"Ecelinin Koynunda"
Odadan çıkmış ve telefonu kulağına dayamış olan Felemez, Hıdır’ın:
“Ağam, kötü şeyler oldu!” diye duyulan sesiyle, derin bir nefes alarak:
“Ne oldu?” diye sordu.
“Biri geldi ağam! Sanırım Hamdi Çeliker bu! Kenan için gelmiş ve amcanın yanında şu an!”
“Bir adamla baş edemiyor musun Hıdır, kafana sık o vakit!”
“Bu adam, sandığın adamlardan değil ağam! Arkası derin olmasa, öyle elini kolunu sallayarak gelmezdi.”
“Kenan da kendine çok güveniyordu. Ama bak ne oldu? Bitik biri şu an! Kafana takma Hıdır, amcam icabına bakar!” deyip telefonu kapatan Felemez, karşısında duran Sebastian’ın:
“Sorun mu var dostum?” diye sormasıyla:
“Var ama aşılmayacak gibi değil!” dedi.
“Nedir sorun?”
“Hamdi Çeliker mi ne? O gelmiş!”
“Nerde?” diye soran Sebastian, iri gözlerini Felemez’in suratında gezdirince Felemez, onun bir planının olduğunu hemen çaktı. Gözlerini kısarak suratını incelerken Sebastian, derin bir nefes alarak cevap beklediğini görsele döktü.
Ağlamaktan bitap bir hale düşmüş, gözyaşlarından yanakları ıpıslak olmuş ve adeta kendinden geçmiş bir haldeydi. Bebeği gözlerinin önünden gitmiyordu Afra’nın; kucağında öyle cansız, hareketsiz ve nefes almadan durması geldi gözlerinin önüne, tepkisiz yavrusunu sarsıp durmuş ama nafileydi. Bebesi zehirlenmiş ve canından olmuştu. Neden, sebebi neydi? Sadece korktu, kaçtı ve başına bu geldi. Suriye’de ölen kocasından kalan tek yadigârdı bebesi, yavrusu ondan hatıraydı ve onun kokusunu duyar gibiydi her kokladığında ve siması onu anımsatırdı kadına. Hisli bir şekilde derin bir iç çekerken yüreğine baskı yapan sancı, hıçkırmasına neden oldu. Nedense Şükrü, o saatten sonra yanına varamaz, gözüne görünmez olmuştu. Kayıplardaydı resmen ve Afra, içten kendine söz verdi. Dudaklarını ısırarak:
“Kısasa kısas…” diye mırıldandı.
Kenan, gözleriyle etrafı yokluyordu. İşine yarayacak bir şey, bir cisim arıyordu. Bu kalın ipleri kesebilecek delici, kesici bir cisim ararken duyduğu ayak sesleri, onun toparlanmasına neden olmuştu. Kapının açılmasıyla, gözlerini kapıya dikerek baktı. Sebastian, yanında Felemez’le içeri girerken:
“Hamdi gelmiş, gözün aydın Kenan!” deyince Kenan, tebessüm ederek:
“Benim değil, sizin gözünüz aydın o zaman!” der demez Felemez, dişlerinin arasından:
“Bu kadar çok mu güveniyorsunuz kendinize?” diye sordu. Başını sallayan Kenan,
“Önce Allah’ımıza Felemez, önce O’na güveniyoruz! Sonra kendimize…” deyince Felemez, alaylı gözlerini Sebastian’a çevirdi. Sebastian, derin bir nefes alarak:
“Ah bir hata yapılmış Kenan! Gaye, ben gelmeden benden habersiz İstanbul’a yollanmış! Kıl payı kurtulmuş yani! Ama sen, maalesef kurtuluşun olmayacak!” dedi. Bir kaşını oynatan Kenan,
“Haklısın Sebastian, kurtuluşum olmayacak!” deyince Sebastian başını sallarken Kenan,
“Sen ölmeden…” diye lafını bitirir bitirmez, Sebastian’ın yüz ifadesi değişti. Felemez, dudak bükerek:
“Afili laflar ediyorsun, helal olsun! Ama son sözlerin bunlar!” dedi.
“Son sözlerimi daha etmedim Felemez, az sabret!” diyen Kenan, dişlerini sıkınca Felemez, ister istemez ürktü. Sebastian da ürpermişti. İkisi bakışırken Kenan, kaşlarını çatarak onları göz hapsine almıştı.
Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut…
Eyüp Ağa, ister istemez çekinmişti. Karşısında duran adam, onu resmen tehdit etmiş, gözünü daldan budaktan sakınmadan ayar vermiş ve resmen racon kesmişti. Arkasındaki koltuğa oturan Hamdi, ayaklarını üst üste atarak gözlerini Eyüp’e dikerken Eyüp, adeta bir duvar gibi kalakalmıştı. Hamdi’nin:
“Otur ağa, otur!” demesiyle kendine gelebildi. Kendi yerine geçerken:
“Lafına muhatap ben değilim efendi!” dedi.
“Sensin ağa! Sen ve Felemez denen velet, benim bu lafıma muhataptır. Ulan size hizmet getiriyoruz, hastanenizi inşa ediyoruz, sizin yaptığınız muameleye bakın! Önce sen çörekleniyorsun, sonra işe yaramaz yeğenin kendini bir halt sanıyor. De şimdi bana ağa! Ben hangi taşları üst üste bırakayım, hangi dağları deliksiz bırakayım, de bana!”
Ağanın resmen gözü korkmuştu. İstanbul’lardan biri gelmiş, karşısında afili laflar sarf ediyor ve hükmünü koyuyordu. Yeğeni onu ne hallere sokmuştu. Şimdi atsa atılmaz, satsa satılmaz dedikleri şey tam da buydu. Ne diyecekti bu adama? Adam haklı da! Yerinde doğrulan Eyüp, derin bir nefes alarak:
“Hakkın var efendi, öyle demeye hakkın var! Zira mekânımda, odamdasın! Her şeye hakkın var, kural bunu gerektirir! Ama ve lakin, es geçtiğin bir şey de vardır. Kenan bende değil, yeğenimde! Onun yerini de bilmiyorum! Bilsem, senden evvel davranır ve Kenan evladımı…” dedi ama Hamdi, sert bir şekilde:
“Kenan kimsenin evladı değil ağa! Sadece benim evladım, benim damadımdır!” diyerek onun lafını böldü. Ağa, kendini toparlayarak:
“Kenan Bey’i ondan alırdım. Bir husus daha var. Madem Kenan bu kadar değerli, maharetli de olmalı! Mahareti olan, işe yaramaz yeğenimin elinden kurtulur, kurtulmasını bilir. Buna ne demeli?” deyince Hamdi, alaylı bir şekilde sırıtarak:
“Bak şimdi ağa! Ben sana Kenan’ın kim olduğunu, nasıl olduğunu ve ne icraatlar gerçekleştirdiğini anlatayım! Sen de iyi dinle!” diye yerinde doğruldu. Kenan’la ilk karşılaşmasından başladı, Rusya’dan giriş yaptı, Ruslarla İstanbul’daki münasebetlerine de değinerek en son İzam Ağa ve yandaşlarını da nasıl yerle bir ettiğini anlatıp lafını bitirdi. O her konuştukça, ağanın surat ifadesi değişiyordu; her hünerini dile getirdikçe Kenan’ın, ağanın beti benzi atıyordu ve Hamdi, cümlesine noktayı yapıştırıp:
“İşte böyle ağa! Sen söyle bakalım! Acep Kenan, yeğeninin postunu delmemek için neyi bekliyor?” diye sordu. Eyüp, çenesini sıvazlayıp derin düşüncelere kulaç atarken Hamdi, ondan ses gelmediğini görünce:
“Onu da ben diyeyim ağa! Kızımın gitmesini bekliyordu. Yeğenin, kızımı da alıkoymuştu. Ama sağ olsun, akıllı davranmış ve kızımı İstanbul’a göndermişti. Şimdi Kenan’ın kafası rahat! Sadece kızımdan haber bekliyor. Eğer onun iyi olduğunu ve ayakta olduğunu öğrenirse, vay yeğenin haline!” der demez ağa, yutkunmak zorunda kaldı. Hafifçe ayağa kalkan Hamdi, bir gözü kapıda beklemekte olan Rıfat’ta:
“Sana mühlet ağa! İki saatin var. İki saat içinde Kenan, kaldığım otele sağ salim gelmezse, Urfa’yı başınıza yıkarım! Aşiretini, yerini yurdunu tanımam, soyunu sopunu bilmem, taşına toprağına bakmam ağa! Yaparım!” dedi. Ağa da ayağa kalkarak:
“Mühletin başüstüne ama tehdidine eyvallahım yok efendi! Elimden gelenini yapacağım, söz veriyorum! Yalnız korktuğum için değil, yeğenime zeval gelmesin diye yapacağım! Şayet yeğenime zeval gelirse, Kenan’ı yedi parçaya böler, İstanbul’un yedi tepesine gömerim! İtiraz edersen, seni de gömecek yer bulurum efendi! Bilmiş ol!” deyince Hamdi, burnundan soluyarak ağanın karşısından ayrıldı. Hamdi giderken ağa, kendi yerine oturup saçlarını karıştırmaya başladı. Hıdır kapıda durmuş ve gözlerini de ağasına dikmişti.
