"Alime Talim"
Bölüm Şarkısı: Cengiz Özkan - Beni Görüp
📢 LÜTFEN KİTABIMIZIN DUYULMASI VE OKUNMASI İÇİN OY VERİP TAVSİYEDE BULUNALIM. UNUTMAYIN Kİ EMEKLER KUTSALDIR...
📚 KEYİFLİ OKUMALAR ✍️👇
...
İRAN/TAHRAN
Farsça bir nida duyuldu, birden irkildi Kenan ve kucağında Hamdi’nin başı olduğu halde yerinde kalakaldı. Hamdi de irkilmişti, yorgun gözlerle Kenan’ın yüzüne bakarken Kenan, boştaki eliyle yüzüne örtüyü çekti ve yerinde dikeldi. Aynı nida tekrar duyulunca Kenan, arkasında durmuş ve ondan haber sorar gibi bir tavırla dik duran adama Farsça cevap sundu ama adam tatmin olmamış olacak ki gür sesiyle tekrar bir şey sordu. Kenan, Hamdi’nin başını yavaşça kucağından indirdi ve su kırbasını da yere bıraktıktan sonra sakince ayağa kalktı. Yüzünü adama döndü. Adam, kendi yüzünü işaret edip ‘örtüyü indir’ dercesine bir şey deyince Kenan, derin bir nefes aldı. Bağırdı adam, dışarıda kalabalık bir dalgalanma duyuldu ve Kenan, bu sefer de burnundan derin bir soluk çekti. Belli ki sinirlenmişti. Adam, silahının namlusunu Kenan’a doğrulttuğunda Kenan, yavaşça örtüyü tutup aşağı indirmeye başladı.
Şivon ve yanında Nasuh, etraflarında bir kalabalıkla Hamdi’nin olduğu bölmeye doğru giderken Tamer de peşlerine takıldı. Sonra bir noktada onlardan sıyrılıp kendini ayrı yere çeken Tamer, olacakları merakla beklemeye başladı. Şivon ve Nasuh’un içeri girişine derin bir iç çekişle karşılık verdi.
Kenan, içeri girenlere baktı. Şivon, adama Farsça bir şeyler sorarken adam, Kenan’dan şüphelendiğini hal ve lisan ile anlatıyordu. Kenan, bir gözü Nasuh’un üstünde bir gözü de Şivon’un üstünde dik durmuş ve örtüyü yarıya kadar indirmiş bir şekilde bekliyordu. Şivon, tamamen Kenan’a döndü; Kenan, onun ne yapacağını kestirmeye çalıştı, Nasuh da Kenan’ın jest ve mimiklerini süzüyordu. Şivon bir adım atıp gözleri kısık bir şekilde Kenan’a Farsça bir soru yöneltti. Kenan ona cevap sunarken aksanının çarpık olması, Nasuh’u gülümsetmişti. Birden Nasuh,
“Türk müsün sen?” diye sorunca Kenan, irkilerek onun yüzüne baktı. Şivon bu sefer de Türkçe,
“İndir örtüyü!” diye tısladı. Kenan, yavaşça örtüyü aşağı indirdi. Öfkeyle bezenmiş, sinirle yoğrulmuş ve nefretle hemhal olmuş bir çehreyle karşılaştılar; Kenan öyle sert, öyle katı ve öfkeli bakıyordu ki Nasuh, ister istemez ürperdi, Şivon’u da bir ürkeklik sardı ve Kenan, çıkardığı örtüyü yere fırlatıp katı bir tebessüm yolladı.
“Türküm ben!” diye dişlerinin arasında lafını ezercesine cevap sunan Kenan, Şivon’un irkilmesini hayra yordu; Nasuh’un ürkek bakışlarıyla içten içe dalga geçti ve diğer adamların çekingen bir şekilde bakışmalarına burun kıvırdı.
“Yakalayın!” diye bağıran Nasuh, bu sefer de emrini Farsça söyleyince adamlar, hep birden Kenan’a çullandı.
Kenan, gelen ilk adamı tekmesiyle ileriye püskürtürken diğerinin karnına diziyle vurdu ve adamı yere yıktı; sağdan geleni tutup soldan gelenin üstüne atan ve karşıdan gelene kırmızı ışık mahiyetinde yumruğunu sallayıp arkadan onu sarmak isteyene arkaya doğru kafa atarak karşılık veren Kenan, aniden etrafına halka gibi toplanan kalabalığa bakıp burnundan derin bir soluk aldı. Halka giderek daralıyordu, bir sağa bir sola bakınıp duruyordu Kenan ve işte o an halka, aniden onun üstüne atıldı. Kenan eğildi ve halkanın tam ortasındayken botlarının arasına sıkıştırdığı silahını sıyırıp rastgele etrafına ateşler etti. Duyulan bağırmalar, feryatlar ve figanlar eşliğinde birer ikişer düşenler oluyordu. Halka giderek azalırken Kenan’ın silahında mermiler bitmişti ve Kenan, hızla havaya zıplayarak kendini bulduğu boşluktan yana aldı. Düşenlerin hepsi bacaklarını ve ayaklarını tutmuş inlerken Kenan, terli yüzüyle ve alay eden gözleriyle etrafa bakındı.
“Şimdi!” diye bağıran Kenan, dışarıdaki Tamer’e komut vermişti. Tamer, cebinden çıkardığı kumandanın ilk düğmesine basıp hemen yere yattı.
Mutfak olarak kullanan bölmede, erzak torbasının içindeki bombanın kırmızı ışığı yeşile döndü; bulaşık yıkayıp yorgun argın bir şekilde uzanmış olan adamlar ve o uykudaki sarmaş dolaş adamlar, habersiz oldukları bombanın aniden patlamasıyla ruhlarını boşluğa hibe ettiler. Tüplerin de patlaması, infilakın şiddetini arttırmıştı. Her tarafı koyu dumanlar ve alev parçaları sarmışken Kenan, eğildiği yerden silahının şarjörünü değiştirmiş ve birini vurup yere indirmişti. Hızla koşarak yanından geçtiği adamın kafasına da sıkarak kendini kapıya yakın tutmuştu. Şivon ve Nasuh, hemen kendilerini dışarı atmışlardı. Tamer kendini belli etmeden adamların arasına karışmış ve sözde Kenan’a ateş ediyor bahanesiyle onlara yakın duruyordu. Şivon’a yakın duran Tamer, Kenan’ın başını sallamasıyla silahını ona doğrultup tetiğe bastı ve Şivon’u kafasından vurdu. Bir panik havası sardı ortalığı ve adamlar Tamer’e çullanırken Tamer, kumandadaki ikinci düğmeye bastı.
O bomboş bölmedeki bombanın patlamasıyla ortamdaki panik havası katlandı. Tamer, tam Nasuh’a da ateş edecekti ki bir adam araya girdi ve vuruldu. Tamer kendini koruyarak bir varilin arkasına saklandı.
Kenan, yerinden çıkıp en yakındaki adamın kafasını kurşunla doldururken gözleri, bir kamyonete binen Nasuh’a takıldı. Silahını ona doğrultup ateş edecekti ki duvara seken mermiyle mecburen kendini geriye çekti. Tamer’in çıkıp birine ateş ettiğini gördü Kenan, dönüp arkasındaki Hamdi’ye baktı ve derin bir nefes alıp hızla yerinden çıktı. Üst üste ateş ederek bir iki kişiyi indirdi.
