"Geçmiş"
Boğazdaki mekanda atmosfer, buğulu bir şekil almıştı; Payidar, Hamdi’nin bu vurdumduymaz tavırlarına bir anlam veremiyordu, içten içe korkmaya başlasa da, bunu muhatabına yansıtmamayı beceriyordu. Hamdi, gayet rahat davranıyor, adeta Payidar’ı çatlatmaktan zevk alıyordu.
“Beklemekten sıkıldım Hamdi!”
Hamdi, tam bir şey söyleyecekken telefonu çaldı. Yerinde doğrulup masadaki telefonu aldı ve açıp sesini hoparlöre verdi.
“Söyle Bünyamin!”
“Efendim, Kenan’ı aldık!”
Payidar, birden irkildi; duyduklarıyla şok oldu, Hamdi gülümsedi ve:
“Tamam o zaman Bünyamin! Ben de vizyonda gişe rekorları kıran filmimizi izletiyorum misafirimize!” dedikten sonra telefonu kapattı.
“Ne oluyor lan?” diye atarlanan Payidar, Hamdi’nin:
“Sakin ol!” demesiyle gözleri kısıldı. Hamdi, masadaki uzaktan kumandayı alıp televizyonu açtı. Payidar’ın gözleri, yavaşça televizyona yöneldi. Gördüğü manzarayla beyninden vurulmuşa döndü. Kızının ve damadının bağlı bir şekilde ekrana poz vermeleri, içine kurt düşürdü. Yutkundu, dönüp Hamdi’ye baktı, tekrar televizyona çevirdi bakışlarını ve kızına bir silahın doğrulduğunu görünce yerinde sıçradı. Hamdi, keyfinden kuduracakmış gibi sırıtıyordu. Payidar, gözleri öfkeden kızıllaşmış bir şekilde:
“Durdur onu, onu durdur!” diye bağırdı.
“Bağırma Payidar! Ben istemeden, o silah ateşlenmez! Ama her an isteyebilirim! Bu sana kalmış!”
Payidar pes etti, bayrağını sallarcasına:
“Ne istiyorsun, damadını aldın işte?” diye sordu.
“Sen benden ne istediysen, ben de senden onu istiyorum! İhaleyi bana bırak!”
Payidar, kazdığı kuyuya kendisinin düştüğünü anlamıştı; hem de kendi kazdığı kuyuya düşmüştü, çırpınıp durması nafileydi, ne yapsa boştu ve Hamdi’yi az buçuk tanıyorsa, kızıyla damadının başka şansı yoktu. Mecburen pes edecekti. Derin bir nefes aldıktan sonra:
“Pekâlâ, senin dediğin gibi olsun! Pes ediyorum! Hakkın var, dedikleri gibi Pars birisin! Sana boynum kıldan ince artık! Her şeyimle sana teslim oluyorum! İster beni yok edersin, ister ihya, sen bilirsin! Ama sana yalvarıyorum, ben ettim sen etme! Kızımı ve damadımın hayatını bağışla! İstersen, her şeyimi al! Malım, mülküm, servetim ve hatta canım… Ama kızıma dokunma!” deyince Hamdi, usulca başını salladı.
“Biz, birbirimizi yiyip duracağımıza, neden senle aynı masaya oturmuyoruz? Kızımı kaçırmak istedin, damadım bildiğin yedi yabancı ve masum birini kaldırdın! Ama ben, sana insaflı davranacağım! Eğer güvenimi kazanmak istiyorsan, sana bir şans vereceğim!”
“Dedim ya Pars, sana boynum kıldan ince! Kızımı bırak!”
Hamdi, yerinde doğrulup:
“Benim, karıyla kızla işim olmaz Payidar! Senin kızın, benim kızım artık!” dedikten sonra:
“Kurul olarak yeni bir pazara yelken açıyoruz! Bu Pazar, kadın işidir. Sen, bu işte ustasın, biliyorum! O yüzden kadın işine, seni getiriyorum! Elindeki sermayelerle birlikte, benim de getirteceğim yeni sermayelerle, pazarda sahip olduğun namı, her şeyiyle bana hibe edip bizim için çalışacaksın! Kârını da alırsın, merak etme! Bilirsin, ben eli bol biriyim!” diye ekledi.
“Sana itiraz edecek halim yok! Şerefimi yok edip yine o şerefi, yoktan var ediyorsun! Diyecek sözüm de, edecek kelamım da yoktur.”
“Güzel o zaman! Yarın gel, toplantıya katıl!”
“Anlaştık Pars!”
Hamdi, elini uzattı; Payidar’ın titreyen eli, yavaşça uzandı, tokalaştıklarında Payidar, içinde bir korku ve endişe hissetti. Hamdi, ayağa kalkan adama bakarak:
“Kızına iyi bak, çok tatlı bir kızın var!” dedi. Payidar, usulca başını salladıktan sonra kapıya doğru yürüdü. Hamdi, yemeğini iştahla yemeye devam etti.
***
Öfkeden burnundan soluyor, gözleri seğiriyor ve çenesindeki dişleri zangırdıyordu Bünyamin’in; içindeki hırsı, öfkesi ve kini dinmemişti. Son anda insafa gelmişti; Kenan’a sıkacağına havaya sıkmış ve tavanda mermi izi bırakmıştı. Hemen yanında oturan Kenan, gözlerini bir noktaya dikmiş ve derin düşüncelere dalmıştı.
