"Bilenle Bilmeyen Bir Değil"
Bölüm Şarkısı: HiraiZerdüş - Uzun İnce Bir Yoldayım
📢 LÜTFEN KİTABIMIZIN DUYULMASI VE OKUNMASI İÇİN OY VERİP TAVSİYEDE BULUNALIM. UNUTMAYIN Kİ EMEKLER KUTSALDIR...
📚 KEYİFLİ OKUMALAR ✍️👇
...
'Ve gerçekten de bilenle bilmeyen bir değil...'
Riva'daki tablo içler acısıydı; Gaye çırpınıyor, adam onu zorluyor ve işin rengi baya korkutuyordu. Adam, tam Gaye'nin pantolonunun düğmesini açacaktı ki birden yüzüne inen darbeyle sarsıldı; Gaye, arkaya doğru sert bir kafa darbesi indirmiş ve adamı sersemletmişti. Arkadaki elleri gevşeyen Gaye, dirseğiyle adamın karnına sert bir masaj yaptı ve adamın nefesini kesti. İki büklüm olan adamın kafasını tutup hızla kendine doğru çekti; duvara olanca gücüyle adamın kafasını yapıştıran Gaye, adamın ağzından ve burnundan damlayan kanları umursamadı ve sert bir darbeyle daha duvara mimledi. Adam yere düşerken Gaye, onun üstüne eğildi ve adamın şahdamarına, elini bir tahta gibi dümdüz tutup sert bir darbe indirdi. Adamın orada hayatla bağlantısı tamamen kesildi.
Kapı açıldığında Gaye, sıçrayarak arkasına dönüp baktı; başka bir adam gelmiş sanırken deminki Mamoste denilen adamın geldiğini ve ona alkış tuttuğunu görünce gözlerini kısarak ona baktı. Mamoste, hâlâ alkış tutarak ona doğru yürüdü.
"Jin jiyane... Yani 'Kadın Hayattır'... Kadının namusu, hayatın ta kendisidir Gaye Hanım! Seni tebrik ederim, namusuna halel getirmedin ve hayatına sahip çıktın!"
Gaye, yorgun argın bir şekilde dişlerinin arasından tısladı.
"Bu iti sen mi saldın üstüme?"
Gülümsedi Mamoste.
"Ben salmadım. Sana böyle bir kötülüğü yapacağını bilseydim, sana zahmet vermezdim. Ama eline sağlık! Ben senden böyle bir şey beklemiyordum."
"İtlerine sahip çık! Yoksa hepsi telef olacak ve sıra sana gelecek!" diyen Gaye, Mamoste'nin hafifçe başını sallamasıyla burnundan derin bir soluk alıp yerdeki cesede çevirdi bakışlarını.
***
Yeni bir güne sayfalar açıldı; Marmara'ya güneşin berrak yüzü değdi, dalgalar şevke gelip hışırtısıyla beşikte sallanır gibi cezbe durdu. Bu güzel günü fırsat bilen kayıklar açıklara karıştı, tekneler dalgalarla dalga geçti ve gemiler, düdükleriyle denizin sularına zılgıt döşedi.
Cezaevi...
"Revirde ne işim var benim?" diye soran uzun boylu, iri yapılı ve esmer adam, koluna giren gardiyanın:
"Rutin bir sağlık kontrolü Sayko! Zorluk çıkarma!" demesiyle:
"Gerek yoktu," deyince gardiyan,
"Demek gerek varmış ki seni götürüyorum," dedi. Sayko burnundan soluyarak gardiyanla birlikte adımlarını sürüdü.
Revir bölümüne geldiklerinde, doktor ünlüğüne bürünmüş Musa'nın çatık kaşlarıyla muhatap oldu Sayko; bir gözünü kısarak önce gardiyana, sonra da doktor kıyafetine yapışmış Musa'ya baktı.
"Bu bizim doktor değil!" diyen Sayko, gardiyana baktıktan sonra tekrar Musa'ya dönerek:
"Sen de kimsin?" diye sordu. Musa, elindeki şırınganın ağzından sıvı fışkırsın diye baskı yaparken ve sıvı havaya zıplarken:
"Ben doktorum; ülkenin akciğerine sinmiş mikropları temizlemek ve ülkeyi tedavi etmek için seçilmiş bir doktorum Sayko!" diye cevabını sununca Sayko, bir gözü kısık bir şekilde:
"Ne diyorsun lan?" diye tıslayarak sordu. Musa yavaşça ona yönelirken Sayko, gardiyanın hafif çekildiğini görünce az bir tırstı ama rengini belli etmek istemedi. Musa aniden şırıngayı onun koluna sapladı. Şırıngadaki sıvı elbiseyi geçip etin bünyesine ve oradan da damarda kendisine yol tutana kadar Sayko, ne olup bittiğini anlayamadan öylece Musa'nın suratına bakıyordu. Sayko yere düşerken gardiyan,
"Şimdi ne yapıyoruz reis?" diye sorunca Musa, tebessüm ederek ona bakışlarını yöneltti.
"Kaytan bıyıklarını, bir yerlerine süreceğiz!"
***
Şişli/Payidar'ın Malikânesi...
"Güzel kızım!" diye sayıklayarak Simay'ın resmini kucağına almıştı Payidar; Simay'ın bir zamanlar kaldığı odasına gelmiş, kucağında resmiyle onun yatağına oturmuş ve sağ yanında duran yastığına da bir elini koymuş bir şekilde gözyaşlarını damıtıyordu.
"Ne güzel yaşıyorduk? Ne güzel geçinip gidiyorduk be kızım? Ne vardı çekip gitmek, beni sensiz bırakmak ve bana sensizliği yaşatmak? Zaten yıllarca baba dedin bana, öyle devam etseydi ya kızım! Öyle sürüp gitseydi, ben hep baba oldum sana, hep de olmaya devam ederim, yeter ki sen bana baba de! Deseydin keşke!"
