"Fena Oyun"
“Damadın diyorum Hamdi, elimde şu an!”
Hamdi, bakışlarını Gaye’ye çevirdiğinde kızının meraklı bakışlarıyla karşılaştı. Hemen kendini toparlayıp:
“Ne damadından bahsediyorsun sen?” diye sordu.
“Elimdeki kimliğe göre adı, Kenan Karabey’miş! Geçen akşam kızını kurtarmış! Helal olsun Hamdi! Yaman bir delikanlı bulmuşsun! Ha kaybeder misin, orası sana kalmış!”
Hamdi, yutkundu. Telefonun kapanma sesiyle, hiddetli bir şekilde:
“Alo, alo, alo!” diye bağırdı ama ses seda yoktu.
“Ne oluyor baba?”
Kızının titrek bir sesle sorduğu soru, Bahri’nin kısık gözlerle ona bakması, içinden çıkılmaz bir halde olduğunun kanıtıydı. Hamdi, derin bir nefes alıp toparlanmak istedi. Kısık bir sesle:
“Onu almış şerefsiz!” deyince Bahri, gözlerini kısarak:
“Kimi Pars?” diye sordu. Hamdi, söylemekte ısrara etti.
“Payidar, Kenan’ı almış!”
Gaye, başka bir şey hatırlamadı; gözleri karardı, başı döndü ve bedeni titredi. En son duyduğu, babasının:
“Kızım!” diye seslenmesi oldu. Sonra da karanlık bir perde, bütün sirayetini kapladı.
***
Tarabya civarındaki eski bir depoya getirilmişti Kenan; yaka paça bağlanmış, ellerinden zincirlerle bağlanarak arkasındaki duvara, dimdik ayakta duracak biçimde sabitlenmişti ve otoparkta ilk kafa attığı adam, ona yumruklarla girişmişti. Ağzı yüzü kan revan içinde kalan Kenan, mecali tükenmiş bir şekilde inliyor; şakağından yanaklarına damlayan kanlar, çenesinden boynuna doğru yol alıyordu. Adamın yumruğu, bu sefer gözünde yıldızlar çakarcasına inerken Kenan, burnundan ağzına damlayan kanları tükürdü. Zor bela bir şekilde:
“Bu kadar mı koca oğlan? Bütün gücün bu mu?” diye sordu. Adam, tam vuracakken bir ses:
“Dur Rıfat, dur!” diye ortamda çınladı. Kalın bir erkek sesiydi, soğuk bir etki bırakıyordu kulaklara ve Rıfat denilen adamı da durdurmuştu. Kenan, duyduğu ayak seslerinin kime ait olduğunu öğrenmek için karşıdaki kapıya doğru baktı. Şakağındaki kanlar, gözlerine ilerlerken bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı. Bir gölge belirmişti önünde, uzun bir boya sahipti ve kalın bir cüssesi vardı.
“Kimsin?” diye cılız bir sesle soran Kenan; çatık kaşlı, ela gözlü, beyaz tenli ve orta yaşından ötürü hafif kırışmış suratlı bir adamın:
“Adamlarını pert ettiğin kişiyim!” demesiyle:
“Sen de mi pert olmak istiyorsun?” diye sordu. Rıfat, yanağını sızlatacak bir tokatla cevap verirken adam, Rıfat’a dönüp:
“Ben sana vur dedim mi?” deyince Rıfat, geriye sindi. Adam, Kenan’a odaklandı.
“Bana bak Kenan Karabey! Ben, yoluma çıkanları yolumdan kaldırmasını severim! Beni sevindirdin! Hamdi’yle arama, bile isteyerek mi yoksa bilmeden mi girdin, bilemem! Ama bildiğim şey, aramıza giren, aramızda kalır ve ezilir. Şu anki halin, bunun en güzel örneği! Şimdi soruyorum sana! Senin, Hamdi’yle veyahut kızıyla ne gibi bir bağlantın var?”
“Wi-Fi…”
Adam, gözlerini kıstı.
“Ne Wİ-Fi’si lan?”
Rıfat, araya girmek zorunda kaldı.
“Hâlâ dalga geçiyor efendim!”
Adam, Rıfat’a dönüp baktı. Gülümsedi, başını salladı ve Kenan’ın kafasını okşayarak:
“Cesur çocukmuşsun, aferin!” dedi. Kenan, başını kaldırıp adamın suratına baktı. Siması tanıdık geliyordu, hafızasını kurcaladı, beynini yokladı ama çıkaramadı. Dayanamayıp sordu.
“Kimsin?”
Adam, kendini tanıtma ihtiyacı hissetti.
“Ben, Payidar Candaroğlu!”
Kenan, nasıl bir belaya bulaştığını anladı; ister istemez, kendi içinde ürktü ve bunu dışarıya belli etmemek için:
“Tanışmak, bugüne nasipmiş! Tanıştığımıza memnun oldum Payidar Bey!” deyince Payidar, alaylı bir tebessümle:
“Bu halde mi?” diye sordu.
“Her halimize şükür!”
Payidar, başını salladı ve adamı Rıfat’a döndü.
“İyi bakın Rıfat! Sakın başına bir iş gelmesin! Hamdi’yle oturacağımız pazarlık masası için, o bana lazım!”
Rıfat, oyuncağı elinden alınmış bir sabinin bakışlarını andıran bakışlarla Payidar’a baktı.
“Emredersiniz efendim!”
Payidar, tekrar Kenan’ın başını okşadı.
“Sen de rahat dur!” diyerek kapıya doğru yürüdü.
***
Milli Haberalma Servisi…
Emin, telaşla içeri girerken kapıyı çalmayı unuttu ve Musa’nın bunu mazur göreceğini umarak karşısında durdu; Musa, adamın üstündeki endişe ve telaş halini fark ettiği için hatasını mazur gördü ve yavaşça ayağa kalkıp birazdan duyacağı kötü haberlere kendini hazır hissetti.
“Neler oluyor Emin?”
“Efendim…” diyen Emin, üzgün bakışlarını önüne çevirdi. Musa, gözlerini kısarak adama adapte oldu. Anlatmasını isteyen bakışlarla onu yokladı. Emin, el mahkum anlatacaktı.
“Kenan Karabey’in aracı, bir alışveriş merkezinin otoparkında terk edilmiş halde bulundu! Cep telefon sinyallerine ulaşılamıyor. Kolundaki saatin sinyalleri de, Üsküdar’daki eski evini gösteriyor. Kenan Karabey, ortalıkta yok!”
Musa, avucunun terlediğini ve benzinin sarardığını hissetti; kalbindeki ritimlerin atağa geçmesi, başının kendi ekseni etrafında dönmesi ve midesinin burkulması, gözlerinin kararmasına paralel bir şekilde gerçekleşiyordu. Sendeledi, düşecek gibi olsa da güçlü olmak zorunda olduğu için aniden toparlandı.
“Olacağı buydu! Hamdi Çeliker, operasyonu anlamış olmalı! Onu ortadan kaldırmıştır. Ah be Kenan, ah be oğlum!”
“Efendim! Otoparkın kamera görüntülerine ulaştık!”
Musa, aniden canlandı. Gözleri parlarcasına:
“Sonuç?” diye sordu.
“Kameradaki görüntülerde; Kenan Bey, dört adamla dövüşüyor, birisi onu arkadan ensesine vurarak etkisiz hale getiriyor ve sonra da götürüyorlar. Adamların yüzleri, kameralara alenen yansımış! Kimlik taraması yaptık! Adamlardan biri, kabarık sabıkalara sahip çıktı! Güngör Adıbelli adında bu adam, o adamların arasındaydı!”
“Adamın nerde olduğunu biliyor muyuz?”
“Sistemdeki adreslerine bakabiliriz!”
