"Beni Kurtar"
Usulca araladı gözlerini; tepesinde yanan loş ışık, gözlerini kamaştırmıştı, beti benzi solmuş, halsiz düşmüş ve nerde olduğu, ne halde olduğu hakkında bir fikri olmamış bir halde, yavaşça başını sağ tarafa çevirdi Payidar. Hafif inledi; yarasından duyduğu sızı, yüzünü ekşitmişti, dişlerini sıktı ve sağ tarafında gördüğü tanıdık simayla irkildi. Kenan, yerinde doğrulup ona gülümsedi. Bu, minnet duyulacak bir iş yaptığını ve bununla övündüğü anlamına geliyordu.
“Nerdeyim ben? Ne oldu bana?” diye sayıklayarak sordu Payidar, Kenan’ı daha da gülümsetti bu soru ve derin bir nefes aldıktan sonra:
“Hatırlamıyor musun?” diye sordu. Hayır manasında başını salladı Payidar; Kenan, sırtını koltuğun sırt bölümüne iyice dayadı, ayaklarını birbirinin üstüne aldı ve hafifçe başını salladıktan sonra eteğindeki taşları dökmek için:
“Dinle o zaman, ben sana anlatayım!” diye lafa girdi. Payidar, gözlerini kısarak ona odaklanmıştı.
***
36 SAAT ÖNCE…
***
Gözlerini kadından ayırmıyordu Kenan; kırpmak nedir bilmeyen kirpikleri, sanki bir hortlak görmüş gibi irileşmiş gözleri ve soğuk ifadesi, kadının üstünden ayrılmıyordu. Etrafındaki telaş, endişe ve koşturmaca, zerre dikkatini dağıtmıyordu; kadın da öyleydi, gözlerini Kenan’a dikmiş ve bir put gibi cansız bir şekilde kalakalmıştı yerinde. Yorgo’nun merak dolu bakışları, kadınla Kenan arasında gezinip dururken Hamdi, bu atmosferi dağıtmak istemiş olacak ki, Kenan’ın karşısında dimdik dikildi. Her iki omzundan tutup:
“Kenan, kendine gel!” diyerek onu sarstı. O sırada Gaye belirdi kapıda; Kenan’ın robota bağlamış halini gördü, kötü bir şey olmuş sandı ve hızla ona doğru koştu.
“Kenan, ne oldu?”
Gaye’nin sesiyle kendine geldi Kenan, toparlanmaya çalıştı, kadından gözlerini zorla ayırdı ve etrafına bakındı. Hamdi, işin üstüne gitmeye karar verdi. Onun kolundan sımsıkı tutarak ve gözlerini onun gözlerine dikerek:
“Ne oldu Kenan?” diye sert bir sesle sordu. Kenan, ne diyeceğini bilemiyordu. Zira izahı yoktu yaşadıklarının, hissettiklerinin kelimelerle ve lisanlarla anlamı olmazdı anlatmaya çalışsaydı; o yüzden sustu, bakışlarını dikti Hamdi’nin yüzüne, Gaye’ye odaklandı ve tekrar başını öne eğdi. Bakışmak istemiyordu kadınla, yanındaki adamın Yunanca konuşmasına aldırmadı ve en iyisi, kendi işiyle meşgul olmak diye düşünerek:
“İyiyim Pars!” diye fısıldadı.
“Nasıl iyisin, bu nasıl iyi olmak öyle?”
Gaye’nin endişe ve korku barındıran soruları kuşatmıştı kulaklarını, zor da olsa gülümsemek zorunda kaldı ve bakışlarını ona çevirdi.
“İyiyim Gaye!”
İnanmak istese de, içinden inanmak gelmiyordu Gaye’nin; ama şimdilik üstelemeyecek, onun üstüne gitmeyecek ve sıkıştırmayacaktı. Elbet kendi anlatır düşüncesiyle, yavaşça geri çekildi. Hamdi, dönüp Rıfat’a odaklandı. Daha önemli bir mesele vardı ortada; Payidar, bilinmez bir şekilde ortadan kaybolmuş, öldü mü kaldı mı bilinmiyor ve Kenan’ın bu tuhaf halleri, onun beynine yumruklar sallıyordu.
“Nasıl oldu Rıfat, doğru düzgün anlat şunu?”
Rıfat, yutkunduktan sonra meseleyi anlatırken Kenan’ın gözleri, bir ara kaydı ve kadınla temasa geçti. Kadın, hâlâ ona bakıyordu; bakışlarında üzgünlük, pişmanlık ve hüzün emareleri olsa da Kenan, kendini ve duygularını aldatmak istemedi. Yüz çevirdi ondan, yanındaki Gaye’nin kokusunu, babasına çaktırmadan içine çekti ve belki de bu koku sayesinde, biraz da olsa kendine gelebildi. Gaye ona iyi geliyordu, meseleye odaklanmak en iyisi diye düşünürken Hamdi’nin:
“Kenan! Bu işle ilgilen! Bana Payidar’ı bul! Ölü ya da diri, onu senden istiyorum!” demesiyle, irkilerek kendine geldi. Birkaç adım attı, geldi ve Hamdi’nin tam karşısında durdu. Göz bebekleri küçüldü, dişlerini sıktı olanca gücüyle ve sanki öfkesini kusarcasına:
“Ruslar…” diye fısıldadı. Hamdi’nin de gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi irileşince Rıfat, yutkunarak ikisine baktı. Hamdi, şimdi meseleyi anlamıştı. Ruslar yapmış olabilir, Kenan haklı olabilir; zira Kenan, ona Sebastian’ı getirerek bir çılgınlık yapmış, o da onun teklifini reddederek ateşe har çalmıştı ve bunun için, bir kurban lazımdı. O kurban, neden Payidar olmasın ki?
Ortamda çınlayan telefon sesi, kaosu ve buz etkisini yok etmek yerine, aksine daha da katladı ve üstüne endişe tonlarını da serpiştirdi. Hamdi, telefondaki ‘Özel Numara’ ibaresi görünce, kendini her şeye hazır etti.
“Alo!”
“Kadınlar konusunda iyi olan ve senin masanda oturan Payidar, şu an namlumun ucunda!”
“Sebastian! Hata yaptım Sebastian, hata! Kafana sıkıp leşini çöpe atmak varken, seni başıma bela ettim.”
“Sen değil Pars, Kenan beni sana musallat etti.”
“Senin işin benimle, bırak Payidar’ı!”
“Artık bu mesele, ne seninle ne de Payidar’la; bu mesele, benimle Kenan arasında Pars! Onu bana ver, adamını al!”
Telefonun kapanmasıyla Hamdi, ne yapacağını bilmez bir şekilde hızla telefonunu yere attı. Atarken de öyle bir bağırdı ki, oradaki herkes sıçradı yerinden; Kenan, az çok tahmin edebiliyordu Sebastian’ın ne istediğini, gözlerini kısarak Hamdi’ye sokuldu ve fısıltılı sesiyle:
“Beni istedi!” deyince Hamdi, nemli gözlerini ona dikti. Gaye, beyninden vurulmuşa dönmüştü; babasının ne cevap vereceğini bekleyemeden, hızla meseleye kulaç attı.
“Hayır baba, Kenan’dan vazgeçemezsin!”
Rıfat, Hamdi’nin zor bir durumda olduğunu biliyordu; bir yanda yeni adamı Kenan, diğer yanda kendi patronu Payidar ve iki ucu necis bir değneği andıran bu mesele, iyice mide bulandırır bir hal almıştı. Hamdi’nin ne cevap vereceğini merak ediyordu. Hamdi, bir şey söylemeden kapıya yönelirken Gaye, bir iki adım atıp Kenan’a yaklaştı. Yorgo ve yanındaki kadın, kapıya doğru yürürken kadın, bir ara dönüp Kenan’a baktı, yine göz göze geldiler ve Gaye, tam Kenan’ın karşısında durup onların bakışmasına engel oldu.
“Ne yapacaksın Kenan?”
“Bilmiyorum. Kafam durdu, beynim istifa bayrağını salladı Gaye, bana bir şey sorma!”
“Yüzün kireç gibi, ruhsuz bir et parçasını andırıyor bakışların, nedir bu halin Kenan?”
“Nefes aldığıma şükrediyorum Gaye, inan bana!”
“Bana anlat lütfen!”
