"Bana Mamoste Derler"

1 Hafta Sonra…

Mecidiyeköy bulvarında bekleyen genç bir çocuk, sırtındaki okul çantasının kopçalarını sıkıca tutarak durakta, şehir içi otobüsünün gelmesini beklemekteydi. Kapalı bir hava vardı, bazen sis de bastırıyor ve görüş açısına buğular bahşediyordu. İyice kışa hazırlık yapan mevsim, sanki sonbaharı teğet geçecekmiş gibi bir izlenim veriyordu. Birkaç kişi daha toplandı, çocuğun yanında arabayı beklerlerken bir kadın, birden avazı çıktığı kadar bağırdı. Diğerlerinde peyda olan endişe ve telaş, kadının işaret ettiği yöne baktıklarında kat be kat artmıştı. Yerdeki bebek, oyuncak mıydı yoksa gerçek miydi bilinmez ama gözleri oyulmuş ve sanki dijital bir cihaz yerleştirilmişti. Sırtında çantası olan çocuk, cesaretli bir şekilde yerdeki bebeğe yaklaşırken az önce bağıran kadın, fenalaşarak yere yığılmıştı. Diğerleri, kadını ayıltmak için uğraşıp dururken çocuk, bebeğin başında durdu.

Giderek kalabalıklaşıyordu durak, her gelen yerdeki kadına bakıyor, ilgileniyormuş gibi yaparak aslında oralı bile olmuyorlardı. Çocuk, eğilerek bebeği yerden aldığında kalabalık, onun ne yapmaya çalıştığını merak ederek izlemeye başladı. Çocuk, nedense oyulmuş gözde yanıp sönen ışığa dikkat kesildi. Bir de bebeğin içinden saatin tik takları gibi sesler gelince daha bir meraklandı ve bebeği, yavaşça kulaklarına doğru götürdü. Oyuncak bebekti, bir el boyunu aşan bir cüssesi vardı ve çocuk, kulağına yaklaştırdığı bebeğin içinden gelen seslere kulak kesilince yutkundu. Gerisi, koca bir patlama ve etrafa savrulan insanlar oldu. Yer göğü yararcasına yükselen alevler, bombanın şiddetinin göstergesiydi. İlerdeki bir iki aracın camları tuzla buz olurken çevreden gelip geçen insanların da savrularak yere düşmesi, patlamanın şiddetini gözler önüne seriyordu. Ötüp duran sirenler, haykırışlar, bağırışlar ve acı dolu inlemeler, otobüs durağının ana temasını teşkil ediyordu.

Beykoz’un işlek bir caddesinde, elindeki valizi bir tenhaya bırakmıştı adam; üstündeki deri monta sıkıca sarılarak ve kafasına geçirdiği kapüşona dikkat ederek adımlarını hızla atarken kalabalığın oradan buraya dolanması, onun yüzünü gülümsetmişti. Attığı her adım, soluduğu her nefes ve gördüğü her kare, onun için keyif kaynağıydı. Başka bir sokağa daldığında, kafasındaki kapüşonu çıkardı; ela gözlerindeki kindar ifadeler, kumral çehresindeki öfke tonları ve kirli sakallarındaki nefret emareleri, gözle görülebilecek kadar belirgin ve aleniydi.

Bir apartmanın asansörüne binerken cebinden çıkardığı uzaktan kumandanın kırmızı yanan düğmesine baktı; yüzündeki tebessüm, daha bir belirgin olurken asansörün kapısı açıldı ve bir kadın, elindeki çantasını koluna takarak bindi. Adam, kumandayı ondan gizleyerek kadının yüzünü inceledi. İnce ve düzgün bir burun, süt beyazı bir ten, kapkara ve ipiri gözler, adamın bakmasını uzatıyordu. Adam baktıkça kadın, sıkılgan bir şekilde nefes alıyor; kadın sıkıldıkça adam, bakmaya devam ediyordu. Nihayet kapı açıldığında adam, kadının sıkılgan bakışları arasında asansörden inmek için kapıya doğru yürüdüğünde durdu, kadına döndü ve kadının anlamsız bakışlarına aldırmadan, hafifçe kadına yaklaştı. Kadın ondan uzaklaşmak istedikçe adam, biraz daha yakın durdu kadına ve gözlerinin içine bakarak fısıldadı.

“Ölmek için çok güzelsin!”

İrkildi kadın, başka da bir şey demeden asansörden çıkan adamın arkasından bakarken yutkundu; ne demişti bu adam, neyi kast etmişti ve neyden bahsetmişti diye düşünürken asansörün kapısı kapandı.

Binanın çatısına çıkan adam, apartmandan çıkmakta olan deminki güzel kadını gördüğünde, suratında hayıflı bir ifade belirmişti. Ellerini montun ceplerine koyarak beklerken, demin valizi bıraktığı yeri net bir şekilde görebiliyordu. Birkaç insanın, valizin başında beklediklerini görünce gülümsedi ama az önceki güzel kadının da onların yanına gittiğini görünce, gülümsemesi yarım kaldı.

“Ah güzel kadın, şiir gibi kokan kadın, roman gibi bakan kadın, film gibi akan kadın! Sen de mi ölmek için yaratıldın?”

Ellerini ceplerinden çıkardı; sağ elindeki kumandanın kırmızı yanan düğmesine bakıp gülümserken gözleri, yavaşça kayarak valizini bıraktığı yere kilitlendi. Bir polisin de kalabalığın arasına karıştığını görünce, hafifçe başını salladı. Parmağı düğmeye doğru kaydı, nefesini tutarken deminki güzel kadının apartmanı işaret ettiğini ve polise bir şeyler söylediğini görünce hiç düşünmeden düğmeye bastı. Birkaç saniye oynadı sadece; polisin geriye savrulduğunu, kadının dumanların arasında kaybolduğunu ve her yeri koca alevlerin sardığını gördü adam. Yaşanan patlama, çatısında durduğu apartmanı bile sallandırmış gibiydi. Hafif bir sendeleyen adam, art arda yaşanan patlamaları izlerken suratına müstehzi bir ifade yerleşti.

“Ah kadın! İhaneti okuyan kadın, hıyaneti dokuyan kadın ve esareti şakıyan kadın! Sen de öldün, güzelliğin de öldü.”