***
İSTANBUL
Şişli Etfal Hastanesi…
Yerinde doğrulmuş ve önüne bırakılan kahvaltı sehpasına odaklanmıştı Payidar; bir gözü zeytinle peynirin üstündeyken aklı, hâlâ doktorun dediklerindeydi. Derin bir nefes alırken kapının açılması, onun toparlamasına yardımcı oldu. Simay ve Feray içeri girmişti; Feray’ın elinde bir poşet, içinde malum hasta ziyaretlerinde götürülen eşyalar vardı. Kolonya, meyve suyu ve muz…
“Ne zahmet ettin kızım?” diyen Payidar, Feray’ın:
“Ne zahmeti amca, geçmiş olsun!” demesiyle, başını sallayarak karşılık verdi. Simay, babasının yanına otururken Feray, boş koltuğa oturup gözlerini onlara çevirdi.
“Biraz daha iyisiniz inşallah, gerçi sizi baya iyi gördüm!” diyen Feray, tebessüm ederek:
“Daha da iyi olursunuz inşallah!” dedi. Payidar, başını sallayarak:
“Sağ ol kızım, iyiyim, olmaya da çalışıyorum!” dedi. Simay, gülümseyerek:
“Babam çok iyi aslında ama naz yapıyor Feray!” dedi. Feray gülümserken Payidar, sehpayı hafifçe iterek:
“Kaldır kızım, ziyade olsun!” dedi.
“Ne dedi doktor?” diye soran Feray, Payidar’ın aklını başından aldı resmen, nutku tutuldu ve elleri titredi. Nedense bir paranoya baş göstermişti. Her doktor lafında irkiliyor, rengini belli ediyor ve tırsıyordu. Simay, gayet doğal bir şekilde:
“İyiymiş ya, kötü bir şey yok!” diye geçiştirirken Payidar, yavaşça kendine gelmeye çalışıyordu. Simay, babasının bu halini görmezken Feray, bir şeylerin ters gittiğini Payidar’ın hal ve tavırlarından anlamıştı. Gözlerini kısarak ona bakıyor, her halini inceliyor ve resmen onu göz hapsinde tutuyordu. Payidar, oralı bile olmadan yatağında uzanmaya çalışıyordu.
***
Balkonda oturmuştu Gaye, elinde kahve kupası, aklında Kenan ve fikrinde ona duyduğu özlem vardı. Babasına güveniyordu Gaye; sevdiği adamı kurtaracak, ona geri getirecek ve belki de bu sefer bir şey olmadan mutlu olacaklardı. Öyle umuyor, öyle düşünüyor ve hayal ediyordu. Yanında duran Zenan, elindeki kupadan bir yudum kahve aldıktan sonra:
“Toparlandın, değil mi?” diye sordu. Ona bakan Gaye, gülümseyerek:
“İyiyim canım, sağ ol! Sen olmazsan, ben ne yapardım, bilemem! Belki kafayı yer, tırlatırdım belki! İyi ki varsın canım!” dedi. Zenan, onun yanında dik durarak:
“Böyle deme be, sonra bir tarafım şişer falan!” dedi ve güldü. Gaye de kendini tutamayarak gülerken öğlene doğru yayılan güneş, gölgeleri dik bir boya doğru uzatmakla uğraşıyordu. Yazdan kalma bir gün yaşanıyordu, sımsıcak ve hafif bunaltıcı bir gündü. Sanki bir daha böyle günler yaşanmayacak gibiydi. Kış bastıracak ve bugünleri aratacak gibi bir durum söz konusuydu.
“Ne garip, değil mi?”
Gaye’nin inilti gibi çıkan sesiyle Zenan, bir gözünü kısarak:
“Garip olan ne?” diye sordu. Acımsı bir tebessümle Gaye,
“Hiç tanımadığın biri, ummadığın bir anda hayatına giriyor ve hayatının merkezine bağdaş kurup adeta hayatının gayesi oluyor. Onsuz nefes alamıyor, soluğun çıkmıyor ve göremiyorsun! Görsen bulanık, duysan ağır ve koklasan onun kokusundan başka koku bilemiyorsun. Takviminin yapraklarına işleniyor, saatinin zaman cisimlerine asılıyor, vaktinin tamamına yayılıyor o kişi! Yediğin ekmek, içtiğin su, soluduğun hava ve barındığın atmosfer oluyor bir anda Zenan! Fark etmeden yerleşiyor, yavaşça ve usulca sokuluyor hayatının orta yerine. İstesen de istemesen de o oluyor, her şeyin o oluyor Zenan! Canın, ciğerin, kalbin, beynin ve hakeza her şeyin… İnkâr edemiyor, karşı koyamıyor ve itiraz edip karşısında dik duramıyorsun. Zamanla o oluyorsun, kendinden feragat edip o oluyorsun işte! Buna ne denir Zenan, bilir misin?” deyince Zenan, derin bir iç çekerek:
“Kader denir Gaye, bilirim hem de çok iyi bilirim! Bak, üç şey bizden gizlidir! Ecel bizden gizlidir, süresini ve vaktini bilemezsin; ansızın gelir, karşı duramaz ve engel olamazsın! Kısmet gizlidir; nereden, ne zaman ve nasıl rızık gelir, bilemezsin! Kader bizden gizlidir; hayatına kim girer, hayatından kim çıkar, kiminle yoldaş olacağın veya evleneceğin belli değil, kaderdir o! Önceden tayin edilmiş, yolu çizilmiş ve takdir edilmiştir. Bunları bilemezsin Gaye!” dedi.
“Sence Kenan, benim kaderim mi?”
“Bilemem! Belki kaderin, belki kederin… Onu zaman gösterecek!”
“Doğru, onu zaman gösterecek ama Kenan, şu an benim Hayatımın Gayesi Zenan!” diyen Gaye, kupasının dibindeki son yudumu da alarak gözlerini ufka çevirdi.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
“Tamam hayatım, endişeni anlıyorum ama kurtuldular sonuçta! Hatta Türkiye’ye giriş yapmışlar şu an!” diyen Mestan, Nazan’ı sakinleştirmek için etrafında fır dönüyordu. Nazan, yüzünü yellemeye çalışarak sakin olmak için çabalarken Mestan, eline kolonya döküyor, saçlarını okşuyor ve ona teselliler yağdırıyordu. Ama kâr etmiyordu; Nazan, her şeyi bir çırpıda anlatan kocasına çok sinirlenmiş, küplere binmiş ve öfkeden çıldırmış bir haldeydi. Cem’in alıkonduğunu, birkaç saat derdest edildiğini duyunca halden hale düşmüştü. Nihayetinde kurtulmuş olsalar bile Mestan, bunu ona yapmamalıydı diye düşünüyordu. Yerinde dikleşerek:
“Ben sana, o çocuk benim için çok önemli, kılına zarar gelmeyecek diyorum; sen kalkıp onu Irak’a yolluyorsun Mestan! Haydi bunu kabul ettim! Çocuk alıkonuluyor, belki de işkence ediliyor ama sen, buradan seyrediyorsun!” deyince Mestan, elinde olmadan:
“Ya ne seyretmesi kadın? Nasıl çabaladım bilmiyorsun? Benim adamlarım, elbet o ellerde de mevcut! Elim kolum uzun ve rahat durmadım tabi! Herkesi teyakkuza getirdim. Kemik’i ve Cem’i kurtarmak için, ben de burada perişan oldum ya! Az bana da hak ver!” diye çıkıştı. Nazan, gözleri dolu bir şekilde:
“Sana hak vermiyorum! Hata sende Mestan! En başından Cem’i oralara göndermeyecektin!” diye sızlandı. Mestan bir şey demeden masasına doğru yürürken Nazan, eliyle çenesini sıvazlayıp sırtını koltuğa yasladı.