Başını salladı Kenan; Gaye’nin ısrar eden bakışları yokladı onu, başını çevirdi öteye Kenan ve Gaye, yine önüne dikildi. Öğrenmek istiyordu, açığa çıksın istiyordu onu bu hale getiren şeyi merak ediyor ve bu yüzden çırpınıyordu. Ama Kenan’ın ketumluğu tutmuş, dili kemik gibi kaskatı kesilmiş ve boğazını mesken tutan hıçkırık, her yutkunmayla midesinin dibini boylayıp durmuştu. Kenan susmuş, Gaye ona bakmıştı.
Odasındaydı Hamdi, misafirlerinden ayrılmıştı ve masasına oturmuş bir şekilde derin düşüncelerle cebelleşip duruyordu. Zor bir seçim vardı önünde; Kenan ve Payidar arasında gidip geliyordu. İlk defa bu kadar çaresiz, kendini güçsüz ve kimsesiz hissediyordu. Bir çıkar yol bulmalıydı, bir kapı aralamalıydı ve çıkmalıydı bu çıkmazdan; ama nasıl yapacak, nasıl kurtulacaktı bu gergefin içinden, işte onu bilemiyordu. Kenan’a sorsa, gözünü kırpmadan ölüme gider, biliyordu; ondan vazgeçemezdi, Payidar’dan da vazgeçemezdi ve kafası karışmıştı. Payidar’ı verse, kaybetmek olurdu onun için; Sebastian galip, o mağlup konuma düşerdi. Kenan’ı verse, yine aynı şey olurdu. Yenilgiyi kabul edemezdi. Düşünmesi gerek…
Yorgo ve kadın, kendi aralarında Yunanca konuşurken Bünyamin, bir köşede durmuş ve patronunu bekliyordu. Rıfat, endişe yumağı haline gelmişti. Patronunun kızı delirmiş, merak ve endişeden çıldırmıştır muhakkak; hele Simay’ı düşündükçe, daha da bir endişeleniyor ve yerinde duramıyordu.
“Pars ne karar verecek?”
Endişeli sorusu, Bünyamin’i yerinde dikleştirdi. Yüzünü ona çevirmeden:
“Merak etme, bir yol bulacağız!” diye yanıtını verirken Rıfat, birden:
“Kenan’ı verelim!” deyince Bünyamin, derin bir nefes alıp onun yüzünü inceledi. Rıfat sustu, Bünyamin önüne döndü ve Yorgo ile kadın, Yunanca konuşmalarıyla ortamın sessizliğine çelme takmaya devam ettiler.
***
Meraktan çıldırmak üzereydi Simay; ne babasından bir haber vardı ne de Rıfat aramıştı. O ne kadar Rıfat’ı aramışsa da telefonu meşgule alınmış ve ona dönülmemişti. İyice endişeye bürünmüştü. Odasında dört dönüp dururken çalan telefonunun sesiyle irkildi ve müjdeli bir haber alma umuduyla hızla telefonuna yöneldi. Ekrana baktığında, arayanın Pamir olduğunu görünce, derin bir nefes alıp öf çekti. Açıp hırsla:
“Sana beni arama dedim, arama! Babama söylersem, leşini itlere yedirir!” diye çıkıştı. Pamir’in kırık sesi, pişmanlık ve ürkek bir şekilde kulaklarını taramıştı.
“Babanı… Babanı öldürdüm!”
“Ne?” diye sayıkladı Simay, başka da bir şey hatırlamadı ve yığılıp yere düştü. Elindeki telefonun yere çarpmasıyla kapanması bir olmuştu.
***
Her ne kadar:
“Alo, alo, Simay!” diye seslense de, telefonun kapandığını görünce Pamir, pişmanlık dolu bir halde yere çöktü. Dışarıdaydı. Motosikletle bir yere gelmişti, sahile vurmuştu kendisini ve yaptığıyla kendi kendini hesaba çekmiş ve artık yolun sonunda olduğunu iyice anlamıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Hırsına yenik düşmenin vermiş olduğu pişmanlık ve eziklik halleriyle sahilin fokurdayan sularına kaptırmıştı düşüncelerini; şimdi ne yapacaktı, kime sığınacaktı ve ne olacaktı ona? Kendisi de bilmiyor, açıkçası korkuyor ve ürküyordu. Bir yerlerde ölmüşse Payidar, cesedi bulunmuşsa ve kameralardan onun görüntüleri çıkarsa, işte o zaman yandığının bilfiil resmiydi. Derin bir iç çekerek yüzünü denize çevirdi. Yapacak tek şey, ortalıktan yok olmak, toz olmak ve sırra karışmaktı. Buna cesareti var mıydı, kendi de bilmiyordu. Yok olmazsa, Payidar’ın fedaileri onu yok eder, sırra gömerlerdi. Özellikle Payidar’ın Hamdi’yle olan ortaklığını duymuştu, özellikle Hamdi onu mahvederdi. Nereye gidecekti, kime el açacaktı, bilmiyordu. Dönüp yukarıdaki tepeye baktı, sahille olan temasını hesapladı, aklına düşenden korkuyordu. Hızla motoruna bindi, kaskını taktı ve aklındakini tatbik etmek için yola koyuldu.
Tepenin başına geldiğinde, siyah bir aracın orada beklemekte olduğunu gördü; camları filmli aracın içindekileri göremese de, onların neden orada olduklarını az çok tahmin edebiliyordu. Gözlerini ileriye dikti. Gaz pedalını çevirdi, motorun egzozundan yükselen dumanlar ve çevreye verdiği gürültü, onu pek de etkilemiyordu. Umursamaz bir şekilde hızla harekete geçti. O sırada araçtan bir adam indi. Motorlunun ne yapacağını izliyordu. Pamir, hızla atağa kalkmıştı. Adam, her ne kadar arkasından bağırsa da Pamir, onu umursamadı ve yarığa doğru ilerledi. Peşinden koştu adam, onu dinlemedi Pamir ve yarıktan bir kuş gibi uçarak aşağıya doğru yol aldı. Tepenin başına gelen adam, taşlara ve kayalara çarpıp parçalanan ve daha havadayken alev alan motorun arkasından baktı. Yutkundu ve açıkçası korktu; ondan bilirler, onu şahit tutarlar korkusuyla hızla geri döndü. Araca bindiği gibi çalıştırdı. Geri viteste gerisin geri giderken dalgaların hışırtılı sesleri, kıyıyı yalayıp durmaktaydı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Yarı kapalı bir hava vardı dışarıda; güneş huzmeleri, soğuk bir etkiyle havuzun ılık suratına çarpıp etrafa dağılırken hafif bir yel, insanlara şefkatle yaklaşıp onları okşadıktan sonra yoluna devam ediyordu.
Kendine geldiğinde, kendi yatağında olduğunu fark etti Simay; kafası allak bullak olmuştu, ne olmuştu en son, hafızasını devreye soktu ve soru işaretlerini kovaladı. Birden yerinden sıçradı. Hatırladı; Pamir onu aramış ve babasını öldürdüğünü söylemişti. Yalan söylememişti, çünkü babası hâlâ ortalıkta yoktu ve Simay, hışımla ayağa kalktı. O sırada kapı açıldı. Rıfat’ın içeri girdiğini görünce:
“Babam nerde, nerde babam Rıfat?” diye bağırdı. Rıfat, ne cevap vereceğini düşünüp dururken Simay, gözleri dolu bir şekilde:
“Pamir… Pamir onu öldürmüş!” deyince Rıfat, gözlerini kısarak ona yoğunlaştı. Simay, anlatmaya devam etti.
“Beni aradı, dün gece. Babamı öldürdüğünü söyledi. Gerisini hatırlamıyorum.”
Rıfat, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Geldiğimde, odanın ortasında baygın yatıyordun. Yatağa taşıdım. Seni de kaybetme korkusu…” dedi ve bir pot kırdığını anlayıp lafını yarıda kesti. Simay irkilmişti, onun son cümlesi, tabir caizse onu beyninden vurmuştu, ne demek seni de kaybetmek korkusu? Yutkunup:
“Ne dedin? Babam… Babam nerde?” diye sayıklayarak sordu.
“Babanın akıbeti hakkında bir bilgim yok! Tek bildiğim…”
Simay, bir adım attı ona doğru ve onun gözlerinin içine bakıp:
“Evet…” diye fısıldadı. Rıfat, bütün cesaretini toplayıp anlatmaya karar verdi. Tam lafa girecekken telefonu çaldı. Simay, onun telefonu cebinden çıkarışına ve ekrana bakışına baktı. Her hareketini inceliyordu. Rıfat, telefonun Bünyamin’den geldiğini görünce açıp:
“Söyle!” dedi.