“Derhal ekibi hazırla Emin! Komuta sende! O adamı kaldırın!”
“Anlaşıldı efendim!” diyen Emin, Musa’nın öfke fışkıran bakışları arasında kapıya doğru yürüdü. Musa, koltuğuna çöküp mırıldandı.
“Ölme sakın evlat, ölme! Senin de acını kaldıramam!”
***
Kanepeye uzandırılmış bir şekilde yüzüne kolonya sürülüyordu Gaye’nin; yüzü sapsarıydı, bedeni halen titriyordu ve daha kendine gelememişti. Hamdi, kızının neden bu hale düştüğünü anlamasa da Bahri, bir koltukta oturmuş onları izliyordu. Ne yapacağını bilemiyordu Hamdi; Kenan’ı boş verip işlerine baksa, kızına engel olamazdı ve Kenan’ı kurtarmaya kalksa, bilmeden koca bir savaş çıkartmak zorunda kalacaktı. İki arada bir derede kalmıştı.
“Ne yapacağız Pars?”
“Bilmiyorum!” diyen Hamdi, hafif kendine gelmeye çalışan kızına döndü. Hizmetçi, kolonya şişesini de alıp kenara çekilince Hamdi, kızının başucuna çömeldi. Eliyle saçlarını okşayarak:
“Kızım, iyi misin?” diye sordu. Bu sefer de hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başlayan Gaye, yüzünü babanın göğsüne gömerek:
“Baba, onu kurtar!” diye hıçkırdı. Hamdi, sesini etmedi ve kızının başını okşamaya devam etti. Gaye ağlıyor, Hamdi sessizliğini koruyor ve Bahri, olanları izlemekle yetiniyordu.
***
İstanbul, koyu bir karanlığa kucak açmıştı; artık sonbahar, kapıyı çalma kıvamına gelmiş ve kendini hissettirmeye başlamıştı. Serin bir hava vardı dışarıda kol gezen, Eylül’ün Ekim’e göz kırpmasını fırsat biliyordu hava ve hafiften mevsim değişikliği, insanların nazarına hükmediyordu.
Silivri taraflarında bir apartmanın önünde duran siyah renkli bir araç, mahalleyi ablukaya alan gözleri barındırıyordu içinde; Emin ve üç adamı, sessizliğe bürünmüş mahalleyi izlerken saat, dokuzla on arasında bir dilimi gösteriyordu.
“Sabahtan beri buradayız, gelen giden olmadı!”
Emin’in lafı, arabada dolandı ve bir muhatap edindi. Arka koltukta oturan kumral tenli, çilli suratlı ve renkli gözlü bir adam:
“Belki de çoktan gelmiştir de farkına varmadık efendim!” deyince Emin, sessize aldığı telefonunun titremesiyle hafif bir titredi. Cebinden çıkardığı telefonun ekranına baktı. Musa’nın aradığını görünce, hafiften rengi kaçtı. Açıp:
“Buyurun efendim!” dedi.
“Nedir durum?”
“Daha gelen giden olmadı efendim!”
“Eve baktınız mı?”
“Hayır efendim!”
“Gidin bakın, belki de evdedir!”
“Anlaşıldı efendim!”
Emin, kapanan telefonu cebine koydu. Arkadaki çilli suratlı adamına bakıp:
“Üçümüz gidip bakalım!” dedikten sonra şoföre dönerek:
“Sen de erketeye yat!” dedi. Şoförün başını sallamasıyla Emin, arkadaki iki adamla birlikte araçtan indi.
Asansörden çıktıklarında, kimselerin olmaması işlerine geldi; Emin, sistemde yazılan dairenin olduğu tarafa yöneldi.
Yatak odasında vaziyet, görülmeye değmez bir haldeydi; bir kadının çırılçıplak vücuduna doladığı beyaz çarşafla uzanmış olması, az önce burada bir haltlar yendiğinin göstergesiydi. Kadın, kendinden geçmiş bir vaziyetteyken banyo tarafından su sesleri gelmekteydi. Kadın, bir ara başını kaldırdığında burnundan kanlar aktı; yan taraftaki sehpada kokain tozu duruyordu, bir pipet de yanındaydı ve kadın, burnundan akan kanları silmek için kendi tarafındaki sehpada duran mendil kutusuna uzandı. Özenle hareket ediyor, vücudu görülmesin diye çaba gösteriyordu. Duyduğu zilin sesi, önceden gaipten duyuyor sandı ve umursamadı. Ama tekrar çalınca, çarşafı bedenine sımsıkı tutarak ayağa kalktı. Geceliğini alıp kenara çekildi. Zil tekrar çaldı.
Kapının arkasında duran kadın, dekoltesini düzelttikten sonra kapının deliğine eğildi. Bir şey göremedi.
“Kim o?”
“Kapıcı…”
Emin’in tok sesini duyar duymaz, yavaşça açtı. Emin, hızla içeri daldı ve kadına namluyu dayayıp kenara itti.
“Ben bir şey yapmadım!”
Emin, adamlarına döndü.
“Alın şu kadını!”
Kadının itiraz edecek hali yoktu, bir adam tarafından duvara sabitlendi ve Emin’le adamı, yavaşça yatak odasına doğru yürüdü.
Banyonun kapısı açıldığında, üstünde bornozla ve suratında mest bir ifadeyle, bu sabah Kenan’ı alan adamlardan biri çıktı. Güngör ismindeki bu adam, karşısında Emin’i görünce irkildi. Emin, ona silah doğrultmuş ve katı gözlerle onu izliyordu.
Yaka paça dışarı çıkarılan Güngör, üstüne geçirdiği kıyafetlerini düzeltme fırsatı dahi bulmamıştı. Emin’in iki adamı, onu kıskıvrak tutmuş ve arabaya doğru götürüyorlardı. Emin de o sırada Musa’yı arıyordu.
“Efendim, herifi aldık!”
“Mahzene götürün, sorgusunu bizzat ben yapacağım!”
“Peki efendim!”
Emin, araca tıkıştırılan adamı izledikten sonra yürümeye devam etti.
***
Gaye, babasının suskun olmasını hazmedemez hale gelmişti; sabahtan beri bir şey yapılmamış, bir karar alınmamış ve hareket edilmemişti. Odasında dönüp dolanan Gaye, içinde biriken umutsuzluk ve çaresizlikle ne yapacağını düşünüyordu. Babası ve avukat, salonda oturmuşlardı. En son dayanamayan Gaye, hışımla kapıya yöneldi.
Aldığı öfke kokan ve sinir saçan nefeslerle babasının karşısında duran Gaye, burnundan solurcasına:
“Ya bir şey yapmayacak mısın baba? Adam benim yüzümden kaçırıldı, benim yüzümden o hale geldi! O olmasaydı, ben çoktan ölmüştüm belki! Ama sen oturmuş, kılını dahi kıpırdatmıyorsun! Bugüne kadar baba…” dedi ve yumuşadı. Nemli gözlerle babasının suratını inceleyerek:
“…gücünden ve hakimiyetinden bir şey talep etmedim! Ama şimdi! Sana yalvarıyorum baba! Kenan’ı kurtar! Gücünden, hakimiyetinden ve krallığından medet umuyorum! Lütfen baba!” dedi. Hamdi, kızının bu çırpınışlarının sebebini merak ediyordu. Merakını dile getirmek istese de, şimdi zamanı değil diye düşünerek kafasında not aldı ve Bahri’ye döndü.
“Herkese haber ver avukat! Bizim eve gelsinler!”
Bahri, yavaşça başını sallayınca Gaye, uzanıp babasının eline sarıldı.
