"Canlı Yayın" (Sezon Finali)

Kavacık…

İçeri giren Hamdi, adımlarını attı; bakışında durgun bir ifade, yürüyüşünde bir katılık ve duruşunda bir ağırlık söz konusuydu. Bir masanın önünde durduğunda, içeriyi kaplayan tok bir ses peyda oldu.

“Senin Ruslarla alıp veremediğin ne?”

Hamdi; kafasında siyah bir fötr şapka olan, çenesi kırlaşmış ama diğer sakal kısımları hâlâ kapkara olan, esmer tenli ve hafif kırışık suratlı adamın karşısında durmuştu.

“Ben değil, Ruslar bana yanlış yaptı efendim!”

“Ruslar, önceden müttefikimiz, aynı yolda yoldaşımızdı Hamdi! Ama sen, Kurul’un başına gelir gelmez, bu ittifakı bozdun! Sebebini öğrenebilir miyim?”

“Her zaman size layık olmaya çalıştım Tuğra Bey! Size ve Yediler’e layık olmak için, var gücümle uğraştım! Ama gelinen noktada Ruslar, benim ezeli ve ebedi düşmanımdır.”

“İşte ben de bunun sebebini öğrenmeye çalışıyorum Hamdi! Senden önceki Pars, Ruslarla arası çok iyi ve hatta su sızmazdı. Ama sen gelir gelmez, Ruslarla olan bütün anlaşmaları askıya aldın, tek taraflı feshettin! Neden?”

“Ruslar, benim kanımı döktü efendim! Karım Nezaket’e yapılan suikasttan haberiniz vardır muhakkak! İşte onun yerine beni hedef alan ama sehven karımı öldürenler, Ruslardı. Ben de direkt Ruslarla düşman olmamak için, bütün anlaşmaları, ittifakları feshettim! Bu benim hakkım, benim hükmümdür.”

“Yediler, neden bunu bilmiyor? Ben neden bunu bilmiyorum?”

“İnisiyatif aldım ve uyguladım.”

“Şimdi ben de sana son sözümü söylüyorum Hamdi Çeliker! Eğer bizzat Yediler’in emrinde hareket eden, onların çıkarları, emelleri doğrultusunda iş gören ve varlığını bugüne dek sürdüren Kurul’un başında kalmaya devam etmek istiyorsan, Ruslarla aranı düzelt! Bütün anlaşmaları, sana fatura kesilmesine bile razı olarak imzala ve ittifakı yeniden inşa et! Aksi takdirde koltuğun, bir başkasına konfor sağlayacak!”

Lafının bitmesiyle Tuğra, elini sallayıp konunun kapandığını gösterdi. Hamdi, derin bir nefes alırken bakışları, ne kadar zorda olduğunun nişanesiydi. Adımlarını gerisin geri atarken Tuğra, katı gözlerini ona dikmiş ve kırpmadan onu izliyordu.

***

Bir depoya getirilmişti; elleri ve ayakları bağlanmış, bir sandalyeye oturtulmuş ve karşısına da bir sandalye çekilerek bekletilir hale getirilmişti Nazım. Suratında ince bir tebessüm, kendine sonsuz güvenen bir tipi ve oldukça havalı bir ihtişamı söz konusuydu. Musa, yanında Kenan’la birlikte ona doğru gelirken Nazım, iyice yerinde dikleşerek bekledi. Musa, gözlerini Nazım’a dikerek Kenan’a hitaben:

“Bu adam, bildiğin basit teröristlerden değil! Eğer bir amacı olmazsa, kendine bu kadar güvenip yanıma kadar sokulmaz! Muhakkak bir iş peşinde!” dedi. Kenan, derin bir nefes alarak:

“O işin ne olduğunu çözmek, senle Kaytan’ın elinde!” dedi.

“Doğru! Ama Kaytan, şu ara başka birinin peşinde! Çekiç… Onu da bulursak, okeye dördüncü tamamlanır.”

“Biz yancı oluyoruz o zaman, ha reis?”

“Yancı mancı, idare edeceksin artık!”

Nazım’ın karşısında durduklarında Nazım, başını hafifçe sallayarak:

“Sohbetinizi bölmeyin lütfen! Ben dinlemem!” deyince Kenan, sesini etmeden lafı Musa’ya devretti. Musa, sandalyeye zor bela oturarak:

“Burusk, senin Türkiye’de ne işin var?” diye sordu. Nazım, derin bir nefes alarak:

“Burası benim vatanım, ülkem Musa! Sılamı ziyarete gelmişim, gördüğüm muameleye bak!” deyince Kenan, kendini tutmadan:

“Daha hiçbir şey görmedin, bu daha iyi muamele!” dedi. Nazım, bakışlarını Kenan’a dikerek:

“Seni çıkaramadım, sen kimsin?” diye sordu. Musa, duruma müdahil olmak için:

“Boş ver onun kim olduğunu Nazım Hacımollaoğlu!” der demez Kenan, birden irkildi. Bakışlarını Musa’ya çevirip gözlerini kısarak:

“Hacımollaoğlu mu?” diye sayıkladı. Musa, göz ucuyla Kenan’a bakarak başını sallarken Nazım, bir şeyleri anlamak için çaba sarf ediyordu. Ama bir şey anlamamış, çözememişti. Kenan bir şey demezken Musa, yerinde dikleşerek:

“Sen neden Türkiye’desin, bize bunu anlat?” dedi.

“Dedim ya, sıla ziyareti…”

“Nazım! Senin kim olduğunu, ne olduğunu çok iyi biliyorum! Onun için beni çıldırtma, adam gibi konuş!”

Nazım, dişlerini sıkarak:

“Bak bana Musa, bana bak! Eğer beni zerre tanısaydın, konuşmayacağımı çok iyi bilirdin! Kafama sıksan, sıkamazsın ya, o denli bile konuşmam!” deyince Kenan, ona doğru bir adım atarak:

“Ben ne itler gördüm, senin gibi salyalı havlarlar, kuyruklarını sıktın mı, miyavlarlar. Kuyruğunu sıkmak için bana verseler, miyavlamana bile müsaade etmez, kafana sıkarım! Şimdi konuş!” dedi. Nazım, burnundan solurcasına:

“Benim kuyruğum sensin, aslanlara kükremek yakışır. Unutma!” deyince Kenan, Musa’ya bakmadan:

“Bunu bana bırak, iki saat içinde konuştururum!” dedi. Nazım gülümserken Musa, çenesini sıvazlayarak:

“Biz hallederiz, sen işine dön!” dedi. Kenan, Musa’ya dönerek:

“Konuşalım hele!” dedi. Musa ayağa kalkarken tökezledi, Kenan’ın yardımıyla kendini toparladı ve Nazım’ın alaylı bakışları arasında koridorda ilerledi. Adamlar da Nazım’ın etrafına inci gibi dizilmeye başladı.

Başka bir yere geldiklerinde Kenan, elerini ceplerine yerleştirerek:

“Bu adam, İzam Ağa’nın yakını mı?” diye sordu.

“Oğlu… Keşke görünmeseydin! Eğer Hamdi’yle bir bağlantısı varsa, deşifre olabilme ihtimalin var.”

“O ihtimali yaratmayın o zaman reis! Konuşmuyorsa, kafasına sıkın! Sonra başımız ağrımasın!”

“Deneriz!” diyen Musa, derin bir nefes alarak:

“Sen anlat bakalım!” dedi. Kenan, her şeyi baştan sona anlatırken depoya doğru gelmekte olan araba, dışarıdaki adamları teyakkuza düşürdü. Her biri silahlarına sarılırken biri, depoya doğru koşup içeridekilere haber vermek istedi. Arabanın hızla yaklaşması, telaş ve endişeyi de beraberinde getirmişti. Silahlar ellerde, parmaklar tetikte ve gözler arabanın üstündeydi. Musa ve Kenan da dışarı çıkarken araba, bir noktada durmuş ve Kaytan’la Emin, araçtan inerek telaş ve endişeyi bertaraf etmişti.

“Sen git Kenan! Burası bizde!” diyen Musa, Kaytan’ın:

“Yahu Kenan, nerdesin sen?” demesiyle durup onlara baktı. Kenan, Kaytan’ın uzanan elini sıkarak:

“Buralarda işte!” dedi.

“İyi gördüm seni!”

“İyiyiz şükür!”

“Belli oluyor, gelir gelmez Nazım’ı alt ettin! Biz kaç gündür uğraşıyoruz! Demek kısmetine geldin!”

Kenan gülümseyerek:

“Ben değil, reis uyanık çıktı efendim! Hastanedeki hademenin onu gizlice izlediğini fark etmesi, kendi adamını peşine takması ve hademenin Nazım’ın adamı olduğu ortaya çıkması, bizi bu raddeye getirdi. Yani sonuçta ben değil, reis kısmetli çıktı!” deyince Kaytan, onun sırtını sıvazlayarak:

“Yine de zamanında yetiştin evlat, aferin!” dedi.