“Gaye Hanım’a dua et!”
Kenan, Bünyamin’e dönerek baktı. Bünyamin, devam etti.
“Yoksa kafana sıkmak, bir saniyemi bile almazdı!”
Kenan, hafif bir tebessümle:
“Beni hem kurtarıp hem de kafama sıkmak, sana ne kazandıracak?” diye sordu.
“Seni kurtarmak, bana çok şey kazandırdı; lakin kafana sıkmak, bana koymaz! Bir iki yalan, bu işin üstünü örter.”
“Beni şimdi nereye götürüyorsun peki?”
“Gidince görürsün!” diyen Bünyamin, konuyu kapattı. Kenan da üstelemek istemedi.
***
İkisinin de gözleri bağlıydı, sandalyeye bağlanmış bir halde bırakılmışlardı ve odada, onlardan başka hiç kimse yoktu. Simay, yanakları nemlenmiş bir haldeydi ve Pamir, hâlâ korkudan titriyordu.
“Bırakın beni, ben bir şey yapmadım!” diye seslenen Pamir, Simay’ın:
“Boşuna bağırma, bizi öldürecekler!” demesiyle:
“Hep senin babanın yüzünden, o sebep oldu!” deyince Simay, sinirlenerek:
“Saçmalama be, babam ister miydi bu hale gelmemizi?” diye sordu. Pamir, ona cevap vereceğine:
“Benim Payidar’la hiçbir alakam yok, bırakın beni gideyim! Kızı sizin olsun!” der demez Simay, birden irkildi.
“Ne diyorsun ya? Beni onlara mı bırakacaksın?”
“Bana ne senden kızım, baban düşünsün!”
“Ne?” diye sayıklayıp ağlamaya başlayan Simay, aniden açılan dış kapının sesiyle bağırdı.
“İmdat, buradayız!”
Az sonra Payidar, yanında Rıfat’la odaya girdi. Onlar daha bir şey söylememişken Pamir, birden atıldı.
“Bırakın beni! Benim Payidar’la hiçbir alakam yok! Kızı sizin olsun!”
Payidar, gözleri iri bir şekilde Rıfat’a dönüp baktı. Rıfat, öfkeden kızıllaşan yüzüyle Pamir’i izliyordu.
“Lütfen bırakın beni!” diyen Pamir, adeta nişanlısını satıp kendini kurtarmak için çırpınıyordu. Payidar, Rıfat’a bakıp başını salladı. Rıfat, ikisinin gözlerini açmak için harekete geçti; Payidar, katı gözlerle Pamir’i izliyordu, kollarını birleştirip beklemeye geçti ve Rıfat’ın, Simay’ın gözlerindeki bandajı kaldırmasıyla gülümsedi. Simay, karşısında babasını görünce irkildi. Payidar, parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı, başını sallayan Simay, Pamir’in gözlerindeki bandajı kaldırmakla uğraşan Rıfat’ı izledi. Pamir, gözlerindeki bandajın kalkmasıyla gözlerini yavaşça açtı. Birden cin çarpmışa döndü, gözleri seğirdi, dudakları titredi ve gözleri doldu.
“Baba!”
“Ne babası lan?” diye çıkışan Payidar, gelip onun tam karşısında durdu.
“Senin benimle hiçbir alakan yokmuş, kızımın bile senin gözünde değeri hiçmiş lan! Onu düşmana bırakıp kendi kıçını kurtarmaya çalışman, nişanlılık görevin mi?”
“Baba, ben korkudan…”
Elinin tersiyle yüzüne bir şamar indiren Payidar, onu susturdu.
“Demek korktuğun her an, kızımı ve beni satacaksın, öyle mi? Rıfat! Kızımı çöz, gidiyoruz!”
Rıfat, Simay’ı çözmekle uğraşırken Payidar:
“Artık bitti Pamir! Seninle bütün alakamı kesiyorum! Kızıma layık değilsin, tırnağına bile değmezsin!” dedi. Pamir, ne diyeceğini bilemiyordu. Simay, ayağa kalkıp babasına sarıldı.
“Çıkar yüzüğü kızım! Bu herif, seni hak etmediğini alenen belli etti!”
Pamir, bir şey söylemeden öylece bakıyordu. Simay, parmağındaki altın kaplamalı tek taş yüzüğü çıkarırken Payidar, durmadan tehdidini de savurdu.
“Bir daha kızımın etrafında, yanında yamacında görürsem, kafana sıkarım!”
Pamir, donuklaşan gözlerle adamı izlerken Simay, yüzüğü yere atıp:
“Yazıklar olsun sana!” dedi ve babasının koluna girerek kapıdan çıktılar. Rıfat, tam kapıdan çıkacakken son kez dönüp Pamir’e tükürdü ve kapıdan çıktı. Pamir, onların arkasından bakmakla yetindi.
