"Babamın Katili"
Bölüm Şarkısı: Hakkı Bulut - Gömüldüm
📢 LÜTFEN KİTABIMIZIN DUYULMASI VE OKUNMASI İÇİN OY VERİP TAVSİYEDE BULUNALIM. UNUTMAYIN Kİ EMEKLER KUTSALDIR...
📚 KEYİFLİ OKUMALAR ✍️👇
...
“Bu sandık sana nasıl geldi?” diye soran Hamdi, karşısındaki koltukta oturmakta olan Mestan’ın sırıtan yüz hatlarını incelerken Mestan, ciddi bir ifadeye bürünme ihtiyacı hissetti ve ifadesini değiştirip:
“Zamanında sen İzam Ağa’ya vermişsin, o da bana emanet etmişti; eğer başıma bir iş gelirse, oğluma verirsin diyerek bana bırakmıştı. Nazım Almanya’dan döndüğünde kendisine vermiştim. Ondan da şu vahşi adama, yani Mamoste’ye ve o da ölünce, tekrar bana intikal etti,” deyince Hamdi, hafifçe başını salladı.
“Sen neden bana veriyorsun peki?”
“Çünkü sandığın asıl sahibi sensin Pars!” diyen Mestan, bir kaşını havaya kaldıran Hamdi’nin inanmamış tavrını görünce kaşlarını çattı ve:
“Tamam, belki arkasında azıcık menfaatim olabilir,” der demez Hamdi, ufak bir tebessümle:
“Eğer karşılığında, Payidar’ı istiyorsan,” dedi ve yerinde doğruldu ama Mestan,
“Kurul’un selameti için iyice düşün Pars!” deyince duraksadı.
“Bak Mestan, ben ikinizi de kazanmak için çalışıyorum.”
“Olmaz Pars, öyle olmaz! Ateşle barut yan yana durmaz, bir patladı mı geriye hiçbir şey kalmaz,” diyen Mestan’ın çatık kaşlarını inceleyen Hamdi, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Düşünmeme izin ver lütfen! İstersen sandığı geri götür, sen bilirsin! Ama ben asla düşünmeden hareket etmem,” deyince Mestan, ellerini ovarak hafifçe başını salladı.
“Sandığın sende kalabilir Pars, sana itimadım sonsuz!” diyen Mestan, Hamdi’nin de ayağa kalkmasıyla:
“Allahaısmarladık!” dedi ve kapıya doğru yürüdü. Hamdi, kapıdan çıkan Mestan’ın arkasından bakışlarını alıp köşedeki sandığa çevirdi ve kocaman bir tebessümü, suratına hediye etti.
“Sizce Hamdi ne karar verecek?” diye soran Kemik, sımsıkı tuttuğu direksiyona adapte olurken bir gözüyle de dikiz aynasından patronuna bakıyordu. Mestan, dikiz aynasından onunla bakışarak:
“Ben Hamdi’nin bir karar vermesi için sandığı vermedim ona Kemik! Yapacağım hata olursa, affedici bir sebep olsun diye verdim,” dedi ve göz kırptı. Kemik, patronunun imasını anlayınca tebessüm ederek başını salladı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
“Yenildim Rıfat!” diye sayıkladı Payidar; odasının orta yerinde, yere oturmuş bir vaziyette ve gözleri bir noktaya boş bakar bir halde, sanki kendinde değilmiş gibiydi. Yanına oturmuş olan Rıfat, sessizliğini koruyarak patronuna adapte olmuştu.
“Geçmişteki hatalarım, bugün yakama yapıştı ve beni yere çaldı Rıfat! Eğer zamanında kuyruğuna bastığım yılanın derisini yüzüp yok etseydim, bugün bunlar başıma gelmeyecekti. Belki de ben bunları hak ettim he Rıfat? Zulmeden zalimken, zulme uğrayan mazlum oldum belki!”
Derin bir nefes alan Rıfat,
“Toparlanın efendim, bırakmayın kendinizi!” deyince Payidar, acıyla yoğrulmuş bir tebessümle ona döndü.
“Öyle bir dağıldım ki Rıfat, toparlanmam imkansız artık! Ben benden umudu kestim gayrı!”
“Öyle demeyin…” diyen Rıfat’a,
“Kes artık!” diye öyle bir bağırdı ki Payidar; sesi, odasının kapalı camını bile aşıp karşı kaldırımda yürüyen kadının irkilerek etrafına bakınmasına neden oldu. Bu yüzden sustu Rıfat, bir şey demedi ve patronunun yüzüne baktı. Payidar devam etti, sesi biraz yumuşamıştı.
“Bana yalan söylemeyi kes! Ben bittim, anlıyor musun? Bittim ben! Onun için beni bırak! Kendine bir hayat kur Rıfat! Benden sana ne hayır gelir ne de yararım dokunur sana! Onun için beni bırak!”
“Ben sizi bırakmam, asla bırakmam!”
“Bittim diyorum lan, daha neyi anlamıyorsun lan sen?” diye bağıran Payidar, Rıfat’ın yakasından tutup hızla silkeledi. Rıfat onu alıp sımsıkı sarılırken Payidar, küçük çocuklar gibi hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başladı.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
Kapısının çalmasıyla Dildar, uzandığı yatağında doğrulmak zorunda kaldı; içeri giren Simay’ın durgun bakışlarını görünce gözlerini kısarak onun bir şey demesini bekledi. Simay, kapıyı kapatıp sırtını kapıya yasladı ve kardeşinin meraklı yüz hatlarını süzdü.
“İyi misin?” diye sonunda sordu Simay, derin bir nefes alan kardeşine doğru bir iki adım atarak:
“Annem git bak dedi, ben de gelmek için bahane arıyordum aslında!” deyince Dildar, acımsı bir tebessümle:
“Öyle bir hale geldim ki, yanıma gelmeniz için bahane arar oldunuz, ne güzel!” der demez Simay, onun yatağına oturdu.
“Her hatanın bir cezası olmalı ama!”
