"Bize Nota Verdiler" (2. SeZoN)
Namludan fırlayan mermi, arkasında durup tam Kaytan’a ateş edecek olan Çekiç’in bileğine saplanınca ve Çekiç, toynağına kıymık batmış manda yavrusu gibi böğürünce işin rengi değişmişti; Kenan, bilerek ona ateş etmiş ve hafif bir kargaşa yaratmıştı. Polisler ve Kaytan, Çekiç’in sesiyle irkilip hafif bir dağılırken Kenan, bulduğu fırsatı değerlendirmiş ve Rıfat’la birlikte araca kendilerini atmıştı. Korku dolu gözlerle ortamı izlemekte olan Nazmiye, aracın hızla hareket etmesini umursamadan polislerin derdest etmekle uğraştığı Çekiç’e bakıyordu. Kaytan, muhakkak bir açıklaması vardır düşüncesiyle bir şey yapmadan arabanın arkasından bakarken Mahir, onun yanında durup:
“Ne yapalım efendim?” diye sordu. Kaytan, derin bir nefes alarak Çekiç’e dönüp baktı. Bir gözü ondayken, Mahir’e cevap verdi.
“Alacağımızı aldık Mahir!”
“Ama aklım karıştı efendim!”
“Benim de… Reis, mutlaka bu karışıklığı giderecektir, gidelim!” diyen Kaytan, son defa uzaklaşmakta olan aracın arkasından bir müddet baktı ve başka da bir şey demeden Çekiç’e doğru yürüdü.
Acılar içerisinde kıvranıyordu Çekiç, bileğinden kanlar akıyor, yüzü limon gibi ekşimiş bir şekilde polisler tarafından sımsıkı tutulmuş beklerken Kaytan, onun karşısında durup:
“Çekiç bu! Vurulan şeyin hizmeti bitince, onun da devri geçermiş!” deyince Çekiç, acılı sesiyle:
“Bir çekiç, kolay ele geçmiyor. Ya mıh gibi etkisi olacak ya da mıhı çakacak sert bir zemini delecek!” dedi. Mahir, Kaytan’la Çekiç’in arasındaki bu konuşmadan bir şey anlamamıştı. Kaytan’ın tebessüm etmesi ve Çekiç’in ima dolu bakışları, onun iyice kafasını karıştırmıştı. Üstelik Kenan onlara silah doğrultmuş ve yanında yabancı biriyle bu kadını kaçırmıştı. Derin bir nefes alırken Kaytan’ın sesiyle, daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
“Bu çekiç laçka olmuş, mıhı çekice çakma zamanı!”
“Zor olur.”
“Ben zoru severim!” diyen Kaytan, polislere bakıp başını salladı. Polisler Çekiç’i götürürken Kaytan, anlamsız gözlerle ona bakmakta olan adamına dönerek:
“Gidelim!” dedi. Mahir, bir şey soramıyordu, nedense o cesareti bulamamıştı kendisinde; ama Kaytan, onun böyle kıvranmasını istemiyordu, her şeyi anlatacaktı ama Musa’nın yanına gittiklerinde, her şeyi dile dökecekti. Şimdi zamanı değildi.
***
Bağcılar…
Uyanmış, kendine gelmişti Nazım; bir duş alıp dinlenmeye çekilmişti, bu yüzden de Şahin ona Çekiç’ten bahsetmemiş, yaptıklarını dile getirmemişti. Şimdi Kürşat’ın hazırlattığı yemeklere iştahla saldırırken Şahin, onun iştahını kaçırmaya niyetli bir şekilde:
“Sanırım bir problemimiz var Nazım!” deyince Nazım, bir domates parçasını ağzına atarak:
“Neymiş problem?” diye sordu.
“Senin Çekiç, sapından memnun değilmiş gibi gitti!”
Anlamadığını, gözleriyle ve bakışlarıyla belirten Nazım, katı bir sesle:
“Açık olur musun lütfen?” diyerek onun açık konuşmasını sağladı.
“Çekiç diyorum, gitti diyorum!”
“Nereye gitti lan?”
Nazım’ın morali gene bozguna uğramış gibiydi. Şahin, ona Nazmiye’den, Çekiç’in yaptıklarından bahsederken onun yüz ifadesi değişiyor adeta şekilden şekle giriyordu. En sonunda elimdeki çatalı, Şahin’e doğru fırlattı ve çatal, Şahin’i teğet geçip duvara çarpınca metalik bir ses, ortamda çınladı ama Nazım’ın, sanki ayağına kıymık batmış gibi haykırması, o metalik sesi dağıtmıştı.
“Yezdan kahretsin, perişan etsin onu! Lan bir orospu için… Lan!”
İçeri giren Kürşat, meseleyi daha anlayamadan Nazım, hızla onun yakasını sımsıkı kavradı ve sallayıp durdu. Kürşat’ın bir gözü Şahin’deydi, ne yapayım der gibi bakıyordu. Ama Şahin, sadece gülümseyerek ona bakıyordu. Nazım kudurmuş, Kürşat şaşkın ve Şahin de bu durumla eğlenip duruyordu.
***
Şişli yakınlarda, Payidar’a ait eski bir yapıya getirilmişti Nazmiye; Kenan, yapının kapısının önünde durmuş ve sırtını duvara yaslamıştı. Güneşin ılık suratına gözlerini dikmek istedi ama gözleri yanınca Kenan, bakışlarını içerden çıkmakta olan Rıfat’a çevirdi.
“Ne oldu bilader, neyi bekliyoruz?” diye soran Kenan, Rıfat’ın:
“Payidar Bey’i…” demesiyle, yerinde doğrulmak zorunda kaldı.
“Benim işim bitmedi mi?”
“Payidar Bey bir gelsin!” diyen Rıfat, başını sallayan Kenan’ın suratını inceledi; aklı bulanmıştı, içine kurtlar düşmüş gibiydi ve Kenan, bunu her ne kadar fark etmiş olsa da, ilk onun konuya girmesini bekliyordu.