Fısıltısı, çatıdan atlayıp yokluğa karışırken adam, ellerini ceplerine yerleştirip çatıdan inmek için arkasındaki kapıya doğru adımlarını attı.

Bir şehir içi otobüsüne binen genç bir adam, yüzünde terli bir ifadeyle akbilini basarak arkaya geçmek istedi. İçerisi baya kalabalıktı, öyle ki tutunacak bir yer bulamayanlar, öylece cama yapışmış ve öyle ayakta gidiyorlardı. İki kızın arkasında duran genç adam, sırtındaki çantayı çıkarıp yere bıraktı. Kaküllerini geriye iterken masmavi gözleriyle kızlara şöyle bir bakış attı, direğe tutunarak yerinde sabit kalmaya çalıştı. Kulağında kulaklıkları vardı genç adamın, müzik dinliyor havası verse de aslında müzik dinlemiyordu. Kızlardan biri, şöyle yan gözlerle genç adama bakıp arkadaşına döndü ve gülümseyerek bir şeyler fısıldadı. Genç adam bunu görmüş, oralı bile olmamıştı. Birden cep telefonu titreyince, kızların gizli bakışları arasında elini, pantolonun üstünden telefonunu yoklayarak titrediğine emin olunca kulaklığın düğmesine basarak açtı. Kulağında yankılanan sesler, yutkunmasına neden olmuştu.

“Davan için… Devrim için… Aslın için…”

Kapanan telefon, genç adamın yüz ifadesini değiştirse de aldığı derin nefes, boğazındaki yumruyu yok etmişti. Hızla diğer cebindeki kumandayı çıkardı. Kızlar onu izliyor, ne yaptığını an be an takip ediyordu. Genç adam, kumandayı havaya kaldırıp gür bir sesle bağırdı.

“Ben, davamın sadık eriyim! Burası, emperyalizme ve kapitalizme cehennem olacak! Biji serok! (Yaşasın önderim)”

Kumandanın pimine bastığı an, her yerden feryatlar figanlar yükselmişti. Ana yolda sakince ilerleyen otobüsün birden alev topuna dönüp havaya uçması, trafiği alt üst etmeye yetmişti. Parçalanan ve havalara savrulan otobüsün parçaları, yola savrulup trafiğe olumsuz etki ederken yandan geçmekte olan araçlar da, bu alev parçalarından nasibini almıştı; arkadan gelen bir araç, otobüsün alevlerine dalarak kendini yangından alamadan alev alırken şoför ve yanındaki kadın, hızla kendilerini dışarı atmışlardı. İkisinin de elbiselerinde tutuşan alevler, onları yerde sürünmeye ve alevleri söndürmek için kıvranmaya sevk etmişti. Bağırışların kuşattığı ana yolda insanlar, adeta can pazarına düşmüştü. Her yerde acı dolu tablolar vardı.

***

“Sevgili seyirciler! İstanbul’un üç ayrı noktasında, eş zamanlı bombalar patladı. Güvenlik güçleri, olaylarla ilgili araştırmalar yaparken bu olaylarda, toplam elliyi aşkın vatandaşımız canından oldu. Yüze yakın vatandaşımız yaralandı. Yetkililer, olayların örgütle bağlantısı olabileceğinden şüpheleniyor. Gelişmeler oldukça, size nakletmeye devam edeceğiz.”

Haber spikerinin verdiği görüntülerde, polis ve olay yeri şeritlerinin ördüğü suç mahallerinden kareler gösteriliyordu. Kenan, televizyonu kapatıp sıkılgan bir şekilde derin bir nefes aldı. Odasındaydı, öğleden sonra dinlenmek için geldiği odada, haberlere bakmak aklına gelmiş ve baktığına da pişman olmuştu. Yatağa uzandığında, göz kapaklarına örgü çeken yorgunluktan kendini alamadan uykuya teslim oldu.

“Gaye! Gaye! Nerdesin Gaye?” diye bağırarak koşan Kenan, her yanı dumanlar içerisinde olan bir yerde avazı çıktığı kadar bağırıp Gaye’yi arıyordu. Her tarafta koyu bir sis vardı, genizleri yakan bir alev kokusu sarmıştı her yeri; Kenan koşuyor, koştukça bağırıyor, bağırdıkça koşuyordu. Gaye yoktu ortalarda, her yana bakmış ama bulamamıştı onu. Olduğu yerde diz çöktü; gözlerinden damlayan yaşlar, suratındaki terle birlikte yere damlarken Kenan, nefes nefese kalmış bir şekilde etrafına bakındı. Sisin ve koyu alev dumanının ördüğü her yer, görüşünü kapatıyordu.

“Nerdesin Gaye?”

“Kenan! Yardım et Kenan!” diye bağıran Gaye’nin sesi, onu tekrar ayağa kaldırtmıştı. Hızla koşmaya devam etti, sesin geldiği yöne doğru hızla ilerledi, geldiği bir noktada durup bekledi ve etrafına bakındı.

“Gaye!” diye bağırdığında, kendi sesinin yankısını duydu. Gaye yoktu, nerdeydi? Birden irkilerek sıçradı, tam önüne baktığında yutkundu ve acıyla örülen bakışları, hüzünle yüzgöz olup onun diz çökmesini sağladı. Tam önünde, boylu boyunca yerdeydi Gaye; yüzü gözü kan revan içindeydi, vücudunu kanlar sarmıştı ve saçlarında toz toprak vardı.

“Gaye!” diye fısıldadı Kenan; uzandı, kızın kanla süslenmiş ellerini tuttu, yüzü paramparça olmuştu kızın ve Kenan, avazı çıktığı kadar:

“Hayır!” diye bağırırken gözyaşlarını tutamadı. Yanaklarındaki tahrişler, dudaklarının yırtık hali ve çenesinin yamuk olmuş hali, Kenan’ı adeta yerle bir etmişti. Kızın saçlarına dokunduğunda, ellerinin kanlar içerisinde kaldığını görünce haykırdı.

“Hayır, olamaz hayır!” diye bağıran Kenan, az kalsın yataktan düşecek gibi sıçrayarak havaya zıpladığında Gaye, irkilerek geriye çekildi. Karşısında Gaye’yi, sapa sağlam ve dimdik gören Kenan, hızla kıza sarılıp sımsıkı bağrına basarak gözyaşları içerisinde sayıkladı.