“Sağ ol baba, sağ ol!” diyerek elini öptü ve Bahri’nin şaşkın bakışları arasında merdivenlere doğru koştu. Hamdi, kızının arkasından bakıp Bahri’ye hitaben:
“Kenan Karabey’i kurtarmak, boynumuzun borcu avukat!” dedi.
“Anladım Pars, anladım!”
***
Şişli’nin en lüks malikanelerinden biriydi burası; üç katlı, şaşalı, bahçesinde büyük bir havuz olan bir yerdi, bir nevi köşk veya şato gibiydi. Her tarafta kameralar vardı, adamlar orada burada fink atıp duruyordu, bahçe etrafını ören koca duvarlar, duvarların üstünde elektrik akımıyla süslenmiş teller ve evin damında kuluçkaya yatmış gibi duran bir sniper, termal kameralarla süslü fenerlerle etrafı da gözetliyordu. Evin garajı, arka tarafa düşüyordu; sekiz lüks araç, garajın içinde bekliyordu, üç motosiklet, bir ATV araç, iki golf aracı ve bir bisiklet de arabalara eşlik ediyordu.
Evin alt katında, kocaman bir çalışma salonu vardı; çalışma masasında lüks bir bilgisayar, yan yana dizilmiş dosyalar ve kalem kutuları dururken boyuna uzun bir toplantı masası da, odanın tam ortasını işgal etmişti ve tabi ki de yanına koltukları da alarak gösteriş sunuyordu. Kapının tam üstünde, plazma bir TV duruyordu; güvenlik kameralarından naklolan görüntüler, anlık olarak gözlere hitap ediyordu.
Masaya kurulmuş olan Payidar, önündeki bir dosyayla ilgilenirken kapı çaldı; başını dosyadan kaldırmadan ve dosyayla bağını koparmadan, tok bir sesle:
“Gel!” diye seslendi. Uzun boylu, esmer tenli, karagözlü, takriben otuzların ortasında bir yaşa ve naif bir endama sahip bir kadın, yüzünde ılık bir tebessümle içeri girdi. Payidar, dosyayla bağını kopardı ve ayağa kalkıp:
“Simay!” dedi.
“Baba, ne yapıyorsun?”
“Çalışıyorum kızım!” diyen Payidar, kızının yanaklarına öpücükler kondurduktan sonra:
“Sen nerden geliyorsun?” diye sordu.
“Pamir’leydim! Sen çok yoruluyorsun baba!”
“Girmem gereken bir ihale var, ona hazırlanıyordum! Sevgili nişanlın nasıl, bizi hiç arayıp sormuyor nedense?”
Karşılıklı oturduklarında Simay, hafiften gözlerini devirdi ve:
“Boks maçları yüzünden, beni zor arayıp soruyor baba!” deyince Payidar, ince bir tebessümle:
“Geçen akşamki maçta, rakibini yere yatırana kadar benim canım çıktı!” dedi.
“İtalyan boksörden mi bahsediyorsun?”
“Evet, adamı zor alt etti!”
“Aslında ben, Pamir’in bu işlerden elini eteğini çekmesinden yanayım! Ama beni dinlemiyor! Kariyerimi bırakamam diyor.”
“Karışma kızım, iyi para var bu işte!”
“Ama çürümediği bir yeri de kalmamış baba!”
Payidar, gözlerini kıstı. Simay, bir pot kırdığını hemen anladı ve konuyu değiştirmek istedi.
“Ne ihalesi bu?” diye sordu. Payidar, kızının konuyu değiştirmek istediğini anlayınca bozuntuya vermedi ve kızına ayak uydurdu.
“Geçenlerde suikast sonucu öldürülen işadamı Nezir Bulanık, bir ihaleye girecekti! Onun ölmesiyle kontenjan açıklığı ortaya çıktı! Ben de başvurdum, kabul ettiler. İhaleye ben de gireceğim!”
Simay, derin bir nefes aldı.
“Babacım, vazgeç artık bu işlerden! Bir gün senin de ölüm haberini alacağım diye çok korkuyorum! Senden başka kimsem yok!”
Payidar, gülümsedi.
“Pamir var.”
Simay, gözlerini devirerek:
“Ya baba ya! Yapma öyle!” deyince Payidar, kollarını açıp:
“Gel bakalım bir kokunu içime çekeyim de cennetler kıskansın!” dedi. Simay, nemli gözlerle babasına baktıktan sonra uzun uzadıya sarıldı. O sırada kapı çaldı. Payidar, kızından ayrılmadan kızının kulağının dibinde:
“Gel!” diye seslendi. Rıfat içeri girdiğinde, gördüğü manzarayla gülümsedi. Payidar, kızından ayrılırken Rıfat, kapıyı kapatıp onlara doğru yürüdü.
“Muhabbetiniz bozulmasın!”
Payidar, Rıfat’ın iyilik barındıran temennisine gülümseyerek:
“Sağ ol Rıfat, ne oldu?” diye sordu. Rıfat, bir gözü Simay’da:
“Efendim, bizim adamı almışlar!” deyince Payidar, kızına dönerek:
“Bizi yalnız bırakabilir misin?” diye ricada bulundu. Simay, gözlerini üst üste kırpıp:
“Ama artık büyüdüm! Kalsam olmaz mı?” deyince Payidar, kaşlarını çattı.
“Tamam baba, alacağın olsun!” diyen Simay, Rıfat’ın gülümseyen gözleri arasında kapıya doğru yürüdü.
“Evet Rıfat, ne oldu?”
“Güngör’ü almışlar efendim!”
“Hangi Güngör?”
“Yeni aldığımız adamlardan biri! Bu sabah Kenan’ı kaldırırken, o da bizimleydi!”
“Ulan bir işi de, pürüzsüz hallet Rıfat!” diye mırıldanan Payidar, koltuğuna oturdu. Rıfat, başını öne eğince Payidar, kızgınlığını örtbas edip:
“Her neyse… Kim almış, Hamdi’nin adamları mı?” diye sordu.
“Zannetmiyorum efendim! Hamdi, öyle bir adamımızın olduğunu bilmiyordur büyük bir ihtimalle! Bu işin altında, başka işler olmalı!”
“Araştır Rıfat, araştır!”
“Peki efendim!” diyen Rıfat, huzurdan ayrılırken Payidar, sırtını koltuğa yaslayıp önündeki dosyaya, şöyle tepeden baktı.
***
Tarabya’daki eski depoda Kenan, kendinden geçmiş bir halde ve acılar içerisinde inleyerek bekliyordu; vücudunun her yanı sızlıyor, ağzı ve burnu kanlar içinde ve sağ gözündeki morluk, nerdeyse gözünü örtecek şekildeydi. Bir adam, başında durup ayağıyla onu dürttü.
“Lan, öldün mü lan?”
Kenan, hafif kıpırdadı. Sesi soluğu çıkmıyordu, nefes alışı çok yavaştı ve kendinde değildi. Adamın tekrar dürtmesiyle, kafası oynadı. Adam, onu dürtmekten vazgeçip başından ayrılırken:
“Su… su… su…” diye seslendi. Adam, geri döndü. Yüzünde acımasız bir gülümsemeyle:
“Su mu istiyorsun lan?” diye sordu. Kenan, kafasını salladı. Adam, gülerek:
“Musluklar akmıyor, aksın içireceğim!” dedikten sonra yanından ayrıldı.