“Ben hata yapmadım, arkadaşın yaptı.”
Göz devirdi Simay,
“Hiç mi hatan yoktu?” diye sorunca Dildar, bakışlarını ondan kaçırarak:
“Vardı, yoktu demiyorum ama işte hatamı düzineye çıkaran senin arkadaşındı,” dedi ve ablasının çatılan kaşlarını görünce sustu.
“Şimdi…” diye lafa giren Simay,
“…kim haklı kim haksız ya da kim hatalı kim masum demenin zamanı değil! Annem dedi ki, baban bir çıkar yol bulmuş, git ona da bir sor!” derken Dildar, yerinde hafif doğrulup:
“Neymiş o yol?” diye sordu.
“Aslında yol değil, önüne iki tercih sunuldu. İkisinden birini tercih etmen sana kalmış.”
Tercihlerin ne olduğunu sorarcasına bakan Dildar, derin bir nefes alan kardeşinin yüzüne meraklı gözlerini kilitlercesine baktı.
“Ya Cem ölecek,” diye lafa giren ablasına adapte olan meraklı bakışları, bir anda yaşlarla doldu ve o yaşlar, akmak için göz kapaklarını zorladı. Simay devam etti.
“Ya da evleneceksiniz!”
Yerinde dikildi Dildar,
“Cem ne diyor?” diye sorunca Simay,
“Annem gitti onunla konuşmaya ama sence de Cem’in kabul etmeme gibi bir lüksü var mı?” der demez Dildar, çenesini sıvazladı.
“O kabul ederse, ben de ederim.”
Simay, kardeşinin verdiği yanıta başını sallayarak mukabil oldu.
Cem, odasının kapısının açılmasıyla, karşısında durduğu pencereye sırtını dönerek kapı tarafına baktı. Abla bildiği Nazan’ın içeri girdiğini görünce yerinde dikildi. Sonra da mahcup bir şekilde başını öne eğdi.
“Yediniz bir halt, yaptınız bir hata Cem!” diyerek ona doğru adımlarını atan Nazan, onun karşısında durduğunda:
“Ama her hatanın bir telafisi vardır, değil mi?” deyince Cem, zor bela başını kaldırıp Nazan’ın yüzüne baktı. Kısık ve cılız bir sesle:
“Özür dilerim abla!” diye fısıldadı.
“Maalesef…” diyerek lafa giren Nazan, köşedeki sandalyeye yerleşerek:
“…bu hatanın telafisi özür değil, diyettir,” der demez Cem, Nazan’ın neyden bahsettiğini anlamak için gözlerini kıstı. Devam etti Nazan.
“Eğer telafi etmek istiyorsan bu hatanı, hayatını feda etmen lazım!”
Cem, Nazan’ın konuyu daha da açması için kafasını sorar gibi hafifçe salladı. Nazan, sandalyenin sırt bölmesine sırtını dayayıp:
“Ya öleceksin ya da Dildar’la evleneceksin Cem!” deyince Cem, yutkunarak Nazan’ın yüz hatlarını inceledi.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Adamlar sınır dışı edildi reis!” diyen Kaytan, Musa’nın karşısındaki koltuğa oturduğunda Musa, masadaki kalemi eline alıp:
“Ezberlediklerini söylemeleri, onların da yararına olmuş belli! Tek satır haber geçmedi. Bunu da atlatmış gibiyiz!” dedi.
“Özel Name’nin ne olduğunu ve muhtevasında neler olduğunu da bilseydik, bu iş tamamlanırdı ama işte!” diyerek elini havada sallayan Kaytan, Musa’nın:
“Kenan bu konu hakkında bir şey bilmiyor, sadece ismini zikretti. Anladığım kadarıyla Hamdi de bilmiyor gibi!” demesiyle:
“Bunu nerden anladın reis?”
“Hamdi akıllı adamdır Kaytan, kendisini ilgilendirmeyen bir şeyi asla kurcalamaz!”
O sırada kapı çaldı, içeri giren Emrah, elinde bir zarfla Musa’ya doğru ilerledi.
“İstediğim zarf mı o?” diye sorarak ayağa kalkan Musa, ayağa kalkan Kaytan’ın meraklı bakışları arasında zarfı kendisine uzatan Emrah’ın:
“Evet efendim, istediğiniz gibi hazırlattım!” demesiyle gülümsedi.
“O zaman şu Bahri’ye bir oyun edelim.”
Kaytan’ın anlamsız bakışlarla Musa’ya bakıp bıyığını burması, Emrah’ın acımsı bir şekilde tebessüm etmesine neden oldu ama Kaytan ona bakınca o tebessüm, yerini ciddiyete bıraktı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikanesi…
“Bırakın beni, Payidar’ı göreceğim, bırak!” diye bağırıp duran Feray, onu sımsıkı tutan iki korumanın ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Şansına Payidar, yanında Rıfat’la merdivenlerden iniyordu.
“Ne oluyor orada?” diye duyulan Payidar’ın sesiyle adamlar, Feray’ı serbest bıraktılar. Rıfat, Feray’ı görür görmez irkilip büyüyen göz bebekleriyle ona bakarken Feray, onu görmezden gelip hışımla Payidar’a doğru yürüdü.
“Beni ne hale koydun sen? Bana ne yaptın sen?”
Payidar, karşısında duran Feray’ın aniden onun yakasına yapışan ellerine baktı ve sonra da kızın yüzüne adapte oldu. Feray, gözlerinden sicim gibi gözyaşları dökerek ve hıçkırıklar içerisinde ağlayarak:
“Ne istedin benden, ne istedin hayatımdan? Beni mahvettin, neden?” deyince Payidar, olanca gücüyle sert bir tokatla Feray’ın yanağını ala çaldı. Aldığı tokadın etkisiyle sarsılan Feray, dişlerini bile zıngırdatan acıyla buğulanmış gözlerle Payidar’a baktı.