Sayıklaması, resmin cansız soğuk yüzüne çarpıp buhar olurken kapının hafif aralık kısmından onu izlemekte olan Rıfat'ın silueti alenen belli oluyordu. Resmi öpüp burnuna dayayan ve sanki Simay'ın kokusunu duymuş gibi gözlerini yumup o hazzı iliklerine kadar yaşayan Payidar, Rıfat'ın kapıyı çalışını duymadı ya da duymazdan geldi. İçeri giren Rıfat,
"Efendim, Kıllı Tores sizinle görüşmek istiyor!" deyince Payidar, resmi indirip yaşlı gözlerini ona çevirdi.
"Neden? Bana attığı kazığın tesirini görmek için mi?"
Rıfat, bilmiyorum dercesine sessizce beklerken Payidar, derin bir iç çekerek ayağa kalktı. Rıfat yerinde dikleşirken Payidar, elindeki resmi komodine bırakıp adamına döndü.
"Gelsin!"
Rıfat başını sallarken Payidar, tebessüm eden bakışlarını pencere tarafına çevirdi ve içeri süzülen güneş ışınlarına dudak ucuyla tebessümünü sundu. Güneş geri kaçtı.
***
Dışarıda bir yerlerde bir araya gelmişlerdi; Mestan'ın öfkesi burnunda soluk olup biterken Kıllı Tores, gayet sakin bir şekilde ona bakıyordu. Taşlı topraklı bir yere gelmişlerdi. Kemik ve Tores'in adamı yan yana durmuş; tezat bir görüntüye mahal vermişlerdi. Çünkü Kemik, adı üstünde sadece kemik gibiydi ama Tores'in adamı, göbeğinde dağ taşıyormuş gibi iri ve kilolu bir haldeydi.
"Payidar'dan haber bekliyorum," diye lafa giren Kıllı Tores, Mestan'ın tebessüm ederek:
"Ben de senden..." demesiyle gözlerini kısarak:
"Pars kızmasın?" diye çekincesini sundu.
"Zerre umurumda değil Tores! Alya5000, ikimizin ipini çeker, buna seyirci kalamayız!"
"İsrail dostlarım, benden silah bekliyor. İran'daki Şii - Sünni bağlantılarımız da mühimmat için sıkıştırıp duruyor. Ben de zor durumdayım ama fevri hareket etmek istemiyorum. Hamdi Çeliker bana bıçak bilerse, Ortadoğu'daki ateşi kucağıma almış olurum. Bunu göze alamam."
"Sen değil, ben alıyorum. Payidar Candaroğlu'nun devri geçti, Tores! Onun ipini çekmek, bugüne nasipmiş ve ikimize kısmetmiş, anla!"
"Candaroğlu ölürse, fuhuş sektöründe çok başlılık meydana gelir ki bu hiç istenmeyen bir şey, Mestan! Hamdi de bunu istemez, biliyorsun!"
"Sen gerekeni yap, ben gerekeni yapayım, zaten Hamdi de gerekeni yapar."
Kıllı Tores'in içindeki ukde, yüzünde sıkıntı olarak peyda olsa da Mestan, adamın suratındaki kalın sakallardan dolayı o endişe dolu ifadeyi göremiyordu ya da görmezden geliyordu.
***
Arnavutköy/Yazgan Site...
Cem'in kendisine doldurup masaya geçerken önüne bıraktığı çay bardağını, arkasında duran Dildar bir çırpıda alıp onun karşısındaki sandalyeye geçerken Cem, ablası Simay'a bakan Dildar'ın gülen gözlerine bakıp başını hafifçe salladı. Bunu gören Feray, Simay'a gülümseyen gözlerle bakıp Cem'e hitaben:
"Ne oldu?" diye sordu. Cem, aniden ağzından çıkan cevapla kendi de şaşırdı.
"Çayıma sinek girdi, mundar oldu."
Dildar suratına tokat yemiş gibi irkilirken Simay, gülmemek için kendisini zor tutuyordu ve Feray, bir gözü Dildar'da ağzını kapatmıştı.
"Terbiyesiz ya!" diye ciyaklayan Dildar, çayı masada iteklerken az buçuk döktü ve masadaki örtüyü ıslattı. Cem, uzanıp bardağını aldı ve gülerek:
"Aferin, ha şöyle!" deyince Dildar, Simay'a bakarak:
"Adama terbiyesiz diyorum bana aferin diyor ya!" der demez Simay, kendisini tutamadı ve güldü. O sırada içeri giren Nazan, onların gülüşmelerine bakıp tebessüm etti.
"Keyfiniz bol olsun çocuklar!"
Cem hemen ayağa kalkmak için hamle yaptı ama Nazan, onun omzundan tutup kalkmaması için göz kırptı. Cem yerinde doğrulurken Dildar,
"Anne, senin bu adamın bana sinek muamelesi yaptı!" deyince Cem, bir şey demeden başını öne eğdi. Simay, Nazan ne cevap verecek diye beklerken Nazan,
"Sinek küçük, kızım; inek deseydi ne olacaktı, bir de böyle düşün!" deyince Feray, kendini tutamadan kahkahayı bastı. Simay'ın dudakları kıvrıldı ve gülümsedi. Dildar bozulurken Cem, dağıttığı ortalığı toplamak için:
"Aman efendim, demeyin öyle lütfen!" deyince Dildar, burnundan soluyarak Cem'e baktı.
"Dildar Hanım nazlı bir çiçektir efendim! Ben sadece latife olsun diye öyle dedim."