“Sakın ölme, ölme benden Gaye! Ölme sakın, sakın ölme!”

Gaye, Kenan’ı sımsıkı sararak:

“Sakin ol canım, sakin ol! Bir kâbus gördün!” diye fısıldadı. Kenan, derin nefesler içerisinde:

“Olsun, sen yine de ölme!” deyince Gaye,

“Tamam da, beni boğacaksın ama!” der demez Kenan, ondan ayrılıp kızın yüzüne ellerini sürdü. Sonra da alnına, yanaklarına ve çenesine öpücükler kondurarak:

“Ben ölsem de sen ölme, sana ölüm yakışmıyor!” diye fısıldadı.

“Sana da yakışmıyor!” diyen Gaye, Kenan’ın öpücüklerine gözlerini yumdu. Tekrar Gaye’yi bağrına basan Kenan, gözlerini yumarken süzülen birkaç damla yaş, yanaklarından aşağıya atlayarak korkusunu ve acısını görsele taşıyordu.

Gizlice Kenan’ın odasına gelmişti Gaye; nedense Kenan uyurken Gaye, onu izlemeyi, onun uykusunu seyretmeyi seviyor, her fırsat buldukça odaya gelip gizliden gizliye bakıyordu. Şimdi de öyle yaparken Kenan’ın aniden uykuda terlediğini, sarsılıp durduğunu ve bağırarak uyandığını görünce korkmuş, ne yapacağını bilemez bir şekilde bakakalmıştı.

Kendine gelmişti Kenan, Gaye’nin getirdiği bardaktaki sudan yudumlar alarak kendini toparlamaya çalışıyordu. Gaye, onun bir elini tutarak yanına oturmuştu. Kenan’ın yüzündeki korku, endişe ve telaş dolu ifadeler, Gaye’yi de ürkütmüşe benziyordu.

“Bir kâbus gördüm Gaye! Kanlar içinde seni, yıkılmış bir beni gördüm. Anlatması zor, dile gelmesi nahoş bir şeydi işte! Hiç böyle bir kâbus görmemiştim. Hiç!”

Kenan’ın elini sımsıkı tuttu Gaye.

“Tamam geçti canım, geçti ve bitti! Unut lütfen!”

Bardağı bırakıp tamamen Gaye’ye yönünü döndü. Onun her iki elinden tuttu Kenan, kızın ürkek bakan gözlerinin içine gözlerini kilitledi ve konuşmak için bir yutkunduktan sonra lafa girdi.

“Bak Gaye! Her ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın bırakma beni! Sen benim yaşama hevesim, aldığım nefesim ve hayatımın gayesisin! Seni sevemem diye düşünürken aslında sensiz olamayacağımı anladım. Sensiz yapamayacağımı, sensiz nefes alamayacağımı bildim. Balıklar susuz yaşamaz, ben de sensiz yaşayamam! Ne olursun bırakma beni, yalvarıyorum!”

Gaye’nin gözlerinin nemlenmesi, içini saran bir burukluk ve aldığı nefesini geri verirken hıçkırması, Kenan’ın gözlerinden kaçmamıştı. Kenan’ın elleri terlemiş, yüzü gözü parlak bir vaziyet almış ve hızla alıp verdiği nefesiyle ne kadar korktuğu, nasıl korktuğu her halinden belli olmuştu. Aniden Kenan’ın boynuna sarıldı Gaye, gözlerini yumarak Kenan’ın kokusunu içine çekti. Aldığı her nefeste Kenan olsun istedi, verdiği her solukta aşkını okusun istedi ve Kenan’sız olamayacağını anladı, bildi.

“Asla bırakmak yok Kenan! Ölüm bile bizi ayırmasın, bizi ayırmaya ölümün bile gücü yetmesin Kenan!”

Gaye’nin fısıltısı, Kenan’ın kulaklarında çınlarken ikisi, birbirlerinden ebediyen ve sonsuza dek ayrılmayacakmış gibi sımsıkı sarılmışlardı. Ayrılmamacasına ve kopmamacasına…

***

Milli Haberalma Servisi…

Odada dört dönüp duruyordu Musa; gergin, bıkkın ve ürkek bir hali vardı. Bir eliyle çenesini sıvazlayıp dururken diğer eliyle saçlarını karıştırıyor ve alıp verdiği nefesiyle oflayıp pufluyordu. İçeri giren Emin, telaştan kapıyı çalamamış ve hızla giriş yapmıştı.

“Efendim! Ölü sayısı gittikçe çoğalıyor. Yaralıların ölmeleri, kamuoyunu ayağa kaldırıyor. Yetkililerden bir açıklama, bir izah isteyip duruyorlar.”

“Bize ne yetkililerin ne cevap vereceğinden Emin? Elimizde ne var? Sen bana onu söyle!”

Yutkundu Emin,

“Hiçbir şey…” derken dili zor döndü. Hızla elini olanca gücüyle masaya indirdi Musa; eli acısa da, bağırması ve haykırması, odanın içinde yankılanıp durdu.

“Allah kahretsin!”

Emin irkildi, geriye çekildi ve ne yapacağını bilemez bir şekilde durdu. Musa, hışımla Emin’e dönerek:

“Şehrin her tarafına, her kameraya ve her kör noktaya bakın Emin! En ufak bir iz, bir işaret veyahut bir görüntü… Bir şey bulun bana, çabuk!” diye gürledi. Emin, hızla kapıya yönelirken Musa, her iki eliyle masaya dayanıp:

“Allah belanızı versin lan!” diye fısıldadı.

***

Akşamın karanlığına boyanan koca şehrin üstündeki kara bulutlar, sayısını daha da kalabalık bir hale getirmiş ve sanki şenliğe giden eğlenceli insanlar gibi bir araya gelerek koyu bir birliktelik peyda etmişti. Arada gürleyen gök gürültüsü, homurdanan bulutların sanki insanoğluna sövdüğünü gözler önüne seriyordu.