***
Güneşin tepeye bağdaş kurması, bulutların kendi kafalarına göre her bir yere dağılması, havadaki nemin yeryüzünü oka tutması; sıcak bir Eylül sabahının yaşandığının, Ekim’in dört gözle beklendiğinin ve bunaltıcı bir havanın baskın geleceğinin göstergesiydi. Eylül, tasını tarağını toplayıp gitmek üzereydi; Ekim’e göz kırpan günler, sulanırcasına bir tavır sergiliyordu ve takvimler, üstündeki ağırlığı söküp atmak istercesine yapraklarını düşürüyorlardı.
Hamdi’nin özel ve kimsenin bilmediği bir mekanına gelmişlerdi; Sultanbeyli civarına düşen bir yerdi burası, tek katlı müstakil bir evdi, sevimli bir şekli vardı ve Kenan, bir odaya alınmıştı. Yaraları sarılmış, bakımları yapılmış ve bekletiliyordu. Neyi beklediğini, ne olacağını bilmeyen Kenan, önüne bırakılmış omlet, peynir ve zeytinle kahvaltısını yapıyordu. Yanında bir adam durmuştu. Kenan, portakal suyu dolu büyük bardağı aldı, koca bir yudumla içindeki harareti bastırdı ve adama dönerek:
“Neden bekletiliyorum, bir bilgin var mı?” diye sordu. Adam, onu tersledi.
“Kahvaltını yap!”
“Yapıyorum işte!”
Adam, bir şey söylemeden elindeki gazeteyi okumaya devam etti. Dışarıdan gelen araba sesi, adamı ayağa kaldırsa da Kenan, durumunu bozmadan yemeğine odaklandı.
Hamdi’nin yanında kızı da vardı; Bünyamin ve Bahri de gelmişti onunla ve hep birlikte Kenan’ı sorguya çekeceklerdi. Gaye, babasına sokularak:
“İstersen bırak ben konuşayım baba!” deyince Hamdi, başını sallayıp:
“Hayır, daha ona güvenemiyorum! Seni, onunla yalnız bırakamam!” dedi. Gaye, bir şey demeden babasıyla birlikte içeri girdi.
Kenan, sıra halinde içeri girenlere baktı; Gaye’nin hasret kaldığı suratına, Hamdi’nin katı çehresine ve hiç tanımadığı avukata da baktıktan sonra:
“Hoş geldiniz, buyurun kahvaltı yapalım!” dedi ve içinde omlet biten tavayı işaret edip:
“Omlet bitti maalesef!” dedi. Gaye, başını sallarken Hamdi, Kenan’ın karşısındaki sandalyeye oturdu. Gaye ve avukat da birer sandalyelere otururken Hamdi, lafa girdi.
“Sanırım, ödeştik?”
Çatalını salatalığın böğrüne saplayan Kenan:
“Bana borcunuz yoktu ki…” deyip salatalığı ağzına attı ve ekledi.
“…ödeşelim!”
“Vardı! Kızımı kurtarmana karşılık, ben de seni kurtardım! Hem seni kurtardım, hem de kâr ettim!”
Kenan, gülümsedi.
“Ne güzel! Kazancınız bol olsun!”
Gaye, özlediği sesi kulaklarına bağışlıyor, özlediği simayı gözlerine nakşediyor ve Kenan her gülümsediğinde, içini bir huzur kaplıyordu. Ama babasına çaktırmamak için, ifadesiz bir şekilde duruyordu. Kenan, sırtını sandalyesine iyice dayayıp Gaye’nin suratını inceledikten sonra:
“Madem ödeştik, neden buradayım?” diye sordu. Hamdi, derin bir nefes alıp:
“Biri ya da birileri, senin kurtulmanı istedi!” deyince Kenan, gözlerini kıstı. Adamın nereye varacağını veyahut nereye varmak istediğini anlamaya çalışıyordu.
“Siz beni kurtarmadınız mı?”
Tebessüm etti Hamdi; bu tebessüm edişinde, bin bir anlam yatsa da Kenan, sadece bir anlam aramak istercesine iyice yoğunlaştı ve onu dinledi.
“Elbet biz kurtardık! Lakin adresini, başka şekilde aldık!”
Derin bir iç çeken Kenan, adamın sabrıyla oynamasına müsaade etti.
“Nasıl aldınız?”
“Biri veya birileri, bir adamı infaz etmiş ve tutulduğun yerin adresini de, bir kartona yazarak üzerine asmış bir şekilde bize postaladı! Hem de gönderenin ismi, benim o gün misafirimdi! Yani sahte isimle postalamışlar. Anlayacağın o biri veya birileri, senin kurtulmanı isteyenler olabilir! İşte bu yüzden buradasın!”
“Hiçbir şey anlamadım!”
“Senin kim olduğunu araştırdık!” diyerek araya giren Bahri, Gaye’nin aniden canlanmasına neden oldu. Kenan, bir gözü avukatta:
“Anlatın da, ben de bileyim kim olduğumu!” deyince Hamdi, yerinde doğruldu.
“2013 yılında, Şırnak Cudi Dağı’nda, özel harekatçı olarak görev yapmışsın!”
Kenan, başını sallayıp:
“Bunu söylemiştim!” deyince Hamdi, elini havaya kaldırıp devam etmek istediğini belirtti. Kenan, buyur dercesine başını salladı.
“O zamanlar nişanlıymışsın! Ama çok kötü şeyler yaşamışsın!”