Telefonun çalmasıyla Dildar, yatağında hızla doğrulup ayağa kalktı ve telefonun ekranındaki ismi görünce, sevincinden titreyerek açtı. Nazım’ın sesini:
“İyi geceler!” diye duyup iliklerinde hissederek:
“İyi geceler!” diye sayıkladı.
“Ne yapıyorsun devrim yolunda çekilen en güzel çilem?”
“Devrimi düşlemek gibisi yok başkanım, seninle devrim yolunda ilerlemek ve adımlarımızı hayallerimize doğru atmak gibisi yok!”
“Düşlemek güzeldir Dildarım! Düşlemek, gerçekleştirmenin yarısıdır. Düşle hep böyle, gerçekleşsin hepsi!”
“Sesini duymak bile devrime olan inancımı katlıyor, güçlendiriyor başkanım!”
“O zaman soluğumu kulağına küpe et, kulak memelerine yaslanıp devrim ışıklarını izleyip durayım öyle!”
“Ne büyük asalet, ne kutlu hediye?”
“Babanlar ne yapıyor?”
“Boş ver onları başkanım, kendi emperyalist yağlarında kavrulup duruyorlar!”
“Ataya önem vermek, devrime sadakattir; devrim, ataların nasihatleri doğrultusunda şekil almış, kaba yerleşmiştir Dildarım!”
“Ama atalar, devrime hizmet etmeli, onun yolunda adım atmalıdırlar. Ben böyle bilirim! Emperyaliste uşak olan ata, devrime en büyük engeldir.”
“Her neyse gülüm! Sesini işiteyim, hayallerim tazelensin dedim! Var mı isteğin?”
“Var başkanım! Devrim, devrim, devrim…”
“Olacak Dildarım, yakında olacak!”
Dildar, kapanan telefonu sehpaya bırakırken derin bir nefes aldı. Gözlerinde melül bir ifadeyle başını yastığa koydu ve tavana bakarak hayallere balıklama dalış yaptı.
***
Bağcılar…
Raşit, elinde bir fotoğraf makinesiyle kapıda dururken Nazım, içeride Şahin’in karşısında durmuş ve ona tepeden bakıyordu. Şahin, az biraz kendine gelmişti. Gözleri dünkü gibi az bakmıyor, hafif aralanmış gözlerle Nazım’ı izliyordu.
“Bir daha benden izinsiz hareket etme adamım! Yoksa vücuduna saplanan her kurşun, benden sana hediye olur.”
Şahin, derin bir nefes alıp başını sallarken Nazım, kapı tarafına döndü. Raşit’i görünce, ona doğru hızla yürüdü.
Odadan çıkan Nazım, Raşit’in uzattığı fotoğraf makinesini alıp:
“Ne bu Raşit? Paparazziye mi özendin?” diye sordu. Raşit, suratında ince bir tebessümle:
“Benimkisi televole başkanım!” deyince Nazım, bir kaşını kaldırıp göz kırptı. Sonra da hızla yürümeye başladı.
Onun odasına geldiklerinde Nazım, fotoğrafları inceliyordu. Kaytan’ın verdiği her poz, onun için büyük önem taşıyordu. Bir büfeden su aldığı görüntülenmiş, elinde bir sigarayla sahilde oturduğu kadraja alınmış ve bir simit kemirirken poz vermişti. Üç fotoğraf, Kaytan’ın sabahtan beri ne yaptığını deşifre ediyordu.
“Güzel! Bir de akşam bir çekim yapalım! Bakalım yeri yurdu neresi, kimi kimsesi var mı ve nasıl bir hayata sahip?”
Nazım, bunu dedikten sonra makineyi Raşit’e uzattı. Raşit, makineyi alıp başını sallayarak huzurdan ayrılırken Çekiç, hafif endişeli bir şekilde içeri girdi. Nazım, sırtını koltuğa yaslayıp:
“Ne oldu Çekiç? Süt dökmüş bir halin var, hayrola?” diye sordu. Derin bir nefes alan Çekiç, onun karşısındaki koltukta oturup:
“Nazmiye’den haber alamıyorum Nazım, aradım ama ulaşılmıyor!” deyince Nazım, bir gözünü kısarak:
“Hâlâ o karı…” dedi ama Çekiç’in sert bakışlarıyla karşılaşınca,
“Yani o kadın…” deyip derin bir nefes aldı. Kendisini toparlayıp:
“Yani Nazmiye yaşıyor mu hâlâ?” diye düzgün bir şekilde sordu.
“Yaşıyor Nazım, yaşamak denirse buna tabi!”
Gülümsedi Nazım, alaylı bir ifadeyle:
“İstemediği bir hayatsa, yaşamasın Çekiç! Yaşamak zorunda değil!” derken Çekiç, çenesini sıvazlayarak:
“Zorunda Nazım! Bir belge mi varmış ne, şu an ona sahip çıkanın elinde işte! O belge yüzünden hayatı ona mahkûm! Yaşamak zorunda işte bu hayatı!” dedi.
“Kim ki sahibi?”
“Payidar denen biri…”
Bir gözünü kısan Nazım,
“Candaroğlu mu?” diye sorunca Çekiç, bir umutla gözleri parlayarak:
“Ta kendisi!” der demez Nazım, derin bir nefes alıp:
“Aman kalsın Çekiç, belgesi dolana dek yaşasın bu hayatı! Payidar denen adama bulaşmasak, şimdilik iyi olur!” dedi.
“Neden?”
“Anlatırdım ama zamanım yok Çekiç! Senin de zamanın kısıtlı! Elimizdeki bütün militanlar gitti! Yenilerini bulmak gerek! Kaynağın var mı?”
“Merak etme, o iş üstündeyim zaten! Kaynağım, yaklaşık otuz kişiden bahsetti. Son zamanlarda gelişen olaylar, düzde kamufle olup eğitim görmek için bizi zorluyor. Tedarikliyiz sonuçta!”
“İyi, güzel! Kur yapıyı, al teskereni Çekiç!” diyen Nazım, işaret parmağını sallayıp kapıyı işaret edince Çekiç, derin bir nefes alarak ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Onun arkasından bakan Nazım, gülümseyerek:
“Nazmiye orospu, sen pezevenk! Ne beklenir sizden?” diye mırıldandı ve tebessüm etti.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Güzel poz vermişsiniz efendim!” diyen Emin, suratında ince ve alaylı bir ifadeyle Kaytan’a bakarken Mahir, çenesini sıvazlayarak derin bir düşünceye yelken açmıştı. Ortamda fink atan gizemli bir hava, bütün düşüncelere perde çekmiş gibiydi. Yerinde doğrulan Kaytan,
“Hamlelerini beklemek, canımı sıkıyor Emin! Biz o pozları boşuna vermedik sanırım!” deyince Emin, derin bir nefes alarak:
“Amaçları belli, bizi bitirmek niyetindeler. Ama nasıl, ne şekilde bunu bilemiyoruz! Beklemek gerek!” dedi. Kaytan başını sallarken Mahir, yavaşça ayağa kalkarak:
“Kim çekmiş bu fotoğrafları, belli mi?” diye sordu. Emin ona bakarak:
“Turist ayağında biri…” dedi.
“Ama turist değil!” diyen Mahir, bakışlarını Kaytan’a çevirerek:
“Kimin için çektikleri de malum! Bu Nazım, öyle basit biri değil gibi! Değil mi efendim?” deyince Kaytan da ayağa kalktı.
“Basit değil! Güzel tezgâh kurmuş Mahir! Sıradan bir turist, gelip senin arkandaki manzarayı çekmeye çalışıyor ama kadrajda sen varsın!”