“Eyvallah, bana müsaade!” diyen Kenan, Musa’ya dönerek:

“Nazım’a sahip çıkın, başımız ağrımasın!” deyince Kaytan, bir gözünü kısarak bir şeyler anlamak isterken Musa, başını sallayıp Kenan’ı yolcu etti. Kenan, arabasına doğru giderken işaret parmağını sallarken Kaytan, Musa’ya yaklaşarak:

“İyi misin sen reis?” diye sordu.

“İyiyim kaytan bıyıklı, iyiyim!”

Kenan’ın arabası uzaklaşırken Musa ve Kaytan, yanlarında Emin’le deponun kapısına doğru yürüyorlardı.

Telefonunun çalması, Kenan’ı yerinde dikleştirdi. Hamdi’nin aradığını görünce, hemen açarak:

“Efendim Pars!” dedi.

“Nerdesin Kenan?”

“Dışarıdayım! Sen nerdesin Pars, sesin bir tuhaf geliyor?”

“Eve geçiyorum, sen de çabuk gel!”

“Geliyorum!” diyen Kenan, kapanan telefonun ekranına bakarak başını salladı ve:

“Allah Allah, hayır olsun!” diye mırıldandı.

***

Akşamın karanlığı, Marmara’yı çepeçevre kuşatırken esen sert rüzgârlar, sanki bir kaosu, bir sis buhranını haber verircesine dört bir yanda uğultular yaratıyordu. Havanın kapalı olması, geceyi daha da kara bir örtüye bürümüş, göz gözü görmezken kulaklar da birbirlerine cephe tutmuş gibiydi.

Hamdi’nin karşısındaki koltukta oturan Kenan, Hamdi’nin:

“İşte böyle! Büyüklerim, benden bu savaşı bitirmemi istediler. Sen ne düşünüyorsun?” diye sormasıyla:

“Eğer ilk kanı onlar döktüyse, siz de son kanı dökün Pars!” deyince Hamdi, gözlerini kısarak:

“Nasıl yani?” diye sordu.

“Şimdi kartel, sizinle aynı masaya oturmak için Boris’i yollamadılar herhalde! Onun bir üst modeli gelecektir. Anlaşma sağlansın, iş tatlıya bağlansın diye gelen o üst modele, Boris’in kanını şart koşun!”

“Ama bana da fatura kesilecek! Ya onlar da senin kanını isteseler, o zaman ne olacak?”

“Karar sizin o zaman!”

“Hele bir gelsinler de…”

“Efendim, bunu yalnız bana sormanız, ne yalan söyleyeyim gururumu okşadı! Lakin Kurul’a da sormanız gerekmez mi?”

“Yarın toplantı olacak zaten! Onlara da danışayım!”

Başını sallayan Kenan, yavaşça ayağa kalkarken Hamdi, yerinde doğrularak:

“Afra işini ne yaptınız?” diye sordu.

“Bulamadık ablasını, muhtarlara falan da sorduk ama yok!”

“Kalsın burada! Ev işlerinde yardım eder, biz de geçimini temin etmesini sağlarız!”

“Ben de bunu diyecektim! Sevinecektir.”

“İlgilen bu konuyla!”

Başını sallayan Kenan, kapıya doğru yürürken Hamdi, masadaki ahizeli telefonu aldı ve birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına dayadı. Kenan kapıdan çıkarken Hamdi,

“Alo, Vedat nasılsın?” diye sordu. Vedat’ın sesi:

“İyiyim efendim, sağ olun!” diye duyulunca Hamdi,

“İnşaat işi nasıl gidiyor? Temel atma töreni ne zaman?” diye sordu.

“Efendim! Gerekli çizimler yapıldı, Viranşehir belediyesi de işin içine girdi. Her şey hazırlanıyor. Gerekli hazırlıklar, birkaç haftayı bulur.”

“İyi, geç olsun da güç olmasın!”

“Yalnız yaptığınız icraatlar, burada herkesin diline dolanır olmuş efendim! Nâbi aşireti, şu an sessizliğini koruyor. Sıkıntı yok ama ilçede, gözle görünen bir gerginlik var.”

“Sıkıntı yapma Vedat, hallolur!”

“Anlaşıldı efendim!”

Hamdi, telefonu kapatıp ayağa kalkarken suratında alaylı, hafif dalga geçer bir ifade peyda oldu. Pencereye doğru yürürken adımları, kendine güvenen, kendinden emin atılıyordu. Camın karşısında durdu ve dışarıda yağan yağmuru izledi.

“Ben de sana bakacaktım Afra, iyisin değil mi?” diye soran Kenan, mutfakta onun karşısına oturdu. Afra, çay dolu bardağını elleriyle sararak ısınır gibi:

“İyiyim, sağ ol!” dedi.

“Hamdi Bey’le konuştum. Ablanı bulamadık, aramaya devam ediyoruz, edeceğiz de! Ama bu süre zarfında, burada kalman uygun görüldü! Burada ev işlerine yardım edersin, sana maaş verilir. Burada yatar kalkarsın, hem sıkıntı da çekmezsin! Oldu mu?”

“Sen ne dersen, odur!”

“Benim dememle değil ya, sen ne düşünüyorsun?”

“Kalırım!”

“Olur ya ablanı bulamayız, belki başka bir yere gitmişlerdir, ne bileyim belki de Suriye’ye dönmüşlerdir, yine temelli kalır mısın?”

“Temelli ne?”

“Sonuna kadar…”

“Kalırım!” diyen Afra, çayından bir yudum alırken kapının arkasında duran Gaye, hafif aralık kapıdan içeriyi net bir şekilde duyuyordu. Afra’nın:

“Sen Gaye Hanım’ın kocasısın?” diye sormasıyla, iyice adapte oldu. Ama Gaye’nin unuttuğu bir şey vardı. Kapıya yaslandığı, kapının camındaki karartısından belli oluyordu ve Kenan, daha o kapıya varır varmaz fark etmişti. Suratında ince bir tebessümle Kenan,

“Değilim! Gaye Hanım bir bebek, bir çocuk ve ben ona bakıyorum!” deyince Gaye, ansızın içeri daldı ve:

“Sensin çocuk!” diye çemkirdi. Afra ayağa fırlarken Kenan, yerini bozmadan sırtını koltuğa iyice yaslayıp:

“Ben sana demedim mi Afra? Bak, gerçekten de çocuk!” der demez Gaye, hışımla ona yaklaşıp:

“Ya fark ettin beni değil mi, alacağın olsun!” diye burun kıvırdı. Afra gülümserken Kenan, yavaşça ayağa kalkarak:

“Kapı dinlemek yok, kapı dinlemek yok!” dedi. Gaye, ellerini göğsünde bağlayıp:

“Merak işte!” dedi.

“Merak başa beladır Gaye Hanım!” diyen Kenan, onun kolundan tutup kapıya doğru yürürken Afra’ya bakıp göz kırptı. Afra’nın suratına kızıllık yayıldı, hicabın örtüsü gerildi suratına ve titreyen vücudunu, zor bela koltuğa yasladı. Yutkunarak Kenan’ın arkasından baktı.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Salonda oturmuş, elinde televizyonun kumandasıyla kanalları zaplarken aklında Cem’in yaptığı hareketler, sergilediği kahramanlıklar vardı. En sonunda bir magazin kanalında durup kumandayı bir köşeye atan Dildar, sırtını koltuğa yaslayıp sehpadaki dergiyi eline aldı. Merdivenlerde duyduğu ayak seslerine kulak kesildi. Cem’in geldiğini, televizyondaki birkaç saniye süren karartıdaki yansımasından gördü. Yerinde doğrulup:

“Bu sefer korkutmak yok!” dedi. Cem, onun yanındaki diğer koltuğa oturup:

“Artık yok!” dedi.

“Seni böyle bilmiyordum!”

“Bir spor eğitmeniydim zamanında! Az çok boks, güreş, karateyle ilgilenmişliğimiz var.”

“Ballısın yani?”

“Öyle de denebilir. Bir şey soracağım! Sen babana, o çocukları tanımadığını söyledin! Ama nedense o çocuklar, bana bir tanıdık geldi!”

Yerinde hızla doğrulan Dildar, gözleri iri bir şekilde:

“Nerden?” diye çıkışarak sordu. Cem, gayet sakin tavrıyla:

“Okuduğun okuldan…” deyince Dildar, burnundan soluyarak etrafına bakındı.

“Bak, tamam onları kısmen tanıyorum! Bizim okuldan oldukları doğru! Ama babam sakın duymasın!”

“Neden ki?”

“Hem sen nerden tanıyorsun onları? Yani kısmen…”

“Sizin okulda, benim bir arkadaşım vardı zamanında! Onu ziyarete giderken böyle bir iki defa karşılaşmışlığımız var. Benim bir huyum var, inşallah kurumaz! Bir defa birini gördüm mü, asla zihnimden çıkmaz!”

“Güzel bir huy! Ama babam duymasın!”

“Ama neden?”

“Onu boş ver de, bunları Kemik’e söyledin mi?”