Tamer, dışarı çıkan kamyoneti görünce gülümsedi. Bu kamyonete de bomba takmıştı. Kumandaya eğilip baktı. Biraz durdu, maksat kamyonet biraz daha uzaklaşsın, ona göre basmayı tasarladı.
Kenan, birini daha vurup şarjörünü değiştirmek için sırtını duvara yasladı. Üstüne başına baktı ama şarjör kalmamıştı. Burnundan derin bir soluk alıp bekledi. Birden içeri giren adamın üstüne çullandı ve onun elindeki silahın namlusunu onun karnına saplayıp üst üste tetiğe bastı. Adamın karnı davul gibi delik deşik olurken Kenan, adam daha yere düşmeden elindeki silahı ve cebindeki şarjörü alıp kendini duvara sabitledi. Adam yere düştü.
Kumandanın kamyonete ait olan düğmesine bastı Tamer, dışarıdan duyulan patlama sesiyle gülümsedi; dışarıdan Farsça duyulan sesler, amacına ulaştığını gösteriyordu. Koridorda biriken adamlar, Tamer’i kendine getirmişti. Hızla iki silahını da kuşanıp harekete geçti. Üst üste tetiklere basıp Kenan’ın da atağa geçmesini sağladı; o bir yandan, Kenan bir yandan atağa geçmişti ve adamlardan kimisi vuruluyor, kimisi kaçıyor ve kimisi de teslim olmak için ellerini kaldırıyordu ki onlar da vurulup yere düşüyordu. Az sonra koridordaki adamların çoğu ya yaralı, ya ölü ve ya da kaçarak kalabalık tablosunu düşürmüştü. Silah sesleri dindi, Tamer silahlarını indirmeden etrafa bakınırken Kenan, tekrar Hamdi’nin olduğu bölmeye girdi. Hamdi, yorgun ama gözleri parlak bir şekilde Kenan’a bakıyordu.
“Bitti Pars, bitti!”
Hamdi gülümserken Kenan, derin bir nefes alıp başını salladı.
Bir kamyonetle depodan çıktıklarında Tamer, direksiyondaki Kenan’a yandan bir bakış attı.
“Hamdi Çeliker’i kurtardık, sence bizi görür mü?”
Kenan gülümsedi.
“Göreceği varsa görür, Tamer!” dedi ve ona dönüp baktı. Tamer, kumandayı ona uzatırken:
“Sonuncusunu da sen patlat!” deyince Kenan, bir eliyle direksiyonu tuttu ve diğer elinin başparmağını kumandadaki düğmeye bastırdı.
Cephanelikteki bombanın patlamasıyla koca cephane, koca bir patlamayla adeta alev topuna döndü. Üst üste yaşanan patlamalar, depoyu adeta yerle bir etti. Koyu dumanlar göğe yükselirken alevler, her yere koca bir aydınlık bahşetti. Tahta parçaları, taşlar demirler öteye beriye savrulurken fokurdayan alevler, duvarları yalayıp koyu bir is bırakıyordu.
Kenan, dikiz aynasından patlamayı seyrettikten sonra gözlerini yola çevirdi. Onunla Tamer arasında, bitkin ve yorgun bir halde kendinden geçmiş olan Hamdi, bu patlama şöleninden mahrum kalmıştı.
***
TÜRKİYE/İSTANBUL
Metruk deponun etrafı git gide sarılıyor, çember altına alınıyordu; Mamoste’nin adamları, ellerinde keleşlerle ve bir iki kişinin elinde bazuka olduğu halde deponun etrafına halka olurken Mamoste, yanında Çömez’le arabanın içinde onları seyrediyordu.
“Biz neden gitmiyoruz başkanım?” diye soran adamına bakmadan, hafif alaylı bir şekilde cevap sundu.
“Bunlar TC adamları, Çömez! Çömez değiller herhalde, mutlaka tedbirleri vardır.”
Çömez anlamadığını belirten bir jestle ona bakarken Mamoste, bir şey demeden gözlerini depoya çevirdi.
“Gelmişler,” diyen Musa, Kaytan’ın yanında durduğunda Kaytan, tebessüm ederek:
“O zaman buna gerek kalmadı reis, ne yapalım?” diye sordu. Musa, silahını Sayko’ya çevirip ateşledi. Susturucuyla bezenmiş silahtan fırlayan mermi, Sayko’nun alnına saplandı ve Sayko, gık demeden canından oldu.
“Ne yapıyoruz reis?”
“Bırakalım gelsinler, bırakalım yansınlar kaytan bıyıklı!” diyen Musa, derin bir nefes alarak:
“Biz arkadan dolanıp Mamoste’ye uçalım!” dedi. Kaytan başını salladı. İkisi de hızla arka tarafa doğru koştu.
Salih, kanasın dürbününe eğilmiş ve gece görüşü açıp ileriye bakıyordu. Adamların giderek depoya yaklaşmalarına bakıp tebessüm ediyordu. Yavaşça dürbünü çevirdi ve Mamoste’nin arabasına baktı. Birden irkildi. Az önce baktığı halde ve Mamoste’yle bir adamının araçta olduğunu gördüğü halde şimdi yoklardı. Araç bomboştu. Hemen elini kulağına götürüp:
“Reis! Adamlar arabada değil!” dedi.
“Nasıl değil lan? Nereye gittiler?”
“Bilmiyorum ki! Ben depoya baktım kısa süreliğine, şimdi bakıyorum yok!”
“Etrafa bak lan!” diye duyduğu Kaytan’ın sesiyle Salih,
“Peki efendim!” diye fısıldadı. Hızla dürbünü gezdirdi; arabanın kuzey tarafına, dürbünün yettiği yere kadar baktı, güney tarafına da baktı ama hiç kimse görünmüyordu.
“Nerdesin Mamoste, nerdesin?” diye fısıldayan Salih, arkasında duyduğu ayak sesiyle irkildi. Yutkundu, tam dönüp arkaya bakacaktı ki duyduğu sesle yerinde kalakaldı.
“Sakın bir kahramanlık yapma!”
Yutkundu Salih, ‘inşallah sesi reise gider’ düşüncesiyle:
“Mamoste!” diye seslendi. Arkadan gelen ses, Mamoste’ye aitti.
“Reis’e selam söyle!”
Deponun arka kapısından tam çıkacaklardı ki kulaklarında çınlayan sesle ikisi de yerlerinde kalakaldılar. Musa, Kaytan’a bakarken Kaytan, gözleri iri bir şekilde Musa’nın yüz hatlarını inceliyordu. Birden ikisinin kulağında çınlayan silah sesi, ikisinin de irkilmesine neden oldu.
“Lan!” diye sayıklayan Musa,
“Hayır lan hayır!” diye fısıldayan Kaytan’a bakarak başını salladı. Bu baş sallayış, hayıf doluydu; öfke doluydu bu baş sallayış, sinirle bezenmiş bir baş sallayıştı bu ve Musa, cebinden çıkardığı el bombasının pimini çekip yandaki küçük pencereden dışarı fırlattı.
Mamoste, kafasından vurduğu Salih’in cansız bedenine tepeden bakarken deponun arka cephesinde patlayan bombayla irkildi. Gülümseyerek o tarafa baktı. Adamlardan birkaçının bombanın infilakıyla öteye savrulduğunu görmüştü. Başını sallayarak arkasındaki Çömez’e,
“Gidip şenliğe katılalım!” deyince Çömez,
“Başkanım, bu çok riskli!” der demez durup ona baktı.
“Yürü Çömez, yürü!” diye tıslayıp adamının önünden yürüdü. Çömez, dönüp birkaç saniye Salih’e baktıktan sonra Mamoste’nin arkasından adımlarını attı.