Odasındaydı Gaye, parmakları telefonun ekranında gezinip duruyordu, bir müzik açacaktı ama ağlamak korkusuyla açamıyordu. Parmağı, ister istemez play ikonuna bastı. ‘Grup Turnalar – Turnalar’ isimli türkünün müziği, odanın içinde yankılanırken Gaye, hisli gözlerle bir noktaya bakıp derin düşüncelere daldı. Sazın her telinden esen bahar kokulu ritimlere kulak kabarttı; Kenan’la ilk karşılaştığı ana gitti, çantasını alıp getirişini anımsadı, babasıyla giriştiği tartışmaya gülümsedi ve ona bakıp başını sallayışını hatırlayıp histerik bir tavırla başını salladı. Türkünün sözleri damlarken odaya Gaye; ona saldırmakta olan adama, Kenan’ın nasıl tekme savurduğunu düşündü, elinden tutup koşuşu, nefes nefese onu seyrederken nasıl mücadele edişi düştü aklına, aracı deli gibi sürmesi, adamlara ateş etmesi, onunla münakaşa etmesi ve onu evine götürüp misafir etmesi, beyninin aydın bir noktasından ona el salladı. Kenan’a aşık mı olmuştu yoksa yapılan iyiliklerin ikram ettiği bir mecburiyet miydi bilinmez ama türkü, onu ruhen alıp Kenan’ın yanına götürdü.
“Gaye!” diye inledi Kenan, karşısında duran kadının gülümsemesine tebessüm etti. Ama kanla süslenmiş suratından, gülümsediği pek de belli olmuyordu. Gaye ona elini uzatmıştı, kafasına elini sürmüştü, gülüyordu ona Gaye ve Kenan, acılar içinde inlerken türkünün ritimleri, ikisinin yüreğini o an birbirine bağlamıştı.
Gözlerini açan Gaye, türkünün son nakaratlarını işitti; bir de dışarıda biriken arabaların sesleri de doldu kulaklarına,
“Babamın arkadaşları geldi!” diye mırıldanıp telefonu kapattı ve türkü yarım kaldı. Pencerenin karşısında durduğunda, birer ikişer adamların indiğini ve eve doğru yürüdüklerini gördü. Ağzı sevinçten kulaklarına vardı. Ellerini hafifçe çırpıp camın önünden ayrıldı.
“Hoş geldiniz beyler!” diyen Hamdi, toplantı masasına kurulan arkadaşlarını izledi; İzam Ağa, yüzünde hafif yorgun bir ifadeyle Hamdi’ye bakıyordu ve Tayfun, bir sorun olduğunu varsayarak Hamdi’nin konuşmasını bekliyordu. Samet, Cevat ve Jargon da gelmişti. Bahri de bir koltuğa kurulup Hamdi’ye gözlerini dikti.
“Önemli, hatta çok önemli bir sorunumuz var!” diyen Hamdi, İzam Ağa’nın:
“Bellidir zaten ağey, hayırdır?” diye sormasıyla:
“Payidar, kızımı kurtaran ve bana getiren adamı kaldırmış!” deyince masadakiler, ifadesiz gözlerle birbirleriyle bakıştı. Hamd, devam etti.
“Bize ne, deyip geçerdim! Ama o adamın bana iyiliği dokundu, bana ve kızıma yardımcı oldu ve hatta kızımı, Payidar’ın itlerinden koruyup sağ salim bana getirdi! Bana destek olup olmamakta serbestsiniz! Ama açacağım savaşın kıvılcımları, ister istemez size de sıçrayacaktır. Ben bir savaş başlatacağım! Payidar’ın fişini çekeceğim, belki de o benim fişimi çekecek! Yani her halükarda, ikimizden biri piyasadan silinecek! Sizleri aradım, buraya çağırdım ve size bilgi verdim! Bu savaş, Payidar’la Hamdi’nin savaşıdır; Kurul’umuzu bu savaşa alet edemem ama Hamdi demek, zahirde de batında da Kurul demektir. Bunu siz de biliyorsunuz! O yüzden fikirlerinizi de almak istiyorum!”
Jargon, ellerini ovup:
“Kılıcım paslanmak üzereydi Pars! Kana susamıştı!” deyince Hamdi, tebessüm ederek:
“Aranan kan bulundu Jargon!” dedi. İzam Ağa, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Biz Kürtler, sırt sırta verdiğimiz dostumuzu yarı yolda bırakmaz, sonuna kadar onunla birlikte yürürüz ağey! Bu soruyu, bana sormadığını farz ediyorum!” deyince Samet, hafif sert bir sesle:
“Biz Türkler de öyleyiz ağa! Kavmiyetçilik yapma!” der demez ağa, başını sallayıp:
“İyi madem, baş üstüne!” dedi. Hamdi, gülümseyen suratını Tayfun’a çevirdiğinde Tayfun, derin bir nefes alıp:
“Kurul yemini, ölümle son bulur Pars! Sen ne dersen, bizim için odur!” dedi. Hamdi, başını sallayıp Cevat’a baktı. Cevat, tersler gibi:
“Ne bakarsın Pars? Nefes almaktan vazgeçerim ama senden ve senin yolundan asla!” deyince Hamdi, gözlerinin içi gülercesine Bahri’ye baktı.
“Sabahtan beri yanındayım Pars! Herhalde bana da sormayacaksın!”
“Sağ olun beyler! O zaman…” dedi ama çalan telefonuyla susmak zorunda kaldı. Arayanın yabancı bir numara olması, Hamdi’nin aklına Payidar’ı getirdi. Açıp:
“Söyle it!” dedi. Payidar’ın katı sesi, bozulduğunu gösteriyordu.
“Ağzını bozma Hamdi Efendi, sana yakışmıyor!”
“Sana itlik yakışıyor ama! Sen devam et!”
“Böyle hakaretler savuracaksan, kapatayım en iyisi!”
“Hayır, dur! Ne istiyorsun?”
“Ekim’deki ihaleden vazgeçersen, damadını serbest bırakırım!”
“Bir kere o, benim damadım falan değil! Masum biri! Bizimle hiçbir alakası yok!”
“Peki, neden kızını koruyup kolladı? Bu yalanlarla onu kurtaracağını mı sanıyorsun?”
“Benim yalan söylemediğimi bilmiyor musun lan?”
“Her neyse… Bana ne kim olduğu? Madem kızının hayatını kurtardı, senin için önem arz ediyordur. Seninle bir masaya oturacağız Pars! Yazılı belgelerle, altında ismin ve imzan olacak şekilde, ihaleden çekildiğini ve ihaleyi bana bıraktığını beyan edeceksin! Ben de sana damadını, aman yani önem verdiğin şahsı vereceğim! Ne dersin?”
“Savaşı sen başlattın Payidar! Ayağın nereye dek uzanıyorsa, uza! Sana ne Kenan’ı ne de ihaleyi bırakırım! Ben boşa laf etmem, bilirsin! Aklın varsa, Kenan’ı sağ salim bırak! Aklın yoksa mesuliyeti kabul etmem!”
“Son sözün bu mu?”
“Yok, daha son sözümü etmedim! Son sözümü, ruhuna Fatiha okurken edeceğim!” diyen Hamdi, telefonu kapattı. Herkes, şaşkın gözlerle bakışırken Bahri, hemen devreye girdi.
“Bildiğimiz şeyler var arkadaşlar! Pars’ın böyle gider yapması, beyhude değildir. Payidar’ın damadı, Türkiye boks şampiyonu Pamir Sudem… Kızı Simay, bu boksörün nişanlısı! Yakında nikah masasına oturacaklar. Madem Payidar, masumlara saldıracak kadar gözünü kör etmiş! Biz de kızını kaldırıp Kenan’a karşılık kullanacağız!”
“Güzel plan ama…” diyen Tayfun, yönünü Hamdi’ye çevirdi.
“…onun gibi gaddar mı olacağız?”
Hamdi, dişlerini sıkarak:
“Dinsizin hakkından imansız gelir Tayfun! Zalime zor kullanmak, evladır. Kenan Karabey, kızım için hayatını tehlikeye attı ve şu anda kızımı kurtardığı için acı çekiyor. Ben, her ne kadar o adama güvenmesem de, bana yaptığı iyiliklere karşılık bunu yapacağım!” dedi. Tayfun, başını salladı.