“Söyledim de…” diyen Cem, Dildar’ın ansızın:

“Allah kahretsin!” diye çıkışmasıyla duraksadı.

“Kemik adamları aldı, bir güzel konuşturdu ve iki nasihat ettikten sonra…”

Gözlerini kısan Dildar,

“Sonra?” diye sordu. Cem, gülümseyerek:

“Sonrasını bilmiyorum!” deyince Dildar, hızla ayağa fırlayıp:

“Ah babamın bu kapitalist tavırları beni gebertecek! Despot yönetiminden sıkıldım bu adamın! Ya hani demokrasi, hani fikir ve irade özgürlüğü nerde?” diye sordu. Cem de ayağa kalkarak:

“Ne diyorsun sen ya?” derken Dildar, burnundan soluyarak:

“Babamın demokratik biri olmadığını, despot bir yönetime sahip olduğunu ve hatta faşist olduğunu bağırasım var Cem!” dedi.

“Kafayı yedin herhalde! Bunlar ne biçim laflar?”

Saçlarını karıştırıp merdivenlere doğru hışımla yürüyen Dildar, fısıltılı seslerle bir ton küfürler savurarak merdiven basamaklarını tırmanıyordu. Cem, arkasından bakarak gözleri kısık bir şekilde izlemekle yetiniyordu.

***

Bağcılar…

Çekiç, alnını ovuşturarak bir şeyler düşünmeye çalışırken Kürşat, ağasının karşısında durmuş ve gözlerini kırpmadan onu izliyordu. Şahin, elbiselerini giymiş, kendini hazır etmiş ve başını öne eğmiş bir şekilde düşünüyordu. Çekiç, birden:

“Bu adam deli mi?” diye sorunca Şahin, suratında alaylı bir ifadeyle:

“Aslında çok akıllı!” dedi.

“Neresi akıllı bunun ya? Böyle bir şey yapmak, hangi akla mantığa sığar?”

“Güzel bir plan kurmuş işte Çekiç, sabret hele!” diyen Şahin, bakışlarını Kürşat’a çevirip:

“Her şeyi hazırladın, değil mi?” diye sordu.

“Adamlar da hazır, paketler de hazır ağam!”

“Güzel!” diyen Şahin, tebessüm ederek gözlerini Çekiç’e çevirdi. Adeta gözlerinin içi gülümsüyordu. Çekiç, yavaşça ayağa kalkarak:

“Ben mekânıma gidiyorum!” dedi.

“Güle güle!” diyen Şahin, onun arkasından bakarak dudak büktü.

***

Kaytan’ın vurduğu yumruk, onun afallamasına neden oldu; oturduğu sandalyeyle birlikte yalpalayan Nazım, ağzında biriken kanı ve tükürüğü önüne tükürürken Kaytan’dan gelen ikinci yumruk, onun sersem olmuş bir şekilde sallanmasına neden oldu. Musa, hemen onların çaprazında oturmuş ve Kaytan’ın boşa efor harcamasını seyrediyordu. Emin de Musa’nın hemen yanında beklerken Kaytan, aniden dönerek bir tekme geçirmiş ve Nazım’ın, sandalyeyle birlikte devrilmesine sebep olmuştu.

“Yeter kaytan bıyıklı, herif konuşmuyor!” diyen Musa, iki adamın zor bela düzeltmekte olduğu Nazım’ı izleyerek:

“Boşa yıpratma kendini!” dedi. Nazım, yarı uykulu bir şekilde gülümserken Kaytan, dayanamadı ve onun boğazını sert bir şekilde kavrayıp:

“Konuş lan elimde kalacaksın!” diye bağırdı.

“Tamam, pes ediyorum!” diye sayıklayan Nazım, derin nefesler alıp vererek:

“Konuşacağım!” dedi. Kaytan, gülen gözlerini Musa’ya çevirirken Musa, Emin’in yardımıyla ayağa kalktı. Onlara doğru yürürken Kaytan,

“Bak, pes etti hemen!” dedi. Nazım’dan yükselen,

“Ama bir şartla…” diye inleme karışık sesiyle Kaytan, tekrar ona dönerek:

“Şart sunacak halin yok, kendine gel!” diye çıkıştı.

“Ben amansız bir teröristim, doğru! Ama beni herkes bilecek!”

Musa, onun karşısında durup:

“Ne istiyorsun?” diye sordu. Nazım, ağzındaki kanı tükürerek:

“Feysbukta, bir sayfam var. Hayran kitlem çok! O sayfada, bir canlı yayınla konuşmak istiyorum. Her şeyi anlatacağım, her şeyi öğrenme imkânınız olacak! Ama şartım bu!” deyince Kaytan, gözlerini kısarak Musa’ya baktı.

“Ne saçma bir istek bu! Bunu kabul etmeyiz!” diyen Kaytan, Musa’nın:

“Bir düşünelim!” demesiyle irkildi. Musa, Emin’e dönüp başını sallarken Nazım, suratında sırıtkan bir ifadeyle:

“Düşünün, pişman olmazsınız!” dedi. Kaytan, Emin’le birlikte yürüyen Musa’nın peşinden giderken Nazım,ağzında biriken kanı tükürüp gülümsedi.

“Amacı ne bunun?” diye soran Musa, zorla bir sandalyeye oturdu. Karşısında duran Kaytan, derin bir nefes alarak:

“Şov peşinde it!” dedi. Emin, gözlerini kısarak:

“Bence şovdan daha büyük bir şeyin peşinde!” dedi. Musa, ikisinin yüzünü inceleyerek:

“Nasıl yapalım, var mı bir fikriniz?” diye sorunca Emin, elindeki tablete adapte olarak:

“Efendim, ben onun sayfasını buldum! ‘Devrime Yazılmış Nazımlar’ ismini taşıyan bu sayfada, devrimi anlatmak, onu yaşamak ve onun için savaşmak gibi saçma sapan şeyler yazmış! Binlerce fanı var. Belki yüz binlerce beğeni, yorum ve izlenme rekorları kıran videoları var. Bu sayfa baya aktif efendim! Eğer Nazım, bu sayfaya böyle bir canlı yayın yaparsa, devrim için prestij kazanır. Hayranları galeyana gelir ve hunharca bir kaos oluşur. Aklım durdu resmen!” deyince Kaytan, şakağını kaşıyarak:

“Ne uygun görürsün reis, ne yapalım?” diye sordu. Musa, işin içinden çıkamıyordu. Eğer Emin’in deyimiyle bu adam, canlı yayında konuşursa o zaman her şey tepetaklak olur. Emin’in:

“Ama benim bir planım var!” demesiyle ikisi, aniden bakışlarını ona çevirdi. Emin, derin bir nefes alarak:

“Bu tabletten canlı yayın yapmasını sağlayacağız reis! Onun telefonunu daha kurcalamadım ama muhtemelen ne yazılım yüklesek işe yaramaz! Ama bu tabletten konuşursa, benim kurduğum yazılımla bir filtre sistemi çalışacak ve Nazım, bir provokasyon, eylem, savaşma ve hatta devrim gibi kelimeler dahi kursa, filtre onu otomatik silecektir. Bunu deneyelim!” dedi. Musa, gözlerini kısarak:

“Aklıma yattı, sen ne dersin kaytan bıyıklı?” diye sordu.

“Bana da uyar! Yeter ki konuşsun!”

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

“Nazmiye’nin nerde olduğunu buldum efendim!” diyen Rıfat, Payidar’ın gözlerini kısarak:

“Nerdeymiş?” diye sormasıyla:

“Poliste…” deyince Payidar, yerinden sıçrayıp:

“Ne polisi lan?” diye sordu.

“Bunun amcaoğlu, eski bir teröristmiş efendim! Polis de ona ulaşmak için, bizim kızı kullanmış!”

“Nerde peki şu an? Eğer bizi öterse ne olur, bunu biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum efendim! Ben bir şeyler yapmaya çalışacağım!”

“Diğer işi ne yaptın?”

“Feray Düzgiden, kendi halinde bir öğrenciymiş efendim! Ailesi Bursa’da yaşıyor, o da okumak için buraya gelmiş ve haricinde bir şey yok!”

“Anladım!” diyen Payidar, kapının çalmasıyla yerinde dikleşti. Feray ve Simay içeri girerken Payidar’ın gözleri irileşti, iyice büyüdü ve adeta kabuğuna sığmaz bir hale geldi. Feray, alt dudağına ısırarak ve nispet ederek onlara doğru geliyordu. Payidar, Rıfat’a bakıp başını sallarken Rıfat, kızlara son defa baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü.

“İyi misin baba? Derslerimiz var, Feray da bugün okula gelmemişti. İşi varmış ve hocanın verdiği dersleri, birlikte yapalım diye getirdim. Sıkıntı olmaz, değil mi baba?”