“Sen!” diyerek işaret parmağını ona doğrultan Payidar,
“Benden hesap mı soruyorsun?” diye dişlerinin arasından tıslarcasına sordu. Feray susarken Payidar, ona biraz daha sokularak:
“Hangi hakla ve hangi cüretle dikilirsin karşıma? Sen beni tehdit etmeseydin, kızıma her şeyi açıklamakla kendini sunmasaydın bana, başına bunlar gelmezdi. Şimdi de utanmadan benden hesap mı soruyorsun?” deyince Feray, yutkunarak gözlerini kaçırdı. Sesi titreyerek:
“Ben seni sevdim, anlıyor musun? Senin olmak, sadece senin karın olmak istedim. Ama sen, bana bir fahişe muamelesi yaptın. Hayatımı mahvettin Payidar!” deyince Payidar, suratında alaylı bir ifadeyle:
“Benim karım olmak istedin, öyle mi? Oldun işte! Yalnızca benim değil, başkalarının da…” der demez Feray, nerden geldiği bilinmeyen bir cesaretle Payidar’ın yanağına tokadını indirdi. Aniden zamanlar dondu, saniyeler ve dakikalar alay edercesine yerinde durup Payidar’a baktı. Rıfat’ın şaşkınlıktan ağzı yarım açılırken diğer adamlar, iri gözlerle bakışıp ne yapalım dercesine ifade sundular. Payidar, yanağını sızlatan tokat sebebiyle yeşermiş gözlerle Feray’a baktı. Feray, dişlerinin arasından kinini kusarcasına:
“Kızın, senden uzakta Payidar! Asla olmayan kızın gitti!” deyince Rıfat, müdahale etmek istedi. Ama Payidar, yavaşça elini kaldırdı. Feray, bir gözüyle Rıfat’a bakıp tekrar lafa girdi.
“Kızın, annesi…” der demez Payidar irkildi. Feray devam etti.
“…ve gerçek babasıyla birlikte!”
Yutkundu Payidar,
“Annesi mi?” diye sayıklayarak sorunca Feray, nispetli bir tavırla:
“Doğru duydun Payidar, annesi… Yani Nazan… Yaşıyor o! Yıllarca keklemişler seni! Sen burada mal gibi mafyacılık oyna! Her şeyi kaybettin, artık sen bir hiçsin Payidar!” deyince Payidar’ın kanı beynine sıçradı. Bir adım atıp iyice Feray’a sokuldu.
“Ben hiçsem…” dedi ve Feray’ın dibinde durdu. Feray, sorar gözlerle Payidar’ın gözlerinin içine bakarken Payidar, onun iki omzunu tutup dudaklarına yapıştı. Feray kurtulmak için debelense de Payidar onu bırakmadı. Sonra hafif ayrıldı ama hâlâ çok yakınındaydı. Öyle ki dudakları arasında bir parmak mesafesi vardı. Sonra da Feray’ın boynunu tutup:
“…sen niye varsın?” diye lafını bitirir bitirmez kadının boynunu hızla çevirdi. Duyulan çıt sesi, ardından patlak veren tiz bir çığlık ve geriye kocaman bir sükunet… Feray’ın açık kalan gözleri, hareketsiz kalan bedeni ve ruhsuz bir şekilde yere yığılışı… Hepsi, toplam beş saniyede hasıl olmuştu. Korumaların ve Rıfat’ın şaşkın bakışları arasında Feray’ın cansız bedeni yerle buluşurken Payidar, onun tepesinde dik durmuş ve kadının açık kalan bakışlarına bakıyordu.
“Rıfat!” diye sayıkladı Payidar,
“Buyurun efendim!” diye duyulan Rıfat’ın sesiyle Payidar, Feray’ın açık kalan gözlerini işaret ederek:
“Hâlâ bana bakıyor Rıfat!” deyince Rıfat, gelip eğildi ve Feray’ın açık kalan gözlerini kapattı.
“Doğru mu Rıfat?” diye soran Payidar, doğrulan Rıfat’ın mahcup yüzüne bakarak:
“O yaşıyor mu?” diye sorusunu ikiye katladı. Rıfat, ondan bakışlarını kaçırınca Payidar, gözlerini kısarak:
“Ne yani? Sen… Sen bunu biliyor muydun?” diye sorunca da Rıfat, derin bir nefes alarak zor bela bakışlarını patronunun öfkeli gözlerine dikti ve mahcubiyet kokan bir sesle:
“Biliyordum efendim!” dedi. Payidar ona doğru bir adım atınca Rıfat, yerinde dimdik durdu. Patronu, onun da boynunu Feray’ın boynu gibi tek hamlede kıracak diye beklerken Payidar, onun omuzlarından tuttu ve kısık çıkan sesiyle:
“Ve bana söylemedin, öyle mi Rıfat?” diye sordu. Bir şey demedi Rıfat, patronunun suratına durgun bakışlarla bakarken Payidar’ın elleri uzandı ve onun ensesi etrafında birleşti.
“Neden?”
Sustu Rıfat, Payidar’ın elleri geri gitti. Sonra bakışları yerdeki Feray’a takıldı.
“Götür bunu Rıfat, götürün ve Simay’a iade edin!”
İrkildi Rıfat, patronunun yüzüne bakarken Payidar, diğer adamlara döndü.
“Siz götürün! Mestan’ın sitesinin önüne fırlatın!”
Adamlar işe koyulurken Payidar, Rıfat’a dönüp ifadesiz gözlerle onun mahcup suratını izledi.
***
Hamdi, odasına giren Kenan ve Gaye’yi gördüğünde yüzünde bir tebessümle yerinde doğruldu.
“Sizi böyle görmek ne kadar da güzel, çocuklar!”
“Baba!” diyen Gaye, yanında Kenan’la Hamdi’nin karşısında durduğunda devam etti.
“Nişan hazırlıklarına başlayalım mı?”
Hamdi, suratında ince bir tebessümle başını sallarken Kenan, hafif bir tebessümle Gaye’ye bakıp arada bir bakışlarını Hamdi’ye çeviriyordu.