“Hamdi Bey, gelmeni istiyor. Sanırım bir karar vermiş.”
“Derhal geliyorum.”
Telefonu kapatınca Simay, ona iyice sokulup:
“Neler oluyor Rıfat?” diye sordu. Rıfat’ın ona açıklama yapma vakti yoktu. Onu geçiştirmeye karar verdi. Her iki elini, kızın her iki omzuna koyarak ve şefkatli bir tavır takınarak:
“Her şey geçecek Simay, babanı bulup sana getireceğim, söz! Ama yeter ki, şimdilik bana bir şey sorma! Bana güven lütfen!” dedi. Simay, ona sımsıkı sarılarak:
“Sana güveniyorum Rıfat, babam için her şeyi yapacağına adım gibi eminim!” diye fısıldadı. Rıfat, kendisine sarılan kadının ılık nefesini ensesinde hissetse de, kendini toparlamaya karar verdi. Bunu patronuna yapamazdı, bu kötü düşünceleri kovaladı beyninden ve kızdan yavaşça ayrıldı. Onun gözlerine bakıp ve istem dışı bir şekilde onun alnına düşen saç buklesini okşayıp:
“Yapacağım!” dedi. Simay gülümsedi ve Rıfat, Hamdi’nin yanına gitmek için hızla kapıya doğru yürüdü. Simay, onun arkasından nemi gözlerle bakakaldı.
***
Emirgan civarında, kiralık ve müstakil evlerden birindeydi Sebastian, yanında bir ordu adamı vardı ve hepsinin elleri tetikte, güvenliği had safhada tutuyorlardı. Koca bir salonda oturmuş ve karşısındaki televizyona adapte olmuştu. Bir Rus kanalını izliyordu. Rusça bir şeyler anlatılıyordu. Bir adamı, yan taraftaki odadan çıkıp ona doğru gelirken Sebastian, televizyonun sesini hafif kısarak ona yoğunlaştı. Adamı geldi ve onun karşısında durdu.
“Efendim! Adamın durumu, gayet iyi! Yarayı kapattık.”
Sebastian, mütebessim bir ifadeyle:
“Sakın uyanmasın! Payidar Candaroğlu, bana ilerde lazım olabilir. Beni görmemesi ve bilmemesi gerek!” deyince adamı, hafifçe başını salladı. Sebastian, yavaşça ayağa kalkıp:
“Sibirya Kurdu, daha gelmedi mi?” diye sordu.
“Yoldaymış efendim!”
“Güzel! Onun da gelip bu partiye katılmasını isterim.”
Adamı başını sallayınca Sebastian, tekrar yerine oturdu. Adamı geri çekilmişti. Sebastian, yüzünde güleç bir ifadeyle televizyonun sesini yükseltti ve Rusça konuşan kadını dinlemeye koyuldu.
Payidar, sargılarla bezenmiş ve tepesinde bir serum şişesi duruyordu. Nefes alışı normale dönmüş, yüzüne hafif renk gelmiş ve her şeyden habersiz bir şekilde uyuyordu.
***
Gece, bir türlü gözüne uyku girmemişti Kenan’ın; dönüp durmuş, yataktan çıkıp odada volta atmış, balkona çıkmış ve saatlerce oturmasına rağmen yine uykusu falan gelmemişti. Hep o kadını düşünmüştü, Yorgo’nun yanındaki kadın ve Kenan, bir türlü bu girdaptan çıkamıyordu. Aslında hangi girdaptan ve nasıl çıkacağını düşünüp durmuştu. Sebastian, büyük bir koz oynamıştı; Payidar’ı ele geçirerek Hamdi’ye tek taşla çift darbe indirmeyi tasarlamış ve görünürde büyük bir güç elde etmişti. Hamdi’nin hamlesini de merak etmiyor değildi. Acaba Hamdi, onu gerçekten Sebastian’a verip Payidar’ı alacak mıydı? İşte bu soru, kafasının içinde fink atıp duruyordu. Kapısının birden açılmasıyla, yatağında yavaşça doğruldu ve kapı tarafına baktı. Bünyamin girmişti içeri; yüzünde, hâlâ eski soğuk ifadesi ve soğuk tavrıyla onun karşısında durmuştu.
“Pars, seninle konuşmak istiyor.”
Ayağa kalktı Kenan; üstüne başına baktı, kıyafetleriyle yatmış ve saçları hariç dağınık bir hali yoktu. Banyoya doğru yürüyerek:
“Şu saçlarımı düzelteyim, geliyorum!” dedi. Bünyamin, başını salladıktan sonra kapıya doğru yürürken Kenan, bir müddet odanın ortasında bekledi. Aklına bir şey gelmiş olmalı ki, hafif bir tebessüm etti. Evet bunu yapmalıydı. Hemen banyoya ilerledi.
Hamdi, kendi çalışma odasındaydı; masasına kurulmuş, ellerini masaya yaymış ve parmaklarıyla, masanın tahta yüzüne ritmik bir şekilde masaj yapıyordu. Kapısının çalması, onu yerinde doğrulttu.
“Gel!”
İçeri giren Kenan, ceketinin önünü ilikleyerek karşısında durduğunda Hamdi, yavaşça ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. Kenan, gözlerini kırpmadan Hamdi’ye bakıyordu. Geldi Hamdi ve onun karşısında durdu.
“Sebastian Bornova, kedi olalı bir fare tutmuş, ne diyorsun buna?”
Kenan, hafif bir tebessümle:
“Mart ayında değiliz Pars! Mart ayı dışında miyavlayan kedinin durumu, vakti dışında öten horoza benzer. Vakitsiz öten horozun durumu da malumdur Pars!” deyince Hamdi, derin bir nefes alıp:
“Doğru dersin! Ancak bu horoz, bildiğin yerli horozlardan değil!” dedi.
“Ama biz yerliyiz Pars! Horozun yabancı olması, kaideleri değiştirmez. Bıçak boğazına değince, Besmele çekmek bize düşer.”
Başını salladı Hamdi, anlaşılan Kenan’ın bir planı vardı; Hamdi, onun planını merak etti ve yüzündeki tebessümü saklamadan tekrar masasına doğru yürüyerek:
“Nedir düşüncen?” diye sorusunu ona postaladı. Kenan, yüzünde mağrur bir ifadeyle planını anlatırken Hamdi, gözlerini kırpmadan onu dinliyor ve onun her sözüyle başını sallayarak karşılık veriyordu.
Gaye, salonda durmuştu; Kenan’ın, babasının odasına girdiğini görmüş, peşinden gitmek istese de vazgeçip onu ve babasını salonda beklemeye karar vermişti. O da merak ediyordu. Acaba babası ne karar verecekti? Nedense bu Kenan, hayatına girdiği günden beri gün yüzü görmemişti. Acaba Kenan’ın dediği gibi bütün uğursuzluklar, onun yüzünden miydi? Kendi özeleştirisini yaparken saçmaladığını fark etti. Yüzünde solgun bir ifadeyle etrafına bakındı. O sırada Yorgo’nun yanındaki kadın, merdivenlerden aşağı iniyordu. Babası, bu iş yüzünden misafirlerini de boşlamıştı. Ama sanki onlar misafir değil, haneden birileri gibi rahat davranıyorlardı. Gaye, karşısında duran kadının neden gecelikleriyle aşağı indiğini merak ediyordu. Bu kadın, gerçekten de çok rahat davranıyordu. Elini uzatan ve kendini tanıtan kadına baktı. Nedense kadının adını, kim olduğunu hiç merak etmediği için duymamıştı. Sadece kadının elini sıkıp gülümsedi.
“Ben de Gaye Çeliker! Hamdi Bey’in kızıyım.”
“Biliyorum, tanışmak bugüne nasipmiş! Anlaşılan aşılmaz bir sorun var. Her ne kadar kendimizi misafir gibi görmesek de, burası sizin eviniz ve kimse bizimle ilgilenmedi. Ama mahsuru yok!”
“Sevindim. Burası sizin de eviniz, istediğiniz gibi rahat…” diyen Gaye, duraklayıp kadının üstündeki dekolteli ve sırtı nerdeyse tamamen açık geceliği görmezden gelerek:
“…davranabilirsiniz!” diye ekledi.
“Ben de öyle düşünmüştüm.”