Payidar, kızının sorusunu duymamıştı bile; gözleri Feray’ın üstünde, aklı bambaşka yerlerde ve sesi soluğu çıkmaz bir haldeydi. Simay, önce arkadaşına sonra da babasına bakarken Payidar, derin bir nefes alarak:

“Ne dedin kızım?” diye sordu. Simay, aynı şeyleri tekrarlayınca Payidar, zor bela gözlerini Feray’dan alıp kızına çevirdi.

“Sıkıntı olmaz kızım!”

***

Bir karakolun yakınına kadar gelmişti Çekiç, sırtında bir çantayla karakolun önündeki parkta durmuş ve yağan yağmurdan korunmak için giydiği gocuğun kapüşonunu kafasına iyice çekmişti. Deri yüzeyinden aşağı damlayan damlalar, Çekiç’in zerre umurunda değildi. Etrafına bakınırken telefonunu çıkardı ve sosyal paylaşım sitesine girip bekledi.

“Ya daha ne zamana kadar tutacaksınız beni?” diye bağıran Nazmiye, giderek daha da bitkin bir hale düşüyordu. Nezarethanede, demir parmaklıkların önünde duruyordu. Polis memuru, katı bir ifadeyle:

“Bana bilgi verilmedi, lütfen bekleyin!” deyince Nazmiye, derin bir nefes alarak banka oturmak için duvar dibine doğru yürüdü.

Nazım’ın sayfasına göz gezdiren Çekiç, sırtındaki çantaya ehemmiyet vererek beklemesini sürdürürken birkaç polisin karakoldan çıktığını görünce yavaşça ayağa kalktı. Telefonu kulağına dayayıp sanki biriyle konuşuyormuş gibi yaparak adımlarını atmaya, aşağı doğru yürümeye başladı. Polisler de başka bir yönde ilerlemeye başlamıştı.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

Odasındaydı Dildar, bilgisayarın ekranına gömülmüş, gözlerini kırpmadan Nazım’ın fotoğrafına adapte olmuştu. O da Nazım’ın sayfasındaydı, sayfayı arada bir yeniliyor, baştan aşağı kontrol ediyor ve hep eski paylaşımları görünce derin nefesler alıp veriyordu. Tıklanan kapıyla, bilgisayarın ekranındaki sayfayı kaldırıp:

“Gel!” diye seslendi. Cem, kapıyı açarak:

“Müsait misin?” diye sordu.

“Olmazsam gel der miydim?”

“Güzel cevap!”

“Buyur, ne vardı?”

“Meyve getirdim, birlikte yer, biraz sohbet ederiz diye…”

“Geç oldu Cem, benim uyumam lazım! Malumun, yarın okul var!” diyen Dildar, sahte bir tebessüm de yollayınca Cem, boynunu eğerek geri kapıya doğru yürüdü. Derin bir nefes alan Dildar, yavaşça ayağa kalkarak:

“Gel madem gel!” deyince Cem, bu sefer suratında güller açarcasına ona yaklaştı.

***

Emin, elindeki tabletle Nazım’ın karşısında durduğunda Nazım, kaşlarını çatarak:

“Benim telefonum nerde? Bunun tabletini kabul etmiyorum!” diye bağırınca Musa, elindeki poşeti gösterdi. Saydam poşetin içindeki parçalanmış telefon, Nazım’ın yutkunmasına neden oldu.

“Bizim çocuklar, kargolara gereken hassasiyeti gösteremiyorlar maalesef!”

Burnundan soluyan Nazım, usulca başını sallayarak:

“Öyle olmaz ama haydi neyse! Bir kere söz vermiş bulunduk!” dedi. Kaytan gülümserken Musa, Emin’e bakıp başını salladı. Emin, canlı yayını başlatınca Nazım, gülümseyen gözlerle yanan flaşa baktı.

***

Çekiç, telefonun ekranında beliren bildirimle yerinde durdu. Arkasındaki banka oturarak iyice telefona adapte oldu.

Arnavutköy/Yazgan Site…

Bilgisayarın ekranına otomatik olarak yerleşen video, Dildar’ı ayağa fırlattı. Cem de şaşırmış bir vaziyet alırken Dildar, hızla kapıyı işaret edip:

“Çık Cem!” dedi.

“Ya ne oluyor?”

“Sana çık dedim!” diye bağıran Dildar, irkilerek kapıya doğru yürüyen Cem’in ardından baktıktan sonra tekrar bilgisayara yöneldi ve iyice ekrana yaklaşarak adapte oldu.

Taksim’de, bir yürüyüş parkında, adeta yolun ortasında bekleyen, siyah gocuklu ve kapüşonlu adam, sırtındaki çantayla bir banka yerleşti ve elindeki telefona gözlerini kısarak baktı.

Beykoz’da, bir barın kapısına yakın bir yerde bekleyen taksinin içinde, ticari taksinin arka koltuğunda oturmuştu adam; elindeki telefona bakarken şoförün:

“Neyi bekliyoruz?” diye sormasıyla, ona cevap bile vermeden iyice telefona eğildi. Taksici de merakla dikiz aynasından onu izliyordu.

Fatih civarında, bir kahveye gelmişti. Önüne bırakılan oralete tepeden bakarak elindeki telefona konsantre oldu. Canlı yayın başlayacaktı, kendini buna hazır etti ve bekledi.

Kürşat, sırtında siyah bir çantayla Eyüp Sultan bulvarında geziniyordu. Bir lokantanın çaprazında durmuş, sırtını otobüs duraklarının kulübesine dayamış bir şekilde beklerken gözleri, elindeki telefona adapte olmuştu.

***

Nazım, derin bir nefes alarak lafa girdi.

“Ben, Nazım Hacımollaoğlu! Ülkenin zifirisini aydınlatmaya ant içmiş biriyim! Geceler gündüz, gündüzler berrak olsun diye altı meşale yaktım, sonra da seyrine baktım. Eğer güvercin uçmazsa, bu altı meşale yanacak ve her yer, her yerde olacak!”

Birden kaydı durduran Emin, neden filtre sisteminin çalışmadığını anlamak istercesine kurcaladı. Söylenen kelimeler analiz edilirken Kaytan, tebessüm eden Nazım’a yaklaşıp:

“Ne dedin lan sen?” diye sordu.

“Edebiyatta, yedi meşale diye bir akım var. Ben de altı meşale kurdum. Durum bundan ibaret!”

Musa, Emin’in panikle:

“Filtre sistemi doğru çalışıyor ama bu adam, parola veya şifre söyledi! O yüzden sistem devreye girmedi. Ne dediğini anlamaya çalışıyorum ama…” deyişine bakarak:

“Merak etme, ben anladım!” dedi. Kaytan, Musa’ya dönerek:

“Ne dedi bu it?” diye sordu. Musa, gelin dercesine başını sallarken Nazım, rahat bir şekilde:

“Acele edin, meşaleler yanarsa, her yer her yerde olur sonra!” diye seslendi. Kimseden ne bir tepki, ne de bir karşılık gelmişti. Nazım, gülümseyen gözlerle onların arkasından bakıyordu.

“Çok akıllı bir düşmanla karşı karşıyayız beyler! Nazım, gerçekten diğerlerine benzemiyor. Bizim bir şey yapacağımızı bildi, kendine göre bir şifre belirledi ve bizi yemledi. Şimdi biz düşünelim!” diyen Musa, Kaytan’ın:

“Sen ne anladın ki?” diye sormasıyla:

“Altı meşale, altı eylem demek Kaytan! Bu altı eylem, eşzamanlı olacak! Eğer Nazım’ı bırakmazsak, ortalık fena dağılacak!” deyince Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak derin bir nefes aldı. Emin, iri gözlerle ona bakarken Mahir, telaşlı bir şekilde onlara doğru geliyordu. Kaytan, yerinde doğrulup:

“Ne oldu Mahir?” diye sordu.

“Çekiç’i bulduk efendim!”

“Nerde?”

“Nazmiye denilen kadının tutulduğu karakolda!”

Kaytan, hızla ayağa fırlayıp:

“Biz buna bakmaya gidelim reis!” derken Musa, başını sallayıp Emin’e döndü.

“Biz de bir hal çare düşünelim!”

***

Rıfat, arabayı bir noktada durdurmuştu; kapıdaki polislere bakıyordu, karakolun baya gerisinde, bir caddede duruyordu ve gözlerden ırak bir yerdeydi. Nazmiye’yi nasıl alacağını düşünüyordu.

Çekiç, telefonu cebine katarak ayağa kalktı. Yağmur dinmiş, rüzgârın şiddeti inmiş ve hafif serin bir gece baş göstermişti. Çantayı sırtına geçirirken gözleri, karakolun önünde bekleyen polislere takıldı. Kapüşonunu düzelterek derin bir nefes aldı ve bütün cesaretini toplayarak adımlarını atmaya başladı.