Kapıdan çıkan Musa, bombanın paniği daha sürerken silahlarını ateşledi; iki üç militanı yere devirdikten sonra bir noktada mevzi tutup Kaytan’ın atağa geçmesini bekledi. Kaytan da hızla silahlarını ateşleyip koşarak bir duvara sığındı ve bu süre zarfında da üç kişiyi indirdi.
Musa, pimini çektiği bombayı ileriye fırlatıp mevzi tutarken Kaytan, kendilerini yerlere atan militanlara ayriyeten kurşun döktükten sonra hızla mevzi tuttu ve bombanın patlamasıyla yerinde sarsıldı. Bomba, beş kişinin arkasına düşmüş ve o beş kişi, patlamayla birlikte havaya uçup tuzla buz olmuştu.
Militanlar bitmiyordu; daha zar zor yarısı ölmüştü, Mamoste kararlıydı, bu gece bu iş bitecekti ve Musa’yla Kaytan, onun için bir engel olmaktan çıkacaktı. Yani o öyle düşünüyordu. Musa’nın bir bomba daha fırlattığını gören Mamoste, başını sallayıp sırtını arabaya yasladı. Çömez de ileriye bakıp bombanın nasıl patladığını, patlarken kaç militanın hayatına mal olduğunu ve ortama sinen tozu dumanı izledi.
“Bitmiyorlar lan!” diye bağıran Kaytan, üst üste ateş ederken yanına seken mermiyle kendini geri çekti. Bir silahındaki şarjör boşalmış, diğerinde de ya bir ya da iki mermi kalmıştır düşüncesiyle hızla şarjörleri değiştirmeye çalıştı. Bir gözü de biri gelir diye etrafa bakıyordu.
Musa, arkadan dolanan adamın az kalsın Kaytan’ı vuracağını görünce hızla çıkıp ateş etti ve onu göğsünden vurup Kaytan’a bağırdı.
"Dikkatli ol lan!”
“Sağ ol reis!” diyen Kaytan, bu sefer de Musa’yı hedef alan adamı vurup gülümsedi.
Birden duyulan araba sesleri, Mamoste’yi yerinde dikleştirdi. Gelen VİP arabanın farları, onların aracını açığa çıkarınca Mamoste, burnundan derin bir soluk alıp:
“Gidelim!” dedi. Çömez hemen direksiyon mahalline geçerken Mamoste, gelen VİP araçtan açılan ateşe karşılık verip hızla arabaya bindi. Çömez çalıştırdığı gibi gaza basarken Mamoste, camdan sarkıtıp arkadaki araca ateş ediyordu. Onların arabası da arkadaki araba da zırhlı olduğu için kurşunlar sekip öteye beriye düşmekten başka bir işe yaramıyordu.
VİP durduğunda Musa,
“Nihayet!” diye bağırdı. VİP araçtan inen çelik yelekli, ellerinde uzun namlulu silahlar olan bir grup adam, hızla çatışmaya dahil oldu. İçlerinden biri:
“Mamoste kaçıyor reis!” diye bağırdı. Musa, uzaklaşmakta olan arabanın arkasından bakıp:
“Gitsin şerefsiz!” diye fısıldadı.
Salih’in cansız bedeninin başında duran Musa, gözlerinden yanaklarına süzülen damlaları umursamadan eğilip Salih’in açık kalan gözlerini örttü.
“Aslanım!” diye sayıklarken kalbinden parçalar kopup dağıldığını hissediyordu. Musa’nın omzuna elini koyan Kaytan, derin bir nefes alırken:
“Bu iş burada bitmez reis, bırakma kendini!” deyince Musa, dönüp aşağıdaki çatışmaya baktı.
“Yetti kaytan bıyıklı, yetti!”
***
Marmara’ya bir bıçak gibi inen güneş, dünkü karanlık geceyi kapı dışarı etmiş ve yerine parlak bir aydınlık bahşetmişti; ilkbaharı anımsatan, onu müjdeler gibi bir hava bahşeden gün, Ocak’ın bilmem kaçında böylesi güzel ve naif bir aydınlık sunarken insanlar, elbette ki bu günün tadını çıkarmak için kendilerini dışarıya ve parklara atmışlardı.
Milli Haberalma Servisi’nde yas vardı; Salih’in cenazesi kaldırılmış, gerektiği şekilde uğurlanmış ve yakalarına da onun resimleri asılmıştı. Matem havası dört bir yanda gezerken Musa, odasındaki koltuğuna çökmüş bir vaziyetteydi. Resmen çökmüştü, derbeder bir halde kalmıştı. Bir işe girişmiş ve yine eli boş dönmüştü. Başını masaya yasladı. Önce Mahir’i aldı bu Mamoste olacak adam; Emin’i de kopardıktan sonra şimdi de Salih gitmişti. Etrafındaki herkesi öldürmüştü bu Mamoste, birer ikişer almıştı. Yeğeni Gaye onun elindeydi. Kızın akıbetini bilmiyordu. Kenan, onların tekrar mağlup olduğunu ve hatta Salih’in de şehit olduğunu duyarsa, bu sefer taş üstünde taş kalmazdı. Musa bunu biliyordu.
İçeri giren Kaytan, Musa’dan farksız değildi. Başını kaldırıp ona bakan Musa, Kaytan’ın betinin benzinin aktığını görünce yerinde doğruldu.
“Sen de ölme lan, sakın sen de ölme!” diye sayıklayarak sırtını koltuğun sırt kısmına yaslayan Musa, karşısındaki koltuğa oturan Kaytan’ın:
“Ölüm Allah’ın emri de reis, ölümümüz bu Mamoste’nin elinden olursa, işte o bize koyar be!” demesiyle derin bir iç çekti.
“Sen de Mamoste’nin elinden ölme!” diyen Musa’ya bakıp acımsı bir tebessümle:
“İnşallah be reis, inşallah!” diye sayıkladı.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
“Ne demek polisler aldı?” diye gözleri iri bir şekilde ve panikle soran Nazan, karşısındaki adamın:
“İhbar edilmiş olmalılar, efendim!” demesiyle koltuğa çökercesine oturdu. Otururken de kocasının adını sayıkladı. Adam, Nazan’a hafif yakın durup:
“Efendim iyi misiniz?” diye sorunca Nazan, elini kaldırıp onu susturdu.
“Derhal Cem’i çağır!”
Adam hızla huzurdan ayrılırken Nazan, ayağa kalkıp zor bela cam tarafına doğru yürüdü. Az sonra içeri giren Cem, ablası bildiği kadının böyle bitkin bir halde olduğunu görünce telaşla ona doğru adımlarını hızlandırdı.
“Abla, ne oldu, iyi misiniz?” diye sorarak Nazan’ın koluna girdiğinde Nazan, güçlü durmaya çalışırcasına derin bir nefes aldı.
“İyiyim Cem, iyiyim! Ama kötü bir şey oldu.”
“Ne oldu abla?” diye sorarak ablası bildiği kadının oturması için yardım eden Cem, Nazan’ın:
“Mestan…” diyerek lafa girmesiyle hafif bir durakladı. Birden korktu Cem; ya Payidar denen adam, Mestan’ı öldürmüşse? Bu soru beynine tekme sallarken Nazan, bezgin bir sesle lafa girdi.
“Polislerin elinde, Payidar onu ihbar etmiş olmalı!”