Gaye’nin aklına bir şey takıldı, Kenan’ın tuhaf halleri, acaba bu kadın yüzünden hasıl olmuş olabilir miydi diye düşünürken kadının, birden:
“Kenan nerde?” diye sormasıyla irkildi. Çenesi titredi. Gözleri seğirdi ve dudaklarını bir iki emdikten sonra:
“Kenan’ı da nerden tanıyorsunuz?” diye fısıldayarak sordu. Kadın, onun sorusunu havada bırakmak zorunda kaldı; çünkü Kenan ve Hamdi, birlikte odadan çıkmışlardı ve kadın, dönüp onlara odaklanmıştı. Gaye’nin gözleri, Kenan’ın üstünde kitlendi. Kenan, yine onu gördüğüne şaşkın bir ifadeyle bakarken Gaye, yanında duran Kenan’ın koluna, babasına ve kadına çaktırmadan vurdu. Kenan kendine geldi ve Gaye’ye baktı. Hamdi, kadına hitaben:
“Kusura bakmayın hanımefendi! Bir sorun oluştu ve onu gidermek için uğraşıyoruz! Siz ve Yorgo, istirahatinize bakın! İşimiz hallolur hallolmaz, sizinle gereken şekilde ilgileneceğiz! Burası sizin de eviniz ve lütfen rahatınıza bakın!” deyince kadın, sanki Kenan’a nispet eder gibi:
“Merak etmeyin Hamdi Bey! Biz, daha uzun bir zaman burada kalacağız! Siz işinizle iştigal edin!” dedi ve son defa Kenan’a baktıktan sonra tekrar merdivenlere yöneldi. Hamdi, kızına baktı ve bir şey demeden yürürken Kenan, kadının arkasından baktı bir müddet ama Gaye, onun kolunu çekiştirince kendine geldi. Ona dönüp ne oldu dercesine başını hafif eğdi. Gaye, soğuk bir ifadeyle:
“Ne o Kenan Bey? Bu kadını çok mu beğendiniz?” diye sordu. Kenan, işi gırgıra vurmayı seçti ve gülümseyerek:
“Çok beğendim, ederi ne bunun?” deyince Gaye, hırsla onun koluna vurup:
“Kafanı kırdırtma şurada!” diye çıkıştı. Kenan, bir şey demeden Hamdi’nin peşinden giderken Gaye, Kenan’ın peşine takıldı. Merdivenlerin görünmeyen tarafında durmuş olan kadın, dudaklarını emerek ve sanki gizli bir planı varmışçasına hafifçe başını sallıyordu.
Bahçeye çıktıklarında Gaye, birden babasının karşısına dikildi. Gözlerini, babasının gözlerine dikerek:
“Baba, ne oluyor ya?” diye sordu. Hamdi, kızını tepeden tırnağa süzdükten sonra ufak bir açıklama yaptı.
“Kenan için, benimle pazarlık yapıyorlar. Ya Kenan’ı vereceğim ya da onlara ölüm sunacağım! Yeterince bir açıklama oldu mu kızım?”
Gaye’nin göz bebekleri büyümüştü, babasının dedikleriyle şoka uğramıştı ve adeta dilini yutmuş gibiydi. Kenan, Gaye’nin tuhaflaşan haliyle içten içe gülümserken Hamdi, Kenan’a bakıp otur dercesine yer gösterdi. Kenan otururken Gaye, babasının çatıklaşan kaşlarıyla muhatap oldu. Ama bozuntuya vermeden oturunca Hamdi, kaşlarını daha da çatarak:
“Bize müsaade eder misin kızım?” der demez Gaye, hışımla ayağa kalktı. Başını salladıktan sonra eve doğru yürüdü. Hamdi’nin çalan telefonu, ortama soğuk bir etki yaydı. Kenan, gözlerini kısarak Hamdi’ye bakarken Hamdi, telefonu açtı.
“Alo!”
“Karar verdin mi?”
“Verdim Sebastian! Kenan’ı alacaksın.”
“Güzel, ben olsam ben de aynı kararı verirdim!”
“Takası nasıl yapıyoruz?”
“Takas yok Hamdi!”
“Ne demek takas yok?”
“Kenan’ı, bir yere götürüp bırakacaksın! Adamlarım onu alacak ve ben de Payidar’ı serbest bırakacağım.”
“Bu şekilde anlaşma olmaz.”
“Sen bilirsin! Ben telefonu kapatayım o zaman!”
“Tamam, dur! Kabul ediyorum. Kenan’ı nereye ve ne zaman bırakalım?”
“Birazdan sana mesaj atarım.”
“Anlaşıldı!”
Kenan, telefonu sehpaya bırakan Hamdi’nin yüzüne baktı; Hamdi, içine sinmeyen şeylerle baş etmek istese de, zorlandığı açıkça belli oluyordu. Duyulan araba sesi, bakışları o yöne çevirtti. Gelen Rıfat’tı; telaşlı olduğu, daha arabadan iner inmez anlaşılmıştı ve Kenan’la Hamdi’ye doğru gelişi, patronuna ne kadar değer verdiğini gösteriyordu. Karşılarında durup:
“Buyurun efendim!” dedi. Kenan, hafif sinirli gözlerle ona adapte olurken Hamdi, sırtını koltuğuna yaslayıp Rıfat’ın yüzünü inceledi.
Odasındaydı Gaye; babasının ne karar vereceğini düşünüyordu, Kenan’ı verecek hali yoktu ya, ama yine içinde bir kurt dolanıp duruyordu ve Gaye, o kurtla girdiği savaşı sürdürmeye çalışıyordu. Çalan telefonu, onu kendine getirdi. Arayanın Zenan olduğunu görünce, hemen açtı.
“Söyle canım!”
Zenan, keyifli sesiyle onu rahatlatmaya çalışsa da Gaye, pek de rahat değildi. Arkadaşının onu dışarıya davet edişi, hatta onun doğum günü oluşu, zerre etkilememişti onu ama yine de ona:
“İyi ki doğdun canım! Ama önemli bir sorun var. Gelemeyebilirim!” demişti. Zenan, bu sefer de telaşlı bir sesle:
“Ne oldu, sen iyi misin?” diye sormuştu.
“İyiyim ama yolunda gitmeyen bir şeyler var. Şu an anlatamam!”
“Gelmemi ister misin?”
“Sen programını bozma!”
“Ama haber ver, olur mu?”
“Olur canım!”
Kapanan telefonu, tekrar komodinin üstüne bırakmıştı Gaye; yine aklı, babasının vereceği karara ve Kenan’a odaklandı. İçi içini yiyip dururken kapısının çalışı, yerinde doğrulmasına neden oldu. Açılan kapıdan içeri giren Yorgo’nun yanındaki kadın, adını her ne kadar Gaye’ye söylemiş olsa da Gaye, şu an onun adını hatırlamıyor ve umursamıyordu bile; sadece Kenan’la olan alakasını merak ediyor ve açıkçası Kenan’ı, her kadından olduğu gibi ondan da kıskanıyor ve uzak tutmak istiyordu.
“İyi misin?”
Kadının sorusuyla, daldığı düşüncelerden kendine geldi. Yalancı bir tebessümle:
“İyiyim, kötü mü görünüyorum?”
“Dalgın görünüyorsun, bir şey mi oldu?”
“Babamın işleri… Canımı sıktı biraz!”
“Senin işin de zor Gaye!”
Gaye, kadının birden samimi olup aradaki mesafeleri kırmasına aldırmadan gözlerini kıstı ve ona yoğunlaştı.
“Nedenmiş o?”
“Hamdi Çeliker gibi bir adamın kızı olmak, öyle kolay değil! Babanın ne işler yaptığını, sen benden daha iyi biliyorsun! Birazcık canın sıkılabilir.”
“Her zamanki işleri işte! Canımı sıkmadığı bir günü yok, sağ olsun! Ama asıl canımı sıkan…”
Durdu Gaye; anlatıp anlatmamak arasında dolandı durdu, ne diyebilirdi şimdi ve ne anlatacaktı? Canını asıl sıkanın, bizzat o olduğunu söyleyemezdi. Misafirdir sonuçta ve Gaye, o terbiyeyi elinden indirecek biri değildi. Kadın da merak etmişti; Gaye’nin ona söylemek isteyip de söyleyemediği her neyse, şu an onun içini karıncalatmış ve açıkçası merak kırbaçlarını beynine indirip durmuştu. Gaye, derin bir nefes aldıktan sonra:
“…başka şeyler var. Kusura bakma!” diye ekledi. Kadın, hafif bir tebessümle, Gaye’nin lafı dolandırıp ona dokundurmadan sağlam bir yere bağlamasına ve onun zekasına hayran kaldı. Ama belli etmeden:
“Önemli değil! Sonuçta yeni tanıştık, ileride bana anlatabilirsin!” demişti. Gaye, onun kapıya yönelişini izledi. İçinden bağırmak geldi; aklındaki soruları, hançer misali onun beynine saplamak gelse de, yeri değil düşüncesiyle vazgeçti. Kadının kapıdan çıkışıyla, yüzünü pencereye dönerek derin bir iç çekti.