Arabadan inen Rıfat, etrafına bakındıktan sonra karakola doğru yürürken bir araba, hızla gelip yanından geçerken yerdeki su birikintisi, tekerleğin hışmına uğrayarak dört bir yana sıçradı ve haliyle Rıfat da bu sıçramadan payına düşeni aldı. Üstüne başına bakan Rıfat, okkalı bir küfür savurup pantolonunu kurutmak için eliyle vururken araba, karakola yakın bir yerde durdu. Kaytan ve Mahir, hızla arabadan inerken Rıfat, sırtını bir duvara dayayıp onları izlemeye aldı. Çekiç de fark etmişti onları, hızla koşarken Kaytan, silahını sıyırıp ardından ateş etti ve:

“Dur, kaçma!” diye bağırdı. Çekiç kaçarken, iki polis de peşine vermişti. Mahir, hemen bir ara sokağa daldı. Kaytan, düz mantıkla hareket edip Çekiç’in peşinden koşarken Rıfat, kapıdaki polislerin de kovalamaca partisine katılmasıyla sırıttı. Önü açılmış, içeriye her nasılsa sızarım düşüncesiyle harekete geçmişti.

Kapıda beliren polisi görünce duraksadı, sonra da cesaretle yaklaşarak suratına da bir tebessüm yerleştirdi.

“Buyurun, kime baktınız?” diye soran polis, Rıfat’ın:

“Bir arkadaşım nezarethanede, ona bakmaya geldim!” demesiyle:

“Kimmiş arkadaşın?” diye sordu.

“Nazmiye… Nazmiye Karav…”

“Geç içeri bak!” diyen polis, kenara çekilince Rıfat, sakin bir şekilde içeri girdi.

Mahir’in koşması, nefes nefese efor harcaması, serin havda terlemesine neden oluyordu. Terlediğinde de nefesi kesiliyor, sıklaşıyor ama o yine de pes etmiyordu. Önüne çıkan cadde başında durdu. Sırtını duvara yaslayıp derin nefesler alarak kendine gelmeye çalıştı.

Kaytan, polislerle birlikte Çekiç’in peşindeydi. Çekiç, resmen bir tazı gibi koşuyor, baldırına bacağına iyice abanarak hızını arttırıyordu. Koşarken attığı her adım, iki adım nispetinde açılıyor, bu şekilde mesafenin artmasına neden oluyor, durmak bilmeden koşuyordu.

“Burada!” diyen başka bir polis, Rıfat’a yol gösterdi. Rıfat, parmaklıklara yaklaşırken polis, biraz arkaya çekilerek onları izlemeye aldı. Nazmiye, karşısında Rıfat’ı görünce irkildi. Başı öne eğik bir şekilde susarak ayağa kalktı. Rıfat, demir parmaklıkların önünde dururken Nazmiye de diğer tarafında durdu.

“Abi sen?” diye soran Nazmiye, Rıfat’ın kaşını çatmasıyla sustu. Rıfat, derin bir nefes alarak:

“İyi misin gülüm?” diye sordu.

“İyiyim abi!”

“Bir ihtiyacın var mı?”

“Çıkmak isterim abi!”

Gülümseyen Rıfat, bir kaşını havaya kaldırıp:

“Çıkacaksın gülüm! Ama kendine dikkat et, bize dikkat et, tamam mı?” deyince Nazmiye, verilen mesajı anlayınca yutkundu.

“Ederim abi!”

“Baba diyor ki, kızımız aklı başında biri, kendi başının çaresine bakar, bakarsın değil mi?”

“Bakarım abi!”

“Baba selam eder Nazmiye, dikkatli ol!”

“Anladım abi!”

Rıfat, omzunun üstünden polise baktı. O sırada polis, telefonuna gelen mesajla uğraşıyordu. Rıfat, cebinden ufak bir poşet çıkarıp Nazmiye’ye uzattı ve kaş göz işaretiyle:

“Babanı özlediysen, onu bekletme!” derken Nazmiye, polise ve güvenlik kamerasına çaktırmadan poşeti aldı. İçindeki hap, kadının gözlerinin irileşmesine neden oldu. Bu ne dercesine göz kırparak:

“Babamı özledim, onu fazla bekletmem!” dedi. Rıfat, başını sallayıp:

“Kal sağlıcakla o zaman!” dedi ve polise döndü. Polis de başını sallayarak birlikte kapıya yönelirken Nazmiye, poşeti avucunda saklayıp banka doğru yürüdü.

Çekiç, tam köşeyi dönecekken atılan çelmeyle kendini yüzüstü yerde buldu. Ama hızla toparlanıp aynı çelmeyi Mahir’e de yaptı ve onu da düşürdü. Mahir, üstüne çıkan Çekiç’e arkadan diziyle vururken Çekiç, onun yan tarafına düşünce sert bir dirsek darbesiyle Mahir’i nefessiz bıraktı. Mahir, bir iki öksürmeyle toparlanmaya çalışırken Çekiç, onun toparlanmasına fırsat vermeden üstüne çıktı. Art arda sert yumruklar atarak Mahir’i iyice sersemletti ve duyulan seslerle hızla ayağa fırladı. Çantasını almaya fırsat bulamadan koşarken Mahir, derin nefesler alarak öksürüyordu. Kaytanlar geldiğinde Mahir, diz çökmüş bir şekilde öksürmeye devam ediyordu.

“Şerefsiz!” diye mırıldanan Kaytan, Mahir’in elinden tutup kalkmasına yardımcı oldu.

“İyi misin?”

Üst üste öksürüyor, nefesi kesiliyor ve midesi bulanıyordu. Adeta bir sara hastası gibi titriyor, boğazını tutup öksürüyor ve böğürüyordu. Kaytan, onu sımsıkı tutup kendine gelmesi için sarsarken polislerden biri, yerdeki çantayı aldı ve fermuarı açtı. Gördüğü şeyle rengi değişti, nutku tutuldu ve yutkundu. Kaytan, uzatılan çantayı alıp bakınca derin bir nefes aldı.

“Ulan!”

Arabaya binen Rıfat, telefonunu çıkarıp bir numara çevirdi. Kulağına dayayarak bekledi. Az sonra Payidar’ın:

“Söyle Rıfat!” demesiyle:

“Efendim, işlem tamamdır!” dedi.

“Nazmiye karısı, ne zaman hastaneye kaldırılır Rıfat?”

“Bir yarım saati bulur efendim!”

“Güzel!”

Kapanan telefonun ekranına bakıp sırıtan Rıfat, dikiz aynasından kendi yüzüne bakarak derin bir nefes aldı.

***

Musa, Nazım’ın karşısında durduğunda Nazım, yüzünde alaylı bir ifadeyle ona bakarak göz kırptı ve:

“Fazla zamanınız kalmadı, sanırım şenlik başlayacak!” deyince Musa, derin bir nefes alarak:

“Pekâlâ, sen kazandın! Seni bırakacağız! Ama bir canlı yayın daha yapmanı istiyoruz!” dedi.

“Çok beğenildiyse eğer, neden olmasın? Bu sefer sizin de bir isteğiniz var galiba!”

“Şenliği durdur, seni bırakalım! Bu sefer açık konuş, ima falan etme yani!”

“Anlaşıldı Musa Uzun, dediğin gibi olacak! Peki sana güvenebilir miyim?”

“Denemekte fayda var, değil mi?”

“Haklısın!” diyen Nazım, arkasındaki Emin’e bakıp başını sallayan Musa’yı izleyerek gülümsedi. Emin, tekrar tabletten canlı yayını açarak başını sallarken Nazım, yerinde doğrularak:

“Anlaşma sağlandı şenlik seven arkadaşlar, şenliğimiz ertelendi! Herkes evine dağılsın!” dedi. Emin, canlı yayını kapatıp başını sallarken Musa,

“Prosedür gereği bir şey yapmam lazım!” dedi. Nazım, gözlerini kısarak:

“Ne?” diye sorunca Musa, aniden onun ensesine vurdu. Kendinden geçen Nazım, Musa’nın en son sırıtan çehresini fark edebildi.

***

Hafif bulanık, yarı açık bir güne merhaba demişti Marmara; dalgalarında hâlâ kızgın bir ifade, bir fırtınanın habercisi gibi fokurdayan sulara gebeydi. Arada bir güneş çıkıyor, yeryüzünü yokluyor ve gül yüzünü gösterip tekrar saklanıyordu. Dünkü sert rüzgârın aksine bugün, hafif ılık bir yel esiyor gibiydi.

Hamdi’nin evinde toplanmışlardı; herkes gelmiş, bu sefer Payidar da icabet etmişti. Herkes yerinde otururken Hamdi, kendi koltuğunun arkasında ayakta, koltuğa yaslanır bir şekilde duruyordu. Kenan da hemen yanında bekliyor, katı gözlerle masadakileri izliyordu.

“Ruslarla ittifak yapmam, bana tebliğ edildi beyler! Dökülen kanları unutmam, her şeye örtü çekmem söylendi. Sizin de fikrinizi öğrenmek, bilginize başvurmak için davet ettim!”