***
Tarabya civarındaki bürosunda Bahri Düzgün, bilgisayarın monitörüne iyice eğilmiş bir şekilde koyu bir araştırma yaparken önündeki kahvenin dumanı, onun gözleriyle monitörün arasına girip buğu bir etki bırakıyor ve tavana yükselerek gözlerden uzaklaşıyordu. Monitörün ekranında birkaç doküman kol geziyordu. En üstte Kenan’ın resmi boy gösteriyor, altında da irili ufaklı yazılar döşenmişti ve Bahri, o yazılara iyice adapte olmuştu. Kısık bir sesle:
“Şırnak Cudi Dağı’ndaki özel harekât timinin komutanı Musa Uzun’du; çok sevdiği ve hatta özel olarak yetiştirdiği Kenan Karabey’in uyuşturucu bağımlısı olduğunu öğrenince gözünün yaşına bile bakmadan ihraç etti. Kenan Karabey, gördüğü tedavilerden sonra sırra kadem basmıştı. Sonra hapishanede izine rastlanıldı. Daha sonra da bir güvenlik şirketinde işe başladığı gelen duyumlar arasındaydı,” dedikten sonra ilgili sayfayı kapattı.
“Bunları ben de biliyorum. Hâlâ devletle bir bağlantısı var mı yok mu, onu öğrenmek istiyorum.”
Kendi kendine fısıldayarak kahvesini aldı ve bir yudum alırken kapının açılmasıyla sırtını koltuğuna yasladı. İçeri giren adamı,
“Efendim, size bir zarf geldi!” deyince Bahri, gözlerini kısarak adamına yoğunlaştı. Adamı, onu fazla bekletmedi ve yaklaşarak zarfı uzattı. Zarfı eline alıp adamının çıkışını izleyen Bahri, zarfı açarak merakını kamçılayan bir kâğıt çıkardı.
“Bu da ne?”
Kâğıdı düzelterek ön yüzündeki amblemi görür görmez irkildi. İstanbul Barolar Birliği amblemini görmesiyle merakı ikiye katlanmıştı. Hemen yazıyı okudu. Yazıyı okurken ellerinin titremesi, kâğıdın ne denli mühim olduğunu gösteriyordu. Sonunda kâğıdı masaya bırakıp:
“Ama…” diye sayıkladı ve yutkundu. Devam etti.
“Nasıl yani? Bu… Bu bir davet… Beni baroya üye olmam için davet ediyorlar. Peki ama…”
Kâğıdı tekrar eline aldı. Alttaki adrese bakıp:
“Neden burası?” diye mırıldandı. Çenesini sıvazlarken telefonunun çalmasıyla irkildi. Masadaki ahizeyi kaldırıp kulağına dayadı.
“Alo!”
Sekreterinin tiz sesi duyuldu.
“Efendim, barodan arıyorlar!”
“Bağla, kızım!”
Birkaç saniye sonra bir ses duyuldu.
“İyi akşamlar Bahri Bey!”
“İyi akşamlar, kiminle görüşüyorum?”
***
Milli Haberalma Servisi…
Telefonu kulağına dayamış olan Musa, Bahri’nin sorusuyla hafif bir tebessüm etti.
“Ben İstanbul Barolar Birliği’nden Şekip Turnagül!”
Kaytan, Musa’nın verdiği isimle gülerken Emrah da kendisini tutamadı ve hafif pırtladı. Musa, kaşlarını çatıp ikisine bakarken Bahri’nin:
“Buyurun Şekip Bey!” demesiyle kendini toparladı. Kaytan ve Emrah da toparlanıp Musa’ya odaklandı.
***
Tarabya civarındaki büroda Bahri, Musa’yı barolar birliğinden Şekip diye biri sanarak onu iyice dinlemeye geçmişti. Musa’dan gelen konuşmaya, diğer elini masaya dayayarak adapte oldu.
“Size gönderdiğimiz zarfın ulaşıp ulaşmadığını sormak için rahatsız etmiştim.”
“Elimde şu an,” diye durgun bir şekilde lafa giren Bahri, Musa’nın:
“Öyle mi? Sevindim!” demesiyle:
“Ama şaşırdım Şekip Bey! Zarftaki adres…” dedi ama Musa’nın:
“O adres mi? Bir toplantı yapılacak orada, sizi de görmek için yazdık o adresi!” deyişiyle duraksadı.
“O adres, bir tanıdığın eviydi ama!”
“Kimin?”
“İzam Hacımollaoğlu diye bir tanıdığın…”
“Baromuz kendisini tanımıyor. Orası, baro adına satın alındı.”
“Ama kimden? Şu anki yasal sahibi, Hamdi Çeliker olmalı! Kendisinin haberi var mı?”
“Bilmiyorum Bahri Bey! Geldiğinizde, yetkililerle gerekli bilgi alışverişini yaparsınız.”
“Tabi geleceğim, bu akşamdı değil mi?”
“Zarfta tarihi ve saati yazıyor olmalı!”
Bahri, sanki Şekip sandığı Musa onu görecekmiş gibi kafasını hafifçe salladı. Sonra da:
“Geleceğim Şekip Bey!” dedi.
“İyi akşamlar, orada görüşürüz Bahri Bey!”
Bahri, kapanan ahizeyi yerine bırakıp önündeki boşluğa düşünceli gözlerle bakarken içini saran kuşku, onu iyice kıskıvrak yakalamıştı. Nedense içinden bunun bir tuzak olduğunu düşünüyordu. Ama emin de değildi. Zarfın üstündeki amblemin sahte olmadığını fark etmişti.
“En iyisi barolar birliğini arayıp teyit etmek…” diye fısıldayarak ahizeyi aldı ve sekreterine,
“Kızım bana barolar birliğini bağla!” diye talimat verdi.
“Peki efendim!” diyen sekreterinin sesini işittikten sonra ahizeyi indirdi. Ellerini ovarak beklemeye koyuldu.