Zenan gelmişti, Gaye’nin odasındaydı ve yan yana oturmuşlardı; Gaye, ona olanları anlatmıştı, Kenan’ın onun için yaptıklarını, ağlayarak ve içi cız ederek anlatmış, arkadaşı da onu teselli ediyordu. Bir ara aşağıdan sesler gelmişti, Gaye inip bakmış ve toplantıda söylenenleri duymuştu. Hele babasının son sözleri, onu baya etkilemişti.
‘Ben her ne kadar o adama güvenmesem de, bana yaptığı iyiliklere karşılık bunu yapacağım!’ demişti babası; Gaye, gözleri dolu bir şekilde odasına gelmiş, Zenan ona sarılmış ve saçlarını okşayarak teselli etmeye çalışmıştı.
“Kim bilir ne halde, şimdi ne yapıyorlardır ona? Canını acıtıyorlar, vuruyorlardır veya çoktan infaz dahi…” deyip susan Gaye gözlerinden taşan yaşlara engel olamadı. Zenan, onu sımsıkı sarmalayarak:
“Kötü düşünme lütfen, sakin ol! Onu öldürselerdi, çoktan yaparlardı ve babanı dahi aramazlardı! Demek bir şey istiyorlar!” dedi. Gaye, ondan ayrılarak:
“Ne istiyorlarsa, ben vereceğim! Yeter ki Kenan’a dokunmasınlar!” deyince Zenan, derin bir iç çekerek:
“Bak toparlan, emin ol Kenan, sağ salim sana geri gelecektir!” dedi. Gaye, başını onun omzuna yasladı.
***
Boş bir depoya getirilmiş Güngör, gözleri bağlı, ağzına bant çekilmiş ve bir sandalyeye bağlanmıştı. Tepesinde duran Musa, tiksinmiş gözlerle onu izliyordu. Daha kılına bile dokunulmamıştı. Emin, hemen Musa’nın yanında duruyordu.
“Aldığınız adamı nereye götürdünüz?”
Musa’nın sakin bir şekilde sorduğu soruya Güngör, kendinden emin bir şekilde:
“Siz Hamdi’nin adamları mısınız? Eğer onların adamıysanız…” dedi ama Musa’nın şamarıyla, lafı yarıda kaldı.
“Biz, kimsenin adamı değiliz! Ve sen de artık yoksun! Kimliğin, ismin ve cismin, yeryüzünden silindi! Kütükten kaydını kaydırdık! Konuşsan da konuşmasan da, artık Güngör diye birisi yok!”
Güngör, önüne tükürdü.
“Kahrolun, söylemeyeceğim!”
Musa’nın aniden attığı tekme, karnına isabet edince Güngör, birkaç saniye nefesinden feragat edip sırt üstü yere düştü. Emin, onu kaldırmak için hareket etti. Musa, onu durdurdu.
“Madem konuşmayacak, sıkın kafasına!”
Emin, belinden silahını sıyırdı ve sürgüyü çekti; sürgünün sesi, Güngör’ü korkuttu, titremeye başlayan sesiyle yalvarma evresine geçti.
“Durun! Eğer canımı bağışlarsanız, size onun yerini söyleyeceğim!”
Musa, merhametli davrandı.
“Kaldırın ve gözünü açın! Beni görsün!”
Emin, denileni yaptı; adamı kaldırdı ve gözlerini örten bandajı çıkarıp Musa’nın yanında durdu. Güngör, yavaşça gözlerini araladı. Ortamın karanlık olması, alışmış gözlerine zor gelmedi. Musa’ya bakarak:
“Beni öldürmeyeceğinize söz verin, hayatımı garanti altına alın, adamın yerini söylerim!” deyince Musa, sert bir sesle:
“Ben SGK mıyım lan?” diye çıkıştı.
“Canımı bağışlayın! Para için yaptım!”
“Para için her şeyi yapar mısın? Sana para versem, kendi kafana sıkar mısın?”
Güngör, irkildi. Musa’nın söyledikleri, onun tüylerini dikene çevirmişti. Ne diyeceğini bilemez bir halde:
“Abi, bağışlayın!” diye yalvardı.
“Kaldırdığınız adam nerde?”
“Payidar Abinin deposunda!”
Musa, gözlerini kısarak:
“Kim bu Payidar Abi?” diye sordu.
“Candaroğlu, Payidar Candaroğlu…”
Musa, başını salladı.
“Nerde bu depo?”
“Şeyde… Tarabya’da…”
“Güzel!” diyen Musa, Emin’e dönerek:
“Herifin canını bağışlayın! Paket edip Hamdi’ye kargo yollayın! Altına da deponun adresini yazın!” deyince Güngör, ayağına kıymık batmış manda yavrusu gibi bağırdı.
“Abi, Allah aşkına yapmayın! Hamdi beni çiğ yer!”
Musa, onun üzerine hafif eğilip:
“Ben sözümü tuttum Güngör! Seni öldürmedim! Canını bağışladım!” dedi.
“Allah aşkına abi!”
“Sana iki seçenek sunuyorum! Ya Hamdi’ye gidersin ya da kendi kafana sıkarsın!” diyen Musa, kendi silahını sıyırıp uzattı. Emin, Güngör’ün ellerini çözmekle uğraşırken Güngör, etrafına bakındı. Musa’yla Emin’den başka kimse yoktu. Diğer adamlar, dışarıda onları bekliyordu. Elleri çözülen Güngör, Musa’nın uzattığı silahı aldı.
“Abi!” diye sayıklasa da Musa, ellerini her iki yana açıp:
“Seçim senin! Ya kendi kafana sık, kurtul; ya da Hamdi’ye vereyim, ben senden kurtulayım!” dedi. Emin’in parmağı, kendi silahının tetiğindeydi. Güngör, silahın namlusunu şakağına dayadı. Musa, katı gözlerle onu izliyordu. Emin, temkinli bir şekilde bekliyordu. Güngör, derin bir nefes alıp aniden namluyu Musa’ya doğrulttu ve tetiğe bastı. Silahta kurşun yoktu ve Güngör, irkilerek Emin’e baktı. Emin, hafifçe başını sallayıp hiç düşünmeden tetiğe bastı ve Güngör, alnından kafatasına saplanan mermiyle yere yığıldı.
“Yavşak!” diye mırıldanan Musa, Güngör’ün elinden silahını alıp Emin’e döndü.
“Leşini paket edin ve kargoyla Hamdi’ye yollayın!”
“Efendim!” diyerek söze giren Emin, bir gözü yerdeki cesette:
“Hamdi bundan şüphelenmez mi? Depoyu biz basalım! Hem Kenan’ı alırız hem de Payidar’a suçüstü yaparız!” dedi.
“Hayır Emin, öyle yaparsak daha bir şüphe çekeriz! Sen kargoyu, Jargon dedikleri Feramus Dostane’nin adına yolla! Jargon, bunu itiraz etmeyecektir ve sahiplenecektir. Hiç merak etme!”
“Anlaşıldı efendim!”
***
Güneşin pırıltılı ışıkları, Şişli gibi İstanbul’un en gözde ilçesinin üstüne doğarken sıcak ve bunaltıcı bir hava, bugün yeryüzüne hakim olacağını haykırırcasına güneş, daha bir kızgın ve sıcak gözlerle insanoğluna bakıyordu. Yaprak bile kımıldamıyor, dünkü yelden eser yoktu.
Bahçesinde, havuzun başında oturmakta olan Payidar, tepesindeki şemsiyenin güneşle mücadelesini umursamadan kahvesini yudumluyor ve havuzun ışıldayan suyuna yan gözlerle bakıp hesap kitap işleriyle uğraşıyordu. Kafasındaki plan tutmamış gibiydi. Kenan üstünden oynadığı oyun, dünkü restleşmeyle sonuçsuz kalmıştı, o öyle sanıyordu. Çalan telefonu, yüzünü gülümsetti.