Derin bir nefes alırken ister istemez ‘oh’ dedi Cem. Nazan, kısık gözlerle ona bakarken Cem, mahcup bir tavırla:
“Ben en kötüsünü düşünmüştüm abla, ondan rahatladım. Bir şey olmaz abla, Mestan Bey tedbirli adamdır muhakkak! Sıkıntı çıkmayacaktır,” deyince Nazan da ister istemez hafif bir rahatlamıştı. Ama aklına birden Kıllı Tores denilen adam gelince tekrar bir elaş ve endişe kılıfına büründü.
“Ama yanında şu kıl yumağı vardı.”
“Kıl yumağı?” diye sorup gözlerini kısan Cem, Nazan’ın ayağa kalkıp:
“Hangi karakola götürüldüğünü öğren Cem, olayı takip et!” demesiyle başını salladı.
“Emredersiniz abla!”
“Emir değil…” diyen Nazan, Cem’in omzuna elini koyup:
“…rica,” diye lafını bitirince Cem, hafifçe başını salladı.
“Peki abla!”
Kapının çalmadan açılması, Nazan’ın endişeli bakışlarını o yöne çekti. İçeri giren Simay ve Feray, Nazan’ın endişeli halini görünce önce bir bakıştılar, sonra da kadına doğru yürüdüler.
“İyi misin an…ne?” diye soran Simay, hâlâ ‘Anne’ hitabını hecelediğini umursamadan Nazan’ın karşısında durdu.
“İyiyim kızım,” diyen Nazan, Simay’ın hazırlanmış olduğunu görünce:
“Bir yere mi gideceksiniz?” diye sordu ve bakışlarını Feray’a çevirdi. Feray gülümserken Simay,
“Payidar aradı. Geçen gün anlamadığını, şimdi kafası yerinde olduğunu ve konuşmamız gerektiğini söyledi. Gidip şu işi bir halledeyim!” deyince Nazan, derin bir nefes aldı.
“Bak kızım! Benim servetim, benim malım mülküm ikimize de hatta hepimize yeter! O adamın parasına kalma!”
“Ben zaten o adamın parasında değilim, bana yaşattıklarının hesabını kesmek istiyorum.”
“Zaten,” diyerek onların lafını bölen Feray,
“Fuhuştan gelen para, hayır getirmez!” deyince Nazan, hak verdiğini başını sallayarak gösterdi. Cem, Nazan’ın bir anlık katı bakışlarını yakalayınca hemen harekete geçip hızla kapıya yöneldi.
“Ben onun canının yanmasını istiyorum, siz beni anlamıyor musunuz?” diye mecburen ses tonunu gürleştiren Simay, annesinin nemli yüzüne bakarak:
“Acı çeksin istiyorum,” diye ekledi.
“Sen zaten onu bırakıp ayrılırken en büyük acıyı sundun ona kızım, daha ne acısı?” diyen Nazan, Simay’ın saçlarına elini değdirip:
“Acı çektireyim derken acı çekmenden korkuyorum kızım!” diye fısıldadı. Simay, derin bir nefes alıp:
“İçimdeki kurdu öldüreyim anne!” deyince Nazan, mecburen başını sallayıp izin verdi. Simay’la Feray kapıya yönelirken Nazan, derin bir iç çekerek onların arkasından baktı. Sonra da kocasını düşünerek cama yaklaştı.
***
Riva…
Kapısı açılan Gaye, içeri girerken yüzünde öfkeli bir izlenim olan Mamoste’ye gözlerini kısarak bakıp anlamaya çalışan bir endamla onu süzdü. Mamoste, ayağa kalkan kadının karşısında durduğunda:
“Dayın olacak adam, kıl payı elimizden kurtuldu. Elime düşseydi, sizi bir güzel yüzleştirecektim ama kısmet işte!” deyince Gaye, burnundan derin bir soluk aldı.
“Senin amacın ne? Ne istiyorsun bizden?”
“Size bir şeyler öğretmek istiyorum,” diyen Mamoste, kollarını önünde bağlayarak:
“Malum, çok cahil kalmışsınız!” derken Gaye, dişlerinin arasından:
“Cahillerin cesareti efsanedir, unutma!” diye tısladı ve aniden Mamoste’nin üstüne atıldı. Onun yakasından tutup sert bir tokatla adamın neye uğradığını şaşırmasına neden oldu. Mamoste, aldığı tokat darbesiyle irkilirken Gaye, bu sefer de yumruk vurmak için elini kaldırdı ama Mamoste, onun bileğini sımsıkı tutarak:
“Ben kadına şiddete karşıyım Gaye Hanım, kendine gel!” diye gürledi.
“Bağırma bir kadına o zaman!” diye bağıran Gaye, diğer eliyle bir tokat daha vurdu. Mamoste, onun her iki elini sımsıkı tuttu.
“Seni kiminle yüzleştireceğimi çok iyi biliyorum, çok iyi!” diyen Mamoste, kadının öfkeli halini ardında bırakıp kapıya doğru yürüdü. Gaye, onun arkasından bakarken:
“Şerefsiz!” diye fısıldadı ve yüzüne kapanan kapıya bakıp derin bir iç çekti.
***
Akşama doğru, ikindiyi deviren bir zaman diliminde Şişli/Payidar’ın Malikânesi’nin önünde, bir ticari taksiden inmişti Simay, yanında da arkadaşı Feray vardı.
“Sen gelmeseydin keşke!” diyen Simay, koluna giren arkadaşının gözlerini devirip:
“Saçmalama!” demesiyle dudakları kıvrıldı.
Kapıdan içeri girdiklerinde, salonda oturmuş ve elindeki kahvesini yudumlamakta olan bir Payidar’la karşılaştılar. Simay, hafif bir ürküp ona sokulan Feray’ı umursamadan eskiden baba dediği adama şöyle bir baktı. Daha önce böyle bakmıyordu; baba bildiği adama sıcak, samimi ve içten bakışlar sunuyordu ama şimdi soğuk, kardan bir kalıptan farksız bakışlar ikram ediyordu.
“Hoş geldin kızım!” diyen Payidar, elindeki kahve fincanını sehpaya bırakırken Simay, ‘kızım’ hitabını hazmetmek için önce yutkunup gözlerini yumdu. Sonra da derin bir nefes aldı.
“Ben sizin kızınız değilim, Payidar Bey!”
Gülümsedi Payidar, yavaşça ayağa kalkarken bir gözü, salon kapısında bekleyip onları izleyen Rıfat’a takıldı ama mazur gördü.
“Bu yaşa kadar babalık ettim sana, öz babandan farksız oldum kızım! Sana kızım demeye hakkım var, bu hakkı benden alma!”
“Bu yaşa kadar uyuttunuz beni Payidar Bey, yalanlarla süslediğiniz ninnilerle uyuttunuz, boşa avuttunuz beni! Baba diye bir yabancıya sırtımı dayadım.”
“Ama o yabancı, öz babandan farksız oldu. Hak ver!”
“Üste çıkmaya çalışmayın, aramızdaki münasebet bitti! Siz Payidar Candaroğlu’sunuz; ben Simay Yazgan’ım!”
‘Yazgan’ soyadını duyan Payidar, öfkeden derin bir soluk çekti ve adeta burun delikleri patlayacakmış gibi irileşti.
“Sen, benim gözümde asla bir Yazgan değilsin!”
“Ama…” diyen Simay, sakin kalmaya çalışarak:
“…ben bir Yazgan’ım!” deyince Payidar, öfkeden kudurmuş gözlerle Feray’a çevirdi bakışlarını ve bağırdı.
“Senin ne işin var burada?”