Aradan geçen birkaç dakika boyunca Bahri, resmen kafasındaki düşüncelerden dolayı aklını yitirmek üzereydi; gelen zarf, konuştuğu kişi ve zarftaki tanıdık adres, onun beynini allak bullak etmişti. Ahizenin ötmesiyle, sırtını yasladığı koltuğundan ayrılmak zorunda kaldı. Telefonu açıp:
“Alo, ben Avukat Bahri Düzgün!” diye kendini takdim etti. Karşı taraftan gelen,
“İstanbul Barolar Birliği sekreterliği, buyurun Avukat Bey!” yanıtıyla,
“Elime bir zarf geçti, üstünde sizin ambleminiz var. Beni bir yere davet ettiler. Şekip Bey ile görüştüm. Birliğe katılmam için davette bulunuldu. Bunu teyit etmek için aramıştım,” deyince karşı taraf, birkaç saniyelik bir duraklamanın ardından:
“Teyit edilmiştir Avukat Bey! Gelen zarftan, malum davetten ve verilen adresten herhangi bir şüpheniz olmasın,” der demez Bahri, gene içini kuşatan kuşkuyla ürperdi. Hâlâ inanmak istemiyordu; ona göre bu yaşananlar, basit bir aldatmacaydı ya da kendini kandırıyordu, anlayamadı ama kulağına dayadığı telefona bir cevap vermesi gerekiyordu.
“Anlıyorum, yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.”
“Rica ederim, iyi akşamlar!”
Ahizeyi yerine bırakırken, kafasının içinde dönüp dolanan kuşkulardan kurtulmak istiyordu; ne yapacağını bilmeyen bir tavırla sırtını koltuğuna yaslarken her iki eliyle kafasını ovdu, beynini kemiren ve içine yerleşen kurdun her kıvranışıyla kuşkuları artıyor ve onu büsbütün tereddütlere sokuyordu. Yerinde doğruldu ve hafifçe kafasını salladı. Kendi kendine fısıldadı.
“Gideceğim.”
***
Milli Haberalma Servisi…
Emrah, kulağına dayadığı telefonu kapatıp karşısında durduğu Musa’nın ona meraklı gözlerini dikmesiyle başını salladı.
“Arkadaş aradı efendim! Bahri, teyit etmek için kendisini aramış ve o da bizim dediklerimizi aynen nakletmiş.”
“Güzel!” diyen Musa, yüzünde keyifli bir ifadeyle Kaytan’a bakarak:
“Eğer Bahri yok olursa, Hamdi’nin bir kolu daha kırılır ve çelikten bile olsa, o kırık kolu hiçbir yen tutamaz. Hem Kenan rahat eder hem de bizim istediğimiz olur Kaytan!” deyince Kaytan, bıyıklarına eziyet edercesine burarak:
“Güzel diyorsun da reis, avukatın ortadan kalkması, Kenan’ı zor duruma düşürmez mi?” diye sordu.
“Hamdi’yi, düşen bir uçak farz et, bıyıklarına tükürdüğüm! Bu uçağın da kara kutusu kim? Elbette Bahri… Onu alıp konuşturmayı başardık mı, gerisi gelir.”
“Konuşur mu sence?”
“Biz alalım da, elbet konuşturmayı başarırız Kaytan!”
Kaytan, derin bir nefes alıp hafifçe başını sallarken Musa, onlara dikkatli gözlerle bakmakta olan Emrah’a bakıp göz kırptı.
***
Göğün setleri çekilmiş ve bardaktan boşanırcasına bastıran yağmurlar, şehrin üstüne ıslak bir hakimiyet kurarken bulutların fokurdayıp homurdanması ve arada bir gürleyip durması, kışın alamet-i farikası olarak lanse ediliyor; şehrin sokaklarında kayarcasına bir istikamet çizen yağmur suları, alt yapılara düşmek için malum gider kapaklarına doğru, bir yılanın süzülüşü gibi raks ederek ilerliyordu. Akşamüstü bastıran bu yağmur, gece boyu devam edecek gibi bir izlenim bırakıyordu. Gri tonunun koyusunu barındıran hava, sabahki havanın imajına resmen gölge düşürmüştü.
Arnavutköy/Yazgan Site…
Kemik, tekerlekleri zorlayan su yağmurlarına inat gaza basıyor, körüklüyor ve aracı avlu kapısından içeri sokmaya çalışıyordu. Dış kapıdaki adamlar, yanlarına her ne kadar korunmak için şemsiye ve kürk palto falan alsalar da hava, onlara pek de merhamet edecek gibi görünmüyordu. O sırada daha avlu kapısı kapanmadan bir araç daha durdu ve arka kapısı hızla açıldı. Kemik, dikiz aynasından arabayı görmüştü. Arka kapının açılıp yere bir şeyin atıldığını görünce irkildi. Mestan fark edince sordu.
“Ne oldu?”
Kemik frene bastı; araç durunca suyun parçalara ayrılıp öteye sıçramasıyla dışarıdaki adamlar da onlara yöneldi. Arkadaki araç çoktan görüşten çıkmış ve hızla basıp gitmişti. Ama yerde bir şey vardı ve Kemik, belinden silahını sıyırıp araçtan indi. O sırada her ne hikmetse evin kapısı da açıldı ve Nazan, demin camdan baktığı ve olanları gördüğü için, onlara doğru hızla yürüdü. Mestan da arabadan inmişti. Kemik, bir iki adama bakıp başını salladı ve onlarla birlikte, deminki arabadan atılan şeye doğru hızlandı.
Saçı başı suya gömülmüş, bilinçsiz suratına su damlacıkları çarpıyor ve cansız bedeni, suyun ufak darbelerine maruz kalıyordu. Tepesinde duran Kemik, yutkunarak Feray için üzüldüğünü aşikar etti. Adamlara bakıp başını, kaldırın dercesine sallayınca Mestan’ın sesiyle kendine geldi.
“Kim o Kemik?”