Cem'in kıvranması, Dildar'ın yüzünü gülümsetmişti. Ama Nazan,
"İnek de kutsal bir hayvan, oğlum! Sütü var, lezzetli hem de!" der demez Cem, kendisini zapt edemedi ve kahkahası dudaklarından pırtladı. Dildar gözlerini büyütürken Simay, gözleriyle onları zor bela takip ediyordu; ortamda dönen geyik, öyle huzur kokuyordu ki, öyle mutluluk bahşediyordu ki Simay, ister istemez gözlerinin nemlendiğini hissetti. Böyle bir ortama ihtiyacı vardı onun; gülebileceği, huzur bulacağı ve kendisini emniyette hissedeceği bir ortamdı bu, yani kendince böyle tevil ediyordu. Onun dalgınlığını gören Nazan, Simay'ın saçlarına elini sürdü. Dildar bunu görse de bir şey demedi. Neticede Simay, onun öz ablasıydı. Simay başını kaldırıp annesi Nazan'a baktı.
"İyi misin kızım?"
Nemli gözlerle annesinin yüzünde tur attı Simay ve ılık bir tebessümle cevap sundu.
"İyiyim an...ne!"
'Anne' lafzını hecelemesi, Nazan'ın kulaklarından kaçmamıştı; sonuçta anne demişti, hecelese de o lafız çıkmıştı Simay'ın ağzından ve Nazan'ın da gözleri nemlendi.
"Biz senin iyi olmanı istiyoruz kızım, emin ol! Bunca yıldır çektiklerinin bitmesini ve artık mutlu olmanı diliyoruz! Sen çok şeyler çektin, benim çektiklerimi boş ver ama sen, bir yarı eksik yaşadın hep! Onun için mutlu ol, ben bunun için çalışacağım sen de gayret et!"
Simay kalkıp annesine sımsıkı sarılırken Dildar da ayağa fırladı. Hemen onlara sokularak:
"Şimdi bir kızını mutlu edip diğerini mal gibi ortada bırakırsan, öyle şey olur mu hiç Nazan Hanım?" deyince Nazan, onu da çekip üçü birbirlerine sarıldı. Cem, Feray'a dönerek:
"Ne yapalım, biz de sarılalım mı?" der demez ortama kahkaha melodileri doluştu.
***
İRAN/TAHRAN
Öyle bitkin, beter ve çaresiz bir haldeydi ki Hamdi, gözleri kan çanağına dönmüş, saçı başı dağılmış ve yüzü gözü mosmor olmuş bir halde inliyor ve medet dilenircesine etrafına bakınıyordu. Bingazi ondan farksız değildi; hatta ondan beter bir haldeydi, etrafına bakınırken bir adamın gelip karşısında durmasıyla Bingazi, inler gibi su istedi ama adam, tiksinç bir kahkaha savurup fermuarını açtı. Bingazi, adamın ne yapacağını anladığında gözlerini sımsıkı yumdu. Ama yüzüne gözüne çarpan sıvının idrar olduğunu kokusundan anlamıştı. Adam kahkaha atıp Farsça bir şeyler söyledikten sonra karşısından ayrıldı. Bingazi ölmek istedi; o an orada ölüp yok olmak, toprak olmak istedi. Hamdi, inler bir halde:
"İyi...misin?" diye sorunca Bingazi,
"Hayır!" diye sayıkladı.
"İyi olmak istiyorsanız..." diyerek onların karşısında duran Şivon, yüzünde alaylı bir ifadeyle:
"...bana Özel Name'nin yerini söyleyin!" dedi. Hamdi bir şey demezken Bingazi yere tükürünce Şivon, öfkeyle burnundan soludu. Şivon'un bir adamı, gelip hemen sağında durdu ve ona Farsça bir şeyler söyledi. Şivon gülümseyerek Hamdi'ye baktı.
"Nasuh geldi Hamdi, bakalım şimdi ne yapacaksınız?"
Hamdi burnundan derin bir soluk alırken Şivon, kapıya doğru yürüdü ve içeri girmekte olan Nasuh El İmam'a yaklaşırken:
"Hoş amedid Nasuh!" diye seslendi. Nasuh onun elini sıktıktan sonra yan gözlerle Hamdi ve Bingazi'ye bakarak:
"Hoş bulduk Şivon!" dedi.
"Adamlar baya dirençli çıktı Nasuh!"
"Türkler direnmeyi sever, Şivon! Bunu anlamış olman lazım!"
"Hâlâ Name'nin yerini öğrenmiş değilim, bu benim canımı sıkıyor."
"Sabırlı olmalısın! Siz Yahudiler hep çile çektiniz ama direndiniz ve sonunda ne oldu?"
Gülümsedi Şivon.
"Kudüs bizim oldu."
Başını salladı Nasuh, sonra da elleri ceplerinde Hamdi'ye doğru ilerledi. Geldi ve karşısında durdu. Hamdi'nin kanla bezenmiş bakışları, Nasuh'un suratını yokladı.
"Sevgili Hamdi! Tek bir soru; burada ne işiniz var?"
Hamdi'nin cılız sesi, zor bela duyuldu.
"Tatil..."
Bingazi başını sallarken Nasuh, ellerini ceplerinden çıkardı.
"Kurul'un İran'da ne işi var Pars? Bizle sizin ne ortak özelliği var ki sen buradasın?"
"Bilmiyorum."
Başını salladı Nasuh.
"Gözi'yi neden öldürdün? Ona karşılık senin adamının da öleceğini biliyor musun?"