Arnavutköy/Yazgan Site…

Kendi odasındaydı Dildar, bilgisayarını açmış ve sosyal paylaşım sitelerinde gezinirken bu sabah şehirde olanlar, nedense canını sıkmıştı. Bir de kaç gündür Nazım’dan haber alamıyordu. Öldü mü kaldı mı bilmiyordu. Cesaret edip babasına da soramıyor, bir şekilde ondan haber gelmesini bekliyordu. Facebook’un ana sayfasında gezinirken gözlerine haber siteleri takılıyor, bugünkü olanlar anlatılıyordu. Hâlâ yayın yasağı getirilmemiş olması, Dildar’ı düşündürüyordu. Normalde aniden yayın yasağı gelir ve halk teskin edilirdi. Ama bu sefer ya geç kalmışlar ya da lüzum görmemişlerdi. Birden gelen bildirimle irkildi. Sayfanın en üst kısmına tıklayıp bildirimi açınca, irkilmesi daha da ivme kazandı. ‘Devrime Yazılmış Nazımlar’ sayfasından gelen bildirim, onu haliyle şaşırtmıştı hem sevinmişti de. Hızla sayfayı açtı. En üst kısımda bir yazı vardı.

“Bugün İstanbul’da olanlar, devrime yazılan nazımlardan sadece birkaçıydı. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayıncaya dek; önderimiz adadan çıkana dek ve istenilen devlet kurulana dek, bu kan deryası akmaya devam edecektir. TC devleti hükümetinin bize masal okuduğu yeter! Kürdistan kurulacak ve önder, bizim başkanımız olacaktır.”

Kim bunu yazmıştı? Böyle cesaretli, gözü pek ve korkusuz bir yazıyı kim kaleme almış diye düşünürken telefonunun çalması, onun irkilmesine neden olmuştu. Ekrana baktığında, tanımadığı bir numarayla yüzgöz oldu. Ürkek bir şekilde açarak:

“Efendim!” diye titrek sesiyle karşıdakinin konuşmasını sağladı.

“Nazım öldü.”

Birden yutkundu, beti benzi sarardı ve yüzüne inen beyaz bir örtüyle dondu kaldı. Sesindeki titreklik, çenesinin titremesiyle zor bela çıktı.

“Ne?”

“Nazım, devrim için şahadet şerbeti içti. Onun yolundan gidenler, bilsinler ki bizler, ölmeyecek ve daima var olacağız!”

“Kimsin sen?”

“Devrime adanmış bir ruh… Özgürlüğe susamış bir nefes… Ve varoluşu haykıran gür bir sesim ben! Sen ey yoldaşım! Bu yolda, benimle adım atmaya ve Nazım için devrime nazımlar yazmaya hazır mısın?”

“Ben… Şey…” diye kekeleyip duran Dildar, ne diyeceğini bilmiyordu. Telefondaki kişinin kim olduğunu, onu nerden tanıdığını ve neden onu aradığını bilmese de, girdiği yolun dönüşü olmayacağını biliyordu.

“Varım!” diye cılız bir sesle verdiği cevaba, kendisi bile şaşırmıştı.

“O halde yarın sabah, sana vereceğim adrese, tek başına gel!”

“Geleceğim! Ama seni nasıl tanıyacağım?”

“Bizler, alnımızda devrimin mührüyle tanınırız yoldaş! Sen gel, ben seni tanırım!”

“Nereye geleceğim?”

“Adresi mesaj atarım!”

Dildar, kapanan telefonun ekranına bakarken gelen mesaj, onu ürkütmüştü. Adresi ezberledikten sonra mesajı sildi. Gidecek miydi, onunla buluşacak mıydı ve onu görecek miydi? Bundan emin değildi. Ama içinden bir his, onun gitmesi için daima vesvese verip duruyordu. Gidecekti Dildar, sırf merakından dolayı oraya gidecekti.

“Hâlâ bir karar veremedin mi?” diye soran Mestan, karısı Nazan’ın kararsız suratına bakarken Nazan, sıkıntıyla derin bir nefes aldı.

“Bilemiyorum Mestan! Her şeyi anlatıp berbat etmek de var, her şeyi saklayıp mahvolmasını izlemek de! Kararsızım işte! Bir türlü karar veremiyorum işte!”

“Bence anlatmalısın! Her iki kızına da…”

“Sen, hiç bu konulardan bahsetmezdin Mestan! Ne oldu?”

“Payidar’ı gördüm ya, nefretim ve kinim katlandı canım! Sana yaşattıkları, bana yaşattıkları ve bize yaşattıkları, gözlerimi kör etmiş. Hem ondan intikam almak hem de kızımıza kavuşmak için, bunun olması şart!”

“Ben de biliyorum, bunun olması şart! Ama zor be Mestan, çok zor!”

“Eğer sen yapamazsan, ben yaparım!”

Birden irkildi Nazan, kocasının suratında bakışlarını gezdirerek:

“Saçmalıyorsun! Bunu nasıl yaparsın ki? Simay’ın karşısına çıkıp, ben senin babanım mı diyeceksin? Ve o da sana inanacak, öyle mi?” diye sordu. Mestan böyle düşününce saçma olduğunu anladı. Tek çaresi Nazan’dı; onun gidip görünmesi, konuşması ve her şeyi anlatması, her şey için yeterliydi. Ama işte Nazan, böyle kararsız bir şekilde diretip duruyordu.

“Yapmalısın karıcığım, bunu yapmalısın!”

“Biliyorum hayatım, yapmalıyım!” diye fısıldadı Nazan ve önündeki boşluğa bakarken kocası Mestan, sırtını koltuğa dayayıp katı gözlerle ona bakıp durdu.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

Elinde annesinin fotoğrafı, kendi odasında oturmuş ve fotoğrafa bakarak derin düşüncelere dalmıştı. Parmağıyla Nazan’ın yüzünü okşuyor, suratında gezdiriyor ve hisli gözlerle bakıp duruyordu. Annesi yanında olsaydı, ne güzel olurdu! Annesiz kalmak, nefes alamamaktı; onsuz nefes alamıyordu, soluyordu oksijeni ve salıyordu karbondioksiti ama nefes sayılmazdı. Çünkü anneler, en büyük oksijen kaynağıydı çocuklar için.

Kapıyı aralayıp içeri giren babası, kızının mahzun bakışlarını görünce gözlerini kıstı.