Derin bir nefes alan Kemik, adamların kaldırmakta olduğu cesede yan gözlerle baktıktan sonra patronuna doğru ilerledi. Mestan, adamlarının kaldırıp onlara doğru getirdiği cesedi görür görmez irkildi. Yutkunan Nazan,
“Feray?” diye sayıklarken Kemik, onların yanında durmuş ve:
“Payidar’ın arabasıydı, plakadan tanıdım efendim!” deyince Nazan, nemli gözlerle kocasının suratına baktı. Mestan, burnundan derin bir soluk alıp:
“Onun gücü, anca karıya kıza yeter zaten!” diye mırıldandı ve adamların götürdüğü cesede hayıflı gözlerle bakarak:
“Simay…” dedikten sonra karısına baktı.
“O çok üzülecek!”
Başını salladı Nazan,
“İçeri götürmesinler, anlatmayalım şimdilik!” diyene kadar dış kapı açılmış ve Simay, -salondayken annesinin hızla dışarı çıkışını gördüğü için merak etmiş ve pencereden dışarı bakarken adamların getirdiği cesedi görmüştü,- babasıyla annesinin endişeli bakışları arasında:
“Feray!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Nazan hemen kızına doğru koşarken Mestan, sıkıntıyla derin bir iç çekerek elleriyle saçlarını karıştırdı.
Feray’ı içeri taşımaları için adamlarla birlikte yürüyordu Simay; annesinin ona sarılışını umursamıyor, gözlerinden yaşları döküyor ve ağlayıp feryat ediyordu.
Cem, odasında sıkıntıyla dört dönüp dururken gelen bağırmayla irkildi. Hele bir de Simay’ın, Feray diye bağırması, onun içine kurt düşürmüştü. Her şeyi boş verip hızla kapıya doğru koştu.
Dildar da aynı şekilde odasından fırladığı gibi soluğu salonda almıştı. Cem’le farkında olmadan yan yana durup Simay’ın bağırarak Feray’ın cesedine sarılışını görünce irkilerek bakıştılar. Feray’ın ıslak başını kucağına almış, yüzüne yanaklarına öpücükler kondurup sarılarak hıçkırıklar içerisinde inleyen ve gözyaşlarını onun cansız bedenine hediye eden Simay, ağlayışları arasında, soluk alıp verirken:
“Kim? Senden ne istediler?” diye sorular sorup duruyordu.
“Payidar…” diye damdan düşer gibi cevap veren Mestan, karısı Nazan’ın kaşlarını çatıp ona bakmasını umursamadan:
“Bir zamanlar baba dediğin adam… O yaptı!” deyince Simay, ona sarılan ve teselli olsun diye sırtını sıvazlayan annesinden ayrılıp Mestan’a baktı. Gözlerindeki yaşlarla Mestan’ın yüzünü inceleyerek:
“O mu yaptı?” diye sordu. Cevap olarak sadece başını sallayan Mestan, Simay’ın gözlerindeki yaşların kuruduğunu ve ağlayışının kaybolduğunu görünce irkildi. Yavaşça ayağa kalktı Simay, annesinin varlığını kendisine sarılınca hissetti ve onun kulağına fısıldar gibi:
“Gidelim anne!” deyince Nazan, irkilerek ondan ayrıldı. Sorar gözlerle kızının yüzüne bakan Nazan, Simay’ın:
“Ben her şeyi kaybettim anne! Onun da neleri kaybettiğini görmesini istiyorum, gidelim!” demesiyle dönüp kocasına baktı.
“Bu bir harp olur kızım!” diyen Mestan, kızına doğru birkaç adım atarak:
“Her şeyin sonu demek bu!” dedi. Simay, Mestan’ın yüzüne nemli gözlerle bakarak:
“Sen benim babamsın, kızın için yap bunu!” deyince Mestan, resmen elektrik çarpmış gibi irkilerek karısına baktı. Simay, annesine de dönerek:
“Sen de benim annemsin, benim için!” diye fısıldayınca Nazan, nemlenen bakışlarını kızının yüzünde gezdirdi. Cem, nerden geldiği bilinmeyen bir cesaretle:
“Ben de varım, yanındayım!” deyince Simay, ona hiç bakmadan:
“Sen karışma, senin yüzünden öldü o!” der demez Cem, şaşkın gözlerle Nazan’a baktı. Simay, arkasına dönüp Cem’le Dildar’ı yan yana görünce öfkeyle burnundan soludu.
“Eğer siz o çirkinliği yapmasaydınız, o bizim yanımızda olur ve Payidar’ın kıskacına düşmezdi. Sizden tiksiniyorum.”
Gözleri dolan Dildar, Simay’ın yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra ağlayarak gerisin geri gitti. Cem de bir şey demeden onun peşinden giderken Simay, tekrar Mestan’a dönerek:
“Ne diyorsun baba?” diye sordu.
“Gidelim kızım!” diyen Mestan, Nazan’ın başını salladığını görünce gülümsedi ve kızına baktı. Tam harekete geçeceklerdi ki Kemik,
“Efendim!” diyerek onları durdurdu. Mestan, adamına dönerken Simay, annesinin yanında durup babasıyla adamını izledi.
“Ne oldu Kemik?”
“Efendim!” diyen Kemik, göz ucuyla Simay’a baktıktan sonra:
“Sağlam bir plan yapmadan gidersek, avcı yerine av oluruz,” deyince Mestan, ona hak verdiğini, başını sallayarak gösterdi.
“Var mı bir fikrin?” diye soran Mestan, Simay’ın:
“Benim var,” demesiyle kızına döndü. Yüzüne yumuşak bir tebessüm kondurup kızının mahzun çehresini izledi.
***
Akşamın rengine bürünen İstanbul’un Marmara’sı, hırçın dalgalara bulanan yağmur sularının portresini gelgitlerle çiziyor; duyulan şırıltı seslerine karışan yağmur sesleri, melodik bir ahenkle yankılanarak kışın portresine alt müzik döşer gibi vaziyet görüyordu. Simsiyah geceye kapkara bir libas biçen kışın çetin yağmuru, kar kokan havasıyla ahkam sürüyordu.