Hamdi burnundan solurken Bingazi,
"Ben ölsem..." dedi ama Nasuh, aniden silahını sıyırıp onun lafını bitirmesine fırsat vermeden tetiğe bastı ve Bingazi, kafasından aldığı mermiyle lafı da nefesi de yarıda kaldı. Hamdi'nin iri gözleri, Bingazi'nin cesedine odaklanmışken Nasuh, silahını beline takarken:
"Bakalım o ölse ne olur, Hamdi?" dedikten sonra Hamdi'yi şokuyla baş başa bırakıp kenara çekildi. Kafasından akan kanlar, saçlarını kızıla çalarken Bingazi'nin açık kalan gözleri, bir noktaya takılı kalmıştı.
Çarşının içinde dolanıyordu Kenan, üstünde yöre kıyafeti, sırtında yeşil bir sırt çantası vardı ve etrafa çaktırmadan çarşının içinde geziniyordu. Farsça bağıran satıcıların gür sesi her yerde yankılanırken Kenan, ilerdeki ara caddeye doğru adımlarını hızlandırdı.
Hafif daracık olan caddeye düştüğünde, ilerdeki kamyonet dikkatini çekti. Yüzündeki ince tebessümü yok etmek için kafasındaki örtüyü yüzüne çekti ve etrafına bakışlar attıktan sonra adımlarını kamyonete doğru sürdü.
Kırmızı kamyonetin kasasındaki erzak sepetlerine baktı. Birisi boştu ve üstünde de kapağı vardı. Kulağında yankılanan sesle etrafına bakındı. Tamer'in katı sesi,
"O kamyonet, Şivon ve adamlarına erzak götürüyor Kenan!" diye duyulunca Kenan,
"Ben de erzak sayılırım, değil mi?" diye sorarak etrafını gözledi.
"Bu çok tehlikeli ama! Yakalanırsan..."
"Bir şey olmaz, merak etme sen! Adamlar nerde?"
Çarşının tenha bir köşesine çekilmiş ve ilerdeki tezgahtan erzak alan iki adamı izliyordu Tamer, bir eli kulağında ve duvara yaslanmış bir şekilde Kenan'a cevap sundu.
"Eşya alıyor, şimdi harekete geçtiler işte! Dikkatli ol!"
Kenan, kamyonetin kasasına atlarken cevap verdi.
"Tamam, merak etme! Kapatıyorum şimdi!" diyerek telefonunu çıkarıp aramayı sonlandırdı. Hızla arkadaki sıralı sepetlerin arkasına geçti, birini açıp sırt çantasını içine koydu ve onları kendisine set yapıp iyice gizlendi.
Adamlar geldi, birisi kasaya atlayıp diğerinin elindeki eşyaları aldı ve boş sepete yerleştirmekle uğraştı. Kenan, arkadaki sepetlerin delik kısmından onu izliyordu. Adam Kenan'ı göremiyordu. Kasadan atlarken arkadaşına Farsça bir şeyler söyleyerek şoför mahalline geçti. Arkadaşı da kasaya atlayıp geldi ve en öndeki sepete yaslanıp cebinden telefonunu çıkardı. Farsça müzikler açıp dinlerken o müziklere eşlik ediyor, Kenan da gizlendiği yerden onu izleyerek sakin durmaya çalışıyordu.
Kamyonet topraklı yolda sallanarak giderken Kenan bir ara dengesini kaybedip sepetlerden birine çarptı ve haliyle azıcık gürültü çıktı. Müzik dinleyen adam, müziğin sesini sona vermişti ki gürültüyü duyamamıştı. Kenan hemen ona çaktırmadan sepeti düzeltirken adamın elindeki telefonun ekranı birkaç saniye karardı ve Kenan'ın silueti hafif belirdi. Adam dönüp arkasına baktığında Kenan'ı göremedi, başını sallayıp tekrar telefona odaklandı. Kenan'ın gözleri adamın üzerindeydi.
Kamyonet hızla Şivon'ların olduğu noktaya doğru ilerliyordu. Kenan, sakince sepeti itekledi. Adam uyukluyordu. Telefonu kapatmıştı. Sepetin arkasından çıkan Kenan, adama doğru emekledi ve gelip arkasında durdu. Adamın kulağına,
"Selamün aleyküm!" diye fısıldadı. Adam dönüp,
"Aleyküm selam!" dedi ve şaşırdı ama Kenan, adamın boynunu tuttuğu gibi çevirdi ve adam, şaşkın bir halde canından oldu. Kenan, hızla onun kıyafetlerini çıkarmaya çalıştı.
Direksiyondaki adam, olup bitenlerden habersiz bir şekilde diline bir ıslık yerleştirip gözlerini de yola dikmişti. Onlar bir tümsekten geçerken onların baya gerisinde bir motosiklet belirdi. Kenan, adamın elbiselerini giymiş ve adamı da kasadan atarak yerine kurulmuştu. Gelen motosiklete bakıp başını hafifçe salladı.
Motosikletin gidonunu sımsıkı tutup yola adapte olan Tamer, gaz pedalını adeta koparırcasına çevirdi ve motosiklet, küfür edercesine fokurdayıp kamyonete doğru şaha kalktı. Kamyonetin kasasındaki Kenan, Tamer'in bu atağını görünce parmağını salladı. Tamer, hızla gelip kamyoneti geçti ve önüne düştü. Biraz daha gitti, biraz daha ilerledi ve bir noktada durup silahını sıyırdı. Kamyonetin direksiyonuna zor bela hakim olan adam, az kalsın yolun kenarındaki bariyere çarpacaktı ama zor bela durdu. Tamer hiç düşünmeden tetiğe bastı ve adam ne olup bittiğini anlayamadan kafasından aldığı mermiyle nefesinden feragat etti.
"Neden geciktin?" diye sorarak kasadan atlayan Kenan,
"Kıyafet yakışmış," diyen Tamer'e gülümsedi.
"Sen de giy de takım olalım!"
"Senin takımın ne ki?" diye sorarak yerdeki adamın kıyafetlerine yönelen Tamer, sorduğu sorunun cevapsız kalmasına içerlense de boş verdi ve adamın kıyafetlerini çıkarmakla uğraştı.