“Kızım!” diye fısıldayarak ona doğru yürürken Simay, gözlerindeki nemi silmek için elinin tersiyle yanaklarına dokundu. Babasının yanına oturmasıyla, elindeki fotoğrafı sımsıkı tutarak:

“Bazen gelecek diye, ben ölmedim diyecek ve bana sarılacak diye çok düşünüyorum baba! Saçlarımı okşayacak, yüzümü gözümü öpecek ve beni bağrına basıp canım kızım diyecek diye, hevesle ve bin bir umutla bekliyorum baba! Ama gelmiyor, gelmiyor baba!” deyince Payidar, hisli bir şekilde yutkundu.

“Gelmiyor, gelemiyor ve gelmeyecek kızım, gelemeyecek!”

“Anneler ölür mü baba? Yavruları el gibiyken, ufacık ve küçükken anneler ölür müydü?”

“Anneler ölür kızım, babalar da ölür. Ama babalar, en çok kızlarına ölür kızım!”

“Sen de mi öldün baba, kızına mı öldün?”

“Yaşamadım ki ben kızım! Ölmek için, yaşamak gerek!”

“Benim babam ölmesin, annem öldü ama babam ölmesin!” diye sayıklayan Simay, hızla babasına sarıldığında Payidar, gözlerinden yaşları damıttı. O ağladıkça Simay sarıldı, kızı sarıldıkça o ağladı ve gözlerinden akan yaşlar, aslında yedi yabancı olan ve kızı diye bildiği bu can parçası için durmadı, akıp coştu ve yanaklarını ıslatıp durdu.

***

Milli Haberalma Servisi…

Emin’in telaşlı bir şekilde içeri girmesi, Musa’yı ayağa kaldırmıştı. Karşısında duran Emin’e bakarak:

“Bana elle tutulur bir şey söyle!” diye fısıldadı. Emin, elindeki tableti Musa’ya uzatarak:

“Örgüt…” dedi. Musa, tableti alıp ekranına baktı. Devrime Yazılmış Nazımlar sayfasına atılmış yazı, onun nazarlarına nakşolurken aldığı derin nefes, öfkeyle dışarı fırlamıştı. İçeri giren Kaytan, onlara doğru yürürken:

“Örgütün işi reis! Nazım’ın intikamını almak için…” dedi ama Musa,

“Yürü Kaytan!” diyerek onun lafını kesti.

“Nereye?”

“Dereye…” diye gürleyen Musa, Kaytan’ı susturmuştu. İkisi giderken Emin, onların peşinden yavaşça ilerledi.

***

Kenan, daha tam kendine gelememişti; haberlerde, bu sabahki bombalı saldırıların enkazı hakkında konuşmalar yapılıyor, olay yerleri gösteriliyor ve tartışmalar yapılıyordu. Salonda oturmuştu Kenan, halsiz bir vaziyette gözleri televizyona bakıyordu. Enkaz yerleri gösterilirken aklına gördüğü kâbus geliyor, gözlerini kapattıkça da görüntüler zihninde kovalamaca oynuyordu. Her yer alt üst olmuştu. Resmen koca şehri yıkmışlardı. Hâlâ yetkililerden bir bilgi de gelmemiş, olay aydınlatılmamıştı. Haber spikeri, Son Dakika haberini nakletmek için görüntüleri kesip ekranda belirince Kenan, yerinde doğrularak katı gözlerle ekrana odaklandı.

“Sevgili seyirciler! Aldığımız bir son dakika haberine göre bu sabahki menfur olaylar, örgüt tarafından gerçekleştirilmiştir. Örgütün sosyal paylaşım sitesinde yayınladığı bilgiye göre, bunların daha başlangıç olduğu ve devamının geleceği bildirildi. Güvenlik güçleri, resmen İstanbul’da OHAL durum ilan etti. Nerdeyse sokağa çıkma yasağı ilan eden görevliler, şehirde kaydı bulunan ve daha önce kaç kez basılan hücre evlerine baskınlar düzenlemeye başladı. Olaylar geliştikçe, sizlere aktarmaya devam edeceğiz!”

Kenan, televizyonu kapatarak sırtını koltuğa yasladığında, karşısında dikilmiş Hamdi’yi görür görmez irkildi. Hamdi ne ara gelmişti, nasıl gelmişti ve nasıl böyle sessiz sedasız varmıştı? Kenan, bunları düşünerek yerinde doğrulurken Hamdi, bir koltuğa oturarak:

“İyi misin Kenan?” diye sordu.

“Olanlar Pars, beni alt üst etti!”

“Vatanını çok mu seviyorsun?”

Hamdi’nin soğuk bir sesle, donuk bir ifadeyle sorduğu soru, Kenan’ı yerinde dik bir konuma getirmişti.

“Canımdan çok…” derken gözlerini kısarak Hamdi’nin jest mimiklerini yokladı.

“Bak evlat! Ben de vatanımı severim, hem de çok severim! Ama olanlar, kimsenin suçu değil!”

“Örgütün… Örgütün suçu Pars! Bu kan emici vampirleri besleyen, büyüten ve üstümüze salan her ne kadar adi, şerefsiz kişi ve kurum varsa, onların yakasına yapışmak ve emdikleri kanı burunlarından getirmek, benim ve cümle vatanseverlerin üzerinde bir farz, bir vaciptir Pars!”

Kenan’ın söylediği söz, Hamdi’nin beynine kazındı resmen; yüz şekli değişti, renginde bir solma oldu, beti benzi aktı ve gözleri irileşti. Kenan böyle söylerken, gözlerini kırpmadan ona da bakmış ve sanki laf altından ona da tehdidini savurmuştu.

“Bizim, örgütle birebir bağımız yok evlat! Beni suçlu görme! Ben ne örgüte yardım ve yataklık ederim, ne onu besler büyütürüm ne de ona yardımcı olurum!”

“Ama aslında dolaylı yoldan örgüte faydan dokunuyor.”

“Nasıl?”

“Kurul, yaptığı işlerde dış devletlerle ortaklaşa çalışır. Doğru mu?”

“Doğru!”

“Bu dış devletler kim? Almanya, Amerika, Rusya ve İngiltere... Örgütü kim besliyor? Yine aynı devletler… Bizim Rusya’dan alıp Almanya’ya sattığımız silah, Alman ortağımız aracılığıyla bir başka adama naklediliyor ve o adam da, ya İsrail’e ya da başka bir ülkeye satıyor. İsrail alırsa o silahı, ya Filistin üzerinde kullanıyor ya da dostu örgüte, yani PKK’ya satıyor. Veya hibe ediyor. İşte bu yolla, bizim elimizden çıkan silah, örgütün eline geçiyor ve örgüt, o silahla bizim askerimize, korucumuza ve vatandaşımıza kurşun sıkıyor. Yani biz, kendi topuğumuza sıkmış oluyoruz Pars!”