Kenan, Hamdi’nin dedikleriyle yüzü değişti; Gaye, kaşları kavisli bir hale gelmiş bir şekilde Kenan’dan bakışlarını ayırdı, Bünyamin’in surat ifadesi, buz dağını anımsatıyordu ve Kenan, Hamdi’nin devam etmesi için başını salladı.
“Nişanlın Sedef Yalçın, sen görevdeyken başka biriyle kaçmış! Doğru mu?”
Kenan yutkundu ve o zamana gitti…
2013 Şubat ayı, çok soğuk ve çetin bir aydı; hele de Cudi Dağı’nın yamaçları, bembeyaz karlardan kalın etekler giyinmiş, soğukluk insanı adeta kırıp geçirecek cinstendi ve Kenan, reis dedikleri Musa’nın komutasına verilen bir grup özel harekatçıyla birlikte dağlarda iz sürüyordu. Her ne kadar o zamanlar barış süreci diye bir şey varsa da Genelkurmay Başkanlığı, örtülü operasyonlar için düğmeye basmış, haine gizliden ve sessizce balta indirilmeye çalışılıyordu. Dağın bir yamacında, kendileri için özel kamp yeri kurmuşlardı; etrafın sessiz ve sakin olması, onlara burayı mesken edinmek için fırsat tanımıştı. Nöbet sırası Kenan’daydı; yamacın bir bölgesinde, elinde silahı, sırtında eşya çantasıyla bekliyordu. Üstündeki kar kamuflajı, onu gözlerden koruyordu. Dilinde hafif bir ıslık vardı, ‘Dağlar Dağımdır Benim’ türküsünün ritimlerini, karın soğuk yüzüne üflercesine çalarken telsizinin açık olduğunu bir an unutmuş olacak ki, Musa’nın sesiyle irkildi.
“Canın mı sıkıldı evlat? Şeytanları davet etmeye başlamışsın!”
Gülerek telsizi cebinden çıkardı. Düğmesine basıp:
“Reis! Aşk ve hasret acısı, bana bu türkünün ıslığını çalma fırsatı sundu! Neydem, can sıkıntısı da bağdaş kurmuş!” dedi.
“Mektubun geldi, Sedef kızımız yazmış!”
“İyi, oku o vakit!”
“Ne okuyacağım zibidi, gel sen oku!”
“Daha iki saatim var reis!”
“Tamam evlat, kolay gele!”
“Eyvallah reis!” diyen Kenan, bu sefer de türkünün sözlerini mırıldanmaya başladı.
“Dağlar dağımdır benim,
Gam ortağımdır benim,
Söyletme çok ağlarım,
Yaman çağımdır benim!”
“Kes ulan, ağlatacaksın beni!” diye duyulan Musa’nın sesiyle:
“Peki reis!” dedi ve gülümseyerek başını salladı.
Kamp yerine geldiğinde, göğsünü sarıp sarmalayan bir sıkıntı peyda olmuştu; içini kuşatan, kalbine tekme çalan ve dimağına hıçkırık olup yerleşen acayip bir hisle, kendini Musa’nın yanına atmıştı.
“Hani mektup?”
“Al!” diyen Musa, mektubu ona verdi; aldığı mektubu açtı, oturacak yer buldu ve nişanlısının yazmış olduğu satırları, Musa’nın katı bakışları arasında okudu. Birden irkildi; rengi düştü, benzi soldu, gözleri karardı, çenesi seğirdi ve gözleri doldu. Musa, yerinde doğrulup:
“Ne oldu evlat?” diye sordu.
“Sedef…Sedef…” diye sayıklayan Kenan, gözleri dolu bir şekilde Musa’ya baktı.
“Ne olmuş lan Sedef’e?”
Kenan, bir şey diyemeden mektubu Musa’ya uzattı.
‘Sevgili Kenan!
Sana bu satırları, zor bela yazıyorum. Sana olan ilgim, alakam beyhude bir uğraştan öte değilmiş. Ben seni seviyorum sanmıştım, yanılmışım. Kalbimin sahibini buldum. Onunla mutlu olmama izin verirsin, biliyorum! Seni hep eksik, yarım yamalak ve örtülü gördüm. Sen benden fersahlarca uzaktasın, kalbimin ezik olduğunu görmemiş olabilirsin ama gören biri çıktı! Onunla gidiyorum. Seni tanımak güzeldi! Kendine iyi bak ve emin ol, benden daha iyilerine layıksın!’
Musa, mektubu masaya bıraktı. Okuduğu satırlar, onun da canını sıkmıştı. Kenan, bir hışımla kendini dışarı attı. Musa, yalnız kalsın düşüncesiyle peşinden gitmedi ve Kenan’ın, kendini dağlara, bayırlara atmasına içi el vermese de, mecburen gönlü razı oldu.
Aradan aylar geçti, ilkbahar kırları, dağları ve yamaçları sarıp sarmalarken Kenan, hâlâ gönlündeki karları eritmemiş, çayır çimenlerini sulamamıştı. Gözlerinin feri, giderek sönüyordu. Musa bunu fark etse de, sebebini sormak istemiyordu. Edilen teselliler boş, yapılan nasihatler kifayetsiz ve Kenan, günden güne eriyordu.