“Kararını değiştirmen, hoşuma gitti Hamdi!”
“Kararımı değiştirdim Payidar! Seninle o masaya oturacağım!”
“Güzel! Ben de o zaman müstakbel damat adayı diyelim artık, Kenan’ı serbest bırakırım! Hatta şöyle yapalım! Ben yanımda Kenan’la birlikte geleyim! Olur mu?”
“Sen bilirsin!”
“Hayır vazgeçtim! Kenan, bulunduğu yerde kalsın! Şayet fikrin değişirse, benim de fikrim değişir ve müstakbel damat adayın, Hakk’ın rahmetine kavuşur!”
“Dedim ya Payidar, sen bilirsin!”
“Nerde ve ne zaman buluşalım?”
“Bu akşam, boğazdaki mekanımda buluşalım!”
“Anlaştık! Bakalım, nasıl bir misafirperversin?”
“Memnun kalacağına eminim!” diyen Hamdi, telefonu kapattı. Payidar, kapanan telefonu sehpaya bırakınca kızının sesiyle irkildi.
“Ne oluyor baba? Kiminle konuşuyordun?”
“Sen burada mıydın?”
“Soruma cevap verir misin, kimdi o?”
Payidar, hazırlanmış ve bir yere gitmeyi tasarlayan kızına şöyle bir bakıp:
“İş için biriyle görüşüyordum! Sen nereye gidiyorsun?” diye sordu. Simay, çantasını düzelterek:
“Okula… Hatırlarsan, benim bir okulum var baba! Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü okumaktayım! İTÜ de, benim okulumun adı!” deyince Payidar, yavaşça ayağa kalkıp:
“Kızım büyümüş de, babasına laf mı çarpıyor?” diye sordu. Gözlerini kısıp gülümseyen Simay:
“Sanırım biraz öyle oldu!” dedi. Payidar, kızını kollarının arasına alıp alnından öptü.
“Var mı paran?”
“Çocuk değilim baba! Ayrıca senin bir şirketinde de çalıştığımı unuttun mu?”
“Unutmadım ama harçlık vermeyeli uzun zaman oldu!”
Simay, tebessüm ederek:
“Neyse… Ben gideyim, yoksa oturup eski günleri yad edecek ve ağlayacağız!” dedi.
“Dikkatli ol!” diye ardından seslenen Payidar, kızının el sallamasıyla, içi her ne kadar rahat etmese de yerine oturdu.
***
Hamdi’nin malikanesinin önüne bir araba yanaştı; bir transitti ve kargo şirketine aitti. Görevli, araçtan inerken Bünyamin, adamların çağırmasıyla dış kapıya gelmiş ve adamın ne getirdiğini öğrenmeye çalışıyordu.
“Kimden kargo gelmiş?”
Görevli, elindeki listeye bakıp:
“Feramus Dostane…” deyince Bünyamin, gözlerini kısarak:
“Allah Allah!” diye mırıldandıktan sonra yanındaki adamlara döndü.
“İlgilenin!”
Adamlar, başını sallayıp kapıya yönelen Bünyamin’in ardından baktılar.
“Ne oluyor Bünyamin, kimmiş gelen?”
Bünyamin, bir gözü Jargon’da:
“Feramus Abi’nin bize yolladığı bir paketi gelmiş!” deyince Jargon, birden yerinde dikleşti.
“Ne paketi?”
Hamdi, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Bilmiyor musun ne paketi olduğunu Jargon?” diye sorunca Jargon, haberim yok der gibi gözlerini devirdi. Hamdi, Bünyamin’e dönerek tebessüm etti.
Kocaman bir koliydi gelen, birkaç adamın zor bela getirip bahçeye bırakmasıyla Hamdi ve Jargon, yavaşça ayağa kalkıp koliye yaklaştı.
“Açın şunu!”
Adamlar, ürkek gözlerle bakışırken Bünyamin, cesaretini meydana sermek için koliye yaklaştı. O sırada Gaye ve Zenan, camdan onları izliyordu. Bünyamin, çakısıyla koliyi deldi ve kapağını açtı. Güngör’ün cansız bedeni, paldır küldür yere düşünce herkes, irkilerek bakıştı.
“Kim lan bu?”
Jargon’un sorusuyla Hamdi, bakışlarını ona çevirdi.
“Sen söyle Jargon! Kim bu?”
Jargon, bilmem dercesine elini sallayınca Bünyamin, cansız adamın koynundaki notu aldı. Hamdi, kendisine uzatılan notu aldı.
“Aradığınız adam, aşağıdaki adreste tutuluyor.”
Gülümsedi Hamdi, suratındaki alaylı ifadeyle Jargon’a baktı ve:
“Birileri, Kenan’ın kurtulmasını istiyor!” deyince Jargon:
“Tuzak olmasın sakın Pars?” diye sordu.
“Göreceğiz Jargon, göreceğiz!”
***
Tarabya’daki depo…
Kenan, yarı baygın bir haldeydi; ağzından kanlar akmıştı, gözleri kapalıydı, arada bir hızla nefes alıp sonrada nefesi normale dönüyordu ve hem susuzluktan hem de açlıktan bitap bir hale düşmüştü. Rıfat, onun başında durmuştu. Ayağıyla onu dürttü.
“Lan öldün mü?”
Bir araba sesi duyan Rıfat, Kenan’la uğraşmaktan vazgeçip kapıya doğru yürüdü.
Payidar, arabadan indiğinde Rıfat, onun huzurunda durup:
“Efendim! Kenan, kendinde değil!” dedi. Payidar, sırıtan bir yüz ifadesiyle:
“Bir şey olmaz! Zaten ölecek!” dedikten sonra onunla birlikte içeri girdiler.
Kenan’ın saçından tutup kafasını kaldıran Payidar, adamın baygın olduğunu görünce:
“Aç susuz mu koydunuz?” diye seslenerek sordu. Adamlardan biri:
“Öyle bir emir vermediniz efendim!” deyince Payidar, yavaşça ayağa kalktı.
“Ne biçim misafirperversin lan?”
“Efendim…”
“Tamam, kes! Şimdi emir veriyorum! Onu yedirin, içirin! Akşam benden haber bekleyin!”
“Anlaşıldı efendim!”
Payidar, Rıfat’la birlikte bu sefer de çıkmak için kapıya doğru yürüdü. Yürürken Payidar:
“Adamından var mı bir haber?” diye sordu. Rıfat, olumsuz bir şekilde başını sallayınca Payidar, derin bir nefes alıp kapıdan çıktı.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Bölgede, dinmek bilmeyen bir kriz var. Bu krizi çözmek isterken, yeni krizlerin oluşmasına sebebiyet verdik!” diyen iri yarı, esmer tenli ve çatık kaşlı bir adam; Musa’nın ikram ettiği Türk kahvesinden koca bir yudum alıp konuşmasına devam etti.
“Birileri, bize yanlış verilerle destek oldu! Suriye içindeki muhalif güçler, bizim safımızda yer aldı diye Rusya, rejime bazı yerlerde bomba patlatma eylemleri yaptırttı! Eylemlerin neticesi, büyük yankı uyandırdı! Her ne kadar AB ülkeleri buna karşı çıksa da rejim, Rusya’dan aldığı soğuk etkilerle göğsünü kabarttı!”
Musa, yerinde doğruldu.