Hamdi yutkundu, Kenan’ın söyledikleri, harfiyen doğruydu; gerçi silah işleri sekteye uğramıştı ama eskiden İzam Ağa döneminde, aynen çarkı öyle işliyordu. Gözlerini Kenan’dan kaçırırken, kızının gelmesiyle rahat bir nefes aldı. Gaye, Kenan’ın yanına otururken babasının solgun yüzüne bakarak:

“Ne oldu baba, kötü bir şey mi oldu?” diye sorunca Kenan, derin bir nefes alarak:

“Bu sabahki olaylara canımız sıkıldı Gaye!” der demez Hamdi, Kenan’dan gelen imalı dokunuşla yutkundu. Bulduğu yarayı kaşıyacaktı Kenan, öyle gibi görünüyordu. Ama aslında Kenan, Hamdi’nin sadece örgüte olan dolaylı temasına kırılmıştı. Bunu normal karşılıyordu Hamdi, zira Kenan bir zamanlar özel harekâtçı olarak örgütle burun burunaydı. Ona hak da veriyordu; bir zamanlar düşman olarak çarpıştığın güruhla, şimdi dolaylı da olsa iş yapmak, haliyle insanın zoruna gidiyordu. Hamdi’nin düşünceleri bundan ibaretken Kenan, sanki Hamdi’nin neler düşündüğünü biliyormuş gibi yerinden doğrularak:

“Ben eskiden bir özel harekâtçıydım. Örgütle düşmandım, hâlâ düşmanım ya neyse! Ama örgüte düşman olmak için, özel harekâtçı veya güvenlik görevlisi olmak gerekmiyor. Bu ülkenin vatandaşıysan, kimliğinde TC ibaresi var ve onunla gurur duyuyorsan, bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu yudumluyorsan, sen zaten örgütün düşmanısın! Düşmanı olmak zorundasın, buna mecbursun! Ama kimi aklı hafifler, örgütün meclisteki yüzüne gülüyor, tebessüm ediyor. Halbuki düşman bir, hedef aynı ve yolları bir; bunu ayırt etmek için görmek gerekmiyor, köre bile sorsan gösterir, sağır bile duyar ve dilsiz bile sana anlatır. Örgüt bizim düşmanımız Pars!” deyince Gaye, babasına dönüp baktı. Hamdi, birkaç saniye kızının suratına baktıktan sonra katı bakışlarını Kenan’a çevirdi ve derin bir nefes aldı. Gaye, bir şeyleri anlamak için gözlerini kısarken Kenan, gözlerini kırpmadan Hamdi’ye bakıyor ve onun yüzünü inceliyordu.

***

Tepeye kurulan güneş, önündeki bulutların arasından boşluk bulduğu yerden görünüp gülümsüyor ve yeryüzüne tebessüm ettikten sonra tekrar uzlete çekilir gibi köşesine çekiliyordu. Hafif esen yel, bazen şiddetini arttırıp rüzgâr halini alıyor; Rüzgârın Şarkısı, kulaktan kulağa dolanarak farklı ve güzel güzergâhlar çizerek yol alıyordu.

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

“Nereye kızım?” diye soran Payidar,

“Okula…” diye sıkkın bir şekilde cevap veren kızına yaklaşarak:

“İyisin, toparlandın değil mi?” diye sordu. Acımsı bir şekilde tebessüm eden Simay, babasına yakın durarak:

“İyiyim baba!” der demez Payidar, onun ağzından dökülen baba lafıyla yutkundu. ‘Baba’ diyordu Simay; onu babası biliyor, öyle seviyor ve öyle sığınıyordu. O, Simay’ın babasıydı; yıllarca gözünden sakınmış, tırnağına bile zarar gelmesin diye uğraşıp didinmiş ve el bebek beslemiş büyütmüştü. Baba olmak için, aynı candan ve kandan olmak gerekmezdi; o öyle düşünüyordu, kendince öyle varsayıyordu ve öyle kabul etmişti. Simay’ı bu yaşa getiren oydu, annesi olacak kadın yoktu ortalarda ve her ne kadar öz kızı olmasa da Simay, ona baba demişti.

“Baba!” diyen Simay’ın sesiyle kendine geldi. Gözlerini yumarken nemlenen bakışlarını kızından gizlemek istedi. Ama Simay, babasının yanağına elini sürüp ıslaklığı gidermeye çalıştı.

“İyi misin baba?”

Derin bir iç çekti.

“İyiyim kızım, iyiyim!”

Simay, ansızın ona sarılınca cennetin kapıları kendisine açılmış gibi yüreğine bir ferahlık yerleşti; sımsıkı sardı bağrına, kokusunu içine çekip durdu ve sanki yıllardır görmemiş gibi iyice bağrına bastı. Simay onun kızıydı, her ne olursa olsun bu gerçek değişmeyecekti.

***

Milli Haberalma Servisi…

“Sabaha kadar operasyon yaptık, o hücre bu hücre demeden baskınlar yaptık! Ama it sürüsünü bulamadık!” diye fısıldayan Kaytan, burnundan soluyarak Musa’ya baktı. Musa, derin bir nefes alırken:

“Yeni birileri çıkmıştır piyasaya kaytan bıyıklı! Ondan bulamadık!” deyince Kaytan, yerinde doğruldu.

“Kim anasını satayım kim, kim bu piçler?”

“Buluruz kaytan bıyıklı, buluruz elbet!”

Emin’in kapıyı çalıp içeri girmesiyle Musa, yerinde doğrularak gözleriyle onu takip etti. Emin, elindeki tablete bakarak:

“Nazım için şiirler, türküler paylaşılıyor reis! Resmen bir halk kahramanı ilan edildi. Her yerden beğeni, tebrik yağıyor. Ne yapalım?” diye sordu. Kaytan, sinirden gülümseyen gözlerle Musa’ya bakarken Musa, bir gözü Kaytan’da:

“Emniyetle irtibata geç Emin! Siber suçlarla bir görüş ve bu sayfanın kapanması için ve başka sayfaların açılmaması, hatta Nazım Hacımollaoğlu ve Burusk kod adını bile yasak etsinler. Rezaletin önünü alalım Emin!” dedi.