“Polisler seni tanıyor muydu?” diye böyle damdan düşer gibi soran Rıfat, septik bakışlarını Kenan’ın kavislenen kaşlarına dikmişti. Kenan, hafif bir tebessümle dalga geçercesine bakarken Rıfat, ciddi olduğunu mimiklerinde ilan etti.
“Polislere sormak lazım!”
“Geçmişini ben de az çok biliyorum Kenan! Onun için sordum. Yani geçmişte, sen eskiden bir özel harekâtken, bunlarla hiç rast geldin mi?”
Rıfat’ın bir kılıf bulup Kenan’a yönelttiği soru, elbette Kenan için makul değildi. Eğer tanıştıklarını söylese, Rıfat işi en ince detayına kadar götürebilirdi. Ama Kenan, farklı bir yol takip etmeyi uygun gördü.
“Zamanında yaptığım hatadan haberdarsın o zaman?” diye sorup onun jest ve mimiklerini yokladı. Rıfat, onaylar gibi başını sallayınca Kenan, lafını sürdürdü.
“O zamanlar, birkaç kez gazete ve haberlere de düşmüşlüğüm var. Belli ki bu polisler de, beni oradan görmüş olabilirler. Hem sabıkam da mevcut!”
Rıfat, inanmış gibi gözlerini ondan aldı ve ilerde beliren ve onlara doğru gelmekte olan arabaya baktı. Payidar’ın arabasıydı gelen, Rıfat da hemen içeri girip kadını ikaz etmeye gitti. Kenan, istifini ve duruşunu bozmadan kapısı olmayan yapıdan içeriyi görebiliyor olduğu için yerinde sabit kaldı.
“Patron geliyor, sakın terbiyeni bozma!” diyen Rıfat, kadının ürkek bakışlarını inceledi. Nazmiye, yutkunduktan sonra:
“Tamam abi!” diye sayıkladı. Gülümsedi Kenan, derin bir nefes alıp Musa’ya vereceği hesabını düşünürken gözleri, boş bir şekilde yaklaşmakta olan arabaya odaklanmıştı. Payidar, şoför mahallinde olan adamıyla birlikte mavi megane tipli araçla yapının önünde durduğunda Kenan, kendini toparlayarak beklemeye geçti.
“Güzel iş çıkardınız Kenan!” diyen Payidar, sahte bir tebessümle kendisine bakan Kenan’a doğru yürürken Rıfat, yapıdan çıkarak hazır ol vaziyette durdu. Payidar,
“İşimizi yaptık Payidar Bey!” diyen Kenan’ın karşısında durduğunda:
“Eyvallah!” dedi ve hafiften yana eğilerek içerdeki kadına baktı. Nazmiye’nin ürkek ve korku dolu bakışları, Payidar’ın suratını birkaç saniye yoklamıştı. İçeri giren Payidar, peşinden gelen Kenan’la Rıfat’ı umursamadan Nazmiye’nin karşısında durdu.
“Nasılsın güzelim?”
“Ben özür dilerim efendim!” diye sayıkladı Nazmiye, gülümsedi Payidar ve derin bir nefes çekti.
“Sen bir şey yapmadın, asıl suç bende!”
İrkildi Nazmiye, ürkek göz bebeklerinin irileşmesi, içindeki korkunun katlandığı anlamına geliyordu. Kenan, durumu anlamaya çalışırken Payidar, ansızın silahını çekti. Nazmiye’nin korkuyla yerinde sıçraması, Kenan’ın irkilerek Payidar’a bakması ve Rıfat’ın istifini bozmadan beklemesi, Payidar’ın tetiğe giden parmağına engel olmamıştı.
“Lütfen efendim, Allah rızası için bağışlayın beni!” diye sayıklayan Nazmiye, Payidar’ın gözlerinde merhamet kırıntılarını ararken Payidar, hafifçe başını salladı ve ansızın tetiğe bastı. Tiz bir feryat çıktı ağzından ve gerisi, kocaman bir sessizlik oldu. Kenan kendini kaybetti, sinirleri hopladı ve öfkeyle Payidar’ın yakasını kavrayıp sırtını duvara dayadı. Rıfat, hızla silahını çekip tam Kenan’a müdahale edecekken Kenan, hızla ona geriden bir tekme salladı ve Rıfat, aldığı tekmeyle geriye savruldu.
“Ne yaptın lan sen, ne yaptın? Madem kafasına sıkacaktın, neden onu kurtarmamızı istedin?” diye çıkışan Kenan, Payidar’ın kalkan elini hayra yordu. Çünkü Payidar, elini kaldırıp Rıfat’ı durdurmuştu. Kenan, hızla belinden silahını sıyırdı ve namluyu Payidar’ın alnına dayadı. Payidar da elindeki silahı, Kenan’ın şakağına dayayıp gözlerini onun gözlerine kenetledi.
“Aynı anda basalım Kenan!” diyen Payidar, öfkeden gözleri dört dönen delikanlının yüzündeki öfkeli ifadeyi izliyordu.
“Burada kafana sıkarım Payidar Bey, gözümü kırpmadan sıkarım!”
“Ben risk almam Kenan! Bu kadın, en büyük risk!”
Derin bir nefes aldı Kenan, silahını indirip onun yakasını bırakırken alnına mermi yemiş ve gözleri açık bir şekilde canından olmuş kadına baktı. İçi cız etti, yüreğine bir yumruk oturdu ve geçmek bilmeyen hıçkırıklar, boğazını mesken tuttu. Nemli ve yaşlı gözlerini Payidar’a çevirdi, onun suratını inceledi ve zerre pişman olmadığını görünce öfkesine yenildi. Hızla tekrar onun yakasına yapıştı ve olanca gücüyle kafasını Payidar’ın suratının orta yerine gömdü. O an dünya durdu, zamanlar yerinde saydı, akreple yelkovanın arasına kara kediler girdi ve sanki her şey buz kalıbına batırılmış gibi oldu. Burnunun çatısına aldığı kafayla neye uğradığını şaşıran, sarsılarak elindeki silahını düşüren ve sırtüstü düşerek dengesinden feragat eden Payidar, harekete geçen ve Kenan’a atakta bulunan Rıfat’ın da bir tekmeden nasibini alıp öteye düşüşünü görmüştü. Kapıdaki adam, silahını sıyırırken Kenan, hızla ona ateş etmiş ve bacağından vurmuştu. Silahını sallayan Kenan,
“Yeter ulan yeter!” diye bağırdı. O an Rıfat da köşesine çekildi, Payidar da yavaşça ayağa kalkarak burnundan akan kanlara elini set çekerek beklemeye geçti.