Bir nöbet günü Musa, Kenan’ı merak etmiş olmalı ki, nöbet yerine gidiyordu. Yanında Başçavuş vardı; eğer Kenan iyi değilse, nöbeti başka bir askere devretmek için, bir er de yanlarındaydı. Onlar yürürken Kenan, onların gelmekte olduğunu bilmez bir halde, kolunu sıyırmış ve elindeki şırıngayı etine saplamıştı. Şırıngadaki eroin, kanına bulandıkça Kenan’ın gözleri, süslü ve beyhude bir rahatlanmayla yukarı kalkmıştı. İşte o sırada Musa ve yanındakiler, Kenan’ı o halde gördü; Musa delirdi, köpürdü, küfürler savurdu ve Başçavuş’a, gözünü kırpmadan zabıt tutulması için emir verdi.
Kamp yerinde, Musa tarafından sorguya alınmıştı Kenan.
“Ne zamandan beri kullanıyorsun?”
“O günden beri…”
“Kimden temin ediyorsun?”
“İlçeden…”
“Nasıl?”
“İki haftada bir çarşı iznimiz var. Yeterince alıyorum!”
“Hangi caddeden, kimden alıyorsun?”
“Torbacılardan alıyorum! Cadde ismini bilmiyorum!”
Musa, elini hızla masaya vurduğunda Kenan, yerinde sıçradı.
“Değer mi oğlum, bir kız için? Hayatını mahvettiğinin farkında mısın lan?”
Kenan da çıkıştı.
“O, sadece bir kız değildi! Hayatımın aşkıydı, yaşamamın gayesiydi reis! Onu çok sevdim, anlıyor musun, çok sevdim!”
“Ama o ne yaptı? Seni, başka biri için bırakıp gitti! Bunu kabullenmek zor, acısı büyük, biliyorum ve seni anlıyorum da! Ama her şeyin sonu değil evlat, hayatının sonu değil! Ya bir de düşün, evliyken seni bırakıp gitmesi, daha mı iyiydi?”
“Kes reis, kes! Cezamı da, sesini de kes!” diye çıkışan Kenan, Musa’nın kalkan elini umursamadı. Musa, yumruklarını sıkıp:
“Seni gebertirim, elimde kalırsın!” deyince Kenan, ağlamaklı:
“Gebert reis, elinde kalayım! Zaten yaşamanın anlamı yok!” dedi. Musa, kapıyı işaret etti. Kenan, yavaşça ayağa kalkarken iki asker, kapıdan içeri girip bekledi. Musa, askerlere bakıp:
“Kenan Karabey, artık bir sivildir. Onun silahına, rozetine el koyun! GATA, onun için en uygun yer!” dedi. Kenan, yutkunup:
“Vur reis, bir de sen vur!” diye fısıldadı.
GATA’da günler, işkence dolu geçiyordu; verilen ilaçlar kifayet etmiyor, Sedef’i aklından atamıyor ve çırpınıp duruyordu. Tam tamına bir yıl geçmişti aradan; unutmak şöyle dursun, adını zikir edip diline nakşetmişti onu bırakıp giden kadının, ilaçların tesiriyle zayıf düşmüş, halden düşmüş ve bitap düşmüştü. Bir gün odasındayken ve Sedef ismini zikredip dururken bir hademe, elinde bir ilaçla içeri girmişti. Kenan, hem sallanıyor hem de kadının ismini zikrediyordu. Hademe, ona ilaç verecekti; artık alışmıştı Kenan’ın bu hallerine ama aniden bir şey oldu. Kenan, hademe tam ilaç yapacağı sırada üstüne çullanmış, onu etkisiz hale getirmişti. O günden sonra kaçak hayatı yaşamıştı.
Günler birbirini kovalamış, aylar mevsimlere meze olmuş ve takvimler yapraklarını söküp atmıştı. Kenan yoktu ortalıkta, kimse onun nerde olduğunu bilmiyordu. Musa’nın bütün çabaları boş çıkmış, aramaları sonuçsuz kalmıştı derken bir gün Kenan’dan bir telefon gelmişti.
“Nerdesin lan sen?” diye sormuştu Musa, telefon ahizesi kulağının dibindeyken.
“Erzincan’dayım reis!”
“Ne bok yiyorsun lan orada?”
“Sağ ol reis, iyiyim! Sen nasılsın?”
“Böyle gevezelik yaptığına göre gerçekten iyi olmalısın! Adresini ver!”
Musa, aldığı adresle yollara düşmüş, Erzincan’ın Kemah ilçesine gelmişti. Kenan’ı, bir bağ evinde bulmuştu. Odun kesmekte olan Kenan’ın yanında durdurdu arabasını, inerken Kenan’ın terli bir suratla onu izlediğini gördü, gözleri doldu, hıçkırık gelip boğazını mesken tuttu ama o, güçlü durmayı bildi. Uzun uzadıya sarıldılar, hasret giderdiler, belki de ağlaştılar.
“Ne içersin reis?”
“Bir çay…”
Çayları getirmişti Kenan, ilkbaharın ışıltılı havasında karşılıklı oturmuşlardı ve söze ilk giren, her zamanki gibi Musa olmuştu.
“Nerden buldun burayı?”
“Dayımın eski evi…”
“Saçmalama oğlum! Senin dayın falan yok!”