Feray ürküp bir şey demezken Simay,
“O benim arkadaşım!” diyerek araya girdi. Sağ elinin yumruğunu sıkan Payidar, diğer eliyle de saçlarını karıştırdı.
“Pekâla! Belki akıllanmış, evine dönersin diye çağırdım. Ama görüyorum ki kanına giren yılan, seni çoktan zehirlemiş! Şimdi beni iyi dinle! Bu malda mülkte, parada pulda senin zerre hakkın yok! Madem Candaroğlu değil, bir Yazgan’sın; o halde bütün bu mal mülk para puldan hak talep edemezsin, öyle bir hakkın yok maalesef! Eğer hak talep edersen, mahkemeye başvurabilirsin! Ama o zaman da DNA isterim. Hakim de sana kapıyı gösterir, Simay Yazgan!”
Gülümsedi Simay, hafifçe başını sallarken ellerini de önünde bağladı. Payidar anlamsız gözlerle onu izlerken Feray da anlamak için gözlerini kısmış ve ona bakıyordu.
“Vay be!” diyerek lafa girdi Simay,
“Yıllarca kızım dediğin, kızım diye sevdiğin beni, mala mülke paraya pula değiştin, öyle mi? İşte senden beklediğim cevap da buydu! Benim ne senin malında, ne mülkünde, ne paranda ne de pulunda gözüm var Payidar! Sırf senden bu cevabı almak için zorladım. Aldım da, helal olsun! Eğer; ‘kızım gel her şeyim sana feda olsun, malım da canım da yoluna kurban olsun’ gibi bir cevap verseydin, o zaman sana dönmeyi ve tekrar sana…” duraksayıp yutkunduktan sonra devam etti.
“…baba derdim. Hiçbir şey olmamış gibi sana baba deyip boynuna sarılırdım. Ama sen, sen maskeni düşürdün Payidar Candaroğlu! Artık gerçekten de benim için ölsen bile, Simay diye bir kızın yok, unut!”
Zamanlar kışlıkların arasında buz tutmuş gibiydi; Simay’ın dilinden dökülenler, Payidar’a pişmanlık, üzüntü ve hayıf olarak çarpıyordu. Feray yutkunurken Rıfat, başını öne eğmiş ve patronu Payidar’ın düşen yüz ifadesine, eğilen boynuna göz ucuyla bakıyordu. Gözlerinden sicim gibi damlalar dökülen Simay, yanaklarını mesken eden yaşların intiharına gıkını çıkaramıyor; hatta onlarla kendisi de atlıyormuş ve boşluklara düşüyormuş gibi hafifçe sendeliyordu.
“Sen beni kaybettin Payidar, kaybettin!” diye fısıldayıp Feray’a dönerken Payidar’ın:
“Kızım!” diye sayıklamasını umursamadı ve:
“Gidelim!” dedi. Feray, arkadaşı düşmesin diye koluna girerken arkalarında bitik, yitik ve tükenmiş bir Payidar bırakıp kapıya yöneldiler.
***
İşaret parmağının hafif oynaması, Kenan’ın yerinde doğrulmasına neden olmuştu; Hamdi’nin kendine gelmekte olduğunu görünce heyecanı arttı, bir özel hastanenin servisindeydiler ve Kenan, geldiği andan bu yana Hamdi’nin başında bekliyordu. Musa’yla irtibata geçmiş ve ona Hamdi’nin iyi olduğunu söylemişti; Musa, şehit haberini vermemişti, yüz yüze söylemeyi uygun görmüş olmalı ki bunu Kenan’dan saklamıştı ve Kenan, Musa’nın sesinden anladığına göre bir şeyler ters gitmiş, bunu sonra sorarım hesabıyla ön belleğe kaydetmişti.
Usulca gözleri aralandı Hamdi’nin, beyaz bir tavan ve parlak ışıklardan dolayı gözleri kamaşmış olmalı ki tekrar kapattı, birkaç saniye bekledikten sonra tekrar araladı.
“İyi misin Pars?” diye soran Kenan, onun yanında durduğunda Hamdi, kısık ve zor çıkan sesiyle:
“Kenan, evladım?” dedi.
“Dinlenmelisin Pars, şükür iyisin! Sadece biraz hırpalanmışsın, o da sana bir şey yapmaz Pars!” diyerek tatlı bir tebessümle Hamdi’nin suratını incelerken içinden de:
“İnşallah kızını sormaz!” diye geçiriyordu ki Hamdi,
“Kızım, Gaye nerde?” diye sorarak Kenan’ın umuduna balta indirdi. Kenan derin bir iç çekince Hamdi, kötü bir şeyler sezdi. Gözlerini kısarak:
“Kızım nerde Kenan?” diye tıslayarak sordu.
“Şey…” diye sayıklayıp susan Kenan, anlatıp anlatmamak arasında kararsız kaldı. Ama anlatması uygun düşerdi. Her ne kadar Hamdi’nin durumu iyi olmasa da anlatmayı münasip gördü.
Zor bela adımlarını atıyor, zoraki bir şekilde yürüyordu Hamdi; kendini koridora attığında Kenan, onun koluna girip düşmesini ünledi ve ona uygun adımlarını atarken de ikna etmeye çalıştı.
“Pars, iyi değilsin, daha toparlanmadın! Lütfen yapma öyle Pars!”
Durdu, Kenan’a döndü.
“Ben kızımı sana emanet etmiştim Kenan, sen varsın diye gözüm kapalı gitmiştim. Ama yanılmışım, sen kızımı kurtarmak yerine…”
Kenan araya girdi.
“…seni kurtardım Pars! Yediler denen kişiler, seni kurtarmam için beni zorla İran’a yolladı. Yoksa ben ölsem bile, kızını kurtarmak için her şeyi yapardım.”
“Boş laflara karnım tok!” diyen Hamdi, yürümek için hamle yaptığında Kenan, onun kolunu sıkarak dişlerinin arasından tısladı.
“Ben asla boş laf etmedim, etmem Pars! Bunu sen de iyi biliyorsun!”
Duruldu Hamdi, kısık gözlerini ona dikerken Kenan, ciddi bir tavırla lafını sürdürdü.
“Geç içerde yat, sana kızını getireyim!”
Hamdi; Kenan’ın bakışlarındaki kararlı ifadeyi, gözlerindeki ciddi emareyi iliklerine dek sezdi ve hafifçe başını sallayarak odasına doğru döndü. Kenan da ona yardım etmek için adımlarını onunla birlikte attı.
Tekrar yatağa uzanan Hamdi, pikeyi üstüne örten Kenan’a bakarak kırık bir sesle:
“Bana kızımı getir Kenan!” diye fısıldadı. Kenan usulca başını sallayıp hışımla kapıya doğru yürüdü. Hamdi, acımsı gözlerle onun arkasından bakmakla yetindi.
***
Riva’nın üstüne de akşam sindi; koyu bir karanlık bastırdı, rüzgâr şaha kalktı, bulutlar cemaat kurup lafa daldı ve kimisi öfkeyle fokurdayıp yeryüzüne taş gibi dolular fırlattı. Kimisi de efkarlanıp şimşeklerini çaktı dört bir yana, kimisi de rüzgâra karışıp öteye beriye savruldu. Kısacası kış stresi, doğa olaylarını da etkisi altına aldı.