“Bu da size ders olsun lan!” diye dişlerinin arasından tıslayan Kenan, öfke dolu adımlarını kapıya doğru atarken ne ona müdahale edebilecek cesaretli kimse kalmıştı arkasında ne de onu durduracak bir şey olmuştu. O kapıdan çıkarken yerde kıvranan adam, Kenan’ın ne denli sinirlendiğini yüzündeki betonarme ifadesinden anlamıştı. Arkasında burnu kanayan bir Payidar, bacağındaki mermiyle kıvranan bir adam ve ürkek bir şekilde ne yapacağını bilemeyen bir Rıfat bırakmıştı Kenan.
***
Milli Haberalma Servisi…
Nisa gitmişti, odasında ve önündeki bilgisayardan görüntülere bakıyordu Musa; Kaytan gelmiş, ona durumu anlatmış ve hatta Emin, hemen hastanenin görüntülerini peyda etmişti. Şimdi de o görüntüleri izliyorlardı. Musa, aslında Kenan’ın neden öyle yaptığını ve verecek bir açıklaması olduğunu biliyordu ama bunu Kaytan’a nasıl anlatacak, nasıl izah edecekti, onu düşünüyordu.
“Kenan’ın neden böyle şeyler yaptığını biliyorsun, değil mi reis?” diye soran Kaytan, ortamdaki sessizliği bölmüştü. Musa, monitörden bakışlarını alıp:
“Biliyorum ama sana anlatamam!” deyince Kaytan, tebessüm ederek:
“Sen bilirsin! Ama şunu söyleyeyim reis! Kenan bir daha karşıma çıkarsa, kurşunumu tadar, bilgin olsun!” der demez Musa, kaşlarını çatarak:
“Bu ne saçmalık?” diye çıkıştı. Omuzlarını silkti Kaytan, yavaşça ayağa kalkarken de tehdidini masaya yerleştirdi.
“Benden söylemesi reis! Söyle Kenan’a, bir daha yoluma çıkmasın ve işime burnunu sokmasın!”
O kapıya doğru giderken Musa, çenesini sıvazlayıp ve hafifçe tebessüm edip onun arkasından bakmakla yetindi.
Sorgu odasına geldiğinde, karşısında ürkek bakışlarla oturmuş bir Çekiç karşıladı onu; Kaytan, Mahir’in yanında durduğunda Mahir, konuşmadı dercesine hafifçe başını salladı. Derin bir nefes alan Kaytan, boş sandalyeye oturduğunda Çekiç, nispet edercesine göz süzdü.
“Konuşmayacaksın, öyle mi?”
“Öyle!”
“Kafama sık diyorsun yani?”
“Kokusu güzelse…”
Gözlerini kıstı Kaytan, onun ne demek istediğini anlamadı. Gülümsedi Çekiç, dişleri görünürcesine sırıtarak:
“Parfüm sıkacaksın herhalde! Kokusu güzelse…” dedi ama Kaytan, aniden onun suratının ortasına sert bir yumruk indirdi. Afallayan Çekiç, daha o yumruğa alışamadan gelen ikinci yumrukla iyice dengesi bozuldu. Resmen görüşü kızıllaştı ve gelen üçüncü yumruk, ağzının ılık bir sıvıyla dolmasına neden oldu.
“Şimdi beğendin mi parfümümü? Daha da ister misin lan?” diye bağıran Kaytan, hızla havaya sıçrayıp sert bir tekme savurdu. İşte o tekme, Çekiç’i sandalyeyle birlikte geriye düşürdü. Mahir, ince bir tebessümle onlara bakarken Kaytan, eğilip Çekiç’in yakasından tutarak onu ayağa kaldırdı. Kafasını, onun suratının orta yerine geçirdi ve Çekiç, ağzındaki kanı yutmak zorunda kaldı. Yerdeki adama, üst üste tekmeler atan Kaytan, en son kendinden geçen Çekiç’i öylece yerde bırakıp Mahir’e döndü.
“Neden durdurmuyorsun lan beni? Ya herif ölse, ya elimde kalsa?” diye dişlerini sıkarak sorunca Mahir, derin bir nefes alarak:
“Siz ne yaptığınızı bilirsiniz efendim!” der demez Kaytan yumuşadı. Bir gözünü kısarak:
“Ya bu Kenan, o ne yaptığını biliyor mu peki?” diye sordu.
“Vardır bir açıklaması efendim!”
Tam Kaytan bir şey söyleyecekken içeri giren Emin, onların konuşmasını böldü. Bir gözü yerdeki Çekiç’te olan Emin, Kaytan’a dönerek:
“Polis telsizlerine bir ihbar düştü efendim! Sanırım sizinle ilgili!” deyince Kaytan, gözlerini kıstı.
Musa’nın odasına, öyle paldır küldür dalan Kaytan, burnundan solurcasına gür bir sesle çıkıştı.
“Kadını vurmuşlar reis!”
İrkildi Musa, yerinde doğrulup:
“Ne? Nasıl?” diye sordu.
“Vurmuşlar işte! Senin Kenan, aldı kadını ve götürüp kafasına sıktı! Ne düşünüyorsun bu konuda? Hâlâ bir açıklaman var mı?”
Sessizce derin bir nefes alan Musa, Kaytan’ın nasıl burnundan soluduğunu görünce hayra yormadı. Yavaşça ayağa kalkarken:
“Her şeyin var ama bunun yok kaytan bıyıklı! Kenan, o kadını öldürmüş olamaz!” deyince Kaytan, sinirden olacak ki gülümsedi, hatta güldü ve gülmesi kahkahaya dönüştü. Sonra da duruldu.