Kenan, gülümsedi. O sırada bir ses:
“Ama artık var!” diye duyulunca Musa, sesin geldiği yöne döndü. Ellili yaşların son basamaklarını tırmanmış olan pala bıyıklı, kel kafalı ama kafasında fötr şapka olan hafif kilolu bir adam, onlara doğru geliyordu. Kenan, ayağa kalkıp:
“Tanıştırayım reis! Sıtkı Dayı… Bu bağ evinin sahibi olur. Musa Uzun… Manevi babam olur dayı!” diyerek onları tanıştırdı. Tokalaştıktan sonra oturmuşlardı.
Sıtkı’nın gidişinden sonra Musa, artık Kenan’ın iyi olduğuna kanaat getirmişti. Ama yine de sordu.
“Gerçekten iyi misin lan?”
“Zımba gibiyim reis!”
“Sen hastaneden kaçtıktan sonra işler değişti! İçişleri Bakanlığı’na bağlı, MİT’le koordineli çalışan yeni bir birim kuruldu. Milli Haberalma Servisi adı verilen birim, İstanbul’da faaliyet sürüyor. Beni de birimin başına getirdiler. Eğer gerçekten iyileşmişsen, bir şeyler yapabilirim!”
Kenan, yerinde doğruldu. Gözleri dolu bir şekilde Musa’ya baktı.
“Gerçekten iyiyim, zımba gibiyim! Ama ben artık yoğum reis!”
Musa, kaşlarını çattı.
“Ne demek yoğum lan? Gemiyi terk mi ediyorsun? Gemiyi terk edersen, boğulur gidersin!”
“Yıllarca…”
Musa, onun lafını kesti.
“Ne yıllarcası lan? Sadece üç yıl özel harekat görevlisiydin! Ondan önce de trafik polisiydin, akademiyi de mi sayıyorsun? Hemen pes etmek, senin gibi aslan parçasına yakışır mı?”
“Yoruldum reis!”
“Yorulmuşmuş! Lan oğlum! Ben niye yorulmadım? O kadar şehit verdim kollarımda, o kadar can gitti gözümün önünde ve o kadar kurşun yedi vücudum; ben yorulmadım, sen bir hiç uğruna yoruldun, öyle mi?”
“Bir hiç uğruna değil reis!”
“Evet, bir hiç uğruna değil! Bir piç uğruna yoruldun! Eğer o kız, piç olmasaydı, seni bırakıp gitmezdi!”
Kenan, başını öne eğdi; düşüncelerinde karıncalanmalar meydana gelmişti, beynini kemiren örümcek ağları peyda olmuştu ve gözlerine perdeler sürme çekmişti. Dişlerini sıkarak:
“Niye geldin reis, mazimi burnuma sokmaya mı?” diye sorunca Musa, katı bir sesle:
“Hayır, gerçekleri o kalın kafana sokmaya geldim! Artık kendine gel! Sen, önce bu vatana sonra da bana lazımsın! Yetimhaneden alıp seni okutan benim, unuttun mu? Polis akademisine yazdıran, polis olmanı sağlayan ve özel harekatçı olmana vesile olan benim! Bunları, minnet için değil, bir baba edasıyla söylüyorum! Eğer birazcık hakkım varsa, benimle gelirsin!” dedi.
“Eyvallah reis, hakkını ödeyemem! Ama hazır değilim!”
“Sen gel, ben seni hazır ederim!”
Kenan, nemli gözlerle Musa’nın yüzüne baktı.
Gözlerinin buğusunu, o zamanlardan çekip içinde bulunduğu zamana getiren Kenan, karşısında onu izlemekte olan Gaye’ye, yaşlı ve rutubetli nazarlarla baktıktan sonra gözlerini Hamdi’ye çevirdi.
“Doğru, öyle oldu!”
Hamdi, Kenan’ın cevabıyla:
“Ondan sonra hapse girmişsin!” deyince Kenan, başını usulca salladı. Bahri, araya girdi.
“Neden?”
Kenan, Bahri’ye bakıp:
“Uyuşturucudan… Yapacak iş bulamadım, torbacılık yaptım! Acemi olunca da enselendik!” dedi.
“Ne kadar yattın?” diye soran Hamdi’ye bakıp:
“15 ay…” deyince Hamdi, başını sallayıp:
“Orada, son kabadayı diye nam salan Teyfur Günay’ı bıçaklamışsın!” dedi.
“Doğrudur!”
Hamdi, tebessüm ederek:
“Onunla birlikte ne kadar yattın?” diye sordu.
“Teyfur ölmeyince artı 3 ay daha yattım!”
Hamdi, yerinde doğrulup:
“Şimdi ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
“Özel güvenlikçiyim!”
“Altındaki araba, sana mı ait?”
“Hayır, özel güvenlik şirketine ait!”
“Doğru!” diyerek araya giren Bahri, Hamdi’nin ona bakmasıyla:
“Kaçırıldığın gün, malum şirketin elemanları, gelip aracını almış! Yaptığım araştırmalar bu yönde!” diye ekledi. Gaye, artık yetti dercesine:
“Baba, tamam! Her şeyi öğrendin artık! Ne yapacaksın şimdi?” diye sordu. Hamdi, gözlerini Kenan’a çevirip:
“Kenan’ı bırakmayacağım! Ama esir değil!” deyince Kenan, gözlerini kısarak ona baktı. Gaye, derin bir iç çekip babasına ve Kenan’a odaklandı. Kenan, adamın ne diyeceğini merak ediyordu. Bünyamin, içinden tahminde bulunsa da lafı Hamdi’ye bırakmıştı. Kenan, Hamdi’nin sessiz kalışına bir anlam veremedi. Sordu.