Direksiyonda Kenan vardı, kasada oturmuş ve deminki adamın telefonuyla oynayan Tamer, arada bir etrafa bakıp tedbir için gözlem yapıyordu. Kenan, ilerdeki depoyu gördüğünde gülümsedi. Sonra da örtüyü suratına çekip kamufle oldu.
Kamyonet kapının önünde durduğunda biri, eğilip camdan Kenan'a baktı. Farsça bir şeyler sordu. Kenan sustu, adam sorusunu tekrarladı ve Kenan, derin bir nefes alıp Farsça adama cevap verdi. Kasadaki Tamer şaşırdı ama belli etmedi. Kenan Farsçayı nerden biliyordu, sorusu gelip aklının orta yerine bağdaş kurdu. Adam yol verdi ve Kenan, yavaşça kamyoneti sürerek bir alana doğru ilerledi.
Kamyonet durduğunda iki kişi daha geldi, kasada duran Tamer, araçtan inen Kenan'a bakıp çantanın olduğu sepetin hangisi olduğunu göz süzerek ima etti. Kenan gelip sözde onlara yardım ediyormuş gibi kasaya atladı ve çantanın içinde olduğu sepeti alıp aşağı indi. Tamer de başka bir sepet alıp inerek Kenan'ı takibe geçti. Diğerleri de diğer sepetleri alıp gelirken Kenan, etrafına çaktırmadan bakıyor ve Hamdi'yle Bingazi'nin nerde tutulduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Birden ilerdeki yapıdan çıkanlara baktı. Birkaç kişi, Bingazi'nin cesedini yerde sürükleyerek çıkarırken Kenan olduğu yerde durdu. Bingazi'nin kanlı cesedine baktı Kenan, yutkundu ve yanında duran Tamer'e göz ucuyla baktı ama gelen diğerleri, onların bakışmasını bölmüştü. Kenan, zor bela bir şey olmamış gibi ilerledi. Hiç değilse Hamdi'nin nerde olduğunu az çok biliyordu artık ve sakin olmaya çalışarak yoluna devam etti.
Mutfak gibi bir yere geldiler, birkaç kişi kazanlarda yemekler hazırlarken Kenan, elindeki sepeti belli bir yere bıraktı. Diğerleri de sepeti bırakıp giderken Kenan, önünde duran Tamer'in set yapmasıyla sepetten çantayı çıkarıp sırtına geçirdi. Sonra da ikisi kapıya yöneldi.
Dışarı çıktıklarında Kenan, etrafını şöyle bir yokladı; adamların sayısını öğrenmeye çalışıyor, gizli bir hesaplama yapıyor ve Tamer'in katı bakışları arasında gizliden gizliye bir yoklama çekiyordu. İçinden:
"Mutfakta beş eleman, dış kapı nöbetinde üç nöbetçi, arka tarafta da birileri vardır. Ön cephede takriben yirmiye yakın adam, belki az belki çok... Diğer depolarda kaç kişi var, bilinmiyor," diye geçirirken Tamer'in dürtmesiyle ona baktı. Tamer, demin Bingazi'nin cesedinin çıkarıldığı bölmeden çıkanları gözleriyle işaret etti. Kenan, Şivon ve Nasuh El İmam'ın ve etraflarındaki adamların çıkışını izleyerek kenara çekildi. Tamer de ondan ayrılmadan yanında duruyordu. Nasuh geldi ve Şivon'la birlikte Kenan'ların yanından geçerken kısacık bir zaman diliminde, belki iki saniye gibi bir süreyle Kenan'la göz göze geldi. Sonra da yoluna devam etti. Kenan, geçip gidenlerin arkasından bir müddet baktıktan sonra bakışlarını onların çıktığı bölmeye çevirdi ve derin bir iç çekti.
***
TÜRKİYE/İSTANBUL
Bir metruk depoya getirilmişti Sayko; kollarından bir duvara sırtı yapışacak şekilde bağlanmış, her iki ayağı ayrık bir halde bir noktaya sabit gelecek şekilde bağlanmıştı ve boynu eğik durmasın diye de bir boyunduruk gibi bir şeyle sabit bir hale getirilmişti. Kaytan, elinde minik bir testereyle karşısında durmuş ve keyifli gözlerle onu izlemekteydi. Sayko henüz sağlam olduğu için rahat bir şekilde konuşabiliyordu.
"Ben sana..." diyerek hafif kıpırdandı Sayko, Kaytan onun ne diyeceğini bildiği için başını sallarken Sayko devam etti.
"...Eflal'i kurtar dedim ama sen ne yaptın? Onu kurtaramadın ve ölmesine engel olamadın!"
"Ben geçmişi değil, şimdiyi konuşmak istiyorum Sayko!" diyen Kaytan, ona doğru bir adım atarken:
"Bize, Mamoste'yi nasıl ve nerde bulacağımızı söyle!" diye ekledi.
"Benim menfaatim ne olacak?"
"Yaşayacaksın. Bundan âlâ menfaat mi olur lan?"
"Beni oradan çıkarın, size her şeyi vereyim!"
Kaytan gülümsedi, hafifçe olumsuz manada başını salladıktan sonra:
"Olmaz, bir sürü dosyan var oğlum nasıl çıkarayım seni? Bırak beni, Cumhurbaşkanı bile seni çıkaramaz bu kadar dosya varken. Başka bir şey dile, mesela erzak yardımı gibi..." deyince Sayko, Kaytan'ın elindeki testereyi işaret etti ve sordu.
"Onunla ne yapmayı düşünüyorsun?"
Güldü Kaytan,
"Sünnet..." der demez Sayko irkildi. Kaytan devam etti.