“Sen benden bir şeyler gizlediğin müddetçe benim Kenan’a olan duygu ve düşüncelerim değişiyor reis! Sen bilirsin!” dedikten sonra kapıya yönelen Kaytan, Musa’nın sessiz kalmasıyla kapıdan çıktı.
***
Bağcılar…
Elindeki viski dolu bardağı tepesine diken Nazım, ne yapacağını düşünüyor ve bu işten nasıl sıyrılacağını tasarlıyordu. Kendi odasındaydı, önünde viski şişesi vardı ve şişenin yarısından fazlası içilmişti. İçeri giren Şahin’i pek de umursamadı Nazım, onun gelip oturuşunu tınlamadı bile ve Şahin,
“Bir eylem tasarladık Nazım!” diyerek varlığını ispat etti. İçkiden mahmurlaşan gözlerini ona çeviren Nazım, ne diye sorarcasına göz kırptı. Ceketin iç cebinden telefonunu çıkardı Şahin, telefonu açıp bir haber sayfasını ona sundu. Nazım, telefonu alıp ekrana baktığında gülümsedi.
“Antin Kitap Fuarı diyorsun yani?” diye sorarak tebessüm etti. Başını salladı Şahin.
“Aynen Nazım, onu diyorum!”
“Hedef kim? Bilindik bir isim mi?”
“Hem de çok bilindik bir isim! İngiliz kraliyet ailesine merak salmış ve emperyalizme kucak açmış biri!”
Sıkıntıyla derin bir nefes aldı Nazım,
“Ağzındaki baklaya eziyet etmek, nasıl bir psikopatlık lan?” diye tıslayarak Şahin’in konuşmasını sağladı.
“Al kendin bak!” diyen Şahin, Nazım’ın ona verdiği telefondan birkaç yere parmağıyla değdikten sonra telefonu tekrar ona uzattı. Nazım, telefonu alır almaz tebessüm etti. Belli ki gördüğü şey, baktığı kişi onu memnun etmiş gibiydi. Hafifçe başını sallayarak:
“O halde yarın hemen başlayalım!” diye fısıldadı. Şahin, Nazım’ın uzattığı telefonunu aldı. Cebine koyarken:
“Son hazırlıklar tamamlanıyor, merak etme! Bu eylemle, adeta yer yerinden oynayacak!” dedi.
“Umarım Şahin Ağa, umarım!” diye fısıldayan Nazım, şişenin dibindeki viskiyi de bardağa boca etti.
***
Hamdi’nin canı burnundaydı; burnundan soluyor, delirip köpürüyor ve Tayfun’un yaptıklarını bir türlü unutamıyordu. Masadaki telefonun ahenkle çalması, onu düşüncelerinden alıkoymuştu. Ekranda Vedat’ın ismini görünce, Viranşehir düşüverdi aklına ve hemen açarak:
“Dinliyorum Vedat!” dedi.
“Mühendisler, gerekli çizimi bitirdi efendim! Hastane şeması, e postanıza yollandı!”
“Tamam, ben gerekli incelemeyi yaptıktan sonra sana dönerim!” diyen Hamdi, çalan kapısının olduğu tarafa baktı. Kenan’ın sinirli ve öfkeli bir şekilde içeri girişine gözlerini kısarak baktıktan sonra Vedat’ın,
“Sizden haber bekliyoruz efendim!” demesiyle:
“Tamam!” dedikten sonra telefonu kapattı. Kenan, onun karşısında durduğunda Hamdi, sırtını koltuğa iyice yaslayıp onu tepeden tırnağa inceledi ve sesine meraklı bir ton katarak:
“Hayırdır, neden böyle bomba gibisin?” diye sordu. Kenan, derin bir nefes alırken can sıkıntısının gideceğini sandı ama yanılmıştı.
“Payidar…” deyip durdu ve:
“Payidar Bey…” diyerek düzelten Kenan,
“Canımı sıktı, kendimi tutamadım Pars!” deyince Hamdi, bu sefer de merakla yerinde doğruldu.
“Nasıl yani?”
Kenan; hastaneden kadını nasıl aldıklarını, polislerle olan münasebetini ve kadını alıp nereye götürdüklerini dillendirdikten sonra:
“Payidar, kadının kafasına sıktı!” diye lafını bitirdi.
“Sen ne yaptın?”
“Payidar Bey’i biraz hırpaladım.”
Ayağa fırladı Hamdi, göz bebekleri büyürken Kenan, yerinde dimdik durdu. Masayla bağını koparan Hamdi, sakin bir şekilde Kenan’a doğru yürürken:
“Ne yaptın, ne yaptın?” diye tıslarcasına sordu.
“Kusura bakmayın Pars! Ama kafa atmak zorunda kaldım!” diyen Kenan, dibinde duran Hamdi’nin gözlerinin içine baktı. Birden gülümsedi Hamdi, gülmesi giderek kahkahaya dönüştü ve suratında adeta güller açtı. Kenan, gözleri kısık bir şekilde ona bakarken Hamdi, onun omuzlarından tutup sarstı ve alnını öptü.
“Aslanım benim!” diyen Hamdi,
“Sana attıkları dayağa saysınlar!” diye ekledi. Kenan, zerre ifadesini bozmadan:
“Ben bana atılan dayağı unuttum Pars ama kadına yapılanı unutmam! Bunu kimse unutmamalı Pars! Bir kadın, namussuzluk haricinde asla şiddete reva değildir. Ancak namussuz bir kadın da, ölüme layık değildir Pars! Erkeğe düşen, o kadını namussuzluğuyla bırakıp yoluna bakmasıdır. Zira namussuz bir kadın, namuslu erkeğe haramdır. Ama asla ölüme layık değildir Pars! Bu kadın da öyleydi! Sırf risk diye Payidar, Payidar Bey, onun kafasına sıktı. Olmadı Pars, hiç olmadı! Payidar’ın kafasına sıkmak vardı. Ama dua etsin, sizinle aynı masada oturuyor. Yoksa…” diyerek sustu. Başını salladı Hamdi.