Eskiden İzam’ın evi olarak bilinen yere geldiğinde Bahri, şoför koltuğunda oturan ve arkasındakiyle öndeki araçların konvoyuyla buraya gelmiş; bahsi geçen toplantının gerçekleşeceği mekana yakın durmuştu. Aklındaki şüpheler, içindeki kuşkular ve beynini kemiren sorular, endişeli bir bekleyişle bir olunca Bahri, sıkıntılı bir nefes aldıktan sonra kol saatine baktı ve saatin, zarftaki muayyen saate yaklaştığını görünce yanındaki korumaya bakarak:
“Benim aklıma yatmadı bu iş!” dedi. Adamı da etrafına bakınarak:
“Bana göre de bir şeyler dönüyor efendim! Anlamadım ki!” deyince Bahri, ilerde beliren araçları görünce gözlerini ileriye dikti. Lakin gelen araçların uzun farlarından dolayı Bahri’nin gözleri yanmıştı. Öndeki araçlardan biri, kendisinin konvoyunda olan araçlardan biri, uzunları söndürsünler diye selektör verince de bir şey olmadı, uzunlar sönmedi ve aksine araçlar, hızla onlara doğru gelmeye başladı.
Ne olup bittiğini anlayamayan Bahri, birden etraflarının sarıldığını görünce irkildi; arkadaki iki araba ve öndeki iki araba, hızla maskeli adamlar tarafından kuşatıldı. Bahri, silahını sıyırıp namluyu ona doğrultan adamına bakıp:
“Ne yapıyorsun be?” diye çıkıştı. Adamı, şoför mahallindeki adamın ensesine silahın kabzasıyla vurup bayılttıktan sonra namluyu tekrar Bahri’ye doğrultup:
“Buraya kadar, Avukat Bey!” deyince Bahri, yutkunarak adamı sandığı adamın yüzüne ürkek gözlerle baktı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Rıfat, heyecanı gözlerinden okunurcasına parlayan gözlerle ve sevinçli bir şekilde patronunun odasına paldır küldür girince Payidar, kafasını her iki elinin arasına almış ve derin düşünceli pozisyonunu hiç bozmadan:
“Yavaş ol, ahıra girmiyorsun Rıfat!” deyince Rıfat, önünü ilikleyerek:
“Kızınız geldi, efendim!” der demez Payidar, birden canlanarak ayağa fırladı. Gözleri iri bir şekilde:
“Gerçekten mi?” diye sordu. Rıfat başını sallarken Simay, onun önünde durduğu kapıdan içeri girdi ve onun yanında durup Payidar’a baktı.
“Kızım?” diye sayıklayan Payidar, Simay’ın yutkunarak gözlerini yummasıyla gülümsedi.
Küçük bir küpe şeklinde ve kendisini hiç belli etmeyen bir dinleme cihazıyla içeri girmişti Simay; yakasındaki düğmelerden biri de mikrofon görevi görüyor ve asıl babası, Mestan’la iletişimi böyle sağlıyordu. Malikânenin bilmem kaç metre güneyinde, siyah bir minibüsün içerisindeydi Mestan; yanında karısı Nazan, arkada takriben yirmiye yakın adam, önde de Kemik, direksiyonun başında bekliyordu. Mestan’ın önündeki laptoptan Simay’ın ve bulunduğu ortamın sesi yükseliyordu.
“Hoş geldin kızım!” diyen Payidar’ın sesi, monitörün hoparlöründen Nazan’ın kulaklarına çarpınca Nazan, duyduğu sesle midesi bulanır gibi oldu ve birkaç saniye gözlerini yumunca geçti. Mestan, ona destek olur gibi elini onun elinin üstüne koydu ve gözleriyle ona destek çıktı.
“Bu işi bitirmek için geldim,” diyen Simay, ilk şifreyi vermişti; o yüzden Mestan, elini kaldırıp arkadaki adamlara komutu gönderdi. Adamlar, hızla birer ikişer araçtan inerken Payidar’ın sesi, tekrar monitörün hoparlöründen duyuldu.
“Hangi işi?”
Simay, bir iki adım atıp Rıfat’a paralel bir şekilde durdu ve soğuk gözlerle, birkaç saniye Rıfat’a baktıktan sonra bakışlarını tekrar Payidar’a çevirip:
“Bu mide bulandıran işi…” deyince Payidar, gözlerini kısarak:
“Seni anlayamıyorum kızım!” dedi.
“Bana kızım deme, Payidar!”
“Ama sen benim…” diyen Payidar,
“Değilim,” diye çıkışan kızının sesiyle irkilerek duruldu.
Simay’ın Payidar’a doğru attığı her adım, bahçe duvarının arkasından bahçedeki adamlara ateş eden adamların saydırdığı her mermiye tekabül ediyordu; daha silahlarını sıyırmadan, tetiklerine basmadan kendilerini yerde bulan Payidar’ın adamları, silahlarında susturucu olan ve attıkları her mermiyi isabet ettiren Mestan’ın adamlarına yem oluyor, her biri bulundukları yerde mermiler alıp yağmur sularıyla ıslanmış ve çamurlaşmış bahçe toprağına düşüyordu.
Rıfat, gözlerini kırpmadan Simay’a bakıyordu; bakışları bir başkaydı Simay’ın, duruşu bambaşkaydı ve attığı her adımda başka bir izlenim vardı. Payidar’ın karşısında duran Simay,
“Sen benim baba bildiğim, adam gibi adam bildiğim… Sen var ya sen, benim nazarımda bir hiçsin artık! Çünkü kadına kıza kurşun sıkan, onların namusunu, para karşılığında satan bir adamsın, hatta adam bile değilsin sen!” deyince Payidar, adamı Rıfat’ın karşısında sarf edilen kelimeleri hazmedemiyordu. Onun için zor bela:
“Laflarına dikkat et!” deyince Simay, burnundan öfkeli bir soluk alarak:
“Sen bittin Payidar!” deyince ikinci şifreyi de vermişti ve dışarıdaki temizliğin bittiğini haber veren anons:
“Ortam temizlendi,” diye Kemik’in kulaklarında yankılanınca ve Kemik de Mestan’a bakıp başını sallayınca, Mestan ve karısı Nazan, Kemik’le birlikte araçtan inip gecenin soğukluğuna ve karanlığına alışarak bahçe kapısına doğru adımlarını sürdüler.