“Ne?”
“Kızımla iyi anlaşıyorsunuz, gördüm! Kızım da sana değer veriyor, biliyorum! Ama bu değer, arkadaştan öteye geçmeyecek! O yüzden seni, kızımın özel koruması olarak işe alıyorum!”
Kenan, gülümsedi.
“Kalsın!”
Gaye, birden irkildi. Kenan’ın lafıyla:
“Ukala!” diye fısıldadı. Kenan, yerinde doğrulup:
“Benim, zaten güzel bir işim var!” deyince Hamdi, kaşlarını çattı.
“Bu bir teklif değil, emirdir!”
Kenan, dişlerini sıkarak ve sakin olmaya çalışarak:
“Ben, bana yaptığınız iyilik için teşekkür ediyorum! Bir nevi hanım kızınızı koruduğum için, insanlık namına yardımcı olduğum için, sizin de böyle bir şekilde yardım ettiğinizi varsayarak bu emrinize icabet etmek istemediğimi, saygı ve hürmetlerimle bildiriyorum! Hayatımın en ince detayına kadar araştırmış, belli ki sandığınız gibi biri olmadığımı anlamışsınız! Ama lütfen, istirham ediyorum, beni bırakın gideyim!” dedi. Hamdi, hafifçe ayağa kalkarak:
“Sana yirmi dört saat mühlet veriyorum Kenan! Teklifimi düşün! O özel güvenlik şirketinde kazandığın paranın iki katını alırsın!” deyince Kenan da ayağa kalktı.
“Gözüm parada pulda değil! Sizden ricam, haddinizi bilin!”
Bünyamin irkildi, Bahri şaşırdı ve Gaye, gözleri irileşerek Kenan’a baktı. Hamdi, ifadesiz gözlerle onu izliyordu. Kenan, dimdik durarak:
“Müsaadenizle!” dedikten sonra onların bakışları arasında kapıya yöneldi. Hamdi, kızına döndü.
“Biz de gidelim kızım!”
***
“Demek Hamdi, sana böyle bir teklifte bulundu!” diyen Musa, pencerenin karşısında durmuş ve dışarıdaki karanlığı izliyordu. Akşamın karanlığı, Üsküdar’a kara bir libas giydirmişti; yıldızların pırıltılı ışıkları bile karanlığı delemez haldeydi, hafif esen yelle ağaçların çıplaklaşmakta olan dallarını oynatıyordu ve Kenan’ın evinde, sessiz bir ortam vardı.
“Evet reis! Ben de haliyle kabul etmedim!”
“İyi yaptın! Raconunu da kesmişsin!”
Kenan, tebessüm etti.
“Biraz öyle oldu!”
Musa, ona dönerek:
“Peki şimdi ne olacak?” diye sordu. Kenan, derin bir nefes alıp:
“Önce batırdığınız işi kurtarmaya çalışacağım! Gönderdiğiniz paket, Hamdi’nin içine kurt düşürmüş! O kurdu yok etmeden, teklifini kabul edemem! Yoksa ileride başıma bela olacak!” dedi.
“O kurdu nasıl öldüreceksin?”
“Kapkaççı sayesinde…”
Musa, gözlerini kıstı.
“Anlamadım?”
“Cihat, ufak bir iş için bana lazım!”
“Çocuğun başını yakacaksın!”
“Merak etme reis!” diyen Kenan, gülümseyince Musa, sıkıntıyla derin bir nefes aldı.
***
Riva’daki toplantı yerinde, soğuk rüzgarlar esmekteydi; Hamdi, olan biteni anlatmış, arkadaşlarını dinlemiş ve onların görüşlerini almak istiyordu. Sözü ilk alan, İzam Ağa oldu.
“Bizim oralarda bir laf vardır; bir ite hoşt diyemiyorsan, ona kemik atacaksın! Pars da, sanırsam öyle yapıyor. Hoşt diyemediği ite, kemik fırlatıyor. Der misin bana Pars? Bu it, dönüp dolaşıp bizi ısırmasın sakın?”
Hamdi, ağanın nüktedan olduğunu bildiği için:
“İtin bizi ısıracak dişi yoktur ağa! O dişleri söktüm!” deyince Tayfun, destursuz bir şekilde:
“Takma dişler, bu sene moda olmuş itler arasında!” der demez Hamdi, kaşları çatık bir halde ona bakıp:
“Sen nerden biliyorsun Sipahi?” diye sordu. Ortamı buz tuttu; Tayfun’un keskin bakışları, Hamdi’nin suratını okşadı, Jargon’un meraklı gözleri dolandı ortalarda, Samet’in gülümseyen gözleri refakat etti ve Cevat, Bahri’yle bir olup manzarayı seyre daldı. Tayfun, yerinde doğrulup:
“Ne demek istersin Pars? Ben it miyim?” diye sordu. Hamdi, ellerini masaya yerleştirip:
“İt olduğunu söylemedim, nerden bildiğini sordum!” dedi. İzam Ağa, ortamı yumuşatmak istedi.