“Baş edemeyiz reis!”

Birden yerinde dikelen Kaytan,

“Bana bak Emin! En çok beğeni yapan, gönderi paylaşan ve yorum yapıp methiye dizen profilin yerini tespit etmeye çalış! O profil, bizi yeni yetmelere götürecektir!” deyince Musa, işaret parmağını ona doğrultup başını salladı. Emin, hemen harekete geçti ve kapıya yöneldi.

“İyi düşündün kaytan bıyıklı!” diyen Musa, gözlerini bir noktaya dikerek:

“Bakalım kiminle tanışacağız?” deyince Kaytan, kaşlarını çatarak:

“Ben hiç memnun olmam reis, bilesin!” dedi.

“Ben de memnun olmam, merak etme!” diyen Musa, usulca başını salladı.

***

Sabah erkenden evden çıkmıştı Dildar; Cem’i atlatmak için saat beşte evden gizlice çıkmış, korumalara bile görünmeden kendisini dışarı atmıştı. Tam korumalar yer değiştirirken fırsatını bulmuş, otoparktan bir araba alarak arka kapıdan çıkmıştı. Arkadaki korumalar da değişim için yerlerinden ayrıldığından dolayı Dildar, rahat bir şekilde çıkmayı başarmıştı.

Şimdi bir kafedeydi, önündeki çayı karıştırırken kendine gelmeye çalışıyordu. İki çay bir kahve derken kahvaltıyı da burada etmiş, şimdi de kahvaltı sonrası çayını yudumlarken buluşmak için vaktin gelmesini bekliyordu. Belki de yaptığı tehlikeliydi, doğru değildi ve ona yakışmıyordu ama Nazım’ın öldüğünü, o kendisini arayan şahıstan bizzat öğrenmek için bu çabaya girmişti. Nazım nasıl ölür ya? Devrimin en büyük savaşçısı, kahramanıydı o; o ölemez, ölse dava yarım kalır ve hiçbir ehemmiyeti olmazdı. Bu düşünceler, onun aklını kurcalayıp dururken telefonun saatine baktı. Vakit gelmişti. Garsona bakıp hesap mahiyetinde el işareti yaptıktan sonra gülümsedi.

Arabasına bindiğinde, telefonun çalmasıyla irkildi. Annesinin adını görünce, meşgule alarak aracı çalıştırdı. Tekrar çalan telefonu umursamadan yavaşça trafiğe akarken ikide bir çalan telefonu bu sefer de uçuş moduna almak zorunda kaldı. İçinde bir huzursuzluk olsa da Dildar, sırf bu merakından kurtulmak için bunu yapmaya kendisini mecbur hissediyordu.

Belirtilen buluşma noktası, bir katlı otopark çıkınca Dildar, şaşkın gözlerle etrafına bakındı. Duyduğu korna sesleriyle kendine geldi. Yolun ortasında durması, arkadaki araçları sinirlendirmişti. Yavaşça harekete geçti ve otoparka girmek zorunda kaldı. Telefonu kapatmanın uygun olmadığını anlayınca, bir gözü yoldayken telefonu aktif hale getirdi. Annesinin belki yüzlerce aradığını belirten mesajlar, peş peşe gelince Dildar, onların hepsini silmek istedi ama bir mesaja bakınca durdu. Yabancı bir numaradan gelmişti. Açıp baktı.

“En alt kata in!”

Gözlerini yola dikerek denileni yapmaya başladı. Aracın hızını arttırıp direksiyona adapte olurken aldığı derin nefes, yüz hatlarını gergin bir ifadeye bulamıştı.

En alt kata indiğinde, bir adamın onu beklediğini görünce aracı yavaşlattı. Aracı durdurduğunda, adamın yerinden kıpırdadığını görünce önce bir incelemeye aldı. Tepeden tırnağa, baştan ayağa inceledikten sonra derin bir nefes aldı. Sakince araçtan inmeye çalıştı. Kapıyı kapattığında, adamın gülümsemesiyle gözlerini kıstı.

“Sen de kimsin?”

“Mamoste, seni bekliyor yoldaş!” diyen adam, yandaki mavi arabayı işaret edince Dildar, gözlerini kısarak:

“Mamoste kim?” diye sordu.

“Tanımak istiyorsan, benimle gelmek zorundasın yoldaş!”

“Ya gelmezsem?”

“Nazım’ın yadigârısın!”

Yutkundu Dildar, zor bela sayıkladı.

“Öldü mü o?”

Derin bir nefes alan adam:

“Ölmedi, şehit oldu yoldaş!” deyince yutkundu.

“Nasıl?”

“TC yaptı yoldaş! Onu vurdu, devrime kurşun sıktı. Gel ki, onun yadigârı olduğunu, cümle devrimciler bilsin!”

Birden burnundan soludu Dildar, dişlerini sıkarak:

“Geleceğim yoldaş, onun yadigârı olarak geleceğim!” diye fısıldadı. Adam, aracı işaret ederek tebessüm etti. Dildar, onun önünden yürürken adam, etrafına bakınarak onu takip etti.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“Çıldıracağım, kafayı yiyeceğim resmen! Ya nerde bu kız?” diye sorup saçlarını karıştıran ve salonun ortasında dört dönen Nazan, Kemik’e talimatlar veren kocasına yan gözlerle baktıktan sonra ilerde durup onları izlemekte olan Cem’e bakışlarını dikti. Cem’in aslında bazı şüpheleri, bazı tahminleri vardı. Ama emin değildi. Dildar’ın gene o adamla görüşmek için gitmiş olabileceği düşüncesi, her nedense içinde bir yerlerde kıpırdanıp duruyordu.