Karşısındaki Mamoste’ye bakarak:
“Senin derdin ne sahiden?” diye soran Gaye, zor bela sakin kalmaya çalışıyordu. Mamoste, derin bir nefes alarak:
“Bir Kürdistan devleti kurmak…” deyince Gaye, tebessüm ederek:
“Benim babam devlet yetkilisi değil, Kenan’ın da devletle alakası yok! Neden bizi seçtin ki? Yoksa kuracağın devlet palavrasına delege mi lazım?” diye sordu. Mamoste’nin yüz hatları katılaştı. Yerinde doğrularak sert bir ifadeyle:
“Palavra öyle mi? Siz bu halkı, yıllarca bir palavra olarak gördünüz, yıllarca eziklediniz, ötekileştirdiniz ve yok saydınız! Size göre Kürtler yok ki, devletleri olsun. Onun için sana palavra olarak gelebilir ama Kürtler var, devletleri de olacak,” deyince Gaye, bir kaşı havaya kalkık bir şekilde:
“Ben herhangi bir milleti yok saymadım, biz saymadık! Türkler nasıl bu vatan için savaştıysa, Kürtler de aynı savaştı. Birileri baktı ki bu iki millet, kardeş ve tek vücut halinde yaşıyor; dediler ki, ortama bir fitne ateşi yakalım, hem ısınırız hem de seyrine bakarız! Öyle de yaptılar. Senin önder dediğin şahsı, uzaktan kumandalı haline getirip var ettiler; senlik benlik kavgası yaratarak kardeşi kardeşe kırdırdılar, yıllarca Doğu’ya kan kusturdular. TAK denen şu Kürdistan Özgürlük Şahinleri, Doğu ve Güneydoğu’da katliamlar yaptı; sen bana neler söylüyorsun, git önce bunlara bir şeyler öğret, sonra gel benle siyaset yap!” der demez Mamoste, neye uğradığını şaşırmış bir halde önce bir afalladı. Sonra kendisini toparlayıp:
“Senin de beynini yıkamışlar,” dedi. Güldü Gaye, sırtını koltuğa yaslayıp:
“He, benim beynim yıkanmış ama seninki kupkuru…” dedi. Mamoste çenesini sıvazlarken Gaye, bir müddet onu göz ablukasına aldı. Tekrar yerinde doğrulan Gaye,
“Bak şimdi! Git kiminle ne kavgan varsa yap, derdin kiminleyse hallet! Ama benden, babamdan ve Kenan’dan uzak dur!” dedi. Mamoste, birkaç saniye sessiz kaldı. Kuruyan dudaklarını ıslatmak için hafifçe emdikten sonra:
“Önce ayakaltındakileri kaldırayım diyorum, ondan size musallat oldum,” dedi. Gaye burnundan solurken Mamoste, ayağa kalkmak üzereyken müjdesini verdi.
“Bu arada…”
Gaye ona bakarken devam etti Mamoste.
“Baban gelmiş diyorlar, gözün aydın!”
Gaye, sevinçle ayağa fırlarken Mamoste, bir şey demeden kapıya doğru adımlarını sürdü. Gaye’nin sevinçli gözleri ve gülen göz bebekleri, Mamoste’yi kapıdan uğurlamıştı.
***
Arnavutköy/Yazgan Site…
“Ne oldu Cem?” diye soran Nazan, karşısında duran adamın aldığı derin nefesi hayra yormak istedi. Cem, mahcup bir tavırla:
“Öğrendiğim tek şey, sorgularının devam ettiği, abla!” dedi.
“Neyden alıkonmuşlar?”
“İhbar dediler. Birisi onların buluşmasını ihbar etmiş, gerekçe de kaçak silah alışverişi dediler.”
“Sonuç ne olacak peki? Sence bırakırlar mı?”
“Yanlarında silah olmadığına göre bırakırlar abla, üstlerindeki silahlar da ruhsatlı olduğu için pek bir sıkıntı çıkmaz! Mestan Bey serbest kalır ama diğer yabancı adam için aynı şeyler söz konusu değil!”
Nazan çenesini sıvazlarken Cem, durgun bir şekilde onun yüzünü inceliyordu.
“Her şey bitti Dildar,” diye lafa giren ve derin bir iç çeken Simay, kardeşi Dildar’ın sıcak ellerinin arasında terleyen elinin sıcaklığını umursamadan devam etti.
“Ben bir umut, belki eskisi gibi oluruz diye giderken aslında maskesini düşürmüş ve gerçek yüzünü ifşa eden bir adamla muhatap oldum. Bu ne ağır, ne zor bir şey? Babam dedim yıllarca, baba bildim ve sığındım ona ama o, bir yabancıdan farksız değilmiş ya!”
“Zaten yabancıydı sana!” diyerek lafa giren Dildar, nemli gözlerini ablasının yaşlı gözlerine dikerek:
“Senin gerçek baban da, annen de burada! Ben buradayım, kardeşin burada Simay!” deyince Feray, çaprazlarında oturduğu için hemen araya girdi.
“Ablan o senin, ona abla de!”
Duygusal ortama bıçak darbesi indi, arkada çalan duygusal fon müzik de kayboldu ve Simay’la Dildar’ın bakışları, Feray’ın yüzüne kilitlendi. Feray gülümserken Simay, eliyle alnını ovdu. Dildar da derin bir nefes alarak sessizliğe çekildi. Feray’ın gülümsemesi sürüyordu.
***
Kapının açılması, Hamdi’nin bakışlarının kapıya çevrilmesine neden olmuştu; çekingen bir şekilde içeri giren Afra, Hamdi’nin sıcak bir tebessüme bulanan bakışlarını görünce adımını içeri attı.
“Afra?”
“Hamdi Bey?” diyerek yatağa yanaşan Afra, Hamdi’nin:
“Kim getirdi seni?” diye sormasıyla:
“Şey, Kenan aradı ve adamlar da getirdi beni!” deyince Hamdi, derin bir nefes aldı. Alırken de hafif canı acıdığı için inledi. Sonra da kendini toparlayıp:
“İyi yapmışsın, nasılsın?” diye sordu.
“Ben iyiyim, siz nasılsınız? Ne oldu size?”
“Bir şey olmadı, başımı kapıya çarptım.”
Afra gözlerini kısarken Hamdi, hafif bir gülümsedi. Afra da üstüne gitmedi. Ama ortama uysun diye,
“Kapıya ne oldu peki?” diye sorunca Hamdi, bu sefer de kahkahayı bastı. İşte o an canı çok acıdı, yediği dayağın ve gördüğü eziyetin yan etkisi baya bir ağır oldu. Afra, hemen ona yaklaştı. Hamdi, birkaç kez derin nefesler alıp verdikten sonra kendine geldi.
“Su içer misiniz?”
“Lütfen!” diyen Hamdi, komodindeki pet şişeden bardağa su dolduran kadını izledi. Ne çok özlemişti onu? Yüzünü gözünü, saçını başını, boyunu posunu, endamını ve her şeyini özlemişti. Karısı Nezaket öldükten sonra Hamdi, hiçbir kadına böyle bakmamıştı. Hatta kadınlar konusunu rafa kaldırmıştı. O kadar pis işlerde olmasına rağmen Hamdi, herhangi basit bir kadınla bile olmamıştı. Hamdi’ye göre kadınlar basit değildi; sadece kendini basitleştiren, metalaştıran ve kullandıran kadınlar vardı ki o kadınlar da Hamdi’den uzaktı. Zaten sırf bu yüzden fuhuş işlerinden epey bir uzak kalmıştı. Ama işte Payidar kanalıyla fuhuş alanına etkin olmuş, onu da sonra baltalayıp fuhuş işini tarihe gömecek hesabıyla bu işe bulaşmıştı. Kendisine uzanan, daha doğrusu dudak hizasına getirilen bardakla kendine geldi Hamdi. Afra kaç kez seslenmiş ama Hamdi, derin düşüncelerde olduğu için duymamıştı. Bakışları kadının üstünde gezinirken aklı da türlü mecralarda fink atmıştı. Bunu hayra tevil etmemişti Afra; Hamdi beni kesiyor, süzüyor ve inceliyor utancıyla yanakları kızarsa da kendini bırakmamıştı. Hamdi suyunu içerken Afra bu sefer onu izliyordu.