“Keşke olmasaydı! Ama olmuşla ölmüşe çare yok derler! Şimdi bunu kapatalım da, bu Tayfun canımı sıktı!”
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
Hamdi tam lafa girecekken Gaye, yanında Afra’yla içeri girdi. Kenan’ın somurtkan çehresi, Gaye’nin kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. Kenan’a yaklaşarak:
“Ne oldu, neyin var?” diye sordu. Kenan, Hamdi’nin çatık kaşları arasında:
“İyiyim ben, yok bir şey!” diye es geçmek istedi ama Gaye,
“Hayır efendim, bir şeyin var. Ne oldu?” diye sordu. Kenan, katı gözlerini kadının gözlerinin içine mıh edercesine:
“İş güç be Gaye, boş ver!” diyerek kestirip attı. Tek kaşını havaya kaldıran Gaye, hafif bir öf çekerek babasına döndü.
“Baba! Afra’yla alışverişe çıkacağız!”
Hamdi’den önce Kenan,
“O nerden çıktı?” diye sorunca Hamdi, ince bir tebessümle kızına baktı. Gaye, gözlerini Kenan’a doğru devirerek:
“Bir iki şey lazım!” deyince Kenan, bakışlarını Hamdi’ye çevirdi.
“Tamam kızım! Ama çabuk gelin, aklımız sizde kalmasın!”
Gaye, nispet eder gibi gözlerini büyütürken Kenan, kendisine bakmakta olan Afra’ya göz ucuyla baktıktan sonra sanki umursamaz gibi sırtını onlara, yüzünü Hamdi’ye çevirdi. Kadınların çıkmasından sonra Hamdi, konuya tekrar döndü.
“Tayfun, benim sözümü masaya gömdü ve onların lafına ayak uydurdu. Bu Tayfun’a kalmaz, o da biliyor bunu! Önemli olan, ona nasıl bir hamle yapacağımızdır Kenan! Benim aklımda bir şey var, var da uygun mu bilemem!”
“Nedir Pars?”
“Tayfun’u, sözümü gömdüğü yere gömmek…”
Kenan, bunu anlamak istercesine gözlerini kısmışken Hamdi, hafif bir tebessümle onun suratını inceliyordu.
***
Sarıyer…
Eli çenesinde, aklında Hamdi ve düşüncelerinde ince bir korku vardı Tayfun’un; önündeki masada duran dosyanın ilk sırasında Hamdi’nin resmi vardı, bir alt sırada Kenan’ın fotoğrafı ve onların altında da Gaye’nin gülümseyen yüzü mevcuttu. Karşısında duran yeğeni Fıçı Kamil, meraklı gözlerini dayısına dikmişti.
“Dayı! Bu şart mı?” diye soran Fıçı Kamil’in sesinde, tedirgin dolu bir ton hakimdi. Tayfun, ona hiç bakmadan:
“Hamdi baya kızdı yeğenim!” diye tısladı.
“Hamdi’yi bırakıp ortaya yeni çıkan şu adama güvenmek, aklımı bulandırıyor dayı!”
“Şu adam dediğin adam, Yediler’in bir mensubu yeğenim! Onu hafife alma! Tuğra Bey beni seçtiğine göre, mutlaka düzende bir değişme meydana gelecek! Yani Hamdi’nin üstü çizilecek gibi!”
“Belki de senin üstünü çizmek için…” diye lafa giren Fıçı Kamil, dayısının hışımla bakan gözleri karşısında susmayı tercih etti. İşaret parmağını ona doğrultan Tayfun, dişlerinin arasından laflarını ezercesine:
“Kimse dayının üstünü çizemez, kimse!” diye çıkıştı. Fıçı Kamil, kendini sessize aldı. Dosyayı kapatıp ona uzatan Tayfun,
“Bunu, dediğim adama götür!” deyince Fıçı Kamil, dosyayı alırken:
“Onu nasıl tanıyacağım?” diye sordu.
“Merak etme, o seni tanır!” diyen Tayfun, ince bir şekilde gülümseyerek bakışlarını önüne dikti.
***
İTÜ…
Yanında Cem’le birlikte avlu kapısının önünde duran Dildar, derin bir iç çekerek etrafına bakındı; havanın giderek daha da bozulması, onun suratına bir gölge düşürmüş gibiydi, hafiften esen yelin saçlarını okşaması, Cem’in gözlerinden kaçmamıştı. Aslında Cem, son kaç zamandır bu kıza, abla dediği Nazan’ın kızına ilgi duyuyordu; onu görünce irkiliyor, içerisine hafif bir duygu seli akıyor ve kıza baktıkça bakası geliyordu. Yine öyle bakarken, kızın da ona baktığından habersizdi. Dildar’ın başını sallayıp:
“Ah Cem ah, bilsen ki bombanın yanlış kablosunu kesmek üzeresin! Bana öyle bakmazdın!” deyince Cem, irkilerek kendisine geldi.
“Ne, anlamadım?”
“Bana öyle bakma Cem! Gözlerinden ilgi akıyor, bakışlarında bin bir duygu var ve göz süzerken bile kendini bana kaptırıyorsun! Yapma!”
Cem ne diyeceğini bilemez bir haldeydi, yutkundu ve kuracağı cümleler için kelime dağarcığından yardımlar dilendi; ama ne yardım gelmiş ne de bir ifade bulabilmişti. O öyle bakıp dururken yanlarında duran Simay, Cem’in ikinci şok yaşamasına neden oldu. Haliyle Simay da yaşadı aynı şoku ve bir gözü Cem’deyken:
“Dildar!” diye sayıkladı. Dildar, her şeyden habersiz bir şekilde:
“Ah Simay, gel canım!” diyerek onu öptü ve Cem’i işaret ederek:
“Sizi tanıştırayım!” dedi. Simay, Dildar’ın kaşlarının çatılmasına neden olan cümleyi kurduğunda, Cem’in suratı düşmüştü.