“Sayın şefim! Doğudaki hareketlilik, Suriye üzerinden kaynaklanıyor. Örgütün dağ kadroları, iyi kamufle olmayı başarıyor. Ama askerimiz, onları ininde vuruyor. TAK, TİKO ve benzeri şehir yapılanmalarıyla örgüt, kaybettiği kanı pompalama derdinde! Tunceli, Edirne, Ağrı ve Van gibi şehirlerde eylem derdine düşen bu yapılanmalar, erozyona uğramış topraklar gibi alt üst oluyor. Evvel Allah nefes aldırtmıyoruz!”
Şef dediği adam, kahvesinden bir yudum daha aldı ve konuştu.
“Haberalma ekibimiz, malum yerlere konuşlanmış durumda! Burada vaziyet nedir?”
“Sisli bir havada yürümeye çalışıyoruz! Göz gözü görmese de, gönül gözümüzden istifade etmeye gayret ediyoruz!”
“Yeni bir işe girdiğinizi duydum! İstanbul’a gelmişken, size de uğrayayım dedim! Nedir iş?”
“Bilirsiniz Tufan Bey, bizde iş söylenmez; icraatla tescil edilir.”
“Bilirim Musa Bey, ketum olduğunuzu da bilirim!”
Musa, tebessüm ederek kahveyi işaret etti.
“Soğumasın!”
***
İTÜ…
Kafeteryadan çıkan Simay, telefonunun çalmasıyla durdu. Elindeki kahve bardağını, pencere kenarındaki boşluğa bırakıp çantasına eğildi. O, çantasıyla uğraşıp dururken bir adam, koridorun başında durup onu izledi. Telefonunu çıkaran Simay, ‘Aşkım’ isimli numarayı açtı.
“Söyle canım!”
“Nerdesin aşkım?”
“Okuldayım!”
“Tamam, yanına bir adam gelecek! Onunla birlikte bana gel!”
“Kim gelecek?”
“Benim bir eleman…”
“Tamam da dersim var.”
“Lütfen, gelmen lazım!”
“Tamam canım!” diyen Simay, telefonu kapattı. İlerde bekleyen adam, yavaşça kıza doğru ilerledi. Simay, gelen adamın o adam olduğunu anlamıştı. Karşısında duran adama:
“Dersim vardı ama gidelim! Bir şey olmaz!” deyince adam, yavaşça başını salladı.
***
Şakağındaki namluya bakan Pamir, gözlerini kaydırıp Bünyamin’e baktı. Bünyamin; uzun boylu, iri vücut hatlarına sahip ela gözlü ve açık tenli adamı süzerek:
“Aferin sana! Çok yaşarsın bu gidişle!” dedi. Pamir, etrafına dizilmiş adamlara da baktıktan sonra:
“Ne istiyorsunuz, kimsiniz siz?” diye sordu.
“Bak!” diyen Bünyamin, kaşlarını çatarak:
“Böyle konuşmaya devam edersen, ömrün kısalır!” deyince Pamir, iri gözlerle ona bakarak sustu. Bünyamin, bir adamına dönerek:
“Dikkatli olun, başından ayrılmayın!” dedikten sonra odadan çıktı.
Başka bir odaya gelen Büyamin, telefonunu çıkarıp Hamdi’nin numarasını çevirdi. Hamdi’nin sesi:
“Ne yaptın?” diye duyuldu.
“Tezgah hazır efendim!”
“Güzel! Kızı geldikten sonra onların başına beş adam dik ve diğer adrese git!”
“Anlaşıldı efendim!”
“Söyle adamlarına dikkatli olsunlar!”
“Peki efendim!” diyen Bünyamin, kapanan telefonu cebine koydu.
İçeri giren Bünyamin, bir adamına bakıp:
“Bağlayın şunu! Tezgahı da hazırlayın!” deyince bir adamı, Pamir’e doğru yürüdü. Pamir, gözleri diğer adamların üstünde ve her an saldıracak gibi olunca Bünyamin:
“Sakın aklından bile geçirme! Yoksa ölürsün!” der demez Pamir, mecburi teslim olmak zorunda kaldı. Adam, onu yerinden kaldırtıp önüne bıraktığı sandalyeye oturttu. Adam onu bağlarken Bünyamin, keyifli gözlerle izliyordu.
***
“Baba, o paket de neydi?” diye soran Gaye, babasıyla Jargon’un karşısında durdu; Jargon, kıza bakıp sadece izlerken Hamdi, yerinde doğrulup:
“Biri, bizimle fena oyun oynuyor kızım! Sanırım Kenan’ın ölmesini istemeyen, bizden başka birileri de var. Bu adam, içimize sızdırılmaya çalışılan biri!” deyince Gaye, derin bir nefes alıp:
“Hâlâ aynı mevzuu mu baba? Öyle bir şey yok!” dedi. Jargon, sesine hafif kalın bir ton katarak:
“Paket, benim adıma babanıza yollanmış hanımefendi! Benim bundan haberim yok! İçinde, Kenan Karabey’in tutulduğu adres vardı! Ben böyle bir şey yapmadığıma göre, sizce kim yapmış olabilir?” diye sordu. Gaye’nin bir açıklaması yoktu; yutkundu ve babasına baktı Gaye, Jargon da muhabbeti uzatmadı ve yerine sindi.
“Eğer böyle bir şey varsa baba, sana söz veriyorum, Kenan’ı kendi elimle öldürürüm! Ama onu, önce kurtarmamız lazım!”
“Merak etme kızım! Kenan kurtulacak!”
Gaye, başını salladıktan sonra evin kapısına doğru yürüdü. Jargon, kızın eve girişini izledikten sonra:
“Pars! Bu Kenan, başımıza bela olabilir!” deyince Hamdi, usulca başını sallayıp:
“Biliyorum Jargon! Ben, bana yapılan iyiliği de, kötülüğü de karşılıksız bırakmam!” dedi.
“Ona ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Hele bir kurtaralım, gerisi gelir!”
***
Açılan kapıdan içeri giren Simay, karşısında başka adamlar görünce irkildi; korktuğu, yüzündeki ifadeden belli oluyordu ve Bünyamin, kızı fazla ürkütmeden:
“Pamir içeride!” dedi. Simay, odaya girdiğinde çığlık atmak istedi ama bir adam, aniden onun ağzını sıkıca kapattı. Debelenip duran Simay, Pamir’in nemli gözleri arasında kıskıvrak yakalanmıştı.
“Bağlayın ve düzeneği kurun!”
Adamlar, Bünyamin’in emrine amade olurken Bünyamin, kapıdan çıktı.
***
Akşamın mehtabı düşmüştü Marmara’ya; berrak dolunayın görüntüsü, sudaki kırılmalardan yansıyor, hafif esen mehtabın yosun kokusu, dimağları okşayıp yoluna devam ediyordu. Yıldızlar, zılgıtlar eşliğinde halay çekercesine gökyüzünde fink atıyordu. Taze bir Eylül akşamı, koca şehrin karanlığını narin bir hale getiriyordu.
Milli Haberalma Servisi…
“Efendim! Paket, itinayla yerine ulaşmış! Yalnız gelen bilgilere göre Jargon, paket geldiği esnada orada hazır bulunuyormuş! Şüphelenmiş olabilirler!” diyen Emin, Musa’nın:
“Kenan, o şüpheyi bertaraf edecektir!” demesiyle:
“Birazdan, pazarlık için oturacaklar!” dedi.
“Hamdi’nin eli güçlü olmasa, o masaya oturmaz Emin! Muhtemelen Kenan’ı almışlardır ellerinden, bir yokla bakalım!”
“Peki efendim!”
“Bu akşam, ya Hamdi’nin galibiyetiyle ya da mağlubiyetiyle son bulacak!”
“Ya Hamdi, mağlup olursa efendim?”
“O zaman operasyon, başlamadan biter!”