***
Pendik’in ücra ve kırsal bir semtine getirmişlerdi; kafasında kar maskesi, elleri arkadan bağlı ve bir taşa oturtulmuş bir şekilde bırakılmıştı. Kafasındaki maske, kimliğini de örtbas etmişti. Cüsse olarak Kenan’ı anımsatıyordu. Duyulan araba sesi, yanındaki adamlara yol göründü anlamı taşıyordu. Onlar giderken maskeli kişi, bir şeyler göremese de etrafına bakındı. Ağzı da bantlıydı. Aracın durduğunu hissetti. Adamlar, hızla araçtan inerek maskeli şahsın etrafına dizildi. Birkaçı etrafa bakınırken iki kişi, yerden onu kaldırıyordu. Araca alınırken de etrafına bakınıyordu ama bir şey göremiyordu. Aracın hızla hareket etmesi, bir müddet sonra gözden kaybolması, diğer adamların tekrar ortaya çıkmasına neden olmuştu. Biri, telefonu çıkarıp bir numarayı aradı. Diğerleri etrafa bakınıyordu. Az sonra Hamdi’nin sesi, hoparlörden duyuldu.
“Aldılar mı?”
“Aldılar efendim!”
“Tamam, siz geri dönün!”
Telefon kapanmıştı ve adamlar, sol tarafta biraz ilerideki merdivenlerden aşağı mahalleye doğru ilerlemeye başladılar.
***
Okulda ders dinlemez hale gelmişti; kendini sahile vurmuş, bir bankın üstünde dalgın ve kendinde değilmiş gibi gözlerini Marmara’nın dalgalarına dikmişti. Aklı babasındaydı Simay’ın; onu tekrar görebilme umudu, hiç yakasını bırakmıyordu, sırf onu görmek için dualar edip duruyordu ama aklına takılan bir diğer konu da Pamir’di. Kaç zamandır yoktu ortalıkta, ne onu aramış ne de onu rahatsız etmişti. Ona karşı öfkeliydi, sinirliydi ve kendince söz vermişti kendine; onu gördüğü yerde, boğazına yapışıp babasına yaptıklarının hesabını soracak ve belki de onu öldürecekti. Başını hafifçe salladı, bu deli saçması düşünceden vazgeçti; o kimseyi öldüremez, elini kana bulamaz biriydi. Duyduğu ayak sesleri, onu düşüncelerini bölse de dönüp kim olduğunu öğrenmek dahi istemedi. Yoldan geçen insanlardan biridir diye düşündü. Duyduğu sesle, bu düşüncesinin yanlış olduğunu anladı.
“Simay!”
Dönüp baktı. Cem, hemen yan tarafında durmuştu. Yavaşça ayağa kalkarken onun üzgün bakışları, nedense gözlerinden kaçmamıştı. Gözlerini kısarak:
“Ne oldu Cem?” diye sordu. Derin bir nefes alan Cem, hıçkırığını yuttu. Banka oturup kızın da oturması için bir işaret yaptı. Simay, daha da endişelendi. Babası hakkında bir şey mi biliyordu acaba? Oturarak:
“Ne oldu?” diye sorusunu yineledi. Cem, bakışlarını denize dikerek ve yutkunarak:
“Pamir…” deyip sustu. Pamir ismini duyan Simay, birden hırsa ve öfkeye kapıldı. Ellerini yumruk haline getirip Cem’in üzgün suratına adapte oldu. Sanki hırsını ondan çıkarırcasına:
“Bana o şerefsizden bahsetme Cem!” diye çıkıştı.
“O şerefsiz öldü.”
Birden irkildi Simay, Cem ne demişti öyle, öldü mü Pamir? Gözleri, nemli bir vaziyet alırken Cem, derin bir nefes alıp:
“Bu sabah, cesedi kıyıya vurmuş. Balıkçılar bulmuş. Pamir’in intihar ettiğini söylüyorlar. Bunun bir intihar olmadığını, biliyor olmalısın Simay!” deyince Simay, sırtını banka yasladı. İntihar mı, cinayet mi? O da tereddüt etti. Belki Rıfat, Pamir’in yaptıklarını öğrenmiş ve onu öldürmüştür düşüncesiyle cebelleşip durdu. Cem, hıçkırdıktan sonra:
“Pamir’i, baban mı öldürdü?” diye sordu. Simay, burnunu çekti; Pamir için üzülmüştü elbette, nitekim kaç yıllık nişanlısıydı ve onunla, nişanlı evresini geçmiş biriydi. Bir ilişkileri vardı. Her ne kadar şerefsiz biri olsa da, birlikte geçirdikleri günlerin hürmetine üzülmüştü. Ama babası yapmış olamazdı. Zira kaç zamandır ondan haber alamıyordu. Rıfat olabilir diye düşünürken Cem, sorusunu yineledi. Gözlerini ona çevirerek:
“Pamir beni aradı ve babanı öldürdüm dedi. Babam kayıp… Herkes onu arıyor. Pamir’in ölümü, benim de kafamı bulandırdı. Rıfat onu öldürmüş olabilir. Ama Rıfat, daha bu sabah öğrendi Pamir’in bana söylediklerini. O da olamaz!” deyince Cem, elleriyle yüzünü örtüp biraz bekledi. Sonra birden:
“Kim?” diye gür bir sesle sordu. Simay irkilmişti, Cem hiç bağırmamıştı ona ve bu sefer çok kızgındı. Cem de yaptığına pişman olmuş gibi:
“Kim?” diye fısıldayarak sormuştu bu sefer; Simay’ın aklında biri yoktu, Rıfat’la babasından emindi ama kim olabilir?
“Bilmiyorum!”
Ayağa kalktı Cem, bakışlarını ona dikerek ve bu sefer tehditkar bir tavır takınarak:
“Araştıracağım Simay! Baban çıkarsa…” deyip sustu. Simay, kızmaya başlıyordu. Hırsla ayağa fırlayıp:
“Bana bak Cem! Babam ya da Rıfat… Her kim öldürdüyse onu, bil ki Pamir hakkettiği içindir. Bütün bunların sorumlusu, o! Suçlu arama!” deyince Cem, hafifçe başını salladı.
“O seni çok seviyordu.”
“Onun için mi haydutlara peşkeş çekti? Sevgisi, kendi kıçını kurtarana kadar sürdü, öyle mi?”
“Pişmandı. Çok pişman olmuştu. Ona bir fırsat verseydin…”
Simay, parmağını kaldırıp onu susturdu ve:
“Ona bir fırsat daha verseydim, yine aynısı olurdu. Tekrar kaçırıldığımızda, kendini kurtarmak için beni satardı. Senin arkadaşın, öyle biriydi Cem! Onun ölümüne üzüldüm, gerçekten üzüldüm! Ama ondan daha önemli bir işim var. Babam… Onu bulmalıyım!” dedi. Cem, başka bir şey söylemeden giderken Simay, tekrar banka oturdu ve bu sefer de Pamir’in yasını da düşüncelerine ekleyerek yine dalmaya başladı. Denizin dalgaları da, sanki onun düşüncelerine ortak olmak ister gibi fokurdayıp kıyıyı kırbaçlayıp duruyordu.
***
Emirgan…
Kar maskeli adam, Sebastian’ın adamları tarafından salona alındığında Sebastian, yanında Raskom’la birlikte karşısında durmuştu; ikisinin yüzünde, keyifli bir ifade vardı, istediklerini ele almış gibi halleri, yüzlerinden okunuyordu ve nitekim Kenan önlerindeydi. Sebastian, hafifçe başını sallayıp:
“Beni Rusya’dan kaçırıp buraya getirmekle, hayatının en büyük hatasını yaptın Kenan! Bunu yanında bırakamazdım. Yaptığım planla, hem sana hem de Hamdi’ye büyük bir darbe indirdim. Artık Hamdi, benim kim olduğumu anlamıştır. Seni öldürmekle, Hamdi’yi de öldürmüş olacağım. Ama önce yüzüne bakacağım, gözlerinin içindeki o korkuyu göreceğim Kenan!” dedikten sonra adamına baktı. Aç yüzünü dercesine bir işaret verdi. Adamı, hızla maskeyi tutup kaldırdı. Sebastian irkildi, Raskom’un gözleri irileşti ve adamların şaşkın bakışları arasında Rıfat, yüzüne yaydığı tebessümle:
“Kenan yok, yerine ben geldim!” deyince Sebastian, tuzak olduğunu hemen anladı.