“Biz tanışıyoruz, eskiden ama!”
Ağzı açık bir şekilde:
“Ama nasıl?” diye sordu. Simay; Pamir konusundan girdi, Cem’in yaptıklarına edebi bir üslupla değindi, yaşadıklarını da süsleyerek anlattıktan sonra:
“Hayatımızdan çıktı Cem!” diyerek lafını bitirdi. Dildar’ın yüz hatlarındaki gergin, ürkek ve çekingen ifadeler, Cem’in yüzünde geziniyordu. Cem bir şey söylemek istiyor, dilini oynatmaya çalışıyor ama bir türlü konuşamıyordu. Simay, yalancı bir tebessümle:
“Haydi bana müsaade canım, sonra görüşürüz!” diyerek yanlarından ayrıldığında Dildar, Cem’e doğru bir adım attı.
“Bütün bunlar doğru mu?”
Derin bir nefes alan Cem,
“Herkes kendine göre konuşur, yorumunu kendine göre yapar ve kendine göre yaşadıklarını dillendirir Dildar! Ona göre böyle ama bana göre öyle değil!” deyince Dildar, bir gözünü kısarak:
“Bir de sen anlat!” dedi.
“Onun babası, Payidar denen adam, arkadaşımı yani Simay’ın nişanlısını öldürdü. Ben de bunun hesabını sormak istedim. Gözüm dönmüştü, kızını hedef seçmiştim. Sonradan pişman oldum, gerçekten! Ama iş işten geçti.”
“Yazıklar olsun!” diye fısıldadı Dildar, eliyle saçlarını geriye iterken:
“Annem, senin bunları yaptığını biliyor mu?” diye sordu. Cem, onaylar gibi başını salladı. Dildar, başka da bir şey demeden avlu kapısından içeri girerken Cem, nemli gözlerle onun arkasından bakmakla yetindi.
‘Kendini Bilme’ konulu seminer, okulun konferans salonunda büyük bir kalabalık dinleyici eşliğinde gerçekleşiyordu. Platformdaki masada oturmuş olan ve seyircilere; insanın kendini bilmesi, toplumu bilmesi ve çevresini bilmesi konusunda bilgilerini nakleden beyaz tenli, alımlı ve güzel bir kadın, yüzüne ayrı bir güzellik bahşeden zarif gözlüğünü düzeltip:
“Yunus Emre diyor ya kıymetli misafirler! İlim kendini bilmektir. İlim, öğrenme, eğitimdir insana insanı bildiren, insanı toplumla ve çevresiyle haşır neşir eden. Kaliteli bir eğitim, kaliteli bir toplum demektir; kaliteli toplumda yer bulan insan, o toplumun vermiş olduğu kaliteyle kendini de bilir, çevresine de sahip çıkar. Bugün eğer bir toplumda suç had safhaya ulaşmışsa, o suçlunun değil, toplumun eksikliği demektir. Hakeza toplumun da eksikliği, kalitesiz ve safsata bir eğitimden dolayı meydana gelmiştir. Önce eğitim, gerisi zaten gelir değerli misafirler!” dedi.
Dildar, içeri girip boş bir yere geçip oturmuştu. Bugün seminer olacağını biliyordu. Yanına oturan Simay, yüzünde sönük bir ifadeyle ona bakarken Dildar, bir kaşını havaya kaldırıp bilmiyordum dercesine omuz başlarını oynattı. Simay, boş ver dercesine kafasını sallayınca Dildar, gülümseyen bakışlarını platformdaki konuşmacı kadına çevirdi.
Önünde, masanın üstünde duran mini tabelada, “Sosyolog Sibel Çatlı” ismi yazılı olan kadın, yani sosyolog Sibel Çatlı, pet şişeden su içtikten sonra konuşmasına devam etti.
“Bizim toplumumuz, özellikle kalabalık topluluk olan İstanbul kesimi, ne yazık ki hem kaliteyi hem de kaliteden yoksun bir eğitim sistemini barındırmaktadır. Bundan dolayı suç oranlarında azami bir yükselme peyda olmuştur. Hırsızlık, gasp ve istismar suçlarındaki hızlı yükselme, topluma karışan farklı kesimlerin ve farklı eğitim sistemlerinin sayesinde de oluşagelmiştir. Bunun önüne nasıl geçeriz peki? Öncelikle o farklı kültürleri, farklı düşünce sistemlerini tek bir merkezde buluşturup kaliteli bir eğitimle sindirmeye çalışacağız. Akabinde oluşan kaliteli eğitimle malum farklılıkları bertaraf edecek ve imar ile, yapıcı bir düstur ile yeniden yapılandırmaya gayret edeceğiz. Amaç ne? Kaliteli bir topluluk oluşturup suç oranlarını azami düşürmek… Bunu yaptık mı, hem bizim toplumumuz ihya olacak hem de çürük meyveler ayıklanacaktır.”
En ön sırada bir el kalktı, Sibel’in oraya bakıp başını sallamasıyla o elin sahibi, ayağa kalkarak sorusunu dillendirdi.
“Çürük meyveden kastınız nedir hocam?”
Gülümsedi Sibel, gülümserken gamzesi peyda olmuş ve muhatabına hoş bir görüntü bahşetmişti.
“Farklı kesimdeki kendini gelişmiş farz eden ve aslında hiçbir gelişme gösteremeyen kısım…”
Sorunun sahibi, işaret parmağıyla şakağını kaşıyınca Sibel, daha bir tebessümle:
“Sizin de kafanız karıştı, değil mi? Şöyle ki; bu farklı kesim, yani eğitimi, duygu ve düşüncesiyle farklı kesim, içinde barındırdığı birtakım kişilerde bir önplancı bir tip mevcuttur. Yani kendilerini ön planda tutar, kendilerine gelişmiş imajı verir ve kendilerini de öyle zanneder. Aslında öyle değiller. Öyle gibiler. Anlatabildim galiba!” deyince sorunun sahibi, tekrar ayağa kalkarak:
“Bir nevi çarpık kentleşme gibi mi?” diye sorar sormaz salonda bir kahkaha tufanı esti. Sibel de kendini tutamamış ve gülmüştü. Kahkahaların eşliğinde ortamda çınlayan alkış sesleri, sorunun sahibine mahcubiyet bahşetmişti. Yerine oturup eliyle ağzını örterek gülen adam, sorduğu soruya pişman olmuş gibiydi. Bir müddet sonra kahkaha ve alkış sesleri dinerken Sibel, sudan aldığı bir yudumu içti ve gözlerinde, gülmenin vermiş olduğu nemle sorunun sahibine bakarak:
“Aynen kardeşim, bir nevi öyle!” dedi. Tekrar sessizlik basarken Sibel, derin bir nefes alarak lafa giriş yaptı.