Kocası Suriye’de öldü, çocuğu Viranşehir’de; kendisi sokaklarda dilendi, ondan bundan para aldı, kaç sapığın elinden zor kurtuldu, kaç müptezelden kaçtı bilinmez ama çektiklerinin bir mükafatı varmış ki Hamdi gibi bir adamla karşılaşmış ve buralara, İstanbul’a kadar gelmişti. Onun kanatlarının altına girmiş, çatısında kendisine yer edinmişti.
“İyi misin Afra?”
Hamdi’nin sorusuyla, daldığı derin düşüncelerden sıyrıldı.
“Efendim?” diyerek onun yüzüne bakarken Hamdi’nin gülümseyen gözleriyle muhatap oldu. Birden utancından yüzünü öteye çevirdi. Mırıldandı Hamdi.
“Beni görüp yüzün öte dönderme!
Yine benim gönlüm sendedir sende!”
Afra, Hamdi’nin mırıltısını duymuş olacak ki kaşlarını çatıp onun yüzüne baktı. Hamdi gülümsedi ve devam etti.
“Yıkıp hilal kaşın da yavrum yere indirme,
Yine benim sevdam candadır canda!”
Afra, derin bir nefes alıp kollarını göğsünde birleştirdi. Hamdi onu izledi, bakışlarını yokladı ve dudaklarına bakış attıktan sonra endamına şöyle bir doyasıya baktı. Afra utanıp sıkılsa da Hamdi baktı ve mırıldandı.
“Şerbet senin dudağında dilinde,”
Gözleri irileşti Afra’nın, Hamdi devam etti.
“Arzumanım kaldı da yavrum ince belinde,”
Başını yana eğdi Afra, Hamdi gülümseyerek lafını sürdü.
“Sen bir güzelsin ki yavrum, Türkmen elinde,”
Afra ona baktı ve Hamdi’nin:
“Günah sende değil yavrum bendedir bende!” deyişiyle yanakları kızararak başını öne eğdi.
“Gel Afra!” diyen Hamdi, ona doğru elini uzatınca Afra, ne yapacağını şaşırmış bir şekilde yerine kalakaldı.
“Gel!” diye sayıkladı Hamdi, gözleri kapıya ilişti Afra’nın ama Hamdi, tekrar:
“Gel!” deyince Afra, çekingen bir adımla ona yaklaştı.
“Ama…” diye fısıldayan Afra,
“Korkma, sadece sarılmak istiyorum!” diyen Hamdi’ye, kapıyı işaret ederek:
“Ya biri gelse?” diye sordu.
“Gelsin! Sen benim sözlümsün!” diyen Hamdi, kendi bile dediğine şaşırmış olacak ki hafif bir duruldu. Afra gülümserken Hamdi,
“Gel haydi!” dedi. Afra, sakince ona sokuldu. Hamdi, gücü yettiğince kadını kendine doğru çekip sımsıkı sarıldı. Afra’nın saçları, Hamdi’nin yüzüne düşerken Hamdi, onun saçlarındaki ferah şampuan kokusunu genzine çekti. Afra’nın tedirgin oluşu, vücudunu yay gibi germişti ama Hamdi, onun saçlarına elini değdirip:
“Rahat ol!” diye fısıldadı. Onların bu sımsıcak sarılışı, odadaki pencerenin camından yansıyor ve çok güzel bir görüntü sunuyordu.
***
Milli Haberalma Servisi…
“Evet reis, ne durumdayız?” diye soran Kenan, masasında bitkin bir şekilde oturmuş ve nemli gözlerini ona dikmiş olan Musa’nın karşısında durduğunda Musa,
“Bir şehidimiz var,” deyince Kenan, neye uğradığını şaşırdı. Ortalıkta Kaytan görünmüyordu. Kenan, gözlerini kısarak:
“Nasıl?” diye sordu. Musa, dili döndüğünce ve nefesi yettiğince anlatmaya başladı.
Koltuğa çökmüş, nemli gözlerini önüne dikmiş ve derin düşüncelerle cebelleşmeye vermişti kendisini Kenan; Musa da kendi koltuğundaydı ve bakışları onun üstündeydi. Ortamda fink atan sessizlik, adeta ekmek arası yapılacak kıvamdaydı. Köşedeki saatin tik takları da olmasa, odada canlıya dair hiçbir şey yokmuş izlenimi verirdi. Ama işte Kenan’la Musa’nın sadece bedenen varlığı vardı.
“Sen ne yaptın?” diye soran Musa, odadaki sessizliği kapıdan kovdu. Kenan, sessizliğin bacadan tekrar girmesine müsaade vermeden:
“Hamdi’yi aldım geldim,” dedi.
“Nasıl?”
Kenan, zor bela olanları naklederken Musa, derin bir iç çekti. Sonra da kafasını kaşıyarak:
“Peki bu Tamer midir nedir, sonra bela olmasın başına?” diye sordu.
“Olmaz reis, merak etme!” diyen Kenan,
“Çünkü benim devletle olan bağımı bilmiyor. Hamdi’nin damadı olarak biliyor, o kadar!” diye ekledi. Musa başını sallarken Kenan,
“Gaye’yi bulmam lazım reis, babasına söz verdim!” deyince Musa, saçlarını karıştırırken cevap sundu.
“Benim yeğenimi, senin de Gaye’ni bulman lazım evlat!”
“Nasıl olacak?”
Musa sessiz kalırken Kaytan’ın içeri girmesi, sessizliğin gene hüsranla ortamı terk etmesine vesile oldu.
“Hoş geldin delikanlı!” diyerek Kenan’a sarılan Kaytan, onu sıkıca sarıp sırtını sıvazladıktan sonra Kenan’ın:
“Hoş bulduk efendim!” demesiyle ondan ayrıldı. Yan yana oturduklarında hal hatır faslına girdiler. Musa sessizce onları izledi, onlar da hal hatır faslını icra ettiler.
***
Afra onun yüzüne mendile sürüp terini silerken Hamdi, hafif uykulu ve yorgun gözlerle kadının yüzüne bakıyordu; komodinde çalan telefon, ikisinin de irkilmesine neden olsa da Hamdi, kadının ona uzattığı telefonu alıp ekrana baktı. Sonra kadına,
“Bu benim eski numaram mı?” diye sordu. Afra, bilmem dercesine omzunu silkerken Hamdi, yabancı numaradan gelmiş olan telefonu açıp:
“Efendim!” dedi.
“Ben Mamoste!”
Hamdi, demin Kenan’ın ona bahsettiği ismin telefonda, kendi kulaklarında yankılandığını duyunca irkildi.
“Sen ha?”
“Adımı biliyor olmalısın Pars, müstakbel damadın söylemiştir.”
“Kızıma ne yaptın? Ne istiyorsun lan bizden?”