Siyah bir minibüs, evin önünde durduğunda ön koltuktaki camdan avlu kapısının önündeki adama ateş açıldı. Kenan, adamlardan birini indirirken minibüsün arka kapısı açıldı ve inen adamlar, mevzi tutarak ateşe başladılar.
Rıfat, ellerini daha önceden bileklerinin arasına sıkıştırdığı bıçakla çözmüş ve artık hazır olduğunu anlamıştı. Dışarıdan gelen silah sesleri, onun için işaret sayılıyordu. Rıfat, hızla yan tarafındaki adamı itekledi ve elindeki silaha asıldı. Adam, Rıfat’ın kafasına vurmak istedi ama Rıfat, eğilip ona çelmeyi taktı. Adam düşerken diğer adamlardan biri, hızla Rıfat’a doğru atıldı ama Rıfat, elindeki bıçağı ona fırlatıp adamın boğazına sapladı. Çevreye fışkıran kanlar, Raskom ve Sebastian’ı ürkütmüş gibiydi. Sebastian, avazı çıktığı kadar:
“Tutun şu adamı!” diye bağırsa da nafileydi; Rıfat, yere düşürdüğü adamın elindeki silahı, kıvrak bir hareketle kapıp etrafındaki adamlara sıktı ve salonla mutfak arasındaki duvarı kendine siper bildi. Sebastian, koltuğun arkasına kendini atarken Raskom, kanepenin arkasındaki boşluğa geçip Rıfat’a ateş açtı.
Kenan, bahçe kapısının önünde durup üst üste ateş etti ve iki adamı birden indirdi; Bünyamin, yanındaki adamla birlikte avlu duvarının üstünden ateş açıp eğilerek mevzi tutuyorlardı. Kenan, hızla kapıya bir tekme geçirdi; hızlı bir şekilde koşup bir aracın arkasında mevzi tutarak ateş etmeye devam etti ve bu sırada bir kişiyi daha indirmişti. Adamlar çok kalabalıktı; takriben yirmiye yakın adam, evin kapısında, bahçede ve sağında solunda birikmiş, her yerden ateş ediliyor ve adeta kuş uçurtmuyorlardı.
Rıfat, içerde sıkıştığını anlamıştı; üst üste gelen mermiler, bunu gösteriyordu, o da arada bir çıkıp ateş ediyor ve eldeki mermileri kısıtlı kullanmaya çalışıyordu. Tek temennisi, Kenan’ların çabuk gelmesi ve onu bu cendereden çıkıp almasıydı. Ortalıkta Payidar görünmüyordu. Ya çoktan ölmüş ya da o alındıktan sonra söylendiği gibi bırakılmıştı. İkincisini diledi. Duvara saplanan mermi, onu düşüncelerinden sıyırıp çatışma ortamına geri getirdi.
Kenan, yerinden çıkıp her iki silahıyla ateşe geçti; sağ taraftan gelen adam vuruldu, soldaki de mermilerden nasibini aldı ve kapıda bekleyenlerden biri de düştü. Kenan, içeride mahsur kalan Rıfat’ı ve Payidar’ı düşünüyordu. Onlara yetişmek ve onlara bir şey olmadan kurtarmak istiyordu. Tekrar yerine sinerken Bünyamin’le yanındaki adamların bahçeye girişini izledi.
Sebastian, dışarıdaki baskından haberi vardı; ne yapacağını düşünüyordu, kötü oyuna gelmişti ve akıl etmediği başına gelmişti. Yerinden çıkıp ateş ederken aklından buradan çıkmak geldi. Ama nasıl çıkacaklardı? Payidar’ın odasında balkon vardı; o balkondan atlayabilir ve paçasını kurtarabilirdi. Hemen aklına eseni yaptı; Raskom’a bakıp ona durumu anlatırken Rıfat, yerinden çıkıp birini indirdi ve ikisinin fısıldayarak konuştuklarını gördü. Ne dediklerini duyamasa da, Payidar’a bir şey olur endişesiyle geri çekildi. Çekilirken de birini daha indirdi.
Kenan, Bünyamin’le aynı mevzide ateş ediyordu; ona dönerek ve başını sallayarak bir şeyler anlatmak istedi. Bünyamin anlamıştı ve onun dediğini, içi el vermese de yapacaktı. İkisi de aniden yerlerinden çıkıp hızla kapıya doğru koştular; üst üste ateş etmişlerdi, Sebastian’ın adamları geri çekilmek zorunda kalmış ve gelen mermilerden kimiler kendilerini kurtaramazken diğerleri içeri doluşmuştu.
Payidar’ın bulunduğu odaya giren Sebastian, silahını doğrultup onu öldürmek isteyen Raskom’un kolundan tuttu; gözlerini irileştirdi, sanki azarlar gibi dudak bükerek pencereyi işaret etti ve ikisi, hızla pencereye doğru koştu. İçerden silah sesleri, son sürat devam ediyordu.
Rıfat, son bir iki el daha ateş ederken silahındaki mermiler tükendi; Kenan ve Bünyamin’in geç kaldığını düşündü, artık tamamen çaresiz kaldığını hissediyordu ve ne yapacağını bilemiyordu. Her taraftan mermiler geliyordu ve yanındaki duvara saplanıyordu. Rıfat, derin bir nefes aldı; teslim olsam, belki beni yaşatırlar umuduyla yerinden çıkmaya karar verdi. Gür bir sesle bağırdı.
“Kesin ateşi, teslim oluyorum!”
Yerinden çıkmadığı için, içeriyi net göremiyordu. Birden duyduğu sesle, yüzüne bir tebessüm geldi.
“Çıkma sakın!”
Kenan’ın sesiydi bu; içeri dalmış, üst üste ateş ederek bir koltuğu kendine siper etmişti ve içerde kalan son dört kişiye ateş edip duruyordu. İçeride Sebastian’ı görememişti. Bu işte bir gariplik vardı. Bünyamin de içeri girdi. Birini indirdi, duvara sırtını dayayıp şarjörünü değiştirmekle uğraşırken Kenan, yerinden çıkıp yerde yuvarlanarak ateş etti ve iki kişiyi birden vurdu. Kalan son adam, iyice sıkışmıştı. Patronları da gitmişti. Çaresiz bir şekilde kıvranıp duruyordu. Tam yerinden çıkıp ateş etmek için hazırlanırken Kenan’ın silahından çıkan mermi, onun göğsüne saplandı ve yere düştü. Silah sesleri dinmişti. Birden aşağıdan bir vaveyla koptu.
“Adamlar kaçıyor.”
Kenan, hızla salon tarafındaki balkona doğru koştu; kendini dışarı attığında, araçların hızla uzaklaşmakta olduklarını gördü. İki araç, son sürat ilerliyordu. Kenan, yapacak bir şey olmadığını anlayınca, başını sallayıp içeri geri geldi.
“Payidar nerde?”
Kenan’ın sorusu, Rıfat’ın yavaşça başını sallamasına neden oldu; Bünyamin, etrafına ve yerdeki adamlara bakıp duruyordu. Kenan, kimseden yanıt alamayınca gözleri, karşı tarafta olan odanın kapısına takıldı. Hızla odaya doğru yürüdü. Rıfat da onun ardında yürürken Bünyamin, yerinde sabit durup ikisini izledi. Kenan, kapıyı açtığında yüzüne bir tebessüm yerleşti. Payidar oradaydı ve yaralı bir şekilde uyutuluyordu. Tepesindeki serum boşalmış, nefes alışı normal ve beti benzi yerinde gibiydi. Rıfat, patronunun başında durdu. Eliyle çene altındaki nabzını ölçtü. Derin bir nefes alıp:
“Çok şükür, yaşıyor!” diye fısıldadı. Kenan, onun yanında durup:
“Yaşadığı, uzaktan da belli oluyordu Rıfat, fantezi yapmaya gerek yok!” dedi ve gülümsedi. Rıfat, dönüp ona baktı. Bakışında minnet ve teşekkür vardı; Kenan olmasaydı, belki de patronunu bulamazdı ve Simay’a karşı mahcup olurdu. Kenan’ın yaptığı plan, gerçekten işe yaramıştı; Kenan’ın yerine o girmiş, vücudunda taşıdığı vericiyle yerlerini bulmuş ve ani baskınla, hem onu hem de patronunu kurtarmıştı. İşte bu, Kenan’a olan minnetinin göstergesiydi. Onu kaldırıp sorguya aldığı günü hatırladı; ona attığı her yumruk için pişman olmuştu şimdi, onu konuşturmak için tekme tokat girişmişti ve utandı Rıfat, o günleri kovaladı beyninden.