“Şimdi arkadaşın vermiş olduğu benzetme, tam da bu tip toplumlara örnek verilebilir. Ben uygun benzetme ararken, arkadaşımız sağ olsun, kendisi yardımcı oldu. Şimdi metropole baktığımızda, yani büyük şehirlere baktığımızda, kenar mahallelerinde gecekondu tipleri olur. Yanlış anlaşılma olmasın, küçümseme ve alaycılık açısından demiyorum. Ama bu tip yapılar, bir müddet sonra az biraz gelişerek kentleşmeye benzemeye çalışırlar. Olmaz tabi! Kentleşme değil, çarpık kentleşme meydana gelir. İşte arkadaşın verdiği benzetmeden yola çıkarsak; kendilerini gelişmiş gibi gösteren, bilgili olduğunu iddia eden ve bilgisinden eser olmayan bazı eşhaslar, verilen örneğe tıpa tıp uymaktadırlar. Hakiki bilgi ve donanıma ermek, sahte bilgi ve donanımla rezil olmaktan yeğdir.”
Seminer bitmişti. Dildar ve Simay, ellerinde bir kitapçıkla salonda yan yana bekliyordu; ikisi de sessiz, ikisi de suskun ve sanki Cem’in enkazında kalmış gibiydiler. Az sonra salona çıkan Sosyolog Sibel Çatlı, yanında kır saçlı, esmer tenli ve ela gözlü kendisiyle yaşıt bir adamla birlikte kapıya doğru yürürken Simay ve Dildar, hızla onlara yaklaştı.
“Şey, Sibel Hanım!” diye seslenen Simay, Sibel’i yerinde durdurmuştu. Adam, gelenlere baktıktan sonra Sibel’e bakıp göz kırpınca Sibel, gelenleri beklemeye geçti.
“Şey, ben Simay Candaroğlu! Sizin bir hayranınızım! Kitabınızı beğenerek okudum, okuyarak beğendim.”
Gülümsedi Sibel, yanındaki adam da gülümsemişti. Dildar, Simay’ın ne dediğine anlam vermek için ona bakarken Simay, “Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar” kitabını sımsıkı tutup:
“Benim için kitabınızı imzalar mısınız?” diye ricada bulundu. Sibel, yüzünde kocaman bir tebessümle:
“Tabi ki!” diyerek kitabı imzalarken adam, etrafına bakınarak inceleme yapıyordu. Aslında gelmek istemiyordu ama sırf eşi Sibel, sen de gel diye tutturmuş ve onu da getirtmişti. Dildar’ın kitabını da imzalayan Sibel, eşinin sıkılgan ifadelerini görmezden gelerek:
“Hayat sizinle olsun kızlar, çok okuyun az tartışın!” diye tavsiyesini de verirken eşi, hafifçe omzuna dokundu.
“Tamam Cemil!” diye fısıldayan Sibel, kızların ellerini de sıktıktan sonra eşiyle birlikte yürümeye başladı. Dildar ve Simay da merdivenlere doğru yürürken Sibel ve eşi Cemil, çoktan çıkış kapısından çıkıp gitmişlerdi.
“Cem, nişanlını babanın öldürdüğünü söyledi. Açıkçası ona inanmadım! Ama Cem, hiç de yalan söylüyor gibi gelmedi bana!”
Dildar’ın söyledikleri, Simay’ın kaşlarının çatılmasına ortam hazırlamıştı. Sinirlenmemek, bağırıp çağırmamak ve kantindekileri kendilerine eğlendirmemek için kendini zor tutuyordu. Derin bir nefes alarak sakin olmaya çalıştı. Çayındaki şekerin erimesini izlerken:
“Hem öyle olsa da, Cem neden bana saldırsın ki? İntikam peşindeyse eğer, gidip babamla yüzleşseydi! Bana niye saldırıyor?” diye fısıldayarak sormuştu. Dildar, ona hak vermişti. Ne diyeceğini bilemez bir şekilde:
“Neyse ya! Eskide kaldı, kafamızı yormayalım!” dedi. Simay, gözlerini ona dikerek:
“Ama sakın Cem, benim etrafımda gezmesin Dildar! Seni bilmem ama benim yanımda yöremde bulunmasın! Yoksa babam, bir daha ona şans falan vermez!” deyince Dildar, onaylar şekilde başını salladı.
***
Fıçı Kamil, Riva taraflarına gelmişti. Ormanlık bir araziye gelmiş ve aracında bekliyordu. Güneş, giderek batmak için son hazırlıklarını yerine getiriyordu. Birazdan batacak gibi zaman kolluyordu. Dikiz aynasından bakarken gördüğü araba, onu kendine getirmişti. Dayısının yaptıklarına akıl sır ermiyordu. Hamdi’ye yıllarca hamallık yaptı. Onunla çalıştı, paralarını onunla bölüştü ama şimdi, yeni yetme biri ortaya çıktı ve dayısının kafasındaki Hamdi Çeliker putunu yıktı. İçi elvermiyordu Kamil’in, bir sıkıntı olacağı kesindi. Yaklaşan arabanın selektör vermesiyle, daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Kapıyı açıp aşağı inerken, yan koltuktaki dosyayı almayı ihmal etmemişti. Bir tomar simsiyah sakalı olan iri yarı, kel kafalı ve kulaklarında küpeleri olan adam, kapıyı kapatarak Fıçı’yı şöyle bir tepeden tırnağa süzdü. Yüzünde beliren alaysı ifadeyle:
“Ayı postunu atmış!” deyince Fıçı, kaşları çatık bir şekilde:
“Devenin hörgücü nerde?” diye sordu. Gülümsedi sakallı adam, es geçti Fıçı ve daha fazla muhatap olmak istemediği için dosyayı, yavaşça ona doğru uzattı. Sakallı adam, dosyayı alırken:
“Sevdim seni Fıçı Kamil!” diye seslendi.