“Zamanında bir adam, tasma satan bir dükkana girer ve köpeği için tasma yapılmasını ister. Dükkan sahibi sorar. Tasma nasıl olsun? Adamın cevabı manidardır. Kendi kafana göre yap! Pars’ın ne demek istediğini anladım Tayfun! Pars der ki; itin dişlerini söktüm, takma da taksa o it, asla bizi ısırmaz! Biz biliriz ki Pars, bugüne dek asla yanlış bir iş yapmamıştır. Bunda hemfikir miyiz? O halde Pars, bizim için ne uygunsa onu yapsın!”
Tayfun, ağaya katılmadığını ve muhalefetini sürdürdüğünü:
“Payidar Candaroğlu, bizim birincil rakibimizdir. Onun, bizim soframızda yeri yoktur. Ben böyle bildim, böyle anladım! Ama Pars, onunla birkaç dakika geçirdikten sonra diyor ki, yeni açacağımız kadın pazarını, Payidar’a devredeceğim! Ne artısı var böyle bir işin ne de eksisi! Anlamadım nokta şu! Payidar kim ki, bizim yamacımızda dursun!” diyerek belli etti. Hamdi, aklını mantığını işe aldı ve onlara, güzel bir cevap hazırlamaları için emir verdi. Sunulan cevap, hoşuna gittiği için:
“Payidar, bizim nazarımızda pezevengin önde gidenidir, doğru mu? Doğru! İşi, her zaman ehline bırakmak lazım! O yüzden Payidar’la düşman olup bıçak bilemek varken yamacımıza alıp o bıçağı bir yerine saplamak daha uygundur. Benim kararım ve stratejim bu!” diyerek masaya nakletti. Tayfun, derin bir nefes alıp yerine sinse de içine sinmemişti. Muhakkak bir yerde açık olur ve onu kullanırım düşüncesiyle sessizliğe çekildi. Jargon, katı bir sesle:
“Payidar’ı yamacımızda görmek isterim! Pars’ın da dediği gibi; bize bilediği bıçağı, zamanı gelince bir yerine saplamak için! Ama koca pazarı, yalnızca ona mı vereceksin?” diye sordu.
“Hayır, bir ortağı da olacak!”
Herkes, Hamdi’nin vereceği ismi merak ederken Tayfun, hiç oralı değilmiş gibi görünmeye çalışıyordu. Hamdi, Tayfun’a dönerek:
“Tayfun kardeşimiz de ona ortak olacak!” deyince Tayfun, başından aşağı kaynar sular döküldü sandı. Benzi kızardı, yüzü yandı ve dili titredi. Ama sakin olmak zorundaydı, kendini kontrol altına aldı ve yavaş bir şekilde:
“İşi, ehline bırakmak lazım, dedin Pars! Ben pezevenk miyim?” diye sordu. Hamdi, hafif bir tebessümle:
“Geçen İzam Ağa ne demişti, hatırla! Azeri lehçesinde Pezevenk, işadamı demektir. Ben seni, işadamı yapıyorum!” der demez Tayfun, öfkeyle ellerini yumruk haline getirdi. Yutkundu.
“Yemedim Pars, yemedim!”
Hamdi, ağanın kavislenen kaşlarıyla muhatap oldu. Bahri’nin moralsiz oluşuna da tanık oldu. Cevat’ın katı gözleriyle karşılaştı, Samet’in asık yüzüyle tanıştı ve Jargon’un dişlerini sıktığını anladı. Yerinde doğrulup:
“Ben, Hamdi Çeliker! Namı değer Pars! Benimle nasıl ve ne biçim konuşacağını bilmeyenler, benim nazarımda pezevenkten öte yaratıklardır. Eğer seni, masanın orta yerine monte etmiyorsam bu, verdiğin Kurul yemininden ötürüdür. Seni uyarıyorum Tayfun Sipahi! Bir daha benimle adaplı ve edepli konuşmazsan, namını sanını da yeryüzünden silerim!” diyerek notayı gönderdi ve noktayı koydu. Tayfun, öfkeden kudursa da vermiş olduğu kurul yeminini hatırladı. ‘Asla Kurul Başkanının sözü tartışılmayacak, sözünün üstüne söz edilmeyecekti…’
***
Üsküdar…
Gecenin ortasında kapı, bir alacaklının ısrarlı çalışına benzer bir çalışla çalıyordu; Kenan, yastığın altındaki silahı çıkardı, sürgüyü çekti, mermiyi namluya havale edip kapıya doğru yürüdü.
Kapının arkasında durduğunda, dışarıdakinin gölgesini fark etti. Gelenin Musa olmadığını anlamıştı, dost mu gelen düşman mı, kestiremiyordu. Silahını sıkıca tutarak kapıya yaklaştı.
“Kim o?”
Cevap gelmedi, durdu bekledi ama yanıt yoktu.
“Kim o dedim?”
Gene ses yoktu. Kenan, aniden çevik bir hareketle kapıyı açtı. Birden irkilip:
“Sen..?” diye sordu. Gözleri irileşmişti, yüzüne bir beyazlık inmişti ve bir heykel gibi donakalmıştı.
⛔⛔⛔
(5. Bölümün Sonu)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top