"Senin gibi bir gayri müslim, mutlaka sünnetsizdir. Budamak lazım!"
Sayko burnundan derin bir soluk alırken:
"Eğer böyle bir şeyi yaparsan, seni asla yaşatmam!" deyince Kaytan, hafifçe başını sallayarak:
"Bu lafı bana söyleyen bilmem kaçıncı kişisin Sayko! Kime niyet kime kısmet derler oğlum!" dedi ve yavaşça ona doğru yürüdü.
"Ben Mamoste'nin nerde olduğunu bilmiyorum," diye ürkek bir şekilde tıslayan Sayko, bir gözü testerenin üstündeyken:
"Senin inandığın bütün değerler üstüne yemin ederim," deyince Kaytan, onun dibinde durdu. Testerenin düğmesine basıp çalışmasını izlerken Sayko'nun korku dolu bakışlarını da görmüştü. Testerenin başı fır dönerken Sayko,
"Yapma!" diye homurdandı.
"Mamoste nerde?" diye soran Kaytan, korkuyla testereye bakan Sayko'nun:
"Lanet olsun ona!" diye bağırdı. Kaytan hızla testereyi onun avret yerine doğru uzattı. Sayko avazı çıktığı kadar bağırırken Kaytan, testereyi onun avret yerlerine sürmeden eğleniyormuş gibi hafif uzaktan gezdiriyordu.
"Bu kadar da korkutma!" diye duyulan ses, testerenin sesini bile delip Kaytan'ın kulaklarına çarpmıştı. Testereyi kapatan Kaytan, yanında duran Musa'ya bakarken Sayko,
"Doktor Bey, kurban olayım kurtarın beni!" deyince Kaytan, doktor hitabını anlamamış olacak ki dönüp Musa'ya baktı.
"Ne doktoru be?"
"Boş ver onu da, konuşmadı mı bu?" diye soran Musa, Sayko'nun dibinde durup onun çenesini tuttuğu gibi salladı. Sayko, Musa'ya hitaben:
"Bir şey bilsem söylerim, bilmiyorum!" deyince Musa, kollarını önünde bağlayıp başını salladı.
"O zaman sünnet etmek farz oldu."
Kaytan tekrar testereyi çalıştırınca Sayko'nun:
"Hayır!" diye inleyen nidası, ortamda büyük yankı uyandırdı.
***
Şişli/Payidar'ın Malikânesi...
"Dediğim şeyi yaptın mı Rıfat?" diye soran Payidar, elindeki viski bardağından koca bir yudum alırken adamının verdiği,
"Evet efendim!" cevabıyla gülümsedi. Boş bardağı masaya bırakıp ayağa kalktığında hafif bir sendeledi. Ama dengesini sağlayıp:
"O zaman gidip onların paket oluşunu izleyelim!" dedi. Rıfat hafifçe başını sallayıp kapıya doğru yürüyen patronunu izledi.
***
Arnavutköy/Yazgan Site...
Silahını kontrol edip beline takan Mestan, öfkeden çıldırmak üzereydi; bunu bir türlü kabullenemiyordu, Payidar'ın onu ve mallarını satacağını, polise ihbar edeceğini aklının ucundan bile geçiremiyordu. Tamam Payidar'la arasında uçurumlar vardı ama giden mallar, bir nevi Kurul'un mallarıydı ve gelen meblağlar, Kurul kasasına girecekti. Mestan bunu gurur meselesi yapmıştı. İçeri giren karısı Nazan'ın sorgulayan bakışları, onun gözlerinin yumulmasına neden oldu. Nazan, onun bu tavrını çok iyi biliyordu. Mestan çok sinirli ve itiraz kabul edecek durumda değildi. Karşısında durduğunda, kocasının yüzüne elini değdirip:
"İyi misin?" diye sordu.
"İyiyim canım! Daha da iyi olacağım, emin ol!"
"Sen iyi olduğun müddetçe, ben de iyi ve huzurlu oluyorum hayatım!" diyen Nazan, kocasının öfkeyle gerilmiş yanağına bir öpücük kondurdu. Mestan da onun suratını kavrayıp alt dudağına bir öpücük kondurup:
"Bunu bilmek senin hakkın," deyince Nazan, nefesini onun nefesine bağlarcasına sorusunu üfledi.
"Neyi?"
"Ben..." diyerek lafa girdi ve karısından bir adım uzak durdu Mestan,
"...Payidar'ı öldürmeye gidiyorum!" deyince Nazan, fevri davranmayıp gayet sakin bir şekilde:
"Kurul'a rağmen mi?" diye sordu. Mestan başını sallayınca Nazan, derin bir nefes alarak:
"Haklıyken haksız duruma düşmenden korkuyorum hayatım!" dedi. Mestan duruldu, birkaç saniye öyle baktı. Sonra da başını salladı.
"Olsun. Artık yeter!"
Peki dercesine başını sallayan karısı Nazan, kapıya yönelen kocasının arkasından bakarken derin bir nefes aldı. Şimdi bu durumu Simay'a nasıl izah edecekti? Onu düşünüyordu.
***
Riva...
Dışarıdan saclarla örülmüş pencerenin karşısında durmuştu Gaye, camı açmış ama saclar sağlam yapıldığı için bir şey yapamıyordu. Ama dışarıdaki sesleri duyabiliyordu. Bir hareketlilik var gibiydi. Gaye öyle duyuyordu. Araba kapılarının sesleri duyuluyor, ayak sesleri işitiliyor ve egzoz sesleri ortama doluşuyordu. Derin bir nefes alan Gaye, burnundan nefesini verip öfkeyle bezenmiş bakışlarını etrafta gezdirdi. Sacları delebilecek bir şey aradı, bir demir, bir cam ya da tahta da olur diye aranıp dururken bir şey bulamamanın verdiği öfkeyle camı hızla kapattı. Sırtını pencereye yaslayıp derin bir iç çekerken fısıltısını odaya hediye etti.