“Sen ne dersin Cem, sence nereye gitmiş olabilir?” diye soran Nazan’ın sesiyle, daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Bilmiyorum dercesine başını olumsuz anlamda sallayan Cem, Dildar’a bir şey olursa ne hesap vereceğini şimdiden düşünmeye başlamıştı. Saklaması gerekiyor muydu ya da söylemesi lazım mıydı bilemezken Nazan, koltuğa çökerek gözyaşlarını saldı. Bir kızından uzaktı zaten diğer kızı da yoktu şimdi ve Nazan, elinde olmadan gözyaşlarına boğulmuştu. Cem, onun böyle ağlamasına dayanamadı, yutkundu ve bakışlarını ondan kaçırdı. Mestan, karısını teskin etmek için hemen yaklaşırken Cem, olduğu yerde dimdik durmuştu. Birden:

“Sanırım nereye gittiğini biliyorum!” deyince Nazan’ın gözyaşları, kısa bir sekteye uğradı ve hemen ayağa fırladı.

“Nereye gitti kızım?”

Yutkunan Cem,

“Nazım’a…” deyince Mestan, beyninden vurulmuşa döndü. Kızı resmen tehlikenin ortasına düşmüştü. Bir eliyle saçlarını karıştırırken:

“İyi de…” diye sayıklayan Mestan, Nazan’ın kısık bakışlarına meze olurken:

“Nazım öldü ki!” deyince Nazan, iri gözlerle kocasına baktı.

***

Milli Haberalma Servisi…

“Efendim!” diyerek damdan düşer gibi içeri giren Emin, Musa’yı ayağa fırlattı. Kaytan da ayağa kalkarken Emin, elindeki tableti işaret ederek:

“Buna bakmalısınız!” dedi ve play ikonuna bastı. Metalik ve sanki bir robota aitmiş gibi yükselen bir ses, ortamı ablukaya aldı.

“Nazım Hacımollaoğlu’nun cesedi, Ömerli’deki taş ocağında…”

Kaytan, Musa’ya bakarken Emin, devamı var dercesine gözleriyle tableti işaret etti. Aynı ses, yine ortama doluştu.

“Onu siz öldürdünüz, biz bulduk ve size havale ediyoruz! Beni merak etmiş olmalısınız! Bana Mamoste derler, yani öğretmen! Dünyanın kaç bucak olduğunu, size öğretmeye geldim. Dün yaşananlar da, sadece bir başlangıç. Devamı gelecek.”

Musa, derin bir nefes alırken Emin, tableti kapatıp cebine koydu. Kaytan, bıyıklarıyla oynarken Musa,

“Gidip bir de biz görelim!” deyince Kaytan, kısık gözlerini ona çevirdi.

“Tuzak olabilir reis!”

“Olsun kaytan bıyıklı, olsun!” diyen Musa ayağa kalktığında, içeri giren Kenan’ı görür görmez irkildi. Kenan, içeri girer girmez:

“Neler oluyor reis, şehir yanıyor ve siz ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Musa, Kenan’a doğru yürüyerek:

“Yakanı arıyoruz evlat, yakanı arıyoruz!” deyince Kenan, başını salladı.

“Nereye peki?”

Kaytan, bir eliyle Kenan’ın koluna vurup:

“Fitili bulduk, sahibinin götüne sokmaya gidiyoruz!” deyince Kenan, gözlerini kısarak ona baktı. Emin kıkırdarken Musa, gözlerini devirerek kapıya yöneldi. Kenan da onlarla çıkarken Emin, tebessüm ederek onların arkasından baktı.

***

Ömerli…

Musa’nın ani freni, kısa bir sarsıntı yaratmıştı. Kenan, araç daha tam durmadan inmeyi başarmış, silahını sıyırarak etrafına bakmıştı. Emin de silahını sıyırırken Kaytan, bıyıklarını burduktan sonra:

“Evet reis, nerde bu fitil?” diye sordu. Musa, etrafına bakınarak:

“Dörde ayrılalım, bulduğumuzda haber ederiz!” dedi. Kenan, makul bulduğunu başını sallayarak belirtirken Emin, aracın üstündeki dronu işaret ederek:

“Hiç gerek yok efendim! Bu arar bulur ve bize gösterir zaten!” deyince Kenan, parmağını ona doğrultup:

“Adamsın!” diye fısıldadı ve göz kırptı.

Havalanan dron, Emin’in direktiflerine uyarak hızla yükselirken Kenan, bıyıklarıyla oynamakta olan Kaytan’ı izliyordu. Musa, etrafa bakınarak derin nefesler alıyor ve Emin’den bir şey gelmesini bekliyordu ama Emin, gözlerini tabletten ayırmadan parmaklarıyla tabletin orasına burasına dokunuyordu.

“Buldum!” diye bağıran Emin, Kenan’ı ürkütmüştü. Ona dönerek:

“Belanı mı?” diye sorsa da sorusu havada kalmıştı. Musa, hemen ona yönelerek:

“Nerde?” diye sordu.

“Şu taraftan!” diyen Emin, batı bölgesini işaret edince her dördü, hızla o tarafa koşmaya başladılar.

Yüzükoyun yerdeydi, üzerinde sinekler uçuşuyordu ve artık kokacak dereceye gelmişti. Musa ve diğerleri, onun tepesinde durduklarında Kenan, istifra etmemek için zor yutkundu ve Kaytan, hafifçe eğilerek arkadan ensesindeki kurşun izine parmağını sürdü. Sonra da ayağa kalkarak:

“Enseden vurulmuş!” dedi ve yaraya değdiği parmağıyla bıyığını burdu.

“Cesede dokundun lan, bıyıklarınla oynuyorsun şimdi!” diyen Musa’ya bakarken Kenan, cesedin ön tarafına gelerek durdu. Birden irkildi.

“Ensesindeki vurulmayla ölmemiş bu!” deyince herkes, irkilerek Kenan’a baktı. Kenan, Nazım’ın alnındaki kurşun izini gösterdi.

“İnfaz edilmiş.”

Herkesin şaşkın bakışları, önce kendi aralarında dolandı sonra da Kenan’ın üstünde durdu. Kaytan, cesedi tutup sırtüstü yatacak şekilde düzeltince her şey, kabak gibi ortaya çıkmıştı. Nazım, alnından vurulmuştu. Musa, derin bir nefes alırken Emin, durgun bakışlarını Nazım’ın cesedine dikmişti. Kenan, herkesin yüzünde bakışlarını sabitlerken Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak meseleyi çözümlemeye çalışıyordu. Nazım’ın alnındaki kurşun izi, onların nazarlarına çarpıp duruyordu.

⭐⭐⭐

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top