Payidar araca taşınırken Kenan, bir köşede durmuş ve onları izliyordu; devlet için nelere katlandığını, neler yaptığını ve kimler için çalıştığını düşündü. Devletin bekası için, devletin bekasını bozanlarla aynı ortamı soluyor, aynı işleri yapıyor ve aynı tabaktan yemek yiyordu. Tiksindi kendinden; ama her şey devlet içindi, devletin bekası ve refahı içindi. Bununla avuttu kendini; ne yapabilirdi ki, nasıl mücadele edebilirdi ki başka? Düşüncelerini kovaladı, kafası rahattı artık yani şimdilik; çünkü Sebastian belası, daha tam olarak bitmiş değildi. Hamdi bunu duysa kızacak, köpürecek ama ne yapsın, yetişemedi işte!
***
Akşamın karanlığında, kendini odasındaki balkona atmış ve dışarıdaki serinliğe rağmen düşüncelere dalmıştı Kenan; aklından atamıyordu o kadını, sıyrılamıyordu ondan ve ondan her ne kadar uzak durmak istese de, onunla aynı evde olmak, aynı havayı solumak zoruna gidiyordu. Ne yapabilirdi ki? Nitekim Hamdi’nin misafirleriydi. Çekip gitse dikkat çeker, dikkat çekse olmaz, iyice kafası karışıktı; kapının çalmasını duyamadı, çünkü dışarıdaydı ve içeri giren Gaye’yi de görememişti. Gaye, balkon kapısına yaslanıp onu izledi. Dalgındı Kenan; uzaklara dikmişti gözlerini, kimi düşündüğü muammaydı ve Gaye, balkona çıktığında Kenan, hâlâ dalgınlığını koruyordu.
“Sana eşlik etmemde bir mahsuru var mı?”
Gaye’nin sesiyle, sıçrayarak düşüncelerinden sıyrıldı. Ona dönüp baktı ve gülümsedi.
“Bu ne sessizlik kızım? Ödümü parçaladın!”
“Neden dalgınsın böyle?”
“Hiç… Geçmişime odaklandım yine! Bu aralar sistem error veriyor. Kusura bakma!”
“Bir parti var, gel istersen!”
“Ne partisi?”
“Doğum günü… Hem seni arkadaşlarımla tanıştırmak istiyorum. Gerçi ben gitmek istiyorum ve muhtemelen babam, seni de benimle gönderecek!”
“Zorluyorsun yani?”
“Öyle de denebilir.”
“E ne yapalım? Mecbur geleceğiz, belki kafam dağılır.”
Gaye, munzır bir tebessümle:
“Gelmezsen kafanı ben dağıtırım!” deyince Kenan, acımsı bir gülümseme yolladı ona ve yine sessizliğe büründü.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Payidar, hâlâ derin bir uykudaydı; ona ne vermişlerdi, bilinmiyordu ve bilinci yerine gelmemişti daha. Ama yarası sarılmış, bıçağın deldiği yerler dikilmiş ve gerekli müdahale yapılmıştı. Durum olarak iyi olmasına rağmen, derin uykuda oluşu insanı korkutuyordu.
Simay, salonda oturmuştu; babasının bulunmasına sevinmişti ama sevinmesi, bir nevi kursağında kalmıştı. Çünkü babasının uykuda oluşu, onu açıkçası çok korkutuyordu. Kaç sefer Rıfat’a, doktor talebinde bulunsa da Rıfat, Hamdi’den aldığı emirle bunu reddetmişti. Şimdi çaresizce bekliyor ve babasının uyanmasını istiyordu. Karşısında oturmakta olan Rıfat’a bakıp:
“En azından doktor getirelim! Baksın!” deyince Rıfat, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Lütfen Simay, doktor falan yok! Baban iyi, hem de çok iyi! Sadece uyuyor. Yarına kadar uyanır belki!” dedi.
“Ya uyanmazsa?”
Rıfat, birden sorulan soruyla irkildi; o da bunun cevabını bilmiyordu, ya gerçekten uyanmazsa Payidar, o zaman ne yapacaktı, bunun hakkında en ufak bir fikri bile yoktu ama mecbur bekleyecekti. Simay’a bir cevap sunması gerekiyordu.
“O zaman doktor getiririz.”
“İş işten geçtikten sonra mı? Ya neden bu ülkede bu düşünce hakim? Neden doktor ilk çare değil de, hep son çare olarak düşünülüyor?”
Rıfat, derin bir iç çekip:
“Bekleyeceğiz Simay!” dedi ve kestirip attı. Birden Simay’ın aklına geldi. Yerinde dikleşip:
“Pamir’i sen mi öldürdün?” diye direk sorunca Rıfat, birden irkildi. Gözlerini kısarak:
“Ne?” diye sayıkladı.
“Pamir ölmüş. Sen mi öldürdün?”
“Pamir hakkında en ufak bir bilgim yok Simay! Ben, babanı bulmak için uğraşıyordum. Ölmüş mü Pamir?”
Simay, onun doğru söylediğine kanaat getirdi; çünkü Rıfat, gerçekten babasını bulmak için uğraşıyordu ve ne zaman bulup nasıl öldürecekti ki, ona da saçma geldi. Rıfat, yavaşça ayağa kalktı. Salonda volta atarken derin bir nefes alarak:
“Payidar Abi bıçaklanmış! Muhtemelen Pamir yapmıştır. Ama onun ölümü, benim de aklımı bulandırdı. Ben öldürmedim, babanın durumu malum ve geriye, tek bir seçenek kalıyor.” deyince Simay, yavaşça ayağa kalkıp:
“Nedir o seçenek?” diye sordu.
“Pamir, babanın ve adamlarının korkusundan intihar etmiş olabilir.”
Simay’a da mantıklı geldi bu tez; ama zerre cesareti olmayan birinin, kendi hayatına kıyması, düşüncelerini allak bullak ediyordu ve en iyisi, şu an bunları düşünmemek ve babasının uyanmasını beklemek diye düşünerek:
“Her neyse! Babam uyansın da, gerisi boş!” dedi. Rıfat, yavaşça başını sallamakla yetindi.
***
Sabah olduğunda Kenan, kapının çalma sesiyle zor da olsa araladı gözlerini; güneş ışınlarını falan göremedi, muhtemelen bulutlu bir hava vardı dışarıda, kalkmak için hareket ettiğinde, karşısında Bünyamin’i gördü.
“Pars, gelmeni istiyor.”
“Tamam! Sabah vakti ilk seni görmek, beni biraz ürküttü doğrusu!”
Gülümsedi Bünyamin; bir şey demeden kapıya doğru yürürken telefonu çaldı, Kenan da kalkmış ve banyoya gitmek için ona doğru yaklaşıyordu. Telefonunu açan Bünyamin, kulağında yankılanan sesle irkildi.
“Seni izliyoruz, yakında arkadaşımızın intikamını alacağız!”
Telefon kapanmıştı; Kenan, tam yanından geçerken onun buza dönmüş suratını görünce durakladı, dönüp ona baktı ve yaklaştı.
“Ne oldu, bir sorun mu var?”
Bünyamin, ona dönerek kendini toparladı; rengini açık etmek istemedi ve ona söylemek yerine:
“Yok, sen işine bak!” diye kestirip attı. Kenan, kapıdan çıkan Bünyamin’in arkasından bakıp gülümsedi.