“Sen ne diyorsun Simay?” diye soran Rıfat,
“Sen karışma Rıfat!” diye çıkışan kızdan bakışlarını alıp Payidar’a çevirdi. Payidar yutkunarak:
“Beni öldürmeye mi geldin?” diye sorunca Simay, ona dönerek:
“Ben senin gibi katil değilim, senin gibi değilim ben!” der demez Payidar, bir zamanlar kızı diye sevdiği bu kızın dudaklarından dökülen her kelimeyle örseleniyordu. Birden koridorda bir patırtı duyuldu ve birinin yere düşme sesi geldi. Rıfat hemen silahına davrandı ve açık kapıdan koridora çıktı. O sırada gür bir ses duyuldu.
“Akıllı ol Rıfat, harcatma kendini!”
İrkildi Payidar, o an anladı tongaya düştüğünü ve Simay’ın öfke dolu yüzüne bakarak hafifçe başını salladı. Kemik, Rıfat’ı köşeye itip elindeki silahı alırken Mestan kapıda durdu ve Payidar’a bakıp gülümsedi.
“Nasılsın Payidar?”
Öfkeyle derin bir soluk alan Payidar, Simay’ın yüzüne nemli gözlerle bakarak:
“Vay be, helal olsun sana kızım!” deyince Nazan’ın sesi:
“O senin kızın değil!” diye duyuldu. Gözlerini yumdu Payidar, birkaç damla gözyaşı, gözlerinden süzülüp yanaklarından aşağıya düşerken Mestan, keyifli bir şekilde onun bu ezikliğini izliyordu. Kemik, silahını Rıfat’a doğrultmuş ve onun hareket etmesini engelliyordu. Nazan içeri girerken Payidar, gözleri yaşlı bir şekilde ona baktı.
“Bu ihanet çemberi, beni yaşatmaz Mestan! Sık kafama, sık ki senin gibi dolanmayayım ayaklarına!” deyince Mestan, ellerini ceplerine yerleştirip:
“Sen sevdiğim kadını öldüremedin, beni öldüremedin. Kızımızı alamadın bizden, hayatımız değişti ve devir değişti Payidar! Kazandım sanırken kaybettin; güçlü sanırken kendini, aslında çaresiz olduğunu fark ettin. Sen bittin Payidar, sonun geldi. Seni ben öldürmesem bile, bu kahır gebertir seni!” dedi. Simay’a baktı Payidar, onun güzel yüzüne biraz baktı. Sonra karısının öfke dolu yüzüne baktı ve derin bir nefes alarak:
“Ben yaptıklarımın cezasını çekiyorum. Dilerim, siz de çekersiniz!” deyince Simay, sert bir sesle:
“Biz hiçbir şey yapmadık, kimseye zulmetmedik, kimsenin kanına canına girmedik! Ama sen, döktüğün kanın ve incittiğin canların bedelini ödüyorsun. Onun için bize beddua edecek konumda da değilsin!” dedi. Nazan, bir iki adım atıp Mestan’ın yanında durdu ve lafa girdi.
“Ben sevdiğim adama ve kızıma kavuştum. Sen kızın sandığın bu kıza bile sahip çıkamadın Payidar! Beni dara çekip evi yaktığın o gün, tam her şey bitti derken umut bırakmadı peşimi ve ipten alıp sevdiğimin kollarına teslim etti. Sen de o günden sonra gün be gün kaybetmeye başladın. Bugün de kaybettin!”
“İşte böyle Payidar!” diyen Mestan, Rıfat’ın meraklı bakışları arasında Payidar’a doğru bir adım atarak:
“Sen kaybettin, ben kazandım!” dedi.
“Yanılıyorsun!” diyen Payidar, hızla silahını çekerken Simay, ansızın fermuarı açık çantasındaki silahını sıyırıp Payidar’a doğrulttu ve ondan evvel davrandı. Her şey üç saniyede gerçekleşti. Payidar’ın silahını çekmesine paralel Simay da çekti, Payidar namlusunu Mestan’a doğrulturken Simay da Payidar’a doğrulttu ve Payidar daha tetiğe basamadan Simay, hızla tetiğe bastı ve silahın sesi, Rıfat’ın:
“Payidar Bey!” diyen sesine karıştı. Tam göğsünden aldığı kurşunla neye uğradığını şaşıran Payidar, etini kemiğini sızlatan ince bir sızıyla muhatap oldu; elindeki silah, bedenindeki acıyı göğüsleyen iradesine boyun eğemedi ve sahipsiz kalmış gibi elinden kayarak yere düştü. Göz bebekleri, yıllarca kızı sandığı Simay’ın yüzüne kenetlenmiş; dudakları, içindeki acıyla şangırdayarak dizüstü düşerken kurşunun saplandığı yerden süzülen kanlar, beyaz gömleğini ala çalmıştı. Zor bela, titreyen dudaklarına rağmen:
“Kızım!” diye sayıkladı ve yanı üstüne yere uzandı. Silahını indiren Simay, tepeden ona bakarak:
“Babam kelimesinin yıllarca katili oldun ama babamın katili olmana izin vermem, Payidar!” diye fısıldadı.
Boğazındaki son nefesler, bedenine ağır darbeler indirerek dışarı çıkarken gözleri kararıyor; son gördükleri, Rıfat’ın onun başına koştuğu oluyordu. Çırpınması şiddetlenirken, adamı Rıfat’ın nemlenen bakışlarına takılıyor gözleri; gittikçe çırpınması hafifliyor, dudakları duruluyor ve gözleri yukarıya doğru kayıyordu. Başı yana düşen Payidar, son nefesleriyle canını verirken sessiz sedasız bir ortam kalıyordu geriye…
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top