“Yani…” diyerek lafa giren Emin, bakışların ona yönelmesiyle:
“Buradaki manzara, ona göre ne? Kaytan mı yoksa arkasındaki objeler mi?” diye sordu.
“Güzel tespit! İşte Mahir, ben de basit biri değilim! Bunu görecek kadar, fark edecek kadar iyiyim!” diyen Kaytan, Mahir’e bakıp göz kırptı. Mahir, tebessüm ederek:
“Estağfurullah efendim, meramım o değil! Siz elbet basit değilsiniz, Nazım da kendini basit görmüyor ve biz de onu basit görmüyoruz! Çok çetrefilli bir durum söz konusu efendim!” derken Emin, ensesini kaşıyarak:
“Yani?” diye sordu. Mahir lafa girecekken Kaytan, ondan evvel davrandı ve:
“Yanisi şu Emin! Temkinli olmak, tedbirli olmak lazım!” dedi. Emin başını sallarken Kaytan, gözlerini Mahir’e dikerek gülümsüyordu.
***
Hastanede, odasındaydı Musa; gözleri buğulu, aklı firarda ve fikri bambaşka yerlerde fink atarak başını yastığa yaslamış ve gözlerini de tavana dikerek tavandaki mermer suratlı duvardaki izleri yokluyordu. Odanın kapısı açılırken Musa, bakışlarını tavandan ayırdı ve kapı tarafına çevirdi. Gördüğü kişiyle irkildi. Nisa, elinde bir bukle çiçekle kapıda durmuştu. Musa, kendini toplayarak:
“Nerden çıktın sen?” diye sordu. Nisa, ona doğru yürüyüp:
“Rahatsız olma lütfen! Geçmiş olsun!” dedi ve çiçekleri sehpaya bırakıp onun yanında durdu.
“Otur lütfen!” diyerek yer gösteren Musa, suratında ince bir tebessümle kadını izledi. Nisa, koltuğa oturup:
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordu.
“Eh şükür, iyi olmaya çalışıyoruz! Hayatımız böyle Nisa Hanım, öyle böyle geçiyor işte!”
Gülümseyen Nisa, onu tepeden tırnağa süzdükten sonra:
“Zayıflamışsın, yediğin kurşunlar kilona yaramış!” deyince Musa, hafif bir gülücükle:
“Sağ ol ya!” dedi.
“Nereye kadar Musa?”
Birden duruldu Musa; kadının ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu, bir gözünü kısarak ona bakarken Nisa, huzursuzca yerinde kıpırdadı ve derin bir nefes alarak:
“Yani nereye kadar sürecek böyle? Bir gün kurtulmama, ameliyat masasında kalma veya olduğu yerde ölme riskin var. Bu nereye dek devam edecek?” diye sorusuna açıklık getirdi. Musa, eliyle dağınık saçlarını karıştırıp:
“Gittiği yere kadar be Nisa! Nerde bittiyse, son olduysa oraya kadar işte!” dedi.
“Ama senin de bir hayatın var. Bir geleceğin olmalı, yaşaman gerek! Senin de görmen gereken güzel günler, güzel anlar var Musa! Bunları hiç düşündün mü?”
“Düşündüm, çok düşündüm! Dediğin gibi işte! Benim de hayatım var ve hayatım bundan ibaret! Benim en güzel anım, bu pisliklerle uğraştığım andır Nisa! En güzel günlerim, bu pisliklerin yok olmasıyla başlayacak, emin ol! Başka bir hayatım yok!”
“Ya evlenmek, çoluk çocuk meselesi?”
“Dediğin gibi işte! Onlar mesele, ben meselelerin dışındayım!”
“Yazık ediyorsun! Hem kendine hem de…” diyen Nisa, sustu ve gözlerini Musa’dan kaçırarak başka bir yere baktı. Sanki bir şeyler demek istiyor ama dili dönmüyordu. Ama Musa anlamıştı, suratında garip bir ifadeyle kadına baktıktan sonra:
“Sana yazık olmasın Nisa, bana olsun da sana olmasın!” deyince Nisa, gözlerini ona çevirerek:
“Sana da olmasın! Bırak geçmişi, geleceğine bak! Geleceğimize bak!” dedi. Musa’dan ses seda çıkmadı, sessizliğin örtüsüne sarılırken Nisa, yavaşça ayağa kalkarak:
“Anlaşılan bakacağın yok, ben gideyim!” dedi. Musa, çiçekleri işaret ederek:
“Sağ ol geldiğin için!” dedi. Gülümsedi Nisa, başını salladıktan sonra kapıya doğru yürüdü. Bir yandan gitmek istiyor bir yandan da kalmak istiyordu. Ama arada kalmıştı. Aklı git dese, yüreği kal diye bağırıyor; fikri git dese, gönlü feryat ediyordu. Nisa, her şeyi bir kenara bırakıp adımlarını kapıya doğru atarken Musa, nemli gözlerini onun arkasına dikmişti. Kadının her adımı, Musa’nın yüreğine kamçı sallıyordu; kadının kapıyı açması, Musa’nın boğazına hıçkırık olarak düğümleniyordu ve Nisa, kapıdan çıkarken son defa ona dönüp baktı, bakıştılar ve kadın, el mahkûm kapıdan çıkıp kapıyı da ardından çekti. Musa boşluklara düştü, kadın uzaklaşıp gitti.
***
VİRANŞEHİR
Hamdi, ufak çarşıda Rıfat’la birlikte yürürken Fıçı, karşı kaldırımda onlara paralel bir şekilde yürüyordu. Satıcıların Kürtçe bağırmaları, birkaç esnafın yöre Arapça diliyle seslenmeleri ve araçların gelip geçmesi, kalabalığa etki ediyordu. Trafiğin baya karışık olması, yöre halkının kendine has yol ortasında yürümeleri, haliyle trafiği meşgul ediyordu. Kaldırımlarda, kahve önlerinde oturan insanların sigara ve çay dolu muhabbetleri, çevreden geçen insanların nazarlarına yansıyordu. Öğleden sonra hava, biraz daha sıcaklaşmış, bunaltıcı bir hal almıştı. Hamdi bir noktada ansızın durunca, Arap olduğu giydiği elbisesinden ve yüzünün şeklinden belli olan bir kadın, gelip arkadan Hamdi’ye çarptı.
“Pardon bacım!” diyen Hamdi, kadının:
“Ma müşkülat! (Sıkıntı değil!)” deyip yanından geçmesiyle Rıfat’a dönerek:
“Nerde bu Afra olacak kadın?” diye sordu. Rıfat, etrafını kolaçan ederek:
“Efendim, belki de başka bir yerdedir!” deyince Hamdi, ona yaklaşarak:
“Çarşı demişti, burası çarşı işte!” dedi.
“Başka bir çarşısı da vardır muhakkak!” diyen Rıfat, kaldırımdan inip yolunu değiştiren bir adama:
“Buranın başka çarşısı var mı?” diye sorunca adam, bir şey demeden yoluna devam etti. Sinirlenen Rıfat, içinden sabır diyerek başkasına aynı soruyu sordu. O adam da burun kıvırınca biri, sakince yanlarına gelerek:
“Buyur ben yardımcı olayım!” dedi. Rıfat, ona dönerek:
“Başka çarşı var mı burada?” diye sordu. Hamdi, birden:
“Afra diye biri! Suriyeli sanırım, kucağında bebeği varmış, dileniyormuş falan!” deyince adam, bir gözünü kısarak onu tepeden tırnağa süzdü. Rıfat, sert bir şekilde:
“Haydi kardeşim haydi, işimiz acele, süzmeyi bırak!” dedi. Adam başını sallayıp:
“Akrabası değilsiniz, ona ne yapacaksınız, onunla ne işiniz var?” diye sorular sıralayınca Rıfat, adama usulca sokulup:
“Eğer hemen söylemezsen, başına neler gelir biliyor musun?” diye tısladı. Adam, derin bir nefes alarak:
“Onun genellikle durduğu yer, Dörtyol civarıdır. Oraya bakın!” dedi. Rıfat, Fıçı’nın yanlarına gelmesiyle adamı boş verip Hamdi’ye döndü. Hamdi, derin bir nefes alarak:
“Az önce geldiğimiz yer, oraya baktık!” dedi. O sırada şehir içi arabası, bir noktada durmuştu. Onların biraz çaprazında, biraz uzaklarındaydı. Afra, bitkin bir halde şehir içinden inerken Fıçı, Rıfat’ın kolundan dürtüp gözleriyle işaret etti. Hamdi de görmüştü. Gözleri parlayarak kadına doğru giderken Afra, sırtını dükkanın duvarına dayamış bir şekilde bekliyordu.
“Afra!”
Hamdi’ye bakan kadın, irkilerek yerinden sıçrayınca Hamdi, elini kaldırıp:
“Sakin ol, ben Hamdi, beni aramıştın hani!” dedi. Afra sakinleşti, yutkundu ve gözlerinden bir iki damla düştü. Birden Hamdi’ye sarılarak gözyaşlarını bırakırken çevreden gelip geçen insanlar, onlara tuhaf gözlerle bakıp anlamaya çalışıyorlardı. Rıfat etrafı kolaçan ederken Fıçı da tedbiri elden bırakmıyordu. Hamdi, kadının neden ona sarılıp ağladığını merak ediyordu. Birden içine bir kuşku yerleşti, bir endişe belirdi ve hemen kadından ayrılıp:
“Ne oldu Afra?” diye sordu.
“Kenan gitti, gitti!” diye sayıklayan Afra, Hamdi’nin irkilerek sıçramasına neden oldu.
Kırmızı renkli bir doblonun arka koltuğunda, iki adamın tam ortasında oturtulmuştu Kenan; ön tarafta, şoför mahallinde Şükrü vardı, yanında da Sebastian oturuyordu. Sessiz bir şekilde Urfa yolunda ilerliyorlardı. Kenan’ın morali bozuk, dudaklarında hafif kan izleri ve sol gözünde morluklar vardı. Gözlerini yumarken; onu ayağa kaldırmaya çalışan adama nasıl kafa attığını, diğerine attığı tekmeyi ve arkadan ona vuran adamın darbesiyle dengesini yitirdiğini, bir iki kişinin ona çullandığını ve tekme tokatlarla giriştiğini anımsadı. Nereye götürüldüğü hakkında hiçbir fikri yoktu, kendisine ne yapılacaktı bilmiyordu. Hiçbir şey denilmemiş, bir izahat yapılmamış ve öylece toplanıp alınmıştı.
Tabelaya çarpan akşamın karanlığı, bozkır topraklara karanlığın çökeceğine işaret ediyordu; kuru ağaç dallarında kıpramalar belirmiş, bulutlar barışarak bir araya gelmiş, hafif bir rüzgâr da baş göstermişti. Biraz serin, baya serin ve hatta çok serin bir akşam ve gece yaşanacağına işaret ediyordu.
Eyüp Nebi Kırsalındaki Konut…
Araba daha durmadan Hamdi, camdan sarkıttığı tabancasını ateşledi; kapının önünde duran adam, göğsünden aldığı mermiyle yere düşerken silah sesi, paniğe ve telaşa neden oldu. Kapıyı hızla açıp atlarcasına inen Hamdi, yaşını bir kenara iterek bir duvara doğru hızla koştu ve duvarın arkasından gelmeye çalışan adamı vurdu. Rıfat, arka koltuktan aldığı keleşle hücuma geçti. İki kişinin yere düşmesi, onun gözünü doyurmuyordu. Ateş ederek ve tetikten parmağını çekmeden hızla koştu ve Hamdi’nin aşağısındaki kapıya yöneldi. Akşamın karanlığı, ateşli bir çatışmaya merhaba demişti. Fıçı da boş durmuyor, her iki elinde tuttuğu silahlarını ateşleyerek bir nevi destek çıkıyordu.
Eyüp, odasından fırlayıp dışarı çıkarken Hıdır, onun kapısında bekliyordu. Elinde silahıyla:
“Neler oluyor Hıdır?” diye soran Eyüp, adamının:
“Hamdi’dir gelen ağam!” demesiyle burnundan soludu. Başını sallayarak:
“Bu sefer ayıp etmiştir, kulağına çekmek lazım!” diye fısıldadı ve hışımla adımlarını attı.
Kapıdaki nöbetçi, vurulup yere düşerken Fıçı, kapının kulpunu çevirip tekmesini kapıya geçirdi ve Rıfat, elindeki keleşle hücuma geçerek kapının arkasında duranları hedef aldı. Birinin göğsüne saplanan mermi, diğerinin bacaklarını delerken birinin kafasına saplanan mermi, bir başkasının sırtına saplanıyordu. Hamdi, arada bir duvarın üstünden ateş edip tekrar mevzi tutuyordu.
“Kapı açık!” diye bağıran Fıçı, Hamdi’nin gelmesi için etrafına bakındı. Rıfat da diğer tarafa geçerek şarjörünü heba etmeye devam ediyordu.
Evin kapısından çıkan Eyüp, köşedeki adamının düşmesiyle irkildi. Duyduğu keleş sesi, adeta ruhuna işlemişti. Burnundan soluyarak:
“Artık yeter!” diye fısıldadı. Hıdır’la birlikte adımlarını atarak silahlarını ateşlemeye başladılar. Onların silahlarından fırlayan mermiler, ileriye doğru beyhude giderken Hamdi, avlu kapısından içeri girip silahını ateşledi. Gözleri, evin kapısından onlara doğru gelmekte olan ağanın üstünden ayrılmıyordu. Ne Hamdi gözünü kırpabildi ne de ağa durabildi; ikisi de silahlarındaki mermiler tükenene dek tetiklerine bastılar ve adımlarını, birbirlerine doğru attılar. Rıfat ve Fıçı, diğer elemanlarla ilgilenirken Hamdi’nin silahından fırlayan mermi, Hıdır’ın göğsüne saplandı. Hıdır yere düşerken Eyüp, gözünü daldan budaktan sakınmadan tetiğine basmaya devam etti. Aralarındaki mesafe azalmıştı ki silahlarındaki mermiler, her nedense aynı anda bitti. Şarjörler boşa sıkarken Hamdi, ağanın karşısında durdu. Ağır yaralanan Hıdır, silahını Hamdi’ye doğrultmuştu ki Fıçı, ona fırsat tanımadı ve ikinci mermiyi de ona hibe ederek onun ebedi uykuya dalmasına vesile oldu. Eyüp, gözlerini Hamdi’nin gözlerinden ayırmadan:
“Kan döktün, kan kusacaksın!” dedi.
“Hainlik ettin, infaz edileceksin!” diyen Hamdi, Fıçı’nın uzattığı silahı aldı. Namluyu Eyüp’ün alnına dayayıp:
“Mühletin bitti, başını almaya geldim!” dedi. Eyüp, burnundan soluyarak:
“Ben ölürsem, başın gövdende durmaz, bilesin!” dedi.
“Sen öl, başıma sahip çıkarım, merak etme! Ama önce, Kenan’ın nerde olduğunu söyle!”
“Kan döktün efendi, bunun bedeli var! Kan dökmeden evvel bu suali etseydin, cevabını alırdın! Ama kan döktün, sana cevap yok!”
“O zaman merak etme, yeğenin de hemen peşinden gelecek ağa!” diyen Hamdi, tam tetiğe basacaktı ki bir ses:
“Geldim bile!” diye ortama bomba gibi düştü. Rıfat ve Fıçı, hızla arkalarına döndüğünde bir ordu adamla karşılaştı. Hepsinin elinde silahlar vardı, namlular onlara doğrultulmuştu ve Hamdi, birden ağayı kıskıvrak yakaladı ve namluyu onun şakağına dayayıp:
“Ben de seni bekliyordum it!” diye bağırdı. Rıfat’la Fıçı, kendilerini ağanın ardına alarak beklerken Felemez, bunu beklemediğini gösteren bir derin nefes alış hareketiyle:
“Bırak amcamı, senin derdin benimle!” diye seslendi.
“Ya senin derdin ne? Ne diye Kenan’a musallat oldun lan?” diye bağıran Hamdi, çırpınmakta olan ağayı zor bela zapt etmeye çalışıyordu.
“Kenan, en yakın arkadaşım Sebastian’a hata yaptı, bunun bedelini ödüyor. Sen de bana hata yaparsan, ağır bedel ödersin!”
“Sebastian mı dedin, Bornova mı?”
“Aynen o!” diyen Felemez, kahkaha atarak:
“Ve şu anda gidiyorlar! Yetişemedin Hamdi!” deyince Hamdi, burnundan soluyarak:
“Eğer Kenan’ın yerini söylemezsen, amcanın kafasına sıkarım!” diye seslendi.
“Amcamın kafasına sıkarsan, buradan nasıl çıkacaksın?”
“Çıkma derdinde değilim, bana Kenan’ın nereye götürüldüğünü söyle!”
“Asla! İstersen sık kafasına! Benim derdim de sensin!”
Rıfat, boşta kalan elini cebine atarken Hamdi, göz ucuyla ona bakarak:
“Bak Felemez, son kez söylüyorum! Kenan nereye götürüldü?” diye seslendi. Felemez, alaylı bir şekilde:
“Bunu asla öğrenemeyeceksin!” diye bağırdı. Rıfat, cebinden çıkardığı el bombasının pimini çekerek tam ortaya gelecek şekilde fırlattı. Hamdi de ağanın kafasına sıkarken patlayan bomba, ortama gürültü, toz ve duman salarken keleşten yükselen sesler, tetiğe basıldığı anlamına geliyordu. Duyulan bağırmalar, inlemeler, feryat ve figanlar, keleşten yükselen seslere karışıyordu.
“Amca!” diye bağıran Felemez, amcasının cansız bir şekilde yerde olduğunu görünce kendisini kaybetti. Ama ortalıkta ne Hamdi ne de adamları vardı. Birden arkalarından silah sesleri yükseldi. Felemez, kendini bir çöp konteynırının arkasına atarken açıkta kalan adamlar, kendilerini mermilerden kurtaramıyordu. Patlayan bomba sayesinde Hamdi ve iki adamı, ortamın bulanıklığını fırsat bilerek ve ateş ederek arkalarından dolaşmış ve arkalarında mevzi tutarak onların açıklığından faydalanmıştı. Rıfat’ın keleşe sarılması, düşen adamların sayısını arttırırken Fıçı, her iki silahıyla atağa kalkmış ve var gücüyle hücuma geçmişti. Düşen her adam, Felemez’in gözünü iyice korkutuyordu; sıkılan her kurşun, nedense bir beden buluyor ve bu, iyice Rıfat’la Fıçı’nın iştahını kabartıyordu. Felemez, gözleriyle etrafı yokladı. Amcasının kanlar içerisinde yerde olduğunu, Hıdır’ın çoktan can verdiğini ve her tarafın kan olduğunu görünce öfkesi katlanıyor ve burnundan soluyup duruyordu. Hamdi, bir adamı indirerek:
“Buraya kadar Felemez, teslim ol!” diye bağırdı.
“Asla!” diyerek yerinden çıkan Felemez, Rıfat’ı hedef alsa da onu vuramadı ve boşa sıktığı mermisine küfür ederek tekrar yerine sindi. Kalan beş adamı, her ne kadar çırpınsa da boştu; yerinden çıkan bir adam, Fıçı’nın mermisini göğüslenirken Rıfat, keleşe iyice sarıldı ve yerinden çıkıp adımlarını attı. Ateş etmek için yerinden çıkan diğer adam, kafasına saplanan mermiyle yere düştü. Kalan üç adam, Felemez’den yardım dilenircesine bakışlarını ona dikmişti. Felemez, yutkunarak çaresiz olduğunu görsele dökünce adamlar, teslim olmak için yerlerinden çıktı ama Rıfat, onları affetmediğini keleşinden mermi yollayarak gösterdi. Ortama sinen sessizlik, Felemez’in:
“Bittin sen Hamdi, artık bir ölüsün!” demesiyle bozuldu.
“Asıl sen bittin, adam gibi çık ortaya ve teslim ol!”
“Benim ölüm, senin ölüm fermanındır Hamdi!” diyen Felemez, namluyu şakağına dayadı. Gözlerini yumdu, kendini ölüme hazırladı, dudakları oynadı ve derin bir nefes alıp tam tetiğe basacakken Rıfat, aniden onun eline tekmeyi geçirdi ve silah, onun elinden düşüp öteye savruldu. Felemez’e keleşin namlusunu doğrultan Rıfat,
“Kalk lan ayağa!” dedi. Fıçı, Felemez ayağa kalkarken onu arkadan sımsıkı kavradı.
“Sakin ol!”
Hamdi, Felemez’in karşısında durup:
“Kenan nerde?” diye sordu. Felemez, alaylı bir sırıtışla:
“Ecelinin koynunda…” deyince Rıfat, olanca gücüyle sert bir yumruk indirdi. Afallayan Felemez, burnundan solurken Hamdi, usulca başını sallayarak:
“Konuşacaksın, konuşacaksın!” dedi. Felemez gülümserken Hamdi, gözlerini kırpmadan onun suratını inceliyordu.
***
İSTANBUL
Arnavutköy/Yazgan Site…
Odasından çıkan Cem, üstündeki yorgunluğu atmış, biraz kendine gelmiş ve toparlanmış bir şekilde merdivenlere doğru yürürken yatak odasından çıkan Nazan, yüzüne şefkatli bir anne imajı yerleştirerek ona doğru yürüdü. Cem, yerinde durup hürmetli bir edayla beklerken Nazan, onun karşısında durarak:
“Dinlendin mi Cem?” diye sordu. Başını sallayan Cem,
“Teşekkür ederim abla, dinlendim!” deyince Nazan, kaşlarını çatarak:
“Bir daha, sakın benden habersiz bir yere gitme Cem! İlla haberim olsun!” dedi.
“Peki efendim, gitmem!”
Nazan, onun koluna girerek merdivenlere doğru giderken odasından çıkmakta olan Dildar, onları o halde görünce irkildi. Gözleri iri bir şekilde onları takibe aldı. Arkalarından geliyor, onlara ayak uyduruyordu. Cem’le Nazan, Dildar’ı fark etmemişlerdi. Merdiven basamakları bitince ve onlar alt kata inince Dildar, arkalarından:
“Maşallah, Allah muhabbetinizi artırsın!” diye seslendi. Nazan, kızına dönerken Cem’in kolunu bırakmadan:
“Sağ ol kızım!” dedi ve gülümsedi.
“Anne o ne ya? Babam görse çatlar valla! Çık herifin kolundan!” diyen Dildar, tebessüm ederken Cem, gözlerini kısarak:
“Herif mi?” diye fısıldadı. Ama kimse onu duymamıştı. Nazan, kaşlarını çatarak:
“Saçmalama kızım! Cem benim oğlum sayılır, baban onu kıskanacaksa artık pes yani!” diye çıkıştı. Dildar, kahkaha atarak:
“Haklısın anne, onun kıskanılacak bir yanı yok, doğru!” deyince Cem, bir kaşını havaya kaldırıp:
“Teşekkürler!” dedi. Dildar kıkırdarken Nazan, başını salladı. Sonra da Cem’e dönerek:
“Asıl seni kıskanan, bak kendisi çıktı!” dedi.
“Estağfurullah abla!” diyen Cem, bakışlarını Dildar’a çevirip:
“Kıskanılacak bir yanım yokmuş!” dedi.
“A sen alındın mı? Yapma ya!” diye kıkırdayıp dalga geçen Dildar, başka da bir şey demeden onların yanından geçerken çalışma odasından çıkmakta olan Mestan, kendisine doğru gelmekte olan kızına adapte oldu. Karısıyla Cem’in yan yana durduğunu ve hatta karısının Cem’in kolunda olduğunu görünce sinirlenmemek için kendisini zor tuttu. Karşısında duran Dildar,
“Kıskanılacak bir yanı yok baba, boş ver!” deyince Mestan, bakışlarını ona çevirip:
“Canıma dokunuyor kızım, ister istemez zoruma gidiyor!” diye tısladı.
“Annem mahsus yapıyor baba!” diyen Dildar, beraber mutfağa doğru giden Cem’le annesine bakarak:
“Artık derdi neyse!” dedi.
“Derdi benim kızım, derdi benim!” diye mırıldanan Mestan, tekrar çalışma odasına girerken Dildar, ortada kalmanın vermiş olduğu şaşkınlıkla etrafına bakındı.
***
Şişli Etfal Hastanesi…
“Durumunuz giderek iyiye yaklaşıyor Payidar Bey!” diyen doktor, elindeki dosyaya bir şeyler yazarken:
“Ama yine böyle bir sancı olursa, ikinci bir operasyon gerekebilir. Ufak bir operasyon daha yaparsak, bu sancıdan kurtulma imkânınız yüksek!” dedi. Simay, gözlerini babasına dikmiş bakarken Payidar, göz ucuyla kızını izledikten sonra:
“İlla sancının olması lazım mı doktor, direk operasyon yapsak olmaz mı?” diye sordu.
“Belki de sancıya sebebiyet durum ortadan kalkmıştır, sancıyı beklemekte fayda var Payidar Bey!”
“Anladım, sağ olun! Ne zaman taburcu olabilirim?”
“Yarın…” diyen doktor, imalı bakışlarını Payidar’ın suratında gezdirdikten sonra:
“Geçmiş olsun!” dedi ve Simay’ın durgun bakışları arasında kapıya yöneldi.
“İyisin değil mi baba?” diye soran Simay, yerinden kalkıp babasına doğru yaklaştı. Kızının suratına bakan Payidar, başını sallayıp:
“İyiyim!” dedi.
“Yüzünde bir solma var. Tansiyonun mu düştü?”
“Yok yok, iyiyim ben!”
Simay, anlamsız bakışlarla babasını süzerken Payidar, ikide bir kızından bakışlarını kaçırıyor ve kaçamak gözlerle onu izleyip duruyordu. Doktorun imalı bakışları, bir şeyler demek isteyip de diyemeyen tavırları ve sanki bir sır saklıyormuş gibi duruşları, nedense Payidar’ın aklını bulandırıyordu. Derin bir nefes alan Payidar, eliyle alnını ovarak yatağa uzanırken Simay, babasından bakışlarını ayırmıyordu. Kapının çalması, Simay’ı ayağa kaldırttı. İçeri giren Tonguç, yüzü gözü mosmor olmuş bir şekilde kapıda durunca Payidar, yerinde doğrulup:
“Bu ne hal lan?” diye sordu. Tonguç, efemine tavrıyla:
“Ay Payidar Bey, ne oldu bir bilseniz…” deyince Payidar, sırıtan kızına dönerek:
“Bize müsaade et kızım!” dedi. Simay, gocunmuş gözlerini babasına çevirdi ama Payidar, kaşlarını çatınca oflayıp kapıya doğru yürüdü. Kızının çıkmasıyla Payidar, iyice yerinde dikleşerek:
“Anlat çabuk!” dedi. Tonguç, otoparkta yapılan saldırıyı ve Nazmiye’nin alınışını anlattıktan sonra:
“Ortalarda yok, her yere baktım, baktırdım efendim! Kim aldı, neden aldı ve nereye götürdü bilmiyorum! Ben iki gündür halsizim, öylece evdeydim! Ancak ayaklandım ayol!” deyince Payidar, derin bir nefes alarak:
“Bu kızın belalısı, belalıları falan var mıydı? Müşterilerden olsun, çevresinden olsun veya herhangi bir yerden olsun, ha?” diye sordu.
“Yok ayol, kim olacak belalısı?”
İşaret parmağını ona doğrultan Payidar, dişlerini sıkarak:
“Bir daha bana ayol dersen, kafanı koparırım senin!” deyince Tonguç, yutkunarak:
“Anlaşıldı efendim!” dedi.
“Git! Diğer kadınları sakinleştir, onların yanında ol! Ben Nazmiye meselesini halledeceğim!”
“Peki efendim!” diyen Tonguç, kapıya doğru giderken Payidar, Rıfat olmayınca ne halde olduğunu gördü ve onun olmasına içten şükretti. Tekrar yatağa uzanırken kızı, içeri girerek:
“Bu kim baba, ne şeker biri öyle?” diye sordu. Payidar, gözlerini kızına dikerek:
“Sorma lütfen, şekeri batsın!” deyince Simay, kıkırdayarak babasını izledi.
***
VİRANŞEHİR
“Nerde Kenan, elimde kalacaksın lan, nerde?” diye gürleyip sert bir yumruk indiren Fıçı, Felemez’in suratını kana buladı. Urfa yolunda, terk edilmiş bir korucu kulübesine gelmişlerdi. Hamdi, kapıya yakın yerde durmuş ve onları izliyordu. Felemez, ağzı yüzü kan revan içinde kalmış bir halde:
“Ecelinde…” diye sayıkladı. Fıçı, sert yumruğunu onun suratına geçirince Rıfat, silahını belinden sıyırdı. Hızla Felemez’e doğru giderken Hamdi, yavaşça yerinde doğruldu. Rıfat, Fıçı’yı ileriye iterek silahın namlusunu, Felemez’in ağzını zorla açarak içeri soktu. Hamdi irkilirken Fıçı, gözlerini kısarak:
“Ne yapıyorsun birader, bize canlı lazım?” diye sordu.
“Karışma!” diyen Rıfat, gözlerini Felemez’e dikerek:
“Beşe kadar sayacağım! Eğer söylemezsen, ne pahasına olursa olsun tetikte basacağım! Bir…” deyince Felemez, irkilerek gözlerini Hamdi’ye çevirdi. Hamdi, müdahale etmek için hazırda bekliyordu ama Fıçı, Rıfat’ın kolunu tutunca Rıfat, hızla onu itekledi. Fıçı’nın kenara kayması, Hamdi’ye yol açmıştı.
“İki…” diyen Rıfat, parmağını gösterircesine salladı ve Felemez’in bakmasıyla, tetiğe doğru getirdi. Hamdi, derin bir nefes alarak onlara doğru bir adım attı.
“Üç…”
Felemez yutkundu, gözlerini yumdu, kendini ölmeye hazır etti ve:
“Dört…” diyen Rıfat’a bakmak için gözlerini açtı. Hamdi, Rıfat’ın diğer tarafında durmuş ve elleri cebinde bekliyordu. Felemez gözlerini yumarken Rıfat, blöf yaptığını gözlerini kırparak Hamdi’ye göstermiş ve onun sakin olması için uyarı göndermişti. Tetikteki parmağını bastırdı, nefesini kontrol altına aldı ve gözlerini, iyice Felemez’in gözlerine dikerek ağzını araladı. Felemez birden böğürünce Rıfat,
“Beş…” diye bağırdı. Homurdanarak ve çırpınarak ses çıkartan Felemez, konuşacağını başını sallayarak belli edince Rıfat, silahın namlusunu onun ağzından çıkarıp:
“Eğer yalan söylersen veya bizi tuzağa sürüklersen, bu sefer saymadan direk patlatırım!” dedi. Başını sallayan Felemez, yutkunarak:
“Konuşacağım, konuşacağım!” dedi.
“Konuş!” diyen Hamdi, ellerini önünde bağlayıp onu beklediğini ima eden bir baş sallama yolladı. Derin bir nefes alan Felemez,
“Sebastian, kartelle görüştü. Kenan’ı öldürmek istedi ama kartel, buna izin vermedi.” dedi.
“Neden?”
“Çünkü kartel, seninle aynı masaya oturmak istiyor. Eğer kabul edersen, Kenan’ı sana teslim edecekler. Yok eğer kabul etmezsen, gözünün önünde Kenan’ı öldürecekler. Sebastian, kartelin yeni temsilcisini karşılamaya gitti! Gaziantep’e…”
Derin bir nefes alan Hamdi, bakışlarını Rıfat’a çevirip oradan da Fıçı’ya baktı. Sonra da Felemez’e dönerek:
“Kimmiş kartelin yeni temsilcisi?” diye sordu.
“Boris Sokolov diye biri!”