"Nerdesin Kenan, nerde?"
***
Marmara'ya bir karanlık çöktü ki evlerden ırak, gözlerden uzak bir karanlık peyda oldu; gökte katmerli kapkara bulutlar, şimşeklerle arada bir aydınlanıyor, göğün horultusu duyuluyor ve yağmur ya da dolunun bastıracağı izlenimi, adeta gözleri korkutuyordu. 'Seni üşüteceğim' diye fısıldayan rüzgâr, bir müddet sonra 'Donacaksın' diye homurdanıyor ve 'Don' dercesine fokurdayıp uğulduyordu. İşte böyle bir akşama kucak açmıştı Marmara, pişman olacağına da benziyordu.
Metruk depoda tansiyon dinmemişti; Sayko'nun aşağı kısmından akan kanlar, pantolonunu ıslatmış, gözleri baygın bakan, bilinci gitmek üzere olan bir Sayko bırakmıştı. Acıyla inlerken karşısında duran Kaytan'ın ona keyifle bakması zoruna gidiyordu.
"Bir...şey...bil...sem söy...lerdim."
"Olsun," diyerek gülümsedi Kaytan,
"...ben alacağımı aldım, o yeter bana!" deyince Sayko, zor bela:
"Hayrını gör!" der demez Kaytan, tokat yemiş gibi irkildi. Gelip Kaytan'ın arkasında durmuş olan Musa, Sayko'nun verdiği bu cevapla tiz bir kahkaha savurunca Kaytan, demin kestiği bölgeye sert bir tekme geçirdi ve Sayko'nun bilincine reset çekti.
Tam altı araçla gelmişlerdi; deponun birkaç metre uzağında, erketeye yatmışlardı. Öndeki araçta oturan Mamoste, ufak dürbünle ileriye bakıyor ve yüzünde bir tebessümle başını sallıyordu. Yanında oturan adamı Çömez de keyifli gözlerini ileriye dikmişti.
"Ne yapıyoruz başkanım?"
"Ava gelen avlansın Çömez!" diyen Mamoste, dürbünü indirip suratında alaylı bir ifadeyle adamına baktı.
***
Kırsal bir alana gelmişlerdi; her tarafta çöp yığınları, piknik artıkları vardı ve hava ne kadar karanlık olsa da bu yer, cılız da olsa aydınlık görüyordu.
"Nerde kaldı bu adam?" diye fısıldayıp soran Mestan, gayet rahat ve sakin bir şekilde duran Kıllı Tores'e bakıp daha da öfkelendi.
"Ne bu rahatlık lan?"
Kıllı Tores gülümsedi.
"Yanımda sen varsın diye..."
Tores'in verdiği cevap, Mestan'ın gayet hoşuna gitmişti. Yüzüne ufak da olsa bir tebessüm indi ama o da sonra kayboldu. Duyulan siren sesleri, ortama bir panik havası düşürdü. İkisi de irkilerek bakışırken polis araçlarının mavi kırmızı ışıkları, dört bir yanda yanmaya başladı. Sirenler adeta göğe kadar yükselirken Mestan, dönüp arkasında duran Kemik'e baktı. Kemik silahını sıyırmışken Mestan, dur mahiyetinde elini kaldırdı. Her tarafı kuşatan araçlardan adeta dışarı fışkıran polisler, hızla silahlarını sıyırıp onlara doğrultunca Mestan, teslim mahiyetinde ellerini kaldırdı. Adamlar da birer ikişer silahlarını çıkarıp yere indirirken polisler, onları birer ikişer teslim alıyordu. Mestan, bir polisin onun bileklerine kelepçe geçirişine bakarak burnundan soludu.
"Ulan Payidar!"
Polis ona bakarken Mestan, bir şey olmamış gibi onun yüzüne baktı. Polis araçlarının farlarından, kırmızı mavi ışıklarından yükselen ışık damlaları, gecenin koyu karanlığını delen bir bıçak gibiydi.
***
Şişli/Payidar'ın Malikânesi...
"Efendim!" diyerek patronunun huzurunda duran Rıfat, gene viskiye yüklenmiş ve bardak üstüne bardak içen Payidar'ın, hıçkırıkla 'hı' demesiyle:
"Paket oldular," deyince Payidar, viski dolu bardağı kaldırıp:
"Adaletin şerefine o zaman!" dedi ve kocaman bir yudum aldı. Rıfat bir şey demezken Payidar, keyifle bezenmiş suratıyla önüne baktı.
***
İRAN/TAHRAN
Tamer, sırtında yeşil çantayla mutfak bölümüne girdi; kimileri yemek yiyor, kimileri uyukluyor kimileri de bulaşık falan yıkıyordu. Tamer, bir köşeye çekilip dikkat çekmeden oturdu. Adamlardan birkaçı uykuda bile baya sarmaş dolaştı. Tamer'in resmen midesi bulandı. Ama çaktırmadı. Sırtındaki çantayı çıkarıp kucağına bıraktı. Dikkat çekmeden minik bir kutu şeklindeki bombayı çıkarıp arkasındaki erzak torbasının altına sakladı. Düğmeye basıp ışığının kırmızısına bakıp hafifçe tebessüm etti.
Ayağa kalktı, bulaşık yıkayanlar ona bakınca Tamer, zaten suratı kapalı olduğu için hafifçe başını salladı ve kapıya doğru yürüdü. Adamlar kendi aralarında Farsça bir şeyler söyleyip bulaşıkları yıkamaya devam etti.