“Kenan’a söyle Hamdi, damadına söyle! Eğer sevgili nişanlısının başına bir iş gelmesini istemiyorsa, iki saat içinde bana teslim olsun! Kararınızı verdiğiniz an, bana ulaşın! Sakın polise haber falan vermeyin! Yoksa kızının cesedine sarılıp ağlarsın Pars!”
Kapanan telefon, Hamdi’nin sinirlerini germek bir yana, lafını da ağzına tıkalı bırakmıştı. Hemen Kenan’ın telefonunu girdi. Telefonu kulağına dayarken Afra’nın ona bakışlarını görmezden geliyordu. Kenan’ın sesi duyuldu.
“Efendim Pars!”
***
Milli Haberalma Servisi…
Musa ve Kaytan, meraklı bir şekilde Kenan’ın hoparlöre verdiği sesi dinliyordu.
“Mamoste aradı beni! Numaramı nasıl bulmuş, nerden bulmuş bilmiyorum ama aradı işte!”
Kenan, zor bela sakin bir şekilde:
“Ne söyledi, ne istedi Pars?” diye sordu. Musa ve Kaytan bakışırken Hamdi’nin sesi ortama doluştu.
“Seni…”
Musa irkilirken Kaytan, burnundan derin bir soluk aldı. Kenan,
“Nasıl?” diye sorunca ikisi de Hamdi’ye odaklandı.
“Bilmiyorum, kararımızı verdiğimizde onu arayacağız!”
“Nasıl yani? Numarası var mı sende?”
“Var ama kesin talimat verdi evlat! Eğer işe polis girerse, kızımı öldürecekmiş!”
“Ben kararımı verdim Pars, teslim olacağım.”
“Emin misin evlat?”
“Hiç olmadığım kadar…”
“Sen nerdesin?”
“Yoldayım Pars, geliyorum!”
“Tamam evlat, bekliyorum!”
Telefonu kapatan Kenan, dönüp Kaytan’la Musa’ya bakarken:
“Duydunuz, polise haber vermek yok dedi! Ne yapacağız reis?” diye sordu. Musa cevap verecekken Kaytan araya girdi.
“Biz polis değiliz ki!”
Kenan tebessüm ederken Musa, yavaşça ayağa kalktı.
“Bu fırsat bir daha ele geçmez, benim çok güzel bir planım var beyler!”
“Planın adı ne reis?” diye soran Kaytan, Musa’nın:
“Alime talim,” demesiyle başını hafifçe salladı.
***
Şişli/Payidar’ın Malikânesi…
Karşısında duran Rıfat’ın acıyla süslenmiş suratına şöyle bir baktı Payidar; Rıfat’ın gözleri dolmuş, ağlayıp rahatlasa kurtulacak ama erkek adam ağlamaz palavrasına sığınıp dolu gözlerle patronuna bakmakla yetiniyordu.
“Duydun değil mi?” diye buruk bir sesle soran patronuna,
“Duydum, efendim!” diye sayıklayarak cevap verdi.
“Ne düşünüyorsun Rıfat?”
“Bilmiyorum efendim, benim bir düşüncem yok!”
“Ama benim var,” diyen Payidar, derin bir nefes aldıktan sonra:
“Madem bu kız, benim kızım olmayacak ve madem bana değil de Mestan’a baba diyecek; o halde geriye yapılacak tek bir şey kaldı Rıfat!” deyince Rıfat, yutkunarak:
“Nedir?” diye sordu.
“Öldürmek…”
Zor bela dilinden dökülmüştü bu söz; dili dönmeseydi de etmeseydi bu lafı ama içindeki kini, öfkesi, tamamen aklını başından almıştı Payidar’ın ve bu yüzden de:
“Simay’ı öldüreceksin Rıfat!” demişti. Rıfat, beyninden vurulmuşa döndü. Göz bebekleri adeta çeperlerini zorlayıp dışarı fırlayacakmış gibi oldu. Nutku tutuldu, çene kasları horona kalktı ve kalbi olimpiyatlarda taklalar attı. Ne diyecekti, ne demesi gerekiyordu, bilemedi.
“Ama…” diye sayıklarken gözlerinden yanaklarına yaşların süzüldüğünü umursamadı ve Payidar’ın:
“Yapacaksın!” demesiyle gözlerini yumdu. Onun gözleri kapalıyken Payidar, kararlı ve ciddi bakışlarını onun üzerinden eksik etmiyordu. Gözlerini usulca açtı. Patronunun yüzüne baktı, izledi, inceledi ve dili zor döndü.
“Bunu benden istemeyin efendim!”
“Yapacaksın Rıfat, yapmalısın!”
“Efendim, lütfen!”
“Rıfat!” diye uyarırca tonladı. Rıfat yutkundu, Payidar onu izledi ama Rıfat, gözyaşlarına hakim olamadı.
***
Hamdi’nin yanına gidip Mamoste’ye kararını bildirdikten sonra Mamoste’nin verdiği adrese doğru yola çıkmıştı Kenan; aracı deli gibi kullanıyor, zaman kaybetmemek için gaz pedalına resmen işkence yapıyordu. Dikiz aynasından arkasına bakan Kenan, peşinde kimsenin olmamasına gülümseyerek gözlerini ileriye dikti. Şeritler arası makaslar atıyor, araçları solluyor ve hızını düşürmeden verilen adrese doğru adeta uçuyordu.
Dönel kavşaktan dönerken el frenini kaldırıp aracın bağırarak küfürler etmesine dudak ucuyla gülümsedikten sonra hemen ciddiyet pozisyonunda hızını tekrar arttırdı Kenan; ileriki tali yola dikmişti bakışlarını, hızını mecburen düşürmek zorunda kaldı, çünkü bu hızla o yola girse, yol yordam mahvolur ve Kenan, aracın pert olmuş enkazından pert olmuş bir şekilde çıkardı Allah muhafaza. Tali yola girerken son defa dikiz aynasından arkasına baktı.
Verilen adres, gözden ırak ve dilden uzak kırsal bir yerdi; etrafta in cin top oynuyor, it bağlasan durmaz, at bağlasan bağlanma fobim var deyip kaçar gider bir yerdi. Kenan, aracından çıkmadan etrafı şöyle bir süzdü. Görünürde hiç kimse yoktu. Belindeki silahını sıyırıp şarjörü kontrol ettikten sonra sürgüsünü çekip ateş alır vaziyetine getirdi ve emniyetini de açarak tekrar beline iliştirdi. Araçtan inmek için kapıyı açtığında, önce yüzüne rüzgâr el sürdü; ufak yağmur damlaları da saçlarını okşadı ve Kenan, etrafına bakınarak aracın kapısını kapattı. Paltosuna iyice sarınıp birileri var mı diye etrafı yokladı. Ama kimse görünmüyordu. Bir iki adım atıp ellerini ovarak avuçlarına üfledi ve üşüyen elini ısıtmaya çalıştı. O öyle ellerini ovup avuçlarına üfleyerek ısınmaya çalışırken sırtında beliren kırmızı lazer ışığı, yavaşça yükselip ensesine doğru uzandı. Kenan’ın bundan haberi yoktu. Birden duyulan silah sesiyle Kenan, daha ne olup bittiğini anlayamadan ensesinde hissettiği sızıyla gözleri karardı. Bedenindeki güç kuvvet çekilirken Kenan, birden yüzüstü yere düştü. Lazerin ışıkları kaybolurken Kenan, kendinden geçmiş bir şekilde çamura bulanmıştı. Yüzüstü öylece yerdeydi. Gözleri kapalı, elleri her iki yana düşmüş ve güzelim paltosu da çamura bulanmış bir haldeydi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top