Emin, yavaşça başını salladı. Musa’nın mutlaka bir planı vardır düşüncesi, her nedense Emin’in aklından gitmiyordu. Musa, yerinde doğrulup:
“Yakın takipte olun Emin! Bizim oğlanı aldıklarından haberimiz olsun! Eğer alamazlarsa, siz devreye girersiniz!” dedi.
“Anlaşıldı efendim!”
***
Boğazdaki mekan, Marmara’nın ferah havasıyla dolup taşmıştı; tam kıyıda, köprülere yakın bir yerdeydi mekan, iki katlı ve lüks bir yerdi. Alt katta müşteriler olduğu halde üst kat, tamamen boşaltılmış ve pazarlık için vakit sayıyordu. Hamdi, yanında birkaç adamıyla gelmişti. Önündeki yemeklere adapte olan Hamdi, dışarıda duran arabaya göz ucuyla baktı ve gülümsedi.
Payidar, yanında Rıfat’la araçtan inerken iki adam, hoş geldiniz mahiyetinde onlara yaklaştı. Payidar, muhtemelen Hamdi üst kattadır düşüncesiyle başını kaldırıp ikinci kata baktı ve Hamdi’nin, ona bakıp gülümsediğini ve el salladığını gördü. Payidar, hoşnutsuz bir şekilde başını sallayıp Rıfat’la birlikte mekanın kapısına yöneldi. Diğer araçtan inen iki avukat ve bir muhasebeci de onları takip etti.
Hamdi, ikinci kata giriş yapan Payidar’ı görünce ayağa kalkıp:
“Hoş geldiniz Payidar Bey, bu ne şeref?” diyerek şaşkın gözlerle ona bakan adamın elini sıktı. Payidar, buyrulduğu koltuğa otururken Rıfat, onun arkasında ayakta durdu.
“Hoş bulduk Hamdi, hayırdır, bu ne samimiyet?”
Hamdi, tebessüm ederek:
“Samimiyet kuruyorum ki, pazarlığı kızıştırayım!” deyince Payidar, alaylı bir sırıtışla:
“Mal belli, fiyatı belli! Ne pazarlığından bahsediyorsun?” diye sordu.
“Öyle deme ama! Her malın bir ederi, pazarlığı vardır. Değil mi?”
“Öyle!” diyen Payidar, pencerenin tam üstünde duvara asılmış olan LED ekranlı televizyona baktı. İşaret ederek:
“Ne işe yarıyor bu?” diye sordu. Hamdi, çatalını balığın yumuşak etine saplayarak:
“Bazen buraya geldiğimde, yemek yerken film falan izliyorum! O işe yarıyor! Ha bu akşam da güzel bir film var! Dedim pazarlık yaparken, birlikte izleriz!” deyince Payidar, içini saran kuşkunun sebebini anlamak istedi ama anlayamadı.
“Her neyse…” diyen Payidar, ayakta beklemekte olan adamları işaret ederek:
“İki avukat ve muhasebecim, bu işi hallederler! Ne dersin? Çocukları arayayım da, müstakbel damat adayını salsınlar, değil mi? Hem sen de iştahla yemeğini yersin!” der demez Hamdi, kaşını oynatarak:
“Yok, bekle hele! Bir telefon bekliyorum! Sonra ararsın, acelesi yok!” dedi. Payidar, iyice huylandı; aklını mıncıklayan şüpheler belirdi, beynini kemiren endişeler peyda oldu ve sıkıntısını:
“Ne işler karıştırıyorsun Hamdi?” diye hafif çıkışarak sordu. Hamdi, masadaki mendili alıp ellerini sildi.
“İlla keyfimi kaçırtmak mı istiyorsun? Sana bekle dedim!”
Payidar, gözlerini kısarak onu süzdü.
***
Tarabya’da ateşlenen ilk kurşun, sahibini yere düşürdü; diğer bir mermi de, başkasına saplandı ve Bünyamin, yanında adamlarıyla ateş ederek ilerlemeye çalıştı. Büyük bir çatışma baş göstermişti. Payidar’ın belki yirmi adamı vardı burada ve hepsi de hücuma kalkmıştı.
Kenan’ın başında bekleyen bir adam, dışarıdan gelen silah sesleriyle paniğe kapıldı. Kenan, hafif kendine gelmişti. Acımsı bir şekilde gülümseyen gözlerle adamın debelenmesini izliyordu.
Bünyamin, yerinden fırlayıp koşarak ateş etti ve birini daha indirdi. Bir adamının yere düşmesiyle hırslandı ve tekrar atağa kalktı. Birini daha indirip hırsına perde çekti.
Kenan, adamın korkuyla debelenmesini izleyerek:
“Ne korkuyorsun lan, ölümden öte köy mü var?” diye sordu. Adam, sinirle:
“Sus, yoksa seni o köye muhtar yaparım!” diye çıkışınca Kenan, sırtını duvara dayayıp:
“Bir şey olmaz! Seni de ihtiyar heyetine alırız!” dedi. Adam, öfkeyle Kenan’a doğru yürüdü. Silahını sallayıp:
“Sıkayım mı lan kafana?” dedi.
“Yok, bence sıkamazsın!”
“Lan!” diye bağıran adam, Kenan’ın aniden ona çelme takıp düşürmesiyle dengesini kaybetti. Kenan, her iki bacağını onun boğazına baskı yapmak için sıktı, olanca gücüyle sıktı, daha fena sıktı ve adam, titreyerek can verdi.
“Daha ölmedim lan!” diyen Kenan, adamın leşini kendine doğru çekti. Ceplerini yokladı, bulduğu anahtarla sevindi ve hızlı olması gerektiğini tez anlayıp zincirleri birbirine bağlayan asma kilitle uğraştı. Kilidi açtı, zincirlerin bağını çözdü ve ayağa kalktı. Başı döner gibi oldu, duvara tutundu ve kendine geldiğinde, yerdeki adamın silahını aldı. Cebinden bir şarjör de alıp:
“Şimdi sıra bende!” diye mırıldandı.
Koridora çıkan Kenan, karşıdan gelen adama bir hediye verdi; adam, aldığı hediyeye sevinerek yere yığıldı, bir adam daha çıkageldi ve Kenan, ona da bir mermi hediye etti.
Bünyamin, canı sıkılmış olacak ki yerinden çıkıp üç adamıyla hücuma geçti; birini indirdi, ikincisini yaraladı ve üçüncüsü içeri kaçtı. O yaralı adam da canından oldu.
Kenan, önüne çıkanı indiriyordu; içeri koşan adamı vuracakken mermisi bitti, adamın da mermisi bitince Kenan, bir kaplan misali üstüne atladı ve adama bir kafa darbesi indirdi. Adamın yumruğu, boşluğa savruldu ve Kenan, diziyle onun yüzünü ala çevirdi. Adam, tekme atınca Kenan, geriye çekilip o tekmeyi boşa çıkardı ve adamın boynunu, tek bir hamleyle kırdı. Adam yere yığılırken kapıda durup onları izlemekte olan Bünyamin, Kenan’a doğru yürüyerek alkış tuttu. Kenan, gözlerini kısarak ona baktı.
“Yolun sonuna geldin Kenan Karabey!” diyen Bünyamin, adamların şaşkın bakışları arasında silahını Kenan’a doğrulttu. Kenan, gözlerini kısarak onu izliyordu. Bünyamin’in parmağı, artık tetiğin üstündeydi ve her an basacakmış gibi bekliyordu. Tetik, parmağın kuvvetiyle zorlanıyor, adeta patlamak için sabırsızca can atıyordu. Kenan, gözlerini yumup kollarını her iki yana açtı. Duyulan silah sesi, bir anlık sessizliği fırsat bilip deponun tepesine tünemiş olan kuşların havaya uçmasına neden oldu.
⚠⚠⚠
(4. Bölümün Sonu)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top