Başka bir bölmeye girdi, burası bomboştu ve Tamer, zaten içerde kimse olmadığı için hızla çantadan bir bomba daha çıkarıp göze çarpmayan bir yere sabitledi. Düğmeye basıp çalıştırdıktan sonra tekrar kapıdan çıktı.
İleride nöbet tutan iki adama doğru yürüdü. Adamlar ona bakarken Tamer, bir şey çaktırmadı ve gelip onların karşısında durdu. Adamlardan biri, Farsça ona bir şey dedi ama Tamer Farsça bilmediği için sustu, adam tekrar sordu ama Tamer sesini etmeyince diğeri, silahın sapını sıkıca tuttu. Tamer, dilsiz taklidi yapınca ikisi de gözlerini kısarak birbirine baktı. Tamer, eliyle koluyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Adamlardan biri, Farsça bir şey deyip kenara çekildi. Tamer başını sallayıp içeri girerken diğeri, onun arkasından baktı.
Burası, türlü silahların ve bombaların istiflendiği bir bölmeydi. Tamer etrafına bakınırken adeta gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu. Sağ duvarın dibindeki keleşlerden birini aldı ve çantasını sırtından indirip arkasına dönüp baktı, adamlar ona bakmıyordu, hatta görmüyordu bile. Tamer, çantadan çaktırmadan bir bomba çıkarıp sol duvarın dibindeki kasanın içinde duran C4'lerin yanına koydu ve düğmesine basıp hemen çantayı sırtına geçirdi. Silahı da alıp çıkmak için kapıya doğru yürüdü.
Çıktığında, adamlara bakıp başını salladı ve silahı gösterdi. Adamlar da başını sallayıp nöbetlerine devam ettiler. Tamer de koridorda ilerlemeye başladı.
Tamer, bir kamyonetin önünde durdu. Eğilip kamyonetin dibine oturdu ve sırtını tekerleğe dayadı. Etrafına bakındı; bir iki kişi bir köşede uyuyordu, üç kişi ilerdeki duvarın dibine oturmuş ve sigara içiyorlardı, bir kişi volta atıyordu, ki belli ki canı sıkılıyordu. Bir diğeri elindeki telefonla oynuyordu. Birisi elinde çakısıyla odun yontuyordu. Bir diğeri de silahıyla oynuyordu. Tamer, çantasını kucağına aldı. Yavaşça çaktırmadan içinden bir bomba çıkarıp sırtını dayadığı tekerleğin arkasına sabitledi ve düğmeye bastı. Lakin kırmızı ışık zemine vurunca Tamer, hemen yerden bir avuç toprak aldı ve tükürükleriyle çamur haline getirip ışığın olduğu ampule yapıştırdı. Artık ışık yansıması zemine vurmuyordu. Başını sallayan Tamer, yavaşça ayağa kalkarken karşıda, birkaç metre uzakta durmuş ve ona bakmakta olan Kenan'ı gördü. Başını sallayarak mesaj verdi. Kenan da başını sallayıp önünde durduğu kapıdan içeri girdi.
Hamdi'nin olduğu bölmeye girmişti Kenan, içerde Hamdi tek başınaydı. Başında ne nöbetçi, ne bekçi bırakılmıştı. Hamdi de sızmış bir haldeydi. O kadar acı çekmişti, o kadar eziyet görmüştü ki resmen ölmekten beter bir haldeydi. Kenan geldi, adımlarını ona doğru attı ve etrafına şöyle bir baktı. Dönüp arkasını kolaçan etti, kimseler yoktu ve Kenan gelip Hamdi'nin başında durdu. Yavaşça oturdu, cebine yerleştirdiği kırbayı çıkardı. Kapağını açarken etrafına bakındı. Kısık bir sesle:
"Pars!" diye seslendi. Hamdi, kulağına çarpan tanıdık sesle yüzüne ufak bir tebessüm kondu.
"Kenan?"
Gözleri kapalı, bilinci yerinde olmamasına rağmen Kenan'ın sesini tanımış ve onun ismini anmıştı.
"Ne haldesin Pars?" diye soran Kenan, Hamdi'nin başını kucağına alıp kırbadaki suyu ona içirmeye çalıştı. Dudaklarına değen sıvıyı bir iki kez emdi, dudaklarını bastırdı ve bu sefer de sudan yudumlar alarak kanarcasına içti. Kuruyan, kanla ve kan tadıyla bezenmiş olan boğazından geçen su, onun kuruyan vücuduna komutlar yollamıştı. Yavaşça gözleri açılan Hamdi, yüzü kapalı birini görünce anlamaya çalışırcasına baktı. Kenan, yavaşça örtüyü yüzünden çekti ve parlak yüzünü Hamdi'ye sundu.
"Kenan?" diye zor bela sayıkladı Hamdi, gözleri yaşardı ve ağlamaklı bir şekilde onun suratını inceleyerek:
"Gerçek misin sen?" diye sordu.
"Hayal olamayacak kadar gerçek, Pars!" diyen Kenan, gözlerinden yanaklarına yaşlar süzülen yaşlı adamın yaşlı yanaklarına parmağını değdirdi.
"Oğlum!" diye fısıldadı Hamdi, Kenan o an inanamayacağı ve ömrü billah bir türlü unutamayacağı bir şey yaptı. Hamdi'nin kafasını göğsüne yaslayıp:
"Pars!" diye sayıkladı. Sımsıkı sardı onu, Hamdi de sevinç gözyaşlarını saldı. Onların görüntüsünün gölgesi, kırık ışık huzmeleri altında raksa dururken sanki babayla oğlun kavuşmasını andıran bu tablo, ister istemez Kenan'ın aklına kazınacak ve mutlaka ilerde yakasına yapışacaktı. Kenan bunu bilerek yapmıştı, Hamdi de bilmeden ona sığınmıştı. Ve gerçekten de bilenle bilmeyen bir değildi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top