“Bana adını söylesen, belki ben de seni severim!”
“Bingazi! Benim adım Bingazi!” diyen sakallı adam, sakalına elini sürdü.
“Yok, sevemedim seni! Adın güzel ama tadın yok!” diyen Fıçı Kamil, başka da bir şey demeden aracına doğru yürüdü. Bingazi denilen adam, onun arkasından bön bakarken Fıçı Kamil, hiç oralı olmadan ve sahiplenmeden aracını gaza getirdi ve oradan uzaklaştı. Bingazi, arkasında öylece kalakalmıştı.
***
Akşamın karanlığına mahkum olan dalgalar, kıyıyı daha bir sert vurmaya, daha bir şiddetli köpürmeye ve hırçın bir tavır takınmaya başlamıştı. Sonbaharı arzulayan havalar, iyice ahkam kurmuştu. Ay da piyasadan silinmiş, koyu bulutlar peyda olmuş ve yeryüzüne bir karanlık ayak basmıştı.
Hamdi, odasında oturmuştu. Önündeki kahvenin dumanı, havaya süzülürken burnunu mıncıklıyor gibiydi. Dimağına aks olan kafein tadı, daha bir derin düşünmesini sağlıyordu. Tıklanan kapı, onun düşüncelerini bölmüştü. İçeri giren Gaye, yanında Afra ile babasına yaklaşırken babasının yalnız olması, yanında Kenan’ın olmaması, aklını bulandırmıştı.
“Baba, Kenan nerde?” diye sorarken birden sorduğu soruyla kendi de şaşırmıştı. Hamdi, bunu es geçti.
“Bilmem, dışarı çıktı. Bir işim var dedi.”
Afra, yeni kıyafetleri içerisinde Hamdi’nin gözlerine çarpınca Hamdi, diz kapaklarına yakın bir eteğe sahip olan mavi bir elbise içerisinde duran kadına bakıp göz süzdü. Hafif yaka kısmı açıktı elbisenin ve Afra’nın beyaz gerdanı, karanlıkta parlayan ay parçası gibi parlayıp dikkat çekiyordu. Elbisenin üstüne geçirdiği hafif koyu mavi yelekle Afra, Hamdi’nin karşısında alımlı bir şekilde durmuştu.
“Kıyafetleri yoktu, birkaç parça elbise aldık baba! Nasıl olmuş?” diye soran Gaye, babasının dikkatini biraz daha toplamıştı. Afra, çekingen ve utangaç bir şekilde beklerken Hamdi, birkaç saniye süzdükten sonra başını salladı.
“Neden bu kadar geç kaldınız?”
Gözlerini deviren Gaye:
“Gezdik tozduk baba!” deyip çantasını kucağına bıraktı. Çantanın ön gözüne tıkıştırılmış kâğıt parçası, tam düşecekken Gaye’nin dikkatini çekmişti. Kâğıt parçasını alırken Hamdi, bir gözünü kısarak:
“Ne o?” diye sordu. Gaye, özenle katlanmış ve mazbut hale getirilmiş kâğıdı açmak için uğraşırken:
“Bilmiyorum baba!” diye fısıldadı. Kâğıdı açtı, okunaklı olsun diye yavaşça düzeltirken nedense Afra’nın da dikkatini çekmiş ve o da öyle bakıyordu. Kâğıttaki yazıyı okumak için gözlerini kısmış olan Gaye, birden irkildi. Beti benzi aktı, rengine bir solgunluk yerleşti ve sıçrayarak:
“Ama…” diye sayıkladı. İrkildi Hamdi, kızının bu tavrına bir anlam vermek istiyor ama anlayamıyordu.
“Ne oldu kızım?” diye sorarken Gaye, bir şey demeden ve çenesi titreyerek kâğıdı babasına uzattı. Hamdi kâğıdı alırken gözleri, ister istemez Afra’ya kaydı ve ona bir bakış attı. Afra, anlamaya çalışan gözlerle onları izliyordu. Kâğıdı alan Hamdi, sakin olmaya çalışarak okudu.
“Herkesin değeri, kendi elinde! Kızının kaderi, annesinin kaderi gibi olmasını istemeyiz!”
Buruşturdu kâğıdı, masaya bıraktı ve gözlerini ileriye dikerek derin bir nefes aldı Hamdi. Sonra da ellerini birleştirip sayıkladı.
“Bize nota verdiler.”
🌍🌍🌍
⭐⭐⭐
"Bizi, ilk kitabımızdan beri hiçbir zaman yalnız bırakmayan, kitaplarda saçmalasam bile hoş karşılayıp bana destek olan, ablalık konusunda mastır yapmış ve hatta abla unvanını kendisinde yer edip moda haline getiren öz ablamdan farksız olan Sayın Sibelctl... Kendisine verebileceğim en güzel hediye ne diye arayıp dururken neden kitabımızda kendisine yer vermeyeyim dedim ve kendisini 'Sosyolog Sibel Çatlı' karakteri haline getirip kaleme aldım. Belki kendisine olan sevgimi saygımı ve hürmetimi yerine getiremez ama bir nebze olsun kalbimdeki sevgisini hiç değilse yazıya dökmüş oldum. Ablam siz birtanesiniz ve daima var olun, mutluluk ve huzur sizinle olsun. Ailenizle daima mutlu mesut yaşayın ve beni hiçbir zaman yalnız bırakmayın. Sezonun ilk bölümünü kendisine ithaf ediyorum, saygı ve hürmetimi sunuyorum..."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top