ve Gaye’ye doğrulttular. Takriben ona yakın adam vardı. Hepsi silahlı ve gözlerini kırpmadan bekliyordu. Kenan, derin bir nefes alıp Hamdi’ye baktı. Hamdi, yumruklarını sıkmış ve öfke dolu gözlerle adamlara bakıyordu. Az sonra kapıda duran İzam Ağa, herkesin irkilerek sıçramasına neden oldu. Kenan, iri gözlerle Hamdi’ye bakarken İzam Ağa, yüzünde güleç bir ifadeyle içeri girdi. Hafifçe başını sallayıp:
“Geçmiş olsun Pars!” dedi. Hamdi, nutku tutulmuş gibiydi. Kenan susuyor, Hamdi susuyor ve Gaye, bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. Ortama bağdaş kuran gergin hava, ne kadar solunsa da geçmek bilmiyordu.
🌐🌐🌐
20. Bölümün Sonu
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top