Odasından çıktığında, Yorgo’nun yanındaki kadının onu beklediğini gördü; yüzü düştü, rengi soldu ve midesi bulandı. Kadın, onun tam karşısında durup:
“Hiç değişmemişsin!” deyince Kenan, kaşlarını çatarak:
“Sen çok değişmişsin, insanlıktan çıkmışsın resmen!” der demez kadın, hafif bir somurttu. Sonra da tebessüm ederek:
“Konuşmak istiyorum, sana mesaj atarım!” deyince Kenan, sert bir sesle:
“Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok! Sen yoluna, ben yoluma!” diye çıkıştı. O sırada Gaye, birkaç basamak aşağıda ve onları duyabilecek bir konumdaydı. Kenan’ın kadınla olan ses tonu, onu baya şaşırtmıştı. Hafifçe başını sallayıp aşağı inerken Kenan, kadının yanından geçip yürüdü. Kadın, onun arkasından:
“Çok önemli…” deyince duraksadı. Kadına dönerek:
“Beni bağlamaz!” dedi.
“Lütfen!” diyen kadın, bir iki adım atıp ona doğru yaklaştı.
“Hiç değilse…”
Kenan, elini kaldırıp onu susturdu.
“Tamam, geleceğim!” diyen Kenan, başka da bir şey söylemeden merdivenlerden aşağı inerken kadın, onun arkasından bakıp gülümsüyordu.
“Günaydın Pars!” deyip Hamdi’nin karşısında duran Kenan, Hamdi’nin:
“Günaydın delikanlı! Bu arada seni tebrik ve takdir ediyorum! Güzel bir planla bu işten, hem kendin sıyrıldın hem de bizi düze çıkardın!” demesiyle, yavaşça başını sallayıp:
“Ben görevimi yaptım Pars!” deyince Hamdi, ayağa kalkıp ona yaklaştı. Her geçen gün Kenan, onun gözünde değer kazanıyordu. Yaptığı işler, Hamdi’nin daha da hoşuna gidiyor ve Kenan’ı değerli kılıyordu.
“Görevin değildi, benim de görevim değildi. Ama sen, Payidar’ın sana yaptıklarını bile es geçip taşın altına elini sokmakla kalmadın ve o taşı göğüsledin. Bu da senin ne denli bir yüreğe sahip olduğunu gösteriyor.”
Gaye’nin onların yanında durmasıyla Hamdi, lafını noktalamıştı. Gaye, babasına güler yüzle bakıp:
“Babacım! Zenan’ın doğum günü partisi var. Müsaaden olursa, Kenan’la oraya gitmek istiyoruz!” deyince Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Gidebilirsiniz! Ama öncelikle Kenan, şimdilik bana lazım! Bir iki saat içinde…” dedi. Gaye, anlayış gösterdi; babasıyla Kenan arasından su sızmıyordu, buna nazar değecek diye çok korksa da, şimdilik kötü düşünmemek istiyordu ve gülümseyip:
“Tamam babacım!” dedi ve onların yanından ayrıldı.
“Şu Payidar’a gidelim, bir ziyaret edelim!”
Kenan, hafifçe başını salladı.
***
Şile’deki harabe bir eve gelmişlerdi; etrafı tellerle örülü evde, ikisi tek kalıyordu ve Raskom, açıkçası bu ülkeye geldiğine nerdeyse pişman olacaktı. Sebastian’ın öfkesi katlanmıştı. Yaptığı oyun, ufak bir dikkatsizlik yüzünden yerle bir olmuş ve tepetaklak olmuş bir şekilde şimdi harabe bir evdeydiler.
“Hamdi dediğin adam, bizi yerle bir etti. Tüm adamlar öldü.”
Raskom’un sesiyle, daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
“Merak etme, büyük oynamadım daha! Büyük oynamak için, saniye sayıyorum.”
Raskom, alay edercesine gülümseyince Sebastian, kaşlarını çatıp ona baktı. Raskom’un tebessümü kısa sürdü.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“Hâlâ uyanmadı efendim!” diyen Rıfat, telaşlı ve endişeli bir şekilde Hamdi’nin karşısında durmuştu. Bünyamin, Hamdi’nin hemen arkasında dururken Kenan, Hamdi’nin sol tarafında durmuş ve Rıfat’a bakıyordu. Hamdi, bu işten bir şey anlamamıştı. Kenan, bir şey söylemeden odaya yönelirken Rıfat, endişesi katlanmış bir şekilde onun arkasından baktı.
Kenan içeri girdiğinde, babasının başucunda bekleyen Simay’la karşılaştı; Simay, ilk defa gördüğü bu adamı tanımak için gözlerini kısmış beklerken Kenan, bir şey demeden Payidar’a yaklaştı, tepesinde durdu ve kızın ürkek bakışları arasında onun çene altındaki nabzına baktı. Simay, Kenan’ın olduğu tarafa gelip:
“Doktor musunuz?” diye sordu. Kenan’ın yüzünde, alaylı bir tebessüm belirdi. Simay’a baktı, tekrar Payidar’a tepeden baktıktan sonra:
“Babanızın doktoruyum!” deyince Simay, bunu ciddiye alarak:
“Gerçekten mi?” diye sordu. Kenan bir şey söylemedi. O sırada Payidar, hafif bir kıpırdadı. Kenan, onu işaret ederek:
“Verdikleri ilacın tesiri geçmek üzere! Şimdi uyanır herhalde!” deyince Simay, sevinmiş bir şekilde kenara çekildi.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Bu adam, ne yapmış böyle?” diye soran Musa, karşısında duran Emin’in yüz hatlarını inceledi. Kenan’ın yaptığı operasyonun görüntülerini izliyordu; Payidar’ı nasıl kurtardığını, yapılan planı ve her şeyi, Emin tarafından getirilen tabletten incelemişti.
“Bu adam, ne zaman bana haber verip hareket edecek, merak ediyorum!”
Emin, çaktırmadan gülümsese de Musa, onun gülümsemesini yakalamıştı. Hafifçe başını sallayıp sırtını koltuğa yasladı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“İşte böyle Payidar Bey, her şey bundan ibaret!” diyen Kenan, Payidar’a olan biteni anlatmıştı; Payidar, başından geçenleri Kenan’dan öğrenmiş, ona borçlu olmuş ve hatta hayatını kurtardığı için içten içe utanma duygusuna gömülmüştü. Zira o, Kenan’ı kaldırıp darp ettirmiş, esir tutmuş ve hatta Hamdi’ye karşı koz kullanmıştı. Şimdi çok utanıyordu. Zor bela çıkan sesiyle:
“Sağ ol Kenan! Sana borçlandık!” deyince Kenan, ince bir tebessümle:
“Ödersin Payidar, zamanımız bol!” dedi. Payidar, hafifçe başını salladı. O sırada kapı açıldı ve Hamdi, yanında Bünyamin ve Rıfat’la içeri girdi. Payidar, karşısında duranlara baktı. Gözlerinde yorgun bir ifade ve yüzünde acımsı bir tebessüm… Tablo, bundan ibaretti. Kenan’ın çalan telefonu, gelen bir mesajın habercisiydi. Ekrana bakan Kenan, tanımadığı bir numara gördü. Aklına o kadın geldi. Buluşmak ve konuşmak istiyordu. Bir adres verilmişti. Kenan, mesaja bakıp hafifçe başını sallarken Hamdi, Payidar’la konuşuyordu.
***
Verilen adres, bir sahildi; banka oturmuş olan kadın, belli ki Kenan’ı bekliyordu. İçinde bir hüzün birikmişti kadının, tarifi zor ve imkansız bir hüzünle denizin masmavi suratına dalmış bakıyordu. Öyle dalgındı ki, yanında duran Kenan’ı fark edemedi. Kenan, soğuk gözlerle onu süzdükten sonra:
“Buluşmak için, burayı mı seçtin?” diye sordu. Kadın irkildi ve kendine geldi. Kenan’a bakıp gülümsedi. Gözlerinde özlem, heyecan ve benzeri karışık duygular vardı. Yavaşça ayağa kalktı. Gözleri nemli bir şekilde Kenan'a bakıp:
“Beni kurtar Kenan!” deyince Kenan, gözlerini kısarak ona baktı.
Uzaktan bir çift göz, onların üstündeydi. Gaye, bir arabadaydı; aracın camından onları izliyordu, merak duygusu, ona Kenan’ı takip et diye komutlar yağdırmış ve Gaye, önce Payidar’ın evine, sonra da buraya kadar Kenan’ı takip etmişti. Şimdi de kadınla gizli buluşmasına tanık oluyordu. Gözlerinde soğuk bir ifade ve kafası karışık bir Gaye vardı Kenan’ı uzaktan izleyen ve merakla olacakları bekleyen…
⌨⌨⌨
11. Bölümün Sonu
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top