"Mutlu Noeller TC"

Takvimdeki son yaprak kalmış, 31 Aralık sabahına insanlar, yoğun bir kar yağışına, bulutlu ve gri bir havaya uyanmışlardı. Güneş almış başını gitmiş, yerini bulutlara bırakarak inzivaya çekilmişti; bulutlar da yer beğenmeyerek toplantı yapmışlar ve kar yağışına icazet vererek soğuğa davetiye çıkarmışlardı.

Bugün yılbaşıydı; 2018 sona erecek, 2019’a adım atılacaktı. Yalnız bu şehirde değil, Türkiye’nin bütün il ve ilçelerinde, kendilerine ait olmayan bir bayramın telaşı vardı, başkasının bayramına sahiplik edecekti Türkiye, başkasına ait bayramda zil zurna eğlenecekti kimliklerinde Müslüman yazan Türk insanları. Kimisi hiçbir şeyden ve neden kesildiklerinden habersiz olan hindileri boğazlayacak, Allah’ın ismini anarak kestikleri hayvanın etini, zatına yaraşmayan bir günde pişirip yiyeceklerdi. Çocuklar ninnilerle değil, ne olduğu belirsiz bir ihtiyarın intizarıyla uyuyacaklar, sabah uyandıklarında da o ihtiyarın sözde getirdikleri hediyelerle sevineceklerdi. Kırmızılar giymiş, ak sakallar içerisindeki bir ihtiyarın sözde bacadan girişine sevinip el çırpacaktı minik hayaller; oysa ki ihtiyarlar, bacadan değil de kapıdan girmesi gerekti, hürmetle eli öpülmesi, başköşe edilmesi gerekti de, nerde bu masum çocukların bileceği şuur?

İnsanlar ne garipti? Başkasına benzeme, başkasına özenme ve aslını yitirme konusunda ne kadar da iştahlıydı insanlar? Aslından kopup onun bunun meşrebine bel bağlamayı marifet sanıyordu, özentiyi asıl bilerek ona sarılıyordu. Aslında olmayanı aslında farz etmek, aslında saçma sapan bir şeydi ama gel gör ki insanlar, çoktan aslını kışlıkların arasına saklayıp moda, çağın getirisi, çağdaş ve uygar adı altında saçma sapan şeylere meylediyorlardı. Birisi de çıkıp demiyordu ki insanlar, Müslümanlar, kutladığın yılbaşı, sevindiğin noel senin değil, kendine gel! Bunu diyen lisanlar suskun, diyenler meydanlardan çekilmiş.

***

Milli Haberalma Servisi…

Koltuğunda uyuyakalmıştı Musa, başı masasına düşmüş ve kollarını kendisine yastık yapmış şekilde uykuya dalmıştı. Geceden beri volta atmıştı odada, o taraftan bu tarafa hırsla, öfkeyle adımlamıştı. Ama uykusu bastırınca, koltuğuna geçerek uykuya teslim olmuştu.

İçeri giren Salih, Musa’nın uykuda olduğunu görünce geri çıkmak istedi ama Musa, kafasını kaldırmadan:

“Gel Salih gel!” diye homurdanınca Salih, mecburen içeri girdi. Musa, başını kaldırıp uykulu gözlerle ona baktı. Salih, onun karşısındaki koltuğa kurulduğunda Musa:

“Bana, bir şeyler bulduğunu ve bu sefer işe yarayacağını söyle!” derken Salih, mahcup bir tavırla başını öne eğdi.

“Bütün hata benim, bütün kabahat benim, efendim!”

“Sıçtırtma hatana, kabahatine de, bir şey söyle!”

“Hozan’ın ağabeysi, Dilan’la birlikte sırra kadem basmış! İkisinden de haber yok!”

“Güzel!” diyen Musa, saçlarını düzeltirken Kaytan’ın içeri girmesi, Musa’nın yerinde doğrulmasına neden oldu. Belki onda havadis vardır düşüncesiyle:

“Bıyıklarından seziyorum, iyi bir şey var!” deyince Kaytan, bir koltuğa kendisini bıraktı.

“Hozan’ın ağabeysi Hozat, yengesini de alarak Edremit’e kaçmış! Hiç değilse yerleri belli! Hozat’ın zaten örgütle alakası yok! Dilan’ın da yok! Bizden çok örgütten kaçar gibi gitmişler. Onlardan pek bir şey çıkmaz! Mamoste için MİT’le temasa geçtim. Eğer MİT’in içinde köstebek olmasaydı, Mamoste MİT’i kullanarak elimizden kaçmazdı, diye düşünüyorum.”

İşaret parmağını salladı Musa.

“Doğru tespit! MİT, zaten şaibelerle dolu! Kurumun kendisine saygım var. Elbet içlerinde çok temiz, vatanına bayrağına sadık insanlar var. Ama her kurunun yanında yaş da var. Kaytan bıyıklı! Bir şekilde MİT’ten biriyle temasa geçelim! Bir yoklamak lazım!”

Kaytan, sırtını koltuğa yasladı.

“Ben o yoklamayı çekerim, merak etme!”

Musa, Salih’e döndü.

“Sen de sokağa adam sal! Alttan üste bir yoklama çek! Elbet örgüte dair bir iz bulursun!”

Kaytan gülümsedi.

“Sen ne yapacaksın? Burada yatacak mısın?”

Ayağa kalktı Musa, başını sallarken:

“Burada yatmam!” dedi ve koltuğa astığı ceketini aldı.

“Eve geçip yatayım!”

Kaytan gülümserken Salih, kıkırdayarak önüne baktı.

***

Riva’nın en derin ve en uzak yerine gelmişti Mamoste; buradan eski bir çiftliğe sığınmış, boşalan ve terk edilen çiftliğe hayat getirmek için gerekli onarımları yaptıktan sonra yerleşmişti.

Karşısında adamı Çömez duruyordu, suratında ince bir tebessüm vardı adamının ve Mamoste’ye bakarken gözlerinden hürmetler fışkırıyordu.

“Cevaz ne yaptı?”

Mamoste’den gelen soruyla, hafifçe yerinde dikeldi.

“Her şey hazır başkanım! Mutlu Noeller siparişi, tıkırında geçecek, merak etmeyin!”

“Aynen dediğim şekilde mi ayarladınız?”

“Evet başkanım, sizin istediğiniz şekilde, istediğiniz biçimde ayarlandı.”

“O zaman mutlu Noeller Çömez!”

Çömez başını sallarken Mamoste, gülümseyerek elindeki kitabın kapağını kapattı.

***

Elindeki kupada, Afra’nın hazırladığı nane limon vardı; tepesinde tüten dumanlara burnunu dayayıp iyice içine çekerken gözlerinden damlayan yaşlar, gribin ona bahşettiği mikrobun dışavurumuydu ve Kenan, odasındaki yatağın üstünde oturmuş, pikeyi bacaklarına örterek yorgun argın bir şekilde hastalığıyla mücadele etmeye çalışıyordu. Kışın cazip güzelliklerinden biri de gripti; cazibesi garipti, gelip geçmesi gaipti, kimse bilmezdi ve tevatüre göre grip, ilaçla bir haftada, ilaçsız da yedi günde geçerdi.

Kapının açılmasıyla Kenan, yaşlı gözlerle o tarafa baktı. İçeri giren Gaye, elindeki tepsiyle Kenan’a doğru gelirken onun yaşlı gözlerine bakınca gülümsedi.

“Ağlıyor musun sen? Ne ayıp? İnsan grip oldu diye ağlar mı ya?”

Kenan, burnunu mendille silerken vın çıkan sesiyle:

“İnsan ağlamaz, anası ağlar. Anam ağlıyor Gaye!” deyince Gaye, köşeden kaptığı sehpayı yatağın dibine bırakıp tepsiyi üstüne bırakırken:

“Kaynanama laf yok!” dedi. Mendili burnundan akan suyla ıpıslak eden Kenan, dudaklarını da silerken Gaye, iğrenmiş bir şekilde onu izledi.

“Ay ne mikrop adamsın sen?! Mendilin anasını ağlattın ya! Bu yaptığından sonra çocuklar, mendil var kimde oyununu oynamayacaklar, biliyorsun değil mi?”

“Saçmalama Gaye, zaten ölüyorum! Çorba mı yaptın sen?”

“He! Bak tadına, bence beğenirsin!”

Kenan eğildi ve burnundan damlayan su, çorba kasesine damlayınca Gaye, ağzını tutarak hemen banyoya koştu.

“Allah belanı…”

Kahkahalar atan Kenan, çorba tepsisini alıp kucağına bıraktı ve limonu alıp çorbanın içine sıktı. Limondaki bütün su, Kenan’ın sıkmasıyla dökülüp çorbayla hemhal olurken Kenan, banyodan çıkan ağzı yüzü ıslak olan kadına bakarak gülümsedi.

“Gel bak hele! Çorba mı yaptın yoksa limon suyu mu getirdin?”

İğrenerek:

“Ay limon deme bana!” deyip dişlerini birbirine bastıran Gaye, limon kabuklarını sıyırıp içini kemiren Kenan’ı görür görmez ağzını kapatarak bu sefer de dışarı çıktı. Kenan, gülümseyerek onun arkasından baktı. Dumanı tepesinde tüten sımsıcak çorba ve yanında nane limonla Kenan, hastalığına karşı cephe alırken Gaye, sırf limondan iğrendiği için odadan kendisini dışarı atmıştı.

Afra’nın bıraktığı kahveyi alan Hamdi, sıcak bir tebessümle:

“Teşekkür ederim Afra!” deyince Afra, başını sallayarak:

“Afiyet olsun efendim!” dedi.

“Otur hele!” diyen Hamdi, karşısındaki koltuğu işaret edince Afra, irkilerek onun yüzüne baktı.

“Ama…”

“Otur lütfen!” diye ısrar edince Hamdi, kadına düşen mahcup bir şekilde oturmak oldu. Hamdi, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra gözlerini kadına çevirdi.

“Nasıl? Alıştın mı buraya? İşine falan...?”

Başı öne eğik Afra, kısık çıkan sesini zorla Hamdi’ye duyurdu.

“Alıştım efendim, sağ olun! Hakkınızı ne yapsam, ödeyemem!”

“Hak senin aslında, biz sana hakkımızı ödeyemeyiz! Evi çekip çevirdin, eve bir kadın eli değdi. Hakiki bir kadın eli değdi bu eve!”

“Ben görevimi yaptım. Bana verilen işi yaptım.”

“Doğru! Senden önce de bir kadına bu görevi verdik Afra! Ama o, senin gibi hünerli değildi. Eve, senin baktığın gibi bakmıyordu.”

“Herkes kendine göre, efendim!”

“Sen başkasın Afra, bambaşkasın! Seni takdir edeyim dedim.”