Hamdi’nin söyledikleri, masada uğultuya neden oldu; Payidar, huzursuz bir şekilde yerinde doğrulurken Samet, çenesini sıvazlayarak katı gözlerini, sanki memnun olmamış gibi somurtan Bahri’ye çevirdi ve Bahri’nin de gözleri, her an itiraz edecekmiş gibi duran Jargon’a kaydı. Jargon, bir eliyle şakağını kaşırken gözleriyle de Cevat’ı yoklayıp duruyordu. Cevat da Tayfun’un tepkisini merak ettiği için bakışlarını ona çevirmişti. Nihayet bu trafik bitince Payidar, yerinden doğrulup:

“Önce kıyamet koptu, kanlar döküldü, silahlar çekildi ve yer gök inledi! Ardından bu ittifak meselesi gündeme geldi. Ben pek bir şey anlamadım Pars!” deyince Hamdi, koltuğu çekerek yerine oturma ihtiyacı hissetti. O otururken Cevat, dişlerinin arasından:

“Dökülen kanlar nasıl silinir, çekilen ezalar nasıl unutulur, anlamış değilim!” derken Hamdi, bir gözünü de ona dikerek izledi. Tayfun’un, sakin bir şekilde:

“Vardır Pars’ın bir bildiği!” demesiyle Hamdi, hafifçe gülümsedi.

“Ben ittifaktan, anlaşmadan ve uzlaşmadan yana değilim! Kan döküldü, bıçaklar bilendi, silahlar çekildi ve kurşunlar döküldü, biliyorum! Ben bunları unutma taraftarı da değilim! Ama bana öyle söylendi, böyle tebliğ edildi. Sizin fikriniz ne?”

Jargon, derin bir nefes alarak:

“Şimdi işin rengi değişir Pars! Eğer öyle söylenmiş ve böyle tebliğ edilmişse, bu işin rengi de kokusu da değişir. O zaman bizim fikrimizin hükmü kalmaz, manası olmaz!” derken Cevat, katı sesiyle:

“Jargon’un haklı olduğu belli! Pars, neden bizim fikrimizi sorar, onu merak ederim!” deyince Hamdi, bakışlarını ikisi arasında gezdirerek:

“Tuğra Bey, onca zamandan sonra beni davet etti, karşısına oturttu ve tebliğini sundu. Ruslarla ittifak et, anlaş! Ben bunun taraftarı değilim, asla da olmam! Eğer Kurul, yek bir ağızdan buna karşı çıkarsa, tebliğin hükmü düşer; Tuğra Bey de söz etme hakkı bulamaz ve işler, eskisi gibi tıkırında yürür. Şayet bir tek kişi bile, bu işten yana olursa, işte o zaman mecburen Ruslarla aynı masaya otururuz!” dedi. Bahri, tok çıkan sesiyle:

“Bir şeyi belirtmekte fayda var beyler! Her nerde toplanırsak toplanalım, nerede bir araya gelirsek gelelim, o toplantı muhakkak dinlenir. Yani kayıt altındadır. Onun için herkes, diline lafına sahip çıksın! Çünkü şu an bu toplantı bile dinlenmektedir. Unutmayın ki Kurul’un üyelerine verilen telefonlar, boş değil!” deyince herkesin bakışları, masada duran telefonlara kaydı. Kenan da irkilmiş, gözleri Hamdi’nin telefonuna takılmıştı. İçinden şüpheye düştü. Acaba bu telefonlar, onlara da verilmiş miydi? Düşündü, yok kendisine telefon falan verilmemişti. Sonra kontrol ederim düşüncesiyle toplantıya adapte oldu. Tayfun, yerinde doğrularak:

“Bir şeyi sormak isterim, müsaade varsa tabi!” deyince Hamdi, buyur dercesine elini salladı ve Tayfun, icazet verilmesiyle:

“Biz, neden Ruslarla aynı masada oturmak istemiyoruz?” diye sordu. Herkes birbirine bakarken Hamdi, katı gözlerini Tayfun’a dikmişti. Tayfun, yanlış anlaşılmasın diye:

“Bunu sormakta fayda var. Bizim sebebimiz ne? En başından beri Pars, buna hep karşı çıkıyor. Neden?” derken Hamdi, iyice gözlerini onun gözlerine dikerek:

“Çünkü Ruslar, en başından beri kanımızı döktü Tayfun!” deyince Tayfun, anlamak için gözlerini kıstı. Hamdi, bakışlarını masadakilere çevirip:

“Karım Nezaket’i öldürenler, Ruslardı! Ben bunu araştırdım, buldum! O grubun başındaki adam, Rus’un biriydi! Ama öldürülmüş, ben öldürme fırsatı bulamadım. Ruslar ilk kanı döktü, bu yüzden asla onlarla aynı masaya oturmak istemiyorum!” dedi. Herkesin donuk gözleri, birbirinin üstünde gezinip dururken Jargon,

“Belki de pişman olmuşlar, bundan vazgeçmişlerdir, ha?” diye sorunca Hamdi, öfkeyle ona baktı. Haliyle Jargon tırstı, geri çekilirken Hamdi,

“Her ne olursa olsun, bu ittifak olmamalı! Ben bundan yanayım, eminim bu lafım da dinlenmiştir. Eminim!” der demez Cevat, derin bir nefes alarak:

“O zaman geriye kalan, basit bir oylama!” dedi. Herkesin bakışları, önce kendi aralarında gezindi sonra dönüp Hamdi’de toplandı. Hamdi, yavaşça ayağa kalkarak:

“Ruslarla ittifak yapmak istemeyenler, ayağa kalksın!” deyince Payidar, en başta ayağa kalktı. Önünü iliklerken:

“Pars ne derse o!” dedi. Hamdi gülümserken Jargon, ayağa kalkarak etrafına bakındı. Hamdi’nin gülümseyen bakışları, onu da yoklayıp diğerlerine kaydı. Cevat’ın zorla ayağa kalkması, Hamdi’nin yüzünü gülümsetmişti. Bahri ve Samet’in aynı anda ayağa kalkması, masanın başka bir rengi konumundaydı. Tayfun’un iyice koltuğa yaslanması, adeta forsunu atar gibi yaylanması, Hamdi’nin derin bir nefes almasına neden olurken Payidar’ın bakışları, kayarak Jargon’da birleşti. Jargon’un katı gözleri, Cevat’la bir araya gelip birlikte Samet’e yönelirken Samet, sanki Tayfun’a kalk der gibi göz süzmesi, Bahri’nin gözlerinden kaçmamıştı. Tayfun, gayet sakin ve rahat bir şekilde:

“Kusura bakma Pars! Ama ben, ittifaktan yanayım!” deyince ortama buzdan bir hava çöktü. Yutkunan Hamdi, derin bir nefes alarak:

“Ne diyorsun sen Tayfun, kendinde misin?” diye sordu.

“İyiyim Pars, kendimdeyim! Ama bu anlaşma olmalı, bu masada Ruslar da olmalı!”

Kenan’ın iri gözleri, sinirden ve öfkeden titremekte olan Hamdi’ye kayınca ortamda fink atan gerginlik, herkesi sarmıştı. Payidar, ellerini ceplerine yerleştirerek:

“Şaka herhalde!” dedi. Tayfun, masadaki kahveden bir yudum aldıktan sonra:

“Şaka değil! Asıl şaka, sizin Ruslara bıçak bilemeniz! Ruslar bizim dostumuz olmak istiyor. Ama siz, geçmişteki bir yarayı kaşıyıp duruyorsunuz! Bence vazgeçin! Ruslar bizim dostumuz!” dedi. Herkesin sinirle harmanlanmış, öfkeyle yoğrulmuş ve hınca bulanmış gözleri, birbirlerini yokladıktan sonra Hamdi’de durdu. Derin bir nefes alan Hamdi, her iki elini masaya yerleştirip:

“Biz, galiba yanlış kişiyi recmettik!” deyince Tayfun, irkilerek Hamdi’ye baktı. Hamdi, burnundan solurken Tayfun, iri gözlerini ondan ayırmıyordu. Ortamdaki gerginlik, iyice had safhaya ulaşmış, nerdeyse ekmeğe sürülecek kıvama gelmişti.

“Anlaşıldı Tayfun Sipahi, anlaşıldı! Ruslar senin dostun, onu anladık! Eğer Tuğra Bey bizi dinliyorsa, şu sözlerime kulak versin! Ruslarla ittifak sağlanacak, onlardan kan talep ediyorum! Karımın kanını, dostlarımın kanını ve müstakbel damadımın kanını talep ediyorum! En kısa zamanda, Ruslarla bir masaya oturacağım! Benim de onlara vermem gereken bir kan olacak!”

Hamdi’nin lafları, adeta masayı delip geçiyordu. Tayfun’un ürkek bakışları, onun üzerinde gezinip dururken Hamdi, hızla elini masaya vurup:

“Toplantı bitmiştir!” diye bağırdı. Herkesin irkilerek bakışması, Hamdi’nin yarattığı tesirin göstergesiydi. Hamdi, hışımla kapıya yönelirken ardında ürkek bakışlar, irkilen yürekler ve korku dolu gözler bırakmıştı. Kenan da onunla birlikte yürüyor, bir nevi onun gibi korku salmaya çalışıyordu.

Odasına gelen Hamdi, öfkeden kudurmak üzereydi; canı burnunda, tepesinde adeta dumanlar tüter bir halde koltuğuna otururken Kenan, gelip karşısında dimdik durdu.

“Gördün mü Tayfun’u, bize nasıl makas attı?” diye sorarak sırtını koltuğa yasladı. Kenan, derin bir nefes alarak:

“Kızmazsanız ama bir şey söylemek istiyorum!” deyince Hamdi, söyle dercesine bir işaret verdi.

“Bence Tayfun Bey, gayet iyi niyetli davrandı. Bizim nasıl yıprandığımızı biliyor, nasıl çileler çektiğimizin farkında! Kendince buna bir son vermek istemiş olabilir. Tayfun Bey hain değildir muhakkak! Hemen kötü düşünmeyelim derim!”

Hamdi, derin bir nefes alarak:

“Haklı olabilirsin ama Tayfun, bunu başka bir şekilde dile getirebilirdi! Ben bunun altında art niyet ararım evlat!” dedi.

“Bence art niyet yok, Tayfun Bey size sadık, emin olun! Bir açıklaması olmalı!”

“Dinlemek isterim, açıklaması varsa eğer!” diyen Hamdi, gözleriyle kapıyı işaret etmişti ki kapının çalması, Kenan’ı yerinde dikleştirdi. İçeri giren Payidar, yanında Rıfat’la Hamdi’ye doğru yürürken Kenan, hafif kenara çekildi. Payidar, gayet doğal bir şekilde:

“Bence sakin olsan, iyi olur Pars! Tayfun’un bir açıklaması vardır illaki!” dedi ve Hamdi’nin karşısında durdu. Hamdi, başını sallayarak:

“Olmalı zaten! Dinlemek de isterim!” dedi. Payidar, koltuğa otururken:

“Ben başka bir şey için gelmiştim aslında!” dedi.

“Dinliyorum!”

“Kenan’a ihtiyacım var. Tayfun’dan Fıçı’yı isteyecektim ama son yaşananlardan dolayı uygun değildir diye düşündüm. Kenan bana lazım!”

“Tabi! Kenan, Payidar’la birlikte git!”

Kenan başını sallarken Payidar, yavaşça ayağa kalkarak:

“Sen Pars’sın! Silkelen bence ve grubuna sahip çık! Yıkıldığını görürlerse, alaşağı etmek için hamleleri çoğalır. Bunu kendine etme!” dedi. Hamdi, kısık gözlerle Payidar’a bakıp:

“Seninle de eskiden düşmandık Payidar! Ama geldiğin konum, en sadık dostun bile ulaşamayacağı bir konumdur. Değerini bil!” dedi. Gülümseyen Payidar,

“Bilmesem, benim zararıma Hamdi Bey! Sizin dostluğunuza ermek, yıldızlara varmaktan daha zor!” der demez Hamdi, gözlerinin içi parlarcasına başını salladı. Payidar, Kenan’a dönerek:

“Haydi delikanlı, işimiz var!” dedi. Kenan, başını sallarken Rıfat, gözlerini kırpmadan ikisine bakıyordu.

***

Gözlerini usulca aralayan Nazım, nerde olduğunu kestirmeye çalışırcasına etrafına bakındı. Yeşil bir alandaydı, her taraf çimendi ve hızla yerinde doğrulunca, bir parkta olduğunu anladı. İlerde beliren Kürşat’ı görünce ayağa kalkmak istedi. Ama bağlı olduğunu hissedince gözlerini yumdu. Bir şeyler hatırlamak istedi, hafızasını zorladı, beynine komutlar yağdırdı ama hep boş şeyler çıktı ortaya; Kürşat onu çözerken Nazım, derin nefesler alıp verdi, soluklanıp durdu ama yine bir şey hatırlayamadı. Ayağa kalktığında, az buçuk başı döndü. Midesi bulanır gibi olsa da toparlandı. Kürşat’a yaslanıp:

“Ne oldu lan bana?” diye sordu. Kürşat, derin bir nefes alarak:

“Senin sayfandan biri, bir canlı yayın paylaştı. Seni buraya bıraktıklarını, gelip almamızı söyledi. Biz de geldik!” dedi. Nazım etrafına bakınırken parkta oynamak için gelen çocukların gürültüsü beynini bulandırmıştı.

“Gidelim buradan! Şahin nerde?”

Kürşat, Nazım’ın koluna girerek:

“O gelmedi!” dedi. Nazım, onu iterek:

“Ben yürürüm!” dedikten sonra adımlarını hışımla atarak yürümeye başladı. Birden durdu, üstüne başına baktı ve kıyafetlerini inceledi. Kürşat’a bakarak:

“Kesin bir şey takmışlardır bana! İyice kontrol edin beni! Arabada ama…” dedi. Arabaya doğru giderlerken Nazım, endişeli bir şekilde etrafına bakınıp duruyordu.

***

Bağcılar…

“Anladım Kürşat, tamam!” diyen Şahin, telefonu kapatırken Çekiç, onun karşısında durup:

“Nazmiye’nin izini buldum. Hastaneye kaldırmışlar. Gidip onu almak istiyorum!” dedi.

“Bekle Nazım gelsin!”

“Ben gidiyorum be, yeter artık!” diye çıkışan Çekiç, başka bir şey demeden hızla kapıya doğru yürüdü. Şahin, derin bir nefes alıp arkasından bakarken:

“İyi, git de al boyunun ölçüsünü!” diye fısıldadı ve gülümsedi.

***

Milli Haberalma Servisi…

“Kaytan nereye gitti?” diye soran Musa, koltuğunda rahat etmediği için yavaşça ayağa kalktı. Emin, ona doğru bir adım atarak:

“Nazmiye mi ne, şu Çekiç’e ulaşmak için kullandığı kadını hastaneye kaldırmışlar, o da oraya gitti! Mahir de yanında!” dedi.

“İyi, bizim de şu an yapacak başka işimiz yok!”

“Ben işime döneyim efendim, müsaadenizle!” diyen Emin, kapıya dönerken kapının çalmasıyla adımlarını sıklaştırdı. Musa, koltuğuna otururken Nisa’nın içeri girmesiyle tekrar ayağa kalktı.

“Hastaneye…” diyen Nisa, yanından geçen Emin’e bakıp başıyla selam verdikten sonra:

“…gittim ama çıktığını söylediler Musa!” diye lafını bitirip Musa’nın karşısında durdu. Musa, elini uzatıp:

“Hoş geldin, geç otur lütfen!” dedi. Nisa, onun elini sıkarak:

“Hoş bulduk, nasılsın? Baya iyi gördüm seni!” dedi.

“İyiyiz çok şükür!” diyen Musa, koltuğuna oturup kadının oturuşunu izleyerek:

“Çoktur görüyorum seni, hayırdır burada ne işin var? Şirket kime emanet?” diye sordu. Gülümseyen Nisa,

“Allah’a emanet!” deyince Musa, tebessüm ederek:

“Hepimiz…” dedi.

“Bir iki iş görüşmem vardı burada! Onları da aradan çıkarayım, senin de başına gelenleri duydum, ziyaret edeyim derken kaldık işte! Neden erkenden çıktın hastaneden?”

“Öyle gerekti, çıktık işte! Ne içersin?”

“Bir acı kahveye hayır demem!”

“İçine sevgimizi katarsak, acısı tuzla buz olur.”

“Ben de öyle düşünüyorum, daha doğrusu düşlüyorum!” diyen Nisa, göz kırpıp tebessüm edince Musa, ahizeyi kaldırıp siparişi vermek için tuşlara parmağını değdirdi.

***

Tepesine bir serum çekilmiş, damlaları hortum yoluyla damarlarına doğru yol alırken Nazmiye, yarı baygın bir halde tavana bakıyor ve sanki kendinde değilmiş gibi hareketsizce duruyordu. Başında bekleyen doktor, kadının alnında ve kafasına dokunarak yanındaki hemşireye bir şeyler söylerken hemşire, elindeki dosyaya bir şeyler yazarak doktorun dediklerini aktarıyordu.

Ana kapıya yakın bir yerde, tenha bir kuytuya park etmiş siyah bir aracın içindeydi Kaytan, şoför mahallinde oturmakta olan Mahir’in gözleri de hastane kapısındaydı. İkisi tek başına gelmiş, kalabalığa gerek duymamışlardı. Saatine bakan Kaytan, Mahir’e dönmeden:

“Bu Çekiç gelmedi!” dedi.

“Duymuşsa, muhtemelen gelir efendim!”

“Nasıl olmuş?”

“Dün akşam, biz Çekiç’i kovalarken bir adam girmiş içeri! Kadınla konuşmuş ve çekmiş gitmiş! Sonra da kadın fenalaşmış işte, hastaneye kaldırmışlar.”

“Adam kimmiş peki?”

“Kim olduğu araştırılıyor efendim!”

“Bulamadılar mı daha?”

“Veritabanında bilgileri yokmuş, yani öyle dediler.”

“Şu iş bitsin, bir de sen bak!”

“Anlaşıldı efendim!”

Kaytan, derin bir nefes alarak başını cama yasladı ve iyice konsantre olarak hastaneyi gözlem ablukasına aldı.

Hastanenin acil giriş kapısı, arka cepheye düşüyordu. Caddenin başında duran beyaz araçtaydı Kenan’la Rıfat; aracı düzgün park eden Rıfat, dikiz aynasından arkasını kolaçan ettikten sonra Kenan’a dönerek:

“Öncelikli hedefimiz, kadını sağ salim almak Kenan!” dedi.

“Sonra ne olacak?”

“Sonrası Payidar Bey’e kalmış! Yalnız şunu söyleyeyim! Bu kadının peşinde, yalnız biz değiliz! Yani bizden başka kişiler de bu kadının peşinde! Ona göre dikkatli ol!”

“Kimler mesela?”

“Polisler mesela… Bu karının amcaoğlu, eski bir teröristmiş! Yıllar önce pişmanlık yasasından yararlanmış ve hafif bir cezayla yırtmış! Ama yine teröristlerle haşır neşirmiş! Bu yüzden aynasızlar, o adama ulaşmak için bu kadını alıkoymuş! Çünkü bu kadın, hâlâ o adamlar irtibat halinde! Anladın mı beni?”

“Zor oldu ama anladım! Kısacası başımız belaya girecek, o kadar!”

“O kadar, evet!” deyip gülümseyen Rıfat, kapıyı açarken Kenan da kapıyı açarak:

“Kadın bizimle gelmeye razı mı yoksa razı mı edeceğiz?” diye sordu. Rıfat, silahını kontrol ederek:

“Ben dün bir konuştum onunla, razı gibi görünüyordu. Ama aklı karışmadıysa, elimizi kolumuzu sallayıp çıkabiliriz!” dedi.

“Seninle de doğru düzgün laf edilmiyor. Haydi gidelim!” diyen Kenan, hastane kapısına doğru ilerledi.

Arabadan inen Kaytan, etrafına bakınarak:

“Bence hastaneye girme zamanı!” dedi. Mahir de inerek onun sağında durmuştu.

Asansörden çıkan Kenan, etrafına bakınarak Rıfat’a sokuldu. İlerde polisler vardı, sesini baya alçaltarak:

“Polisler burada!” diye fısıldayınca Rıfat, bir hemşirenin yanından geçerek personel odasına girdi. Kenan da onun peşinden yürüdü.

Asansörü çağıran Kaytan, Mahir’e dönmeden:

“Kapısında kimse var mı?” diye sordu. Mahir, başını sallayarak:

“Üç polis var efendim!” dedi. Başını sallayan Kaytan, açılan kapıyla asansöre bindi ve Mahir’in de binişini izleyerek düğmeye bastı. Kapı, Kaytan’ın katı bakışları arasında kapandı.

Nazmiye’nin tutulduğu odanın kapısının önünde durdurdu temizlik arabasını; bembeyaz maskeyle örttüğü ağzından zor bela:

“Müsaade var mı?” diye bir soru çıktı Kenan’ın. Polislerden biri, onu tepeden tırnağa süzdükten sonra:

“Geç bakalım!” dedi. Kenan, arabayı hızla iterek polisin açtığı kapıdan içeri soktu.

Asansörden çıkan Kaytan, Mahir’in:

“Yanlış kat efendim!” diye seslenmesiyle, suratında beliren hafif bir kızarıklıkla tekrar asansöre bindi. Gülümseyerek:

“Dalmışım!” dedi. Mahir de gülümseyerek kapının kapanışını izledi. Kaytan, arkadaki aynaya dönerek bıyıklarını düzeltirken kapının tekrar açılmasıyla bu sefer Mahir’e baktı.

“Burası efendim!” diyen Mahir, bir nevi yol gösterdi. Kaytan, başını sallayarak asansörden inerken Mahir, gülmemek için kendisini zor tutarak onun peşinden yürüdü. Onlar yürürken karşıdan gelmekte olan temizlik arabası, nedense Kaytan’ın dikkatini çekti. Ama başka odadan çıkmıştır düşüncesiyle Kaytan, bunu kulak arkası etti. Bir an Kenan’la göz göze gelse de umursamadı. Kenan baya irkilmişti ama resmen rengi değişmiş, suratı kıpkırmızı olmuş ama maskeden görünmüyordu. Sakin olmaya çalışarak ve rengini belli etmeden temizlik arabasını iterek adımlarını sıklaştırdı. Tam yanından geçerken Kaytan, bir ara gözleri kaydı ve Kenan’ın gözlerinin içine baktı. Duraksadı, yerinde durdu ve gözlerini kıstı. Dönüp Kenan’ın arkasından baktı, uzun uzadıya baktı ve başını salladıktan sonra yoluna devam etti. Kenan, derin bir nefes alarak hızını arttırırken Kaytan, o sırada odaya giriş yapıyordu. Personel asansörünün açılmasıyla Kenan, arabayı hızla asansöre soktu. Kapının kapanmasıyla:

“Çıkın!” diye seslendi. Nazmiye, aracın alt kısmından çıkarken terleyen suratıyla Kenan’a baktı.

Odadan fırlayan Kaytan, kapıdaki polislere:

“Kadın nerde lan?” diye bağırırken sesi, adeta koridoru ayağa kaldırdı. Polisler birbirlerine bakarken Kaytan, gözlerini kısarak temizlik arabasını anımsadı. Hızla silahını sıyırıp:

“Koş Mahir!” diye bağırdı. İkisi koşarken polisler de onların peşinden koştu.

Zemin katta asansörden çıkan Kenan, etrafına bakınarak adımlarını sıklaştırdı. Çıkış kapısına yakın bir yerde bekleyen Çekiç’in katı gözleri arasında Nazmiye ve Kenan, hemen acil kapısına doğru yürüdü. Dikkat çekmemek için Kenan, kadının elinden tutmuş ve birlikte yürüyorlardı. Çekiç, sırtını dayadığı duvardan ayrıldı ve sakin bir şekilde adımlarını onlara doğru attı.

Asansörden çıkan Kaytan, polislere dönerek:

“Sizler ön kapıya! Mahir, oğlum biz de acil kapısına! Haydi!” diye seslendi ve hızla koştu.

Hastaneden çıkan Kenan, etrafını kolaçan ederek adımlarını atarken Çekiç, hemen ardından hastaneden çıktı. Ama bir ara gözleri arkaya kaydı ve dün akşamki polisin, yani Kaytan’ın ona doğru geldiğini görünce yandaki ağaca doğru koştu. Ağacın arkasına geçip silahını belinden sıyırdı. Susturucu takmakla uğraştı, burnundan soluyordu, resmen ter içinde kalmıştı ve bu iş bitsin istiyordu. Silahın sürgüsünü çekerek hazırda beklerken Kaytan’ın:

“Dur!” diyen sesiyle irkildi. Kendisine bağırdığını sandı ama ona bağırmamıştı. Ağacın arkasından seğirtip baktı.

Kenan, elini tuttuğu kadının elini bırakarak diğer elindeki silahın sapını sıkıca tuttu. Başını usulca sallayarak derin bir nefes aldı. Arkasında Kaytan duruyor, Mahir de ona silah doğrultmuştu ve Kenan, ne yapacağını bilmez bir şekilde bekliyordu.

“Dön bize! Bize dön!” diye bağıran Kaytan, silahın namlusunu Kenan’a doğrultmuştu. Arabada onları izlemekte olan Rıfat, silahını sıyırmış ve gözlerini onlara dikmişti. O da ne yapacağını bilemiyordu. Çekiç de ağacın arkasına çekilmişti. Sırtını ağaca yaslamış ve nefes nefese bekliyordu.

“Sana bize dön dedim!”

Kaytan, yavaşça onlara doğru döndü. Nazmiye korkudan titrerken Kenan, derin bir nefes alarak tam döndü.

“Aç yüzünü!” diyen Kaytan, silahını sallayıp:

“Aç yüzünü, ters bir hareket yapma!” diye bağırdı. Kenan, yutkunarak elini maskesine uzattı. Nazmiye’nin korku dolu bakışları, Kenan’ın üstünden ayrılmıyordu. Kaytan, gözlerini kısmış ve ona adapte olmuştu. Kenan, maskeyi yavaşça aşağı indirirken Kaytan’ın yüz ifadesi giderek değişiyordu. Mahir de şaşırıyor, ağzı giderek açılıyordu. Kenan, maskeyi tamamen indirdiğinde Kaytan, sanki beyninden vurulmuşa dönmüştü.

“Ama…” diye sayıklarken Mahir de,

“Nasıl ya?” diye fısıldadı ve Kenan, birden silahını onlara doğrulttu. Kaytan ve Mahir irkilerek bakışırken Kenan, hiç düşünmeden tetiğe bastı. Namludan fırlayan mermi…

🌎🌎🌎

32. Bölümün Sonu

SEZON FİNALİ

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top