“Güzel!” diyen Hamdi, bir şey demeden sırtını dönünce Rıfat, birden silahını Felemez’e doğrulttu ve tetiğe bastı. Namluyla alakasını kesen mermi, Felemez’in kafasında kendine yer edinirken Hamdi, gülümseyerek Rıfat’a baktı. Fıçı şaşırmış bir halde ikisiniz izlerken Hamdi,
“Leb demeden leblebi anlayan birisin Rıfat!” deyince Rıfat, mahcup bir şekilde:
“Teşekkür ederim efendim!” dedi. Hamdi, derin bir nefes alarak Fıçı’ya döndü.
“Gidelim!”
***
GAZİANTEP
Havaalanının çaprazında boş yerde bekliyorlardı; Kenan, bitkin bir halde kalmış ve yorgun gözlerle etrafını incelerken Şükrü, aracın dışında, kapının önünde duruyordu. Derin bir nefes alan Kenan, sağ tarafında duran adama baktı. Adam ona bakmadan telefonuyla uğraşıyor, sosyal medyada fink atıyordu; sol tarafına dönen Kenan, diğer adamın da başını cama yaslamış ve uyukladığını görünce hafif bir tebessüm etti. Şükrü, sağ tarafta olduğu için Kenan, bilek kısmının yukarısına, elbise kolunun altına sakladığı kravat iğnesini sımsıkı tuttu. Avucuna getirdi, derin bir nefes aldı ve etrafına bakınarak hafif gevşemiş ipin düğüm kısmına doğru sürükledi. Bir gözüyle adamları kontrol ederken diğer gözüyle de iğneyi kullanıyordu; iğnenin sivri başını, düğümün arasına yerleştirip salladı, öteye beriye çevirdi, düğümü zorladı, oynadı durdu ve biraz daha gevşetmeyi başardı. Sol taraftaki adamın ona bakmasıyla, iğneyi saklayarak:
“Ne bekliyoruz burada?” diye sordu. Adam, ters bir şekilde:
“Bekle işte lan, işin ne?” diye çıkışınca Kenan, bir şey demeden derin bir nefes aldı. Belli ki adam, iğneyi ve onu fark etmemişti. Kenan, tekrar başını cama yaslayan adamı izledikten sonra diğer adama baktı, o da telefonuyla oynamaya devam ediyordu ve Şükrü de yerinde durmuş, ondan haberi yoktu. Kenan, iğneyle uğraşısını sürdürdü. Sebastian’ın nereye gittiğini bilmiyordu Kenan, havaalanına gitmiş, beklemelerini söylemişti. Yaklaşık yarım saattir de bekliyordu. Birden Şükrü hareketlendi, Kenan’ın eli ayağı birbirine dolandı ve elindeki iğne, yere düşerek gözden kayboldu.
“Hay aksi!” diye fısıldayan Kenan, araca binen Şükrü’ye baktı. Şükrü, kontağı çevirip gaza basarken:
“Lan polisler falan geldi, sakın bir ibnelik falan yapma!” dedi. Kenan, kaşlarını çatarak:
“Sensin ibne! Polise ne hacet lan, sizi ben öldüreceğim!” deyince Şükrü, alaylı bir şekilde:
“He tabi sen öyle san!” dedi.
“Görüşeceğiz!” diyen Kenan, derin bir nefes aldı.
Moskova’dan gelen uçağın yolcuları, birer ikişer dışarı çıkarken Sebastian, heyecanlı bir şekilde kapıda beklemeye devam ediyordu. Birden gördüğü tanıdık simalarla yerinde durdu, iki kişi geliyordu; biri, uzun boyluydu, kel kafalı, asık suratlı ve buğday benizliydi. Diğeri; orta boylu, iri vücut hatlarına sahip kaslı biriydi. Sebastian, yerinde hazır bir şekilde durdu. Gelen adamlardan buğday benizli olan, elini uzatıp:
“Nasılsın görüşmeyeli Sebastian?” diye sordu. Sebastian, gözlerinin içi gülercesine:
“İyiyim Boris, hoş geldin!” dedi.
“Hoş bulduk, seni iyi gördüm doğrusu! Hâlâ yaşıyorsun!”
“Ben beceriksiz değilim, İvana ve Raskom gibi değilim!”
“Ölenlerin arkasından öyle konuşma, ruhları uğursuzluk getirebilir.”
“Doğru diyorsun Boris, onların ruhları da kendileri gibi uğursuzdu, bu konuda haklısın! Ama merak ettiğim şu! Kartel, neden Kenan’ın ölmesini istemiyor?”
“Bunu düşünecek kadar akıllı değilsen, soracak kadar hünerli de değilsin Sebastian! Sen işini yap, bu bize yeter!”
“Özür dilerim ama Kenan ölmezse, biz bitmişiz demektir.”
“Kenan ölürse, işte o zaman Türkiye’yi unuturuz!”
“Kenan’ın varlığı, Türkiye’nin varlığına mı bağlı?”
“Aynen Sebastian, boşa konuşma artık! Şu Kenan’la tanışmak istiyorum!” diyen Boris, yürümek için harekete geçti. Sebastian, bir gözünü arkadaki adama dikerek:
“Dilsiz’in burada ne işi var?” diye sordu.
“O benim kara kutum Sebastian!” diyen Boris, adımlarını hızlı atmaya başladı.
Arabadan inen Şükrü, adamlara bakarak:
“Siz Kenan’ın başında bekleyin! Aracı tenhaya çektik, Sebastianlar bizi göremez! Ben onları almaya gidiyorum, dikkatli olun!” deyince adamlar, başlarını sallayıp karşılık verirken Şükrü, Kenan’a dönerek:
“Akıllı dur!” dedi.
“Merak etme!” diyen Kenan, gülümseyerek göz kırpınca Şükrü, burnundan soluyarak havaalanına doğru yürüdü. Aracı baya tenhaya çekmişlerdi, adeta gözden uzak dilden ırak bir yere gelmişlerdi ve Kenan, derin bir nefes alarak etrafına bakındı. Solda olanı, tekrar başını cama yaslarken sağda olanı, yine telefonuna adapte oldu. Kenan, bilek kısmının gevşemiş olmasına sevinmişti ama iğne yere düşmüş, bir nevi kurtulmak için kullandığı aracı kaybolmuştu. Yavaşça bileğini oynattı, birden irkildi ve düğümün iyice gevşediğini, bir hamleyle çekerse ipin çözüleceğini fark etti. Adamları tekrar kontrol ederken solda olan, gözlerini Kenan’a dikerek:
“Ne oldu?” diye sordu.
“Bir şey olmadı! Buralar güzelmiş, etrafı izliyorum!” diyen Kenan, aniden ellerini her iki yana doğru çekti. İpin çözülüp yere düşmesiyle adam, hücuma geçmek için hareketlendi ama Kenan, diğer adam daha ne olduğunu anlayamadan sol dirseğini solda olanın boğaz kısmına hızla vurdu. Şah damarına inen darbe, adamı canından ederken aynı darbe, sağda olana da isabet etti ve o da canından oldu. Kenan, derin bir nefes alarak:
“Artık benim borum öter!” diye fısıldadı ve ayaklarını çözmekle uğraştı.
Arabaya doğru yürüyorlardı; Şükrü önde, Sebastian ve Boris bir arkada ve en arkada da Dilsiz denilen adam vardı. Birden irkilen Şükrü, hızla silahını belinden sıyırdı ama alnına saplanan mermiyle yere düştü. İrkilen Sebastian, karşıdan gelmekte olan ve her iki elinde tuttuğu silahlarını sallamakta olan Kenan’a baktı. Dilsiz hamle yapınca Kenan, hiç düşünmeden ona da ateş etti ve Dilsiz, göğsünden aldığı kurşunla yere düştü. Sebastian ve Boris, karşılarında Kenan’la yalnız başına kalmıştı.
“Ne demiştim sana Sebastian? Kısmet Sebastian, kısmet demiştim! Sen aradın durdun, gelip kısmetini buldun! Bu da senin kısmetin!” diyen Kenan, onlara birkaç adım kala durdu. Boris, yüzünde ince bir tebessümle Kenan’a bakarken Sebastian, yutkunarak gözlerini ona dikmişti. Kenan’ın parmağı tetikte, gözleri de ikisinin üstündeydi ve hafif esen rüzgâr, giderek şiddetini arttırmaya başlıyordu.
🌎🌎🌎
30. Bölümün Sonu
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top