“Sağ olun!” diye sayıklayan Afra, yavaşça ayağa kalkarken o sırada içeri Gaye girdi. Gaye’nin yüzündeki tebessüm giderken Hamdi, suratına ince bir tebessüm yerleştirip:

“Gel kızım! Ben de Afra’ya, evimizi çekip çevirdiği için teşekkür ediyordum. Sen de farkında mısın bilmiyorum? Ama evimiz, gerçek bir kadın eliyle adama dönmüş, fark ettin değil mi?” diye sordu. Gaye, bir gözü Afra’nın üstündeyken:

“Haklısın baba! Ben de fark ettim!” diyerek şüphelendiğini belli etmemeye çalıştı. Afra, başı öne eğik bir şekilde:

“Ben görevimi yaptım!” dedi ve kapıya doğru yürüdü. Hamdi, kadının arkasından bakarken Gaye, kısık gözlerle babasını inceleyerek kendisini koltuğa bıraktı.

“Bir teşekkürden fazlasını sezdim baba!”

Hamdi, anlamaya çalışırcasına kızına baktı.

“Anlamadım kızım?”

“Yani sanki başka bir şeyler var, bilemem!”

“Nasıl şeyler mesela?”

Yerinde doğrulan Gaye, suratına ince bir tebessüm alarak lafına girdi.

“Bak baba! Bu kadına olan bakışların, davranışların gözümden kaçmıyor. Elbet hakkın, birine ilgi duyarsın, bunu yadırgayamam! Ama bu kadının kim olduğunu biliyorsun, nerden geldiğini biliyorsun! Bunları sana anlatamam! Yanlış anlama, kadını küçümsüyor değilim! Ama olacak şey var, olmayacak şey var baba!”

Derin bir nefes aldı Hamdi. Sanki bir çocuğun evde top oynarken vazoyu kırmış da korku ve çekingen bir ifadeyle kızına baktı.

“Çok mu belli ediyorum kendimi?”

Gülümsedi Gaye.

“Maalesef!”

“Ama kızım, annenden sonra bir kadın, beni böyle etkiledi işte! Biliyorsun, kaç yıldır olmuyordu. Ama bu kadın geldi ve bütün duvarlarımı yıktı. Kim olduğu, ne olduğu umurumda değil! Evvelinde neyse, ahirinde de o olacak diye bir kaide yok! Evvelinde Suriye göçmeni dul bir kadın olabilir. Ama belki ahirinde, Hamdi Çeliker’in karısı olabilir. Ben böyle düşündüm.”

“Güzel düşündün, iyi düşündün! Kendince, bu evde ve bu dört duvar arasında olanı biteni düşündün! Ya dışarısı? Kurul? Adamların? Çevren? İş hayatın? Bunları düşündün mü? Hayatın kokteyllerle, iş yemekleriyle, toplantılarla geçiyor baba! Bir de öbür hayatın var. Kurul mesela… Bu kadını yanında görenler, neler düşünecekler baba?”

Çenesini kaşıdı Hamdi, kızı haklıydı; hayatı baya renkli, dikkat çekici ve ciddi şeylerle doluydu. Bir iş yemeğine, karısı olarak Afra’yı yanında götürdüğünde ve oradan biri, karısının kim olduğunu sorduğunda Hamdi, onlara ne cevap verecekti? Hamdi Çeliker’in karısı Afra Çeliker, bir Suriye göçmeni mi diyeceklerdi? Kafasını salladı Hamdi ve içinde bulunduğu düşüncelerden kurtulmak istedi. Daha sıcak olan kahveden kocaman bir yudum alırken boğazı yandı, yudumu tükürmekle yutmak arasında kalırken yanakları da yandı ve gözlerinden yaşlar süzüldü. Gaye, bu yaşları farklı yordu. Babası, Afra için ağlıyor zannetti ama Hamdi, yudumu zor bela yutup ardından da sudan bir yudum takviye edince Gaye, suratında sıcak bir tebessümle babasının suratını inceledi.

***

İTÜ

Okulun bahçesinde, bir köşede bir banka oturmuş ve derin düşüncelere dalmıştı Simay; kaç gündür Dildar’ın bütün ısrarlarına rağmen, bütün çabalarına rağmen bir türlü onunla konuşmak istemedi, hep ondan uzak durdu ve araya mesafeler koydu. Cem’in yanaşmalarına kulak tıkadı, Feray için söylediklerini kulak arkası etti. Bir türlü inanmak istemedi Simay; ne babasının yaptığı o pis işlere inanmak istedi, ne babasının Feray’ı da o pis işlere bulaştırdığına inanmak istedi ne de Cem’in artık değiştiğine inanmak istedi. Her şeyden yüz çevirdi, her söyleneni duymazdan geldi ve burun kıvırdı cümle gerçeklerden; çünkü onun gerçekleri bunlar değildi, annesi ölüydü, babası ticaretle uğraşıyordu ve Feray da intihar etmişti. İşte onun gerçekleri bundan ibaretken kendisine sunulan yanlış gerçekler, onun bünyesine ağır geliyordu. Bu yüzden kaçıyor, saklanıyor ve kabuğuna çekiliyordu. Biliyordu ki Simay, eğer bu gerçekleri benimseyip bir adım bile atarsa, bu gerçeklerin altında ezilir, enkaza döner ve mahvolurdu. Pamir de bir zamanlar onun gerçeğiydi; ama suratına taktığı maske düşünce, gerçeğin acı yüzüyle tanışmış ve hiç memnun kalmamıştı. Bu yüzden duvarlar ördü Simay, kaçıp saklandı farklı ve yanlış gerçeklerden ve bu yüzden de hâlâ kaçmaya devam ediyordu.

“Kızım?”

Duyduğu ses, gözlerinde yeşermeler meydana getirdi; burnunu çekti, içinde biriken öfkeyi yutmak istedi, yutkunarak bertaraf etmeye çalıştı ama olmadı. Gözlerindeki nemle sesin geldiği yöne döndü, baktı. Annesi oradaydı, arkasında durmuş, ona birkaç adım uzakta durarak ona bakıyordu. Annesi oradaydı, birkaç adım arkasındaydı. Yüz çevirdi içinde enkazlar belirirken, gözlerini yumarken acıların ne denli gerçek olduğunu fark etti. Çark etti gerçeklere, tosladı dümdüz ve annesinin hıçkırıklarını duyunca içten içe ezildi, üzüldü, büzüldü.

“Neden geldiniz?”

Sizli bizli konuşacaktı, karşısındaki annesi değil de yedi yabancıymış gibi; yıllar önce can korkusundan kaçan kadın değil de, onu doğurup can korkusundan terk etmek zorunda kalan kadın değil de, sokaktaki alelade, yabancı bir kadınmış gibi öyle konuşacaktı. Daha doğrusu kafasında kurmuştu. Karşısında duran annesinin yaşlı gözlerindeki şefkat izlerini görmezden gelemezdi; buna her ne kadar hakkı olmasa da, yine de evlat olduğu için burnunun dikine gitti. Yüz çevirdi.

“Ne işiniz var burada? Kızınız Dildar’a mı geldiniz?”

Başını salladı Nazan.

“Hayır, kızım Simay’a geldim!”

“Öyle bir kızınız yok Nazan Hanım!”

Derin bir nefes aldı Nazan, gözlerini yumarken yaşlar süzüldü ve yanaklarında barınamayıp düştü.

“Bugün doğum günün kızım, iyi ki doğdun!”

“Doğru ya!” diyerek acıyla gülümsedi Simay, başını sallayarak annesinin yüzüne derin baktı.

“İyi ki doğdum, evet iyi ki doğdum! Yoksa kime bu acıları çektirecektiniz, kimi yalnız, boynu bükük ve annesiz bırakacaktınız ki? İyi ki ben doğdum da, sizin bu ihtiyaçlarınıza cevap verdim.”

Hıçkırıklar içerisinde gözyaşlarını salan Nazan, olduğu yerde sarsılırken Simay, durmadı, insaf etmedi ve acımadı.

“İyi ki doğdum Nazan Hanım! Eğlencenize meze oldum, hayatınıza renk getirdim. Yasak bir ilişkinin yasak meyvesi olarak doğdum, cezam belliydi. Annesiz kalmak, o şefkatten, o sevgiden mahrum kalmaktı benim cezam! İyi ki doğdum Nazan Hanım!”

Olduğu yerde diz çöktü Nazan, avazı çıktığı kadar bağırırken saçlarını yolarcasına çekmeye başladı. Oradan gelip geçenler, onlara anlamsız gözlerle bakarken Simay, bunu hiç umursamadı ve yavaşça ayağa kalktı.

“Beni affet kızım! Affet beni! Affet!”

Nazan’ın ağlamaları arasında sayıklaması, Simay’ı pek de etkilememişti. Yaşlı gözlerini annesinden kaçırarak:

“Ben senin neyinim ki seni affedeyim? Doğurup öylece bıraktığın bir paçavradan başka neyim ki?” diye sorunca Nazan, hızla ayağa fırladı.

“Deme öyle, deme!” diyerek Simay’ı bağrına basmak istedi ama Simay, Nazan’ı iterek:

“Dokunma bana!” diye bağırdı. Sendeleyerek az kalsın düşecek olan Nazan, arkasında duran Dildar’ın tutmasıyla yerinde sabit durdu.

“Anne?” diye sayıklayan Dildar, Simay’ın:

“Al anneni, götür buradan!” demesiyle burnundan soludu. Birden ona doğru adımlarını attı. Gelip Simay’ın burnunun dibinde durdu.

“Bana baksana sen! Ne sanıyorsun sen kendini? Bu kadın seni bırakmak isteyen biri mi sence? Keyfinden mi bıraktı seni? Can korkusundan bıraktı. Sırf canından olmasın, kızından olmasın diye mecburen bıraktı seni! Eğer seni bırakmasaydı, alıp kaçsaydı, şu an baba dediğin adam, ikinizi de bulup öldürürdü. O zaman ne olurdu? Söyle, ne olurdu? Sırf birini canından çok sevdiği için işkence gören, mecburen kızından, evladından ayrı kalan bu kadına haksızlık ediyorsun! Sana yazıklar olsun ki, bu kadının sevgisini göremiyorsun!”

“Sevgisini öyle mi? Eğer bu kadının evladına sevgisi olsaydı, canı pahasına da onu alır, annesiz bırakmazdı.”

“Mecbur kaldım, mecbur kaldım!” diye sayıklayan Nazan, yaşlı gözlerle Simay’ın yüzüne bakarken Simay, bakışlarını ondan kaçırdı. Azıcık yumuşamıştı, bunu fark eden Nazan, birkaç adım attı ve Dildar’ın yanından durdu. Simay’ın yüzüne bakarak:

“Ben buraya, sana kendimi affettirmek için gelmiştim. Ama sen, benden öyle nefret ediyorsun ki, merhametini yitirmişler gibi yüzüme bile bakmıyorsun! Ben sana kötülük etmedim, iyilik ettim. Ama annelerin cefası bu! Anneler hor görülür, evlatlar hor görür. Yazgımız bu! İlerde sen de anne olacaksın, o zaman beni anlarsın kızım! O zaman bilirsin ki, evladının tırnağına kıymık batsa, canından can gider. Bu dediğimi unutma!” diye fısıldadı. Simay’ın yanaklarına damlayan yaşlar, Dildar’ın da gözlerine yaşlar sunmuştu. Nazan, Dildar’ın elinden tutarak:

“Gidelim kızım!” deyince Simay, sanki kendisine demiş gibi irkilerek ona baktı. Nazan yutkundu, Dildar annesine baktı ve Simay, son defa ona bakan kadının yaşlı gözlerinde bakışlarını gezdirdi. Nazan yürümeye başlarken Simay, tekrar banka oturdu. Her iki eliyle gözlerini örtüp hıçkırıklar içerisinde ağlarken Dildar’la annesi uzaklaşıyor ve onu gözyaşlarıyla baş başa bırakıyordu.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“Gazi geldi mi?” diye soran Mestan, adamı Kemik’in suratına sorarcasına bakarken Kemik, elleri önünde bağlı ve başı hürmetle hafif eğik bir şekilde:

“Geldi, efendim!” diye karşılık verdi.

“Onunla buluş, sana alışveriş yapacağımız yeni adamı getirecektir. Bu sefer bir sorun istemiyorum Kemik! İtle çakalla uğraştırma beni!”

“Anlaşıldı efendim!” diyen Kemik, onun huzurundan ayrılırken Mestan, derin bir nefes alarak onun kapıdan çıkışını izledi.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

“Yeni sermayeleri yerleştirdin mi Rıfat?” diye soran Payidar, elinde kahvesiyle Rıfat’ın karşısında durduğunda:

“Yerleştirdim efendim!” yanıtını almıştı.

“Silva ne yapıyor?” diye sorarken suratına alaylı bir ifade yerleşmiş, Rıfat’ın katı bir sesle:

“Çalışıyor, efendim!” demesiyle daha da gülümsemişti.

“Ben böyle olsun istemezdim Rıfat! Simay’a her şeyi anlatacağını söylemişti. Beni de tehdit etti. Ben o kızı, en az Simay kadar seviyordum. Ama o kız, kendisini Simay gibi görmediği için, şu an bu halde!”

“Her şeyin farkındayım efendim, size hak veriyorum!”

“Her neyse! Şu Mestan işini bir halledelim de, Silva’yla gerekirse tekrar konuşmaya çalışırız!”

“Anladım efendim!” diyen Rıfat, Payidar’ın sorar gibi göz süzmesiyle:

“Gazi denilen adam, Kuzey Irak’ta iş görüyor. Peşmerge ve PKK uzantılarının geride bıraktığı mühimmatları ele geçirip Mestan’a getiriyor. Mestan da…” dedi ama Payidar, ince bir tebessümle:

“O silahları, tekrar o örgütlere satarak beleşten paraları katlıyor. Doğru mu?” diye sordu.

“Kısmen… Aslında o örgütlere değil, İsrailli bir dostuna satıyor. İsrailli dostu da, o silahları pazarda ya örgüte ya da başka gruplara iki misli satıyor.”

“Güzel bir döngü kurmuş şerefsiz! Bir yandan örgütün zayıflığından nemalanıyor, diğer yandan güçlü İsrail’e yamanıyor. Hem ticaret, hem ülfet… Bizimkisi de külfet be Rıfat! Gazi şimdi nerde?”

“Yükleriyle İstanbul’a giriş yaptı diye duyum aldım. Gideceği yere daha varmamış efendim! Emriniz nedir?”

“Nereye gidiyor ki?”

“Silahları aldığı adamın yanına gidiyor.”

“Muhtemelen ya Mestan ya da şu kemiksiz adamı da oraya gelecek!”

“Aklınızda ne var?”

“Alışveriş yapılsın Rıfat, silahları alsınlar ve paralarını adama versinler. Ondan sonrası bizde!” diyen Payidar, tebessüm ederek göz kırparken Rıfat, onun aklındakini tahmin ettiği için gülümsedi ve başını salladı.

***

Sancaktepe civarında, eski ve metruk bir gecekondunun avlusunda biriken iki araba ve bir kamyonet, nedense gözlere pek bir şaibeli gelmişti. Ama civarda kimse olmadığı için, pek bir rahat davranıyorlardı. Avluda duran iki kişi, muhtemelen güvenlikten sorumluydu; zira kamyonetin kasasında, üst üste yığılmış sandıklar vardı ve muhtemelen içleri silah yahut mühimmat doluydu.

Gecekondunun salonu andıran giriş kapısının ötesindeki yerde oturuyorlardı. Bir kanepe ve iki koltuk dizilmiş, mutfak gibi bir yerde ocaklar kurulmuş ve belli ki misafire ikram edilecek, aşlar yedirilecekti. Gazi değişmişti, Kuzey Irak’taki halinden eser yoktu; saçlar kısaltılmış, sakallar kesilmiş ve parlak bir yüzle bir adamın karşısına oturmuştu. Karşısındaki adam, siyah takım elbisesiyle göz kamaştırıyor, kirli sakalı ve hafif çıkık çenesiyle dikkat çekiyor ve gök rengindeki gözleriyle muhatabını süzüyordu.

“Nerde kaldı bu adam? Daha çok bekleyecek miyim?”

“Az bekle hele! Geldi gelecek şimdi!” diyen Gazi, adamın afra tafrasına içten küfürler saydırıyordu. Adam da pek sevmemişti Gazi’yi ama mecburen onu çekiyordu. Duyulan araba sesi, ikisini heyecana sevk etti.

“Bak geldi, mızmızlanmayı bırak Tüfek!”

Tüfek dediği adam, ona gıcık olmuş gözlerle bakarak ayağa kalktı.

“Gelse de bu iş bitse!”

Gazi, onun fısıltısını umursamadı ve kapıya doğru yürüdü. Tam kapıya yaklaşmışlardı ki açılan kapı, onları yerinde durdurdu. Kemik, yüzünde katı bir ifadeyle içeri girdiğinde Gazi, elini uzatıp:

“Hoş geldin birader, özlettin kendini!” deyince Kemik, onun elini sıktıktan sonra:

“Özle, işin ne?” dedi. Sonra ikisi sarılırken Tüfek, kendisi yabancı olduğu için sırasını bekledi. Gazi, Kemik’ten ayrılırken Tüfek’i işaret etti.

“Tüfek! Silah alacağımız adam!”

Kemik onun elini sıkarken:

“Memnun oldum, umarım buraları sevdin!” deyince Tüfek, kinayeli bir tavırla:

“Memleket güzel de, kılavuzu kargadan!” der demez Kemik, gözlerini kısarak Gazi’ye baktı.

“Burnunu gömerim boka şimdi!” diye tıslayan Gazi, sırıtan Tüfek’in suratına yumruğu indirmemek için kendisini zor tuttu. Kemik, koltuğu işaret ederken gerginlik hâlâ devam ediyordu.

“Ne var kasada?” diye soran Kemik, diğer elindeki hesap makinesini açık tutuyordu. Tüfek başladı saymaya; bir kasa dolusu mermi, bir kasa dolusu keleş, iki bazuka, bir keskin nişancı tüfeği ve üç piyade tüfeği saydı. Hesap makinesinin ekranını Tüfek’e doğrultan Kemik,

“Hepsi bu kadar ediyor. Doğru mu?” diye sorarken Gazi de göz değdirdi. Tüfek, tebessüm ederek:

“Doğru!” deyince Kemik, Gazi’ye dönerek:

“Kamyoneti al ve dediğim yere götür! Satıcı orada seni bekliyor. Ben de Tüfek kardeşi yolcu edip geleceğim!” dedi. Gazi başını sallayıp ayağa kalktığında Tüfek, kısık gözlerini Gazi’ye çevirdi.

“Tekrar görüşmek dileğiyle kılavuzum!”

“O boktan suratını bir daha görmek istemiyorum.”

Hafif bir kahkaha atan Tüfek, Kemik’in çatılmış kaşlarını görünce kendisini toparladı. Gazi çıkarken Kemik, hesap makinesini cebine koyup:

“Yemek falan yedin mi?” diye sordu.

“Yedim.”

Başını salladı Kemik.

***

“Akşam parti varmış, Zenan aradı. Gidip biz de eğlensek ya?” diye soran Gaye, yatağa uzanmış ve yorganı boğazına dek çekmiş olan Kenan’ın:

“Bu halde sıçmaya bile gitmem!” demesiyle yüzü buruştu.

“İğrençsin! Neyin var ki?”

“Neyim yok ki?” diyen Kenan, birkaç kez hapşırdıktan sonra burnunu silerken:

“Nezle oldum nezle, siliyorum burnumu bezle!” dedi.

“Çok saçmasın bugün! Seni tanıyamıyorum.”

“Hastalıktan…”

Gülümsedi Gaye, onun alnına elini koyup ateşine baktı. Baya yanıyordu. Endişelenmeye başladı Gaye, komodinin üstündeki dereceyi aldı, Kenan’ın koltuğunun altına koymak için boğazındaki birkaç düğmeyi açtı ve elini onun göğsüne soktu.

“Ne yapıyorsun elin buz gibi?” diye sızlanan Kenan’ı umursamadan dereceyi koltuk altına yerleştirdi.

“Sus be!”

“Taciz mi ettin sen beni?”

“İşim gücüm yok, seni taciz edeceğim! Sus bir sus!” diyerek kolundaki saate baktı. Altın çerçeveli ve kanatları altından olan saatine akrep ve yelkovanını gözleriyle takip ederken Kenan’ın inlemelerine kulak tıkadı. Gerçekten de hastaydı Kenan, burnu kıpkırmızı olmuştu.

“Nasıl hasta oldun ki sen?”

“Bilsem…” diye fısıldayan Kenan, tekrar elini göğsünden içeri sokan Gaye’nin buz gibi eliyle ürperdi.

“Dur kımıldama be!” diyen Gaye, onun koltuk altından dereceyi çıkarıp baktı.

“37… Yanıyorsun Fuat Abi!” diyerek gülümseyen Gaye,

“Çok komik!” diyen Kenan’ın yanağından bir makas alıp:

“Ben şimdi düşürürüm ateşini!” deyince Kenan, gözlerini kısarak:

“Tövbe de be! Ne biçim laf o?” der demez Gaye, göz devirdi.

“Terbiyesiz!”

Kenan, kapıya yönelen Gaye’nin ardından bakarak gülümsedi.

Mutfağa gelen Gaye, Afra’nın bir sandalyeye oturmuş derin düşüncelerde olduğunu görünce yerinde durakladı; kısılan gözleri, meraka bürünen bakışları, kadının üstünde gezinirken Afra, yavaşça ayağa kalkarak kendine çekidüzen verdi.

“Ne oldu Afra, iyi misin?”

“Şey…” diyerek duraksayan Afra,

“İyiyim! Ne lazımdı acaba?” diye sorarak konuyu kendinden uzaklaştırmaya çalıştı. Ama Gaye’nin öyle bir niyeti yoktu, bir kere radarına takılmıştı Afra, iyice kurcalamadan ve öğrenmeden bırakmayacaktı.

“Yok iyi değilsin sen! Ne oldu?”

“Gerçekten iyiyim!”

“Gerçekten iyi değilsin!” diyerek gözlerini belerten Gaye, sorar gibi başını sallayınca Afra, yutkunarak bakışlarını ondan kaçırdı.

“Niye merak ediyorsunuz ki Gaye Hanım? Ben basit bir Suriyeliyim, benim neyimi merak ediyorsunuz ki?”

Afra’nın sorduğu soru, Gaye’nin suratına inen bir tokat gibi onu yerinden sıçratmış, mahcup ve üzgün bir bakış bahşetmişti.

“Şey…” diyerek saçlarını arkaya iten Gaye, kulağındaki küpenin sallanan ipine parmağını değdirdikten sonra:

“Bizi duydun sen, değil mi?” diye sordu. Duymuştu Afra, tam Hamdi’nin kahve fincanı boşalmıştır diye düşünerek fincanı almaya gelirken Gaye’nin dediklerini duymuş, kapıda bekleyerek her şeye kulak misafiri olmuştu. Bir anda dünyası başına yıkılmıştı; kendisini aileden sanırken, Gaye’nin söyledikleriyle aklı başına gelmiş, basit bir Suriyeli hizmetçiden öteye geçemeyeceğini anlamıştı. Hele Hamdi’nin kendisi hakkındaki niyeti ve düşüncelerini öğrenince, resmen allak bullak olmuştu. Hamdi ona karşı bir şeyler hissediyordu; bunu daha önceden fark etmişti, bir şeyler sezmişti ama Hamdi’ye kendisini yakıştıramıyordu. Gaye’nin de dediği gibi o bir Suriyeli göçmendi ve Hamdi de Türkiye’nin zenginlerinden biriydi. Yan yana görünmeyi bırakın, gölgeleri bile yan yana gelemezdi.

“Şey, Afra? Bak asla seni küçümsüyor değilim. O söylediklerimi mecburen dile getirdim. Çünkü babam, olmayacak bir hayale kapıldı. Sana karşı bir şeyler hissettiğini, mutlaka sen de anlamışsındır. Ben babama sadece dışarıdan görülenleri söyledim. Tamamen ikiniz için yani!”

Bir hıçkırık düğümlendi boğazında Afra’nın, gözleri yeşerdi ve dolu gözlerle Gaye’nin yüzüne bakarken:

“Bizim yerimiz yurdumuz talan edildi, evimiz barkımız yıkıldı, erimiz kocamız öldürüldü, çoluğumuz çocuğumuz sefil oldu, öldü. Biz hiçbir şey hak etmiyoruz! Ne insan gibi yaşamayı, ne insan gibi muamele görmeyi hak ediyoruz! Çünkü biz Suriyeliyiz, insan bile değiliz ki! Siz haklısınız Gaye Hanım, biz Suriyeliyiz!” diyerek kapıdan çıktı. Duyduklarıyla yerinde mıh gibi kalakalmıştı Gaye, ne yapmıştı öyle? Bir insanı kırmıştı, hele de masum bir kadını incitmişti. Irkını, mezhebini ve meşrebini küçümsemişti. Aslında kötü bir niyeti yoktu, Gaye öyle düşünüyordu. Sadece babasına olanları söylemiş, dilinden dökülen her yeri talan etmişti. Böyle olmamalıydı, Gaye böyle biri değildi. Demin Afra’nın oturduğu sandalyeye çökerken içinde birikip taşan hüzün bulutları, gözlerinde nem ve yaş olarak belirince hıçkırıklar, boğazını çoktan mesken edinmişti. Gözlerinden yanaklarına damlayan yaşlar, bir müddet sonra aşağı atlarken hıçkırıklar içerisinde ağlaması, sadece mutfak masasına ulaşıyor, sessizce ağlamasını kimse duymuyordu.

Aynı şekilde Afra da odasında ağlıyordu, elinde ölen bebeğinin çorapları vardı; burnuna dayamıştı çorapları, gözyaşları çorapları ıslatırken hıçkırıkları ve sızlanması, odanın içinde yankılanıp duruyordu.

Kafasını koltuğun baş kısmına yaslamış ve kızının dediklerini düşünüyordu Hamdi; içinde filizlenen çiçeklerden Gaye’nin haberi yoktu, yıllardır sönen ateşin bir kıvılcımla tekrar harlandığından kızı bihaberdi ve günden güne onu kuşatan, sinsi bir yılan gibi zehrini kusup onu aşka duçar eden duygularını kızı ne bilsin ki? Viranşehir’de karşılaştığı ilk an, kadından yükselen enerjiyle bir bütün olmuştu; bakışları, konuşmaları ve yürüyüşüyle Hamdi’yi alıp bambaşka diyarlara götüren bu kadın, zamanla Hamdi’nin hayal dünyasına da sirayet etmişti. Bu yüzden hiç şirkete gitmemiş, işlerini evden halletmeye çalışıyordu. Ama kim nerden bilsin, Hamdi’nin neden evinden çıkmadığını? Kızının söyledikleri, aklından çıkmak bilmiyordu. Afra bir Suriyeli, el alem sana nasıl bakar, ona hangi gözle bakar ve size ne derler gibi saçma sapan sorular, Gaye’nin sesinden kulaklarına çarparak beyninde yığılıyordu.

İnsanlar hep başkaları için yaşar. Başkasının dediklerine göre hayatlarına yön verirler, falan şöyle demesin diye öyle yapmayalım, filan böyle demesin diye böyle etmeyelim gibi düşünceler çerçevesinde hayatlarını tayin ederler. Bu yüzden insan insanın kurdu olmuştu. Kemirdikçe hayatlarından bir damar koparır, kemirdikçe hayatlarını zayıflatırlardı.

Hamdi’nin düşünceleri, ona kafayı yedirtecek derecede yoğunlaşmışken çalan telefon, onu yerinde doğrulttu. Ekrandaki yabancı numara, kaşlarının kavisli hal almasına neden olmuştu. Açtı.

“Efendim!”

“Toplantı, bu akşam gece yarısından sonra başlayacak!”

“Sen kimsin?”

“Elçi…”

“Nerde toplanıyoruz?”

“Sana mesaj gelecek, denilen yerden alınacaksın! Unutma, yalnız olman gerek!”

“Bu benim ilk mutat toplantım değil Elçi, ne yapılması gerektiğini biliyorum.”

Kapanan telefonun ekranına bakan Hamdi, burnundan derin bir soluk çekerken gelen mesajla gözleri kısıldı. Bir adres gönderilmişti. Kartal’da sahil kıyısında bir barınağı işaret ediyordu. Telefonun konumlar kısmına adresi kaydettikten sonra telefonu masaya bıraktı.

“Demek Yediler, yedi meşaleyi bu akşam yakacak?”

“Neden ağladın sen? Hasta olduğum için mi?” diye soran Kenan, kendisine yaklaşan Gaye’nin ıslak gözlerine baktı. Hâlâ gözleri yaşlı ve biraz bitkin bir şekilde Kenan’ın karşısına oturan Gaye, elindeki tepside duran sirkeli suya batırılmış bezi aldı ve Kenan’ın alnına koyarken:

“Ben bir haltlar yedim!” deyince Kenan, yorgun gözlerle ona bakarak:

“Ne oldu?” diye sordu. Gaye, derin bir nefes alıp olan biteni anlatırken Kenan, her ne kadar kafasının içi zonklasa da onu dinledi.

“İyi yapmamışsın, babanın duygularına saygı duyman gerekirken yaptıkların, Afra’nın duygularını yerle bir etmiş! Hiç iyi olmadı bu!” diyen Kenan, Gaye’nin:

“Ama babam, bu kadına aşık!” diyerek sayıklamasıyla:

“Aşkın neresi kötü Gaye? Sevinmen lazımdı senin! Baban kaç yıldan sonra bir kadına karşı bir şeyler hissetmiş, bunu kutlaman, baban için sevinmen lazımken yaptıkların… Neyse!” deyince Gaye, hıçkırıklar içerisinde:

“Ama babam kime aşık olduğunu bilsin, ona göre duygularını yaşasın istedim. Kötü bir niyetim yoktu!” dedi. Gülümsedi Kenan, alnına bastırılmış bez de alnının kırışmasıyla hafif oynadı.

“Sen de bana aşıksın, benim kim olduğum ve ne olduğum belli! Ben de basit bir koruma parçasıyım Gaye! Babanın bir adamı, bir korumasıyım.”

“İkisi aynı mı?”

“Hiç farkı yok! Aşk bu Gaye, aşk bu! Makam mevki dinlemez, şan şöhret tanımaz ve güzel çirkini tınlamaz. Yusuf bir köleydi, Züleyha vezirin karısıydı Gaye! Ama Züleyha, makamını mevkisini unutup Yusuf’a aşık oldu. Sevdi. Hem de her şeyi gözden çıkarırcasına sevdi. Yusuf, Kenanlı bir köle; Züleyha, Mısır vezirinin karısıydı. Hamdi Çeliker, ünlü bir işadamı, yeraltı dünyasının Pars’ı, her yerde sözü geçen, lafını eden biri! Afra kim? Suriye’deki savaştan kaçıp ülkemize iltica eden bir mülteci, değil mi? İşte aşkın kanunu da burada geçer. Aşk senin dediğini demez Gaye! Sen basit bir Suriyeli, o zengin bir işadamı demez; aşkın bunlarla işi yok, gönüllere yerleşir, ateşini yakar ve seyrine bakar. Aşkın hüneri bu! Ya sen bana aşık olmamışsın, ya kime aşık olduğunu unutmuşsun ya da hiç aşık olmamışsın Gaye! Eğer bana aşık olup benim kim olduğumu bilseydin, o lafları babana etmez ve Afra da bunları duymazdı.”

Gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu Gaye’nin, inci gibi dizilmişti yanaklarında ve barınamayıp yerlere damlarken Kenan, lafını bitirdiği için sessizliğe çekildi. Şimdi vicdanı sızlayan, vicdanıyla baş başa kalan bir Gaye kalmıştı geride.

***

Yan koltuktaki para dolu valize baktı Tüfek; keyfi yerindeydi, alışveriş istediği gibi geçmiş, şimdi de başka alışveriş için İstanbul’dan çıkmasını sağlayan otobanda hızla ilerliyordu. Köprülere az kalmıştı. Birazdan köprüye girecek ve sabit bir şekilde ilerleyerek bu şehirden toz olacaktı. Kendisi öyle düşünüyordu. Yanından geçen siyah passat markalı arabayı görmemişti. Tüfek’in ilerlediği şeride girerek sinyalleriyle onun yavaşlamasını isteyen arabaya gözlerini kısarak baktı Tüfek. Belki Kemik’tir ve bir şey unutmuştur düşüncesiyle sinyalini yakarak emniyet şeridine geçerken passat da yavaşça o şeride geçip hızını düşürüyordu. Trafikteki diğer araçlar, hızla gelip geçerken iki araç, emniyet şeridinde durmuştu.

Rıfat, silahını alıp arabadan indiğinde Tüfek de o sırada arabadan iniyordu. Rıfat, gelip geçen araçları umursamadan adımlarını ona doğru attı.

“Sen de kimsin? Neden durdurdun beni?”

“Sana bir çift lafım var.”

Tüfek, karşısında duran Rıfat’ın yüzünü inceleyerek:

“Söyle!” diye ters bir sesle çıkıştı. Rıfat, silahı ona doğrultup gülümsedi.

“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”

Lafı biter bitmez Rıfat, hiç düşünmeden üst üste tetiğe bastı. Mermiler, Tüfek’in göğüslerine saplanırken gelip geçen arabalardan biri, hızını düşürerek durmaya çalıştı ama Rıfat, silahını o arabaya doğrultunca araba, tekrar hızlanarak yoluna devam etti. Kimse bulaşmak istemiyordu. Rıfat, yerde can vermiş olan Tüfek’e bakıp gülümsedi ve onun arabasına doğru yürüdü. Gelip kapıyı açtı ve yan koltuktaki para dolu çantayı aldı.

“Bu parayla, mertliği tamir edeceğiz Tüfek!” diye mırıldanan Rıfat, yerdeki cansız bedene tükürdükten sonra kendi arabasına doğru yürüdü.

Arabasına binen Rıfat, telefonunu yan koltuktan alıp Payidar’ı aradı.

“Tüfek tamamdır efendim!”

“Sen paraları al, eve git! Ben de Gazi’ye madalya takacağım!”

“Anlaşıldı efendim, ben de oraya gelseydim!”

“Sende para var oğlum, paranla konuşacaksın!”

Gülümsedi Rıfat, dikiz aynasından arkayı kontrol ettikten sonra:

“Anlaşıldı efendim!” dedi ve kapanan telefonu yerine bırakıp arabayı gazladı.

***

Beykoz’un tenha bir mevkisine gelmişti Gazi, kamyonetle bir noktada durmuş ve alıcının gelmesini bekliyordu. Dışarıdaki soğuktan korunmak için her ne kadar klimaları açsa da kamyonetin klimaları çalışmıyordu. Camları kapatmış ve kendi nefesiyle ısınmaya çalışırken gözleri de daima dikiz aynasından arkasını kontrol ediyordu.

“Kim gelecek Kemik, kimi bekliyorum ben? Dondum lan!” diye fısıldarken görünen siyah bir kamyonetle gülümsedi. Belli ki alıcı geliyordu. Ellerini ovarak kamyonetin gelip durmasını bekledi. Kamyonet gelip durunca da Gazi, yavaşça kapıyı açtı. Birden irkildi. Bu gelen alıcı falan değildi. Payidar ve bir adamın ona doğru geldiğini görünce hızla kapıyı kapattı ve kamyoneti çalıştırmaya çalıştı ama yaklaşık yarım saattir durduğu için ve hava buz gibi olduğu için, marş bir türlü basmadı. Kapıları içeriden kapatırken üst üste marşa basıyor, bir türlü aracı çalıştıramıyordu. Aniden yan cama inen taşla ve tuzla buz olan camla Gazi, neye uğradığını şaşırdı. Kapıyı açmadan silahını camdan Gazi’nin şakağına dayayan Payidar, yüzüne kindar bir gülümseme yerleştirdi.

“Hangi savaşın gazisisin bilmiyorum ama bu madalya, tam sana göre!”

Tetiğe basınca mermi, Gazi’nin şakağına saplanıp diğer taraftan fırladı. Cansız bir şekilde başı direksiyona düşen Gazi, gözleri bir noktaya bakarak son nefesini verirken Payidar, adamının uzattığı zarfı aldı ve Gazi’nin kucağına bıraktı. Diğer adamlarına bakıp:

“Çabuk silahları yükleyin!” diye talimatını verdi.

Köşeden dönen Kemik, buluşma yerine doğru gelirken Payidar’ın siyah kamyoneti de başka bir dönemeçten dönüyordu ve sadece saniye farkıyla birbirlerini göremediler. Gazi’nin içinde bulunduğu kamyonete bakan Kemik, birden kasanın boş olduğunu görünce beyninden vurulmuşa döndü. Hızla gazı kökledi. Mestan’a ne hesap veririm, ne yaparım düşüncesiyle kamyonetin yanında durduğunda, Gazi’nin cesedini de görür görmez olduğu yerde donakaldı.

“Gazi? Kardeşim!”

Gazi’nin açık gözleri, zaten her şeyi anlatıyordu. Kamyonetin kasasına baktı, bütün silahlar alınmıştı ve Gazi’nin açık kalan gözlerine baktı. O da ölmüştü. Yavaşça cama yaklaştı. Yutkunurken gözlerini yumdu ve bir iki damla yaş, kirpiklerinden yanaklarına doğru yol alırken Gazi’nin kucağındaki zarf, onun dikkatini çekti. Zarfı alıp arkasındaki yazıya baktı. “Mestan Yazgan’a sevgilerimle… Payidar Candaroğlu.”

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“Anne tamam lütfen, lütfen ağlama artık!” diyerek annesinin ellerini sımsıkı tutmuş olan Dildar, onu teskin etmeye çalışıyordu. Ama Nazan, teskin olmak yerine daha çok ağlıyor, gözlerindeki bütün yaşları heba ediyordu.

“Ben ağlamayım da kimler ağlasın kızım? Benim ciğer parem, benim güzel kızım, her şeyden beni suçluyor. Ben yıllarca onun hasretiyle, özlemiyle yanıp tutuşurken o, her şeyden beni sorumlu tutuyor.”

Nazan’ın hıçkırarak sarf ettiği laflar, kapıda durup onları izleyen Cem’in de yüreğini dağlamıştı. Nazan bunu hak etmiyordu, öyle düşündü Cem; Simay ona haksızlık ediyor, onu boş yere suçluyordu. Asıl suçlu, Simay’ın baba dediği adamdı, Payidar’dı. Ama Simay, bunu görmezden gelerek bütün hıncını annesinden çıkarıyordu. İşte bunu kaldıramıyordu. Yıllarca Simay, annesinin mezarı diye Cem’in ağabeysinin mezarına gidiyor ve anne diyerek onun mezar taşına sarılıyordu. Ne acı bir talih!

“Allah belanızı versin!” diye gürleyen ses, herkesi teyakkuza düşürdü. Gürültü patırtı koptu, bir şeylerin kırılma sesleri, kırılma dökülme sesleri duyuldu. Nazan ve Dildar, hızla Mestan’ın çalışma odasına doğru koşarken Cem de yavaşça onların peşinden yürüdü.

“Nasıl olur lan, nasıl olur lan?” diyerek odada hırsla, öfkeyle ve sinirle volta atan Mestan, içeri giren kızı ve karısıyla bir noktada durdu. Nazan, hızla kocasına doğru yürüyerek yaşlı gözlerle:

“Ne oldu?” diyerek sordu.

“Gazi…” diye sayıkladı Mestan, karısının kavislenen kaşlarını izleyerek:

“Onu vurdu, vurdu onu!” diye tısladı. Nazan’ın sesi titredi.

“Kim?”

Öfkeyle o ismi soludu Mestan.

“Payidar…”

Nazan, olduğu yerde kalırken Dildar, yutkunarak babasının yüzüne baktı. Cem, bir şeyleri anlamaya çalışarak onlara bakıyordu. Hatırlamıştı Gazi’yi, Kuzey Irak’ta onunla tanışmıştı. Payidar onu vurmuştu. Ama neden vurmuştu?

***

Milli Haberalma Servisi…

Salih, bilgisayara iyice gömülmüştü. Klavyeye eziyet ederken gözleri de monitörden ayrılmıyordu. O sayfadan bu sayfaya geçiş yaparken beynindeki flaşlar da geçiş yapıyor, her sayfada gezdirdiği gözleri sayesinde beyni, aldığı verileri süzgeçten geçirerek eliyordu. Yanında duran Kaytan’ı görememişti. Elindeki kahvenin kokusu, nedense onu kendine getirmişti. Kaytan’a dönerek gülümseyen Salih, tekrar bilgisayara döndü.

“Bu koku da olmasa, sizin geldiğinizi fark edemeyecektim.”

“Ben kokuyor muyum lan? Bu sabah duş aldım.”

Tekrar Kaytan’a döndü, gözlerini kısarak:

“Siz değil, kahve koktu!” deyince Kaytan, fincanı uzattı.

“Henüz içmedim, al sen iç!”

Gülümsedi Salih, hiç itiraz etmeden fincanı alırken Kaytan, gözleri iri bir şekilde ona baktı. Belli ki vermek istememişti, sadece teklif etmişti. Ama Salih, ısrara bile getirmeden kahveyi alınca Kaytan, neye uğradığını şaşırmıştı ve fincanın dipliği kalmıştı elinde. Onu da uzatıp:

“Bari bunu da al!” dedi. Salih, Kaytan’ın masaya bıraktığı dipliğe bakıp tebessüm etti.

“Var mı bir şeyler?”

“Maalesef yok! Nazım’la ilgili olsun, başka amaçlar için olsun, açılan bütün sayfalar kapanmış efendim! Bütün sosyal paylaşım sitelerinde, onlara dair hiçbir şey yok!”

Diğer boş sandalyeye oturan Kaytan,

“İlginç! Neden inzivaya çekildiler ki?” diye sorunca Salih, yan gözlerle ona baktı.

“Son yaptıklarımız, son hamlemiz, onları korkutmuş olabilir.”

“Sanmam! Başka bir şey var.”

“Ne gibi?”

“Bu sessizlik, hiç hayra alamet değil Salih! Fırtınadan önceki sessizliğe benziyor.”

“Siz öyle deyince, benim de içime bir kurt düştü şimdi!”

Çenesini sıvazlayan Kaytan, derin düşünceler içerisinde boğuşurken Salih, klavyelere gene eziyet etmeye başladı. Onun bastığı her tuş, Kaytan’ın beynine inen kırbaç darbesi gibi şaklıyordu. Derin bir nefes alan Kaytan,

“Kes şunu!” diye fısıldayınca Salih, yazı yazmayı bırakıp ona döndü. Şakağını kaşıyan Kaytan, dalgın gözlerle bilgisayarın ekranına bakarak başını salladı. Salih’in kısık gözleri, belki Kaytan bir şey bulmuştur dercesine onu süzüp duruyordu.

“Bazen gökte aradığın, yerde karşına çıkar Salih!” diye fısıldayan Kaytan, Salih’in:

“Anlamadım?” demesiyle:

“Emniyetin veritabanına gir! Terörle şubenin… Bak bakalım, şu an gündemlerinde ne var?” deyince Salih, birkaç saniye onun yüzünü inceledikten sonra tekrar bilgisayara döndü.

“Merhaba gençler!” diyerek içeri giren Musa, uykudan yeni uyandığı her halinden belli olan mahmur gözleriyle onlara doğru ilerlerken:

“Ne yapıyorsunuz? Var mı bir şeyler?” diye sordu. Kaytan, ayağa kalkıp onu karşılarken:

“Yok, internet üzerinden okey oynuyoruz! Çanağı kırdım, biliyor musun?” deyince Salih, gözleri bilgisayarın ekranındayken Musa’nın:

“Götüne zeval mi değdi?” demesiyle kendini tutamadı ve güldü. Hemen yanında duran Kaytan, ona hiç dönmeden kafasına bir tokat indirdi. Kafasını tutan Salih, diğer eliyle bilgisayarı kurcalıyordu.

“Buldum.”

Salih’in bağırması, Musa’nın gözlerinin kısılmasına neden olurken Kaytan, ona dönerek:

“Neyi buldun lan?” diye sordu.

“Bu akşam, çok büyük bir parti var. Öyle böyle değil! Ünlü sanatçılar geliyor. Yılbaşı partisi… Miss Royal’de…”

“Güzel! Hemen bize de yer ayarla!” diyen Kaytan’ın suratındaki gülümseme kayboldu. Kaşlarını çatarak:

“Lan! Bunun emniyetin veritabanında ne işi var?” diye sorunca Salih, yani dercesine başını salladı.

“Bir ihbar… Miss Royal, hiç olmadığı kadar eğlenceli olacak, diye bir telefon gelmiş ve emniyet, burayı yuvarlak içine almış! Terörle şube, sivil ekiplerini buraya gönderecekmiş! Gelen ihbarı değerlendirmeye almışlar.”

Musa, olaya Fransız kalmamak için:

“İyi de, kim niye ihbar etsin ki? Belli ki asparagas bir ihbar bu!” deyince Kaytan, bıyıklarıyla oynayarak tekrar koltuğa çöktü. Musa da geldi ve diğer tarafta durdu. Salih, işaret parmağı şakağında, gözleri kısılmış bir şekilde Kaytan’ın suratını inceliyordu.

“Miss Royal değil, başka yer var hedeflerinde!” diye sayıkladı Kaytan, Musa ona bakarak:

“Neresi işte?” diye sordu. Salih, hemen internetten parti için ayarlanmış ve dizayn edilmiş mekanları aramaya koyuldu. Birkaç dakika sessizlik içinde geçti. Sadece klavye sesi ve alınıp verilen nefeslerin sesleri vardı. Birden:

“Liste hazır!” diyen Salih, Kaytan’ın bıyıklarını şimdilik parmaksız bıraktı. Bıyıklarıyla oynamayı bırakan Kaytan, Musa’yla birlikte Salih’e yaklaştı. Salih, listeyi okudu.

“Miss Royal, birinci sırada; ikinci sırada, Miyolar, Hansu, Jakamoz ve Lavinya… Beş mekan tespit ettim.”

“İşte, hangisi?” diye soran Kaytan, tekrar bıyıklarına yoğunlaşırken Musa, çenesini sıvazlayarak gözlerini bilgisayarın ekranını süsleyen listede gezdiriyordu. Tekrar sessizlik baş göstermişti.

***

Marmara’nın suratına inen karanlık, fırtınanın şiddetini arttırmaktan, yağmur ve rüzgârın derecesini yükseltmekten ve kapkara bir gece sunmaktan başka bir işe yaramamıştı. Denizin dalgaları, fırtınanın emriyle kıyıya tekmeler indirirken kırbaç seslerini andıran gelgitler, fokurdayan denizin suratına ekşi tatlar bırakıyordu.

Takvimdeki son yaprak da koparılacak diye insanlar, kendilerini eğlence merkezlerine, sokaklara ve bilumum toplaşan yerlere atmışlardı; içkinin gırla geçtiği, sarkıntının ve dans adı altında tepinmenin had safhaya ulaştığı akşam saatlerinde ahlak polislerine, asayişe ve sivil ekiplere yine iş çıkmıştı.

Taksim meydanında insanlar, kuru gürültüden öteye geçmeyen müziklere ayak uydurup soğuğun ve yağmurun altında eğlenirken Noel baba kılıklı adamlar, grupların arasına dalmış ve göbekler atarak sözde eğlencenin anasını ağlatıyorlardı. Kızların bağırışları, erkeklerin bağırarak oradan buraya tepinmeleri, yılbaşının cazibelerinden sadece birkaçıydı.

Elindeki içki şişesinden koca bir yudum alan kirli sakallı bir adam, çalan müziğe ayak uydurarak önündeki sırt dekoltesi açık, altında mini mavi renkli bir etek olan ve soğuğa aldırmayıp böylesi cesur kıyafetlerle eğlenen kıza yaklaşırken onu göz hapsine alan siyah deri montlu, kafasında gözlüğü olan adam da adımlarını ona doğru attı. Elindeki şişeden yine bir yudum alan adam, kızın arkasında durup sözde eğleniyormuş gibi müziğe ayak uydurarak bir elini kızın bacağına koydu ve arkadan kıza iyice sokulup resmen bedenini ona mıknatıs gibi yapıştırınca kız, avazı çıktığı kadar bağırıp ona döndü ve olanca gücüyle sert bir tokat indirdi. Adam, bir şey olmamış gibi kızı kendisine doğru çekip sarılırken arkasında duran siyah deri montlu adam, arkadan onun ensesinden tuttu. Adam tepinirken siyah deri montlu adam, hızla onun bileğini geriye bükerek arka cebinden çıkardığı kelepçeyi onun bileğine geçirdi. Kızın ürkek gözleri, bir müddet yaka paça götürülen adamın üstünde kaldı ama yine müziğe ayak uydurup dans etmeye devam etti.

Sarhoş bir şekilde sallanmakta olan sarışın ve belli ki yabancı olduğu saf hallerinden belli olankadının elinden tutmuş ve kalabalıktan sıyrılmaya çalışıyordu genç adam; kadının orta yaşlı olduğu, suratındaki yılların eseri olan çizgilerinden belliydi ve genç adam, takriben yirmi beşli yaşlarda falan vardı, kadının elinden sımsıkı tutarak onu zorla yürütüyordu. Kadının,

“No!” diye sayıklanmalarını umursamayan adam, üstündeki kırmızı keten ceketi çıkarıp kadının dekolteli beyaz elbisesini örtmek için zorla giydirdi. Kadın sallanıyor, düşecek gibi oluyor ama adam, onu zorla ayakta tutuyordu. Bir apartmanın açık kapısını gören adam, suratında ince bir tebessümle kadını o yana doğru sürükledi.

Apartmana giren adam, kapıyı kapatıp içten sürgüledi ve kadının inlemelerini dinlemeden onu belinden kavrayıp gerdanını öpmeye çalışarak itekledi. Merdiven altındaki boşluğa doğru kadını da yürüterek kadını öpücüklere boğuyordu.

Merdivenin altındaki boşluğa girdiler; adam, demin zorla giydirdiği ceketi bu sefer de zorla çıkartırken kadının göğüslerini sıkarak dudaklarına ulaşmaya çalışıyordu ama kadın, her defasında onu iterek ‘no’ demeye devam ediyordu. Hızla kadını yere itti adam, dengesi zaten zayıf olan kadın, düşerken sırtüstü kafasını yere vurdu. Birden hareketsiz kalınca adam, irkilerek olduğu yerde durdu.

“Has siktir!” diye fısıldayan adam, kadının kafasından kan aktığını görünce eğildi ve kadının yüzüne dokundu. Hiçbir tepki vermiyordu. Elini kadının burun hizasına getirdi, nefes de almıyordu. Nabzını kontrol edince, birden ceketini yerden alıp:

“Öldü lan bu!” diye tısladı. Hızla kapıya yönelirken kafasını yanlışlıkla merdiven duvarına vurdu. Hafif bir dengesi sarsılınca durdu, biraz bekledi ve dengesini koruyup tekrar kapıya doğru koştu. Kapıyı açar açmaz irkildi. Deminki kıza sarkıntılık eden adamı alıkoyan siyah deri montlu adam, dışarı çıkmaya çalışan adama sert bir yumruk indirip kelepçeleri onun geriye kıvırdığı bileklerine geçirdi. Adamı paket ederken gözleri yerdeki kadına takıldı.

“Ne yaptın lan ona?”

“Ben bir şey yapmadım, düştü ve öldü.”

“Kendi düştü, öyle mi?” diye tıslayan adam, eğilip onun kulağına:

“Hepinize güzel bir Noel sürprizi yapacağım, götünüze cop sokacağım sizin!” diye fısıldadı. Sonra da elini kendi kulağına götürüp:

“Acil ambulans, bilinen yere acil ambulans! Takviye gelsin!” diye talimat geçti.

Zil zurna sarhoş olmuş ve hâlen elindeki viskiden yudumlar almakta olan kızıl saçlı, uzun boylu ve uzun topuklularıyla zor bela ayakta durmaya çalışan kızın iyice kıvama geldiğini anlayan kirli sakallı bir adam, iyice yandan ona yanaşmıştı. Kızın belinden tutarak kendisine yapıştıran adam, kızın kahkahalarına gülerek eğildi ve kulaklarına üfledi. Ürperen kız, gözlerini yumarak kendisini adama iyice yaslayıp serbest bıraktı. Adam, kızın boynuna öpücükler kondururken kız, gözlerini yummuş ve sallanarak müzikle birlikte dans etmeye çalışıyordu.

Kalabalıktan sıyrılmışlardı, arka bir sokağın bir apartman boşluğuna götürüyordu kızı; sarhoş bir şekilde zor bela yürüyen kızın kollarını kendi boynuna geçirmiş, onu zor bela yürütüyordu adam.

Apartman boşluğuna yavaşça girdiler. Adam, kızın mini eteğinin altına elini sokup bacaklarını okşarken kız, aldığı hazla gözlerini yummuş ve kendisini serbest bırakmıştı.

Dışarı çıkan inleme sesleri, adamın emeline kavuştuğunun göstergesiydi. Belki sabah olacak, kız kendisine gelecek ve yaptığı şeyin, daha doğrusu kendisine yapılan şeyin farkına varacak ama iş işten geçmiş olacaktı.

***

“İyi oldun mu, toparladın mı kendini?” diye soran Gaye, yatağına oturmuş ve kendisine verilen ıhlamuru içerken:

“İyiyim daha!” diyen Kenan’ın yanına oturdu.

“Partiye gidelim mi?”

“Ne partisi Gaye? Elhamdülillah biz neyiz?”

“Müslüman… Ama ne alakası var şimdi? Sadece eğleneceğiz?”

“Yılbaşında eğlenmek, bizlere uygun değil! Yılbaşı nedir? Hıristiyanlara göre Hazreti İsa’nın doğum günü… Onların kutladığı bir günü, biz niye kutlayalım ki?”

“Niye? Hazreti İsa, bizim de peygamberimiz değil mi? Biz onun da peygamberliğini kabul etmiyor muyuz?”

“Elbette! Her peygamberin peygamberliğini kabul ve tasdik ediyoruz, doğru! Ama bizim peygamberimiz kim? Hazreti Muhammed (Aleyhisselam)… Onun doğum gününü kutlarız, Mevlit gününü yani! Bu iş, peygamber meselesi değil Gaye, inanç meselesi! Hazreti İsa, Hıristiyanlara gönderilen bir peygamber ve Hıristiyan dini, İslam’ın gelmesiyle reset edilmiştir. Allah indinde hak din, İslam’dır. İslam’dan başka din, kabul edilmeyecek ve değer görülmeyecektir. Madem biz Müslüman’ız, İslam’a inandık, o halde yılbaşı bize göre değil! Kişi, sevdiğiyle beraberdir diyor Hazreti Muhammed; kimi seversen, onunla haşrolursun, yani kıyamette onunla birlikte hesap verirsin! Ben Hıristiyanları sevmiyorum ve onların kutsal gördüğü bir bayramı da kabul etmiyorum. İster beni yanlış gör, istersen hor gör! Ama benim de meşrebim bu! Aslında olması gereken bu! Şimdi diyeceksin ki Gaye, başkalarına saygı görmek lazım, başkasının fikirlerine saygı duymalıyız, onların inanışlarına saygı göstermeliyiz falan filan! Elbette saygı duyarım. Ama uzaktan saygı duyarım. Onlara saygı duyarken, aslımı ve özümü koruyarak saygı duyarım. Benim de onlardan bir farkım olsun, değil mi canım?”

Gaye’nin ağzı açık kalmıştı; Kenan ne demişti öyle? Konuyu nerden alıp nereye bağlamıştı, alt tarafı biraz eğlenip geleceklerdi ve saatler on ikiyi geçince, hep birlikte deli danalar gibi bağırıp yeni yıla merhaba diyeceklerdi. Ama Kenan bunu anlamazdı, anlayamazdı veya anlamazlıktan geliyordu. Ama haklı olduğu bir nokta vardı. Arada bir fark olmalıydı, Müslüman dediğin Hıristiyan bayramı kutlamamalıydı. Başka bir konuya geçiş yaptı Gaye.

“Afra konusunu ne yapacağız?”

Derin bir nefes aldı Kenan.

“Onu bilemem, senle onun arasında!”

Burnundan soluyan Gaye, ıhlamurundan derin bir yudum alan Kenan’a yan gözlerle baktıktan sonra sessizliğe büründü.

Odasına gidip hazırlanacaktı Hamdi, koridorda ilerlerken duyduğu hıçkırık ve ağlama sesiyle duraksadı; gözlerini kısarak etrafına bakındı, biri ağlıyordu, kızı sandı ama kızı öyle tenhalarda ağlamazdı. Kesin Afra ağlıyor diye düşünerek koridorda adımlarını attı ve mutfak kapısının açık olduğunu görünce durdu. Mutfak masasına oturmuş ve elindeki mendille gözyaşlarını silip kuruttuğu yanaklarını tekrar ağlayarak ıslatan Afra’yı görünce içi cız etti. Yavaşça içeri girerken kapıyı kapatmaya çalıştı ve çıkan sesle kadını korkuttu. Ayağa kalkan Afra, karşısında Hamdi’yi görünce başını eğdi.

“Buyurun efendim!”

Hamdi, onun dibinde durdu.

“Sen neden ağlıyorsun? Bir şey mi oldu? Ne oldu?”

“Bir şey olmadı efendim, şey…”

Gözlerini kısarak:

“Ne? Belli ki bir şey olmuş, ne oldu söyle?” diyen Hamdi’ye kaçamak gözlerle baktı.

“Gerçekten... Bir… Şey…”

Elini kaldırıp onu susturdu Hamdi.

“Beni sinirlendiriyorsun Afra! Söyle!”

Yutkunan Afra, yaşlarla buğulanmış bakışlarla Hamdi’nin yüzüne bakarken kaşları kavislendi ve hıçkırıkları içerisinde:

“Suriyeli doğmak benim kaderim, Suriye’de olmak benim talihim ve bütün olanları yaşamak benim alın yazım efendim! Ben bunları istemedim. Bana Suriyeli gözüyle bakılsın istemedim efendim!” deyince Hamdi birden irkildi. Belli ki kadın onları duymuştu. Derin bir nefes alırken:

“Elbette, kim ister böyle olsun? Sen buna mı üzüldün?” diye sordu. Başını salladı Afra. Hamdi, ona biraz daha yaklaştı ve kadının eğilen başını kaldırmak için yaşlarla ıslanmış çenesinden nazikçe tutarak kafasını kaldırdı. Sonra da kadının ıslak yanaklarına elini değdirip kurutmak için yavaşça sürerken Afra, adamın dokunuşlarıyla yutkundu.

“Bak! İnsan; ne anne babasını seçebilir, ne yerini yurdunu seçebilir ne de kaderini seçebilir. Böyle bir yetkisi yok insanın! Sen de öylesin! Suriyeli doğmak kaderin, bütün bunları yaşamak talihindi. Bunu hepimiz biliyoruz! Sen bizi duydun, farkındayım! Ama eksik, yanlış duydun! Gerisinden haberin yok! Eğer hepsini duymuş olsaydın, burada bu güzelim gözlerinden yaşlar akmazdı. Biz de biliyoruz sen Suriyelisin, biz de biliyoruz onca şeyler yaşadın! Ama seni seviyoruz, sana saygı duyuyoruz, sana güveniyoruz, sana soframızı, evimizi emanet ediyoruz! Eğer senin düşündüğün gibi sana bakıyor olsaydık, ne evimizi açardık sana ne de soframızı!”

Tekrar kadının yanaklarını kurulatmak için elini süren Hamdi,

“Şimdi bu gözyaşlarını sil, kendini toparla! Sen kimsin? Suriyeli bir kadın değil, basit bir kadın değil; sen, Hamdi Çeliker’in evinde yaşayan, onun sofrasını kurup sofrasında oturan, evine barkına çekidüzen veren harika bir kadınsın! Onun bunun gözünde değil, benim gözümde sen bir tanesin!” deyince Afra, bu sefer de duyduklarının tesiriyle gözyaşlarını saldı. Hamdi, onu kendisine doğru çekerek bağrına basarken Afra, gözyaşları içerisinde hıçkırıyordu.

***

Şişli/Payidar’ın Malikânesi…

“Şimdi deli danalar gibi tepinsin, oradan buraya koşturup dursun Mestan!” diyerek keyifle viskisinden bir yudum alan Payidar, karşısında durmuş ve gülümseyerek ona bakan Rıfat’ın:

“Bakalım Pars ne yapacak?” diye sormasıyla:

“Pars’ın ne yapacağını bilmem de Rıfat, Mestan’ın ne yapacağını çok iyi biliyorum! Kudurmuş itler gibi salyalarını saçıp duracak kesin!” deyince Rıfat, dişleri görünürcesine sırıttı.

“Sizce Pars, bu sefer de kardeş payı der mi efendim?”

“Demezse, dedirtirim Rıfat, merak etme!”

O sırada Simay, hafif aralık olan kapıya yaklaşırken birden durdu. Payidar’ın duyulan sesine kulak kesildi.

“Haydi gidip şu Silva’ya bir bakalım Rıfat!”

Yutkundu Simay, bir kadın ismi duymuş ve babasının onunla ne işi olur düşüncesiyle cebelleşirken duyduğu ayak sesleriyle kendine geldi. Hızla kendisini toparlayıp kapıyı iteklerken karşısında duran Payidar’ın:

“Kızım!” demesiyle:

“Nereye baba?” diye sordu.

“Bir işim çıktı. Sen ne zamandan beri buradasın?”

“Niye?” diye soran Simay, katı gözlerle Rıfat’a bakarak Payidar’a hitaben:

“Benden bir şeyler mi gizliyorsun?” diye sordu.

“Ne gizlemesi kızım? Gene başlama lütfen!”

“Yeni geldim. Belki konuşuruz sandım ama sen gidiyorsun galiba?”

“Gidiyorum ama erken döneceğim, döndüğümde konuşalım! Hem sen yılbaşı için eğlenmeye falan gitmeyecek misin?”

“Hiç içimden gelmiyor. Bu yıldan da gelecek yıldan da hayır göremem ben!” diyerek imalı bakışlarını Payidar’ın suratında gezdirince Payidar, burnundan soluyarak onun suratını inceledi.

“Artık kendine gel kızım! Bana haksızlık ediyorsun!”

“Döndüğünde konuşalım. Baba!” diyerek hışımla adımlarını merdivenlere doğru sürüyen Simay, arkasında bir çift öfkeli göz bırakmıştı.

***

Arnavutköy/Yazgan Site…

“Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye soran Nazan, kocasının öfkeyle bezenmiş suratını incelerken Mestan, sıkıntıyla derin bir nefes aldı.

“Normalde yapacak şey belli! Gidip kafasına sıkmak… Ama içinde olduğum durum, beni bundan alıkoyuyor.”

“Nedir o durum?”

“Kurul ve Hamdi Çeliker…”

“Payidar da bundan cesaret alıyor olmalı!”

“Belli zaten! Ama bu burada bitmez, devamı büyük olacak! Kavgamız sürecek Nazan!”

Derin bir nefes alan Nazan, nemli gözlerini ondan alırken Mestan, öfkeyle yumruğunu sıkmış ve masanın göğsüne bırakmıştı.

“Simay inanmıyorsa, bence boş ver Cem!” diyen Dildar, salonda onunla birlikte oturmuştu. Cem, koltuğa iyice yayılmış bir şekilde:

“Feray’a umut verdim. Onu oradan kurtarmak zorundayım! Eğer Simay bir şey yapmazsa, mecburen ben yapacağım!” deyince Dildar, gözlerini kısarak:

“Ne yapacaksın?” diye sordu. Tebessüm eden Cem:

“Kız kaçıracağım!” der demez Dildar, göz devirerek:

“Ah, bence keçileri kaçırırsın ancak!” dedi. Gülümseyen Cem, başını hafifçe sallarken Dildar, onun yüzüne bir ayrı bakmaya başladı. Cem bunu fark etti, uzun uzadıya onun yüzüne bakarak bir şeyler anlamaya çalışsa da Dildar’ın ona bakarak saçlarıyla oynaması ve gamzelerini piyasaya sürercesine gülümsemesi, Cem’in içinde kıvılcımlar peyda etti. Gözlerini her ne kadar kaçırmak istese de Cem, tekrar dönüp ona bakıyor ve onun kırpılmak nedir bilmeyen kirpikleriyle süslenmiş gözlerinden gözlerini alamıyordu.

“Niye öyle bakıyorsun?” diye fısıldayan Cem,

“Keyfime…” diyen Dildar’dan bakışlarını almak istedi. Ama Dildar,

“Keyfimi bozma!” diye tıslayınca Cem, tebessüm ederek:

“Ben senin keyfinin kahyası mıyım be?” diye sordu.

“Keyfimin ta kendisisin!” diyerek Cem’e yaklaşan Dildar, bir anda ona sokuldu ve hızla Cem’in çenesinden tutup dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. Cem neye uğradığını şaşırmıştı, dudaklarını ablukaya alan sıcak dudaklardan kurtulmak istese de bir türlü kurtulamadı ve Dildar, her iki eliyle onun saçlarını kavrayarak iyice onun dudaklarına yapıştı.

“Bırak!” diye inleyen Cem’in sesi, Dildar’ın boğazında yankılanmış ama dışarı taşmamıştı.

“Hayır!” diye sayıklayan Dildar’ın sesi de Cem’in boğazında tura çıkmıştı.

“Annen…”

“Dur!”

“Baban…”

“Bırak!”

İkisinin sayıklayarak ve inleyerek öpüşmesi, odadan çıkan Nazan’ın birden:

“Ne?” diye sayıklamasıyla sona erdi. Cem’le Dildar, birden elektrik çarpmışçasına ayağa fırlarken Nazan, olduğu yerde iri gözlerle ikisine bakıp duruyordu. Cem bakışlarını Nazan’dan kaçırırken Dildar, başını öne eğmiş ve annesinin ne tepki vereceğini merak ederek bekliyordu.

***

Fatih’in dar bir sokağının başına arabasını park etti Hamdi; görüşme vakti yaklaşmış, buluşma yerine gitmek için gönderilen adrese gelmiş ve beklemeye koyulmuştu. Saatine baktı. On biri çeyrek geçiyordu. Birazdan şehir çalkalanacaktı. Yeni takvimler alınmış ve yeni yılın ilk yaprakları, büyük bir heyecanla kesilmek için sabırsızca bekliyordu. 2018 bitecek, 2019 gelecekti. Hamdi de yıllık mutat toplantısına gitmek için sabırsızca beklerken duyulan araba sesi ve karşıdan gözlerini alan uzun farlar, onun gidişinin ışıkları gibi gözlerini yakmıştı.

Araba yaklaşırken Hamdi, dikiz aynasından hem arkasını hem de yüzünü kontrol etti. Nedense aynaya bakarken Afra’yla geçirdiği son dakikalar gözlerine yansıdı. Kadına iyice sarıldığını anımsadı, kadının ılık kokusunu genzine çektiğini hatırladı; onu teskin ederken birden böyle yakınlaşmaları, Hamdi’yi baya tesir etmişti, onun mahmurluğuyla gözlerini yumup açtı ve derin bir nefes alarak kendisini toparladı. Karşıda duran aracın selektör vermesiyle kendine geldi. Arabanın kontağını kapatıp farlarını söndürdü. Anahtarı alıp araçtan inerken kapıları kilitledi ve karşı araçtan inen ve fardan dolayı kim olduğu seçilemeyen adama doğru yürüdü.

Karşısında duran Bingazi’yi görünce irkildi. Kaşlarını çatarak:

“Sen mi elçisin?” diye sordu. Başını sallayan Bingazi,

“Hayırdır Hamdi Bey, elçiye zeval mi vereceksiniz?” deyince Hamdi, gözlerini kısarak:

“Yok! Ne olduğun belli değil, ona şaşırdım!” der demez Bingazi, cebinden siyah bir bandaj çıkardı.

“Bunu takmak zorundasınız!”

Başını sallayan Hamdi, bandajı gözlerine takarken Bingazi, onun koluna girip diğer araca binmesine yardımcı oldu.

***

Sapanca…

Feray’ın çalıştığı evin sokağının başında duran arabadan inen Payidar, yanında Rıfat’la birlikte eve doğru yürürken yağan yağmurun damlaları, Rıfat’ın tuttuğu şemsiye sayesinde Payidar’a çarpmıyor ve dağılıp kayboluyordu. Atılan her adım, evle aralarında olan mesafeyi yok ediyordu. Kapıda duran koruma şeklindeki adam, gelenleri görünce kendisini toparladı. Kendisine Payidar gelecek denmediği için baya şaşırmış ve kendisine çekidüzen vererek onu beklemeye geçmişti.

“Hoş geldiniz efendim!” diyen adam, önünü iliklerken Payidar, tebessüm ederek onun yanağını okşadı ve yanından geçerek eve girdi. Adam, memnun olmuş gözlerle onların arkasından baktıktan sonra yerinde dik durdu ve sağlam bir şekilde beklemeye başladı.

“Nasılsın Bermal?” diye soran Payidar, kadının kıkırdayarak:

“İyiyim Payidar Bey, hoş geldiniz!” dedi.

“Hoş bulduk, hazır mı bizim Silva?”

“Odada sizi bekliyor!” diyerek gülümseyen ve sağ taraftaki odayı işaret eden Bermal, kalçasına şaplağı indiren Payidar’ın göz kırpmasıyla kıkırdayıp kenara çekildi. Payidar, Rıfat’a dönerek:

“Sen Bermal’ın etinden budundan nasiplen, ben geleceğim Rıfat!” deyince Rıfat, gülümseyerek bakışlarını ondan kaçırdı. Hafif bir kahkaha atan Payidar, odaya doğru yürürken Bermal, kendini Rıfat’a yakın tutarak gülümsüyordu.

Payidar’ın arabasının yanında arabasını durdurdu, öfkeyle arabadan inerken adeta sinirden köpürüyordu Simay; hışımla eve doğru adımlarını atarken yağmur yağmış, dolu bastırmış, fırtına kopmuş umurunda bile değildi. Kapıdaki adamdan gözlerini alamadan burnundan soluyarak geldi. Adam diklendi, kapıda sağlam bir şekilde dururken Simay, kimliğini çıkarıp hazırda bekletti.

“Durun, nereye girdiğini sanıyorsun sen?” diye soran adam, burnunda sokulurcasına uzatılan kimliğe baktı.

“Payidar’ın kızıyım ben!”

Kimliği alıp soyadına ve baba adına bakınca yutkundu adam. Yavaşça kenara çekilirken kimliği uzattı. Simay kimliğini aldı ve adama öldürücü bir bakış attıktan sonra adımlarını içeri doğru saydırdı. Resmen sinirden taşmış, öfkeden patlayacak gibiydi. Babasının burada ne işi vardı? Denilenler doğru muydu, Cem doğru mu söylüyordu? Eğer Cem doğru söylüyorsa… Gerisini getiremedi.

“A sen de kimsin ayol?” diye soran Bermal, kocaman gövdesiyle Simay’ın önünü keserken bir koltuğa oturmuş ve patronunu beklemekte olan Rıfat’ın:

“Simay!” diye sayıklamasıyla Simay, kadını itmeye çalıştı ama başarılı olamadı.

“Çekil önümden kadın!” diye tıslayan Simay, kolunu mengene gibi sıkan kocaman ellere bakıp onu itekledi.

“Senin ne işin var burada?” diye sorup Simay’ın önünde duran Rıfat, Bermal’ın:

“Kim bu? Yeni sermaye mi?” diye sormasıyla iri gözlerini ona çevirdi. Simay, Bermal’ın suratına sert bir tokat indirip onu itekledi ve onu tutmaya çalışan Rıfat’ın dizine bir tekme geçirip hızlıca yürüdü. Yürürken avazı çıktığı kadar:

“Nerdesin Payidar? Baba!” diye bağırdı. Bir kadının ürkek bir şekilde sağ taraftaki odayı işaret etmesiyle hışımla oraya doğru yürüdü. Peşinden gelen Rıfat, onu bir türlü yakalayamadı. Kapının kolunu çevirdi. Ama kapı açılmadı. Olanca gücüyle kapıya omuz geçiren Simay, kırılıp açılan kapıyı itekledi ve içeri girdi. Hemen peşinden Rıfat da girdi.

“Kızım?”

“Simay?”

Gördükleriyle olduğu yerde çakıldı kaldı. Elleriyle yüzünü örtüp:

“Hayır, olamaz!” diye sayıklayan Simay, olduğu yerde titreyerek hıçkırıklara boğuldu.

***

Miss Royal Club…

Partinin dibini boylamışlardı; müzik sesleri son raddede çınlarken dans eden insanlar, pistte ve alanda kaynaşmış bir şekilde müziğe ayak uyduruyor ve gecenin tadını çıkarıyorlardı. Konfetilerin havaya fırlatılıp oraya buraya saçılması, dumanın her yeri kaplaması ve müziğin kulaklarda çınlaması, birazdan geri sayımın yapılacağı anlamına geliyordu.

Miyolar Club…

Dansöze takılan her para, onun daha da kıvrak hareketler sergilemesine neden oluyordu; yılan gibi kıvrılırken belinin kırılacakmış gibi sallanması, sadece uçları görünmeyen ve çatalından göğüs altına kadar her yeri görünen dansözün her hareketiyle top gibi oynaması, kollarından bellerine bağlı olan zincirlerin şıngırdayarak ses çıkarması, geri sayıma davetiye yolluyor anlamına geliyordu.

Hansu Music Bar…

Halayların çekildiği, göbeklerin atıldığı ve içkinin kol gezdiği mekanda çınlayan türkülerin, tamamen bizim kültürümüz dışında bir hizmet yaptığı aşikardı. Mendilini sallayan adamın elindeki rakı bardağındaki son yudum, zılgıt çeken bir adamın boğazının kurumasına hizmet etmiş ve onun boğazına yolcu olmuştu.

Jakamoz Bar…

Sahneye çıkmış adamın anlattığı komik hikayeler, izleyenler tarafından baya beğeniliyor ve alkış alıyordu. Adam bu alkışlarla daha bir şevke geliyor ve komedinin dozunu arttırarak herkesi gülmekten ve eğlendirmekten kırıp geçiriyordu.

Lavinya Müzikhol…

Sahnedeki kadının şarkısı, herkesi dansa bulamıştı; herkes, okunan şarkıya ayak uydururken kadın, mikrofona sesini amade ederek insanların kulaklarının pasını silmeye çalışıyordu. Birkaç gencin piste çıkıp şarkıyla birlikte dans etmesi, kadını gülümsetmiş ve şevke getirmişti.

***

Milli Haberalma Servisi…

Odada volta atıyordu Kaytan, Musa yoktu odada ve nedense içini kaplayan büyük bir huzursuzlukla Kaytan, iyice nefes alışını zorlayan bir sıkıntıyla baş etmeye çalışıyordu. Odaya giren Musa’ya:

“Ne oldu? Var mı bir şeyler?” diye soran Kaytan, onun karşısında dimdik durdu.

“Geri sayım başladı kaytan bıyıklı! Sivil ekipler, bahsi geçen mekânlarda! Görünürde bir tehlike yok gibi! İnşallah da olmaz!”

Derin bir nefes alan Kaytan, başını hafifçe salladı.

“İnşallah!”

***

Miss Royal’de eğlencenin rengi değişti; aniden sahneye çıkan bir adam, üstündeki pardösünün altında sakladığı keleşi çıkardı ve rastgele etrafa ateş açmaya başladı. Namludan fırlayan mermiler, oraya buraya uçuşurken adam, hiç durmadan tetiğe bastı, tetiği zorladı ve mermiler bitince yedekteki keleşi devreye aldı. Onun da tetiğini koparırcasına basılı tutarak oraya buraya ateş ederken birden alnına saplanan mermiyle yere düştü. Keleş durmuş, rastgele açılan ateş bitmiş ve oraya buraya koşturan insanların telaş ve endişesinden başka gürültü kalmamıştı.

Yaralıların inlemeleri, ölen insanların başlarında ağlayanların feryatları ve siren sesleri, deminki eğlenceden geriye kalan şeylerdi. Üzerlerindeki keleşler yana düşmüş, alnına saplanan merminin izi gözlere hitap ederken açık kalan gözleri, donuk bir şekilde bir noktaya bakıyordu.

Miyolar’da, aniden dansöze arkadan sarılan bir adam, her iki eliyle silahlarını tutarak ve dansöze iyice yapışarak etrafa rastgele ateş açtı. Dansöz avazı çıktığı kadar bağırırken adam, bedenini onun bedenine iyice yapıştırarak onu da kendi ekseni etrafında döndürüyor ve rastgele silahlarını ateşliyordu. Vurulanlar yerlere düşerken adam, dansözün ensesine öpücükler kondurup kadının korkmasını umursamadan silahlarını son sürat ateşle oraya buraya çeviriyordu. Her iki silahta biten mermiler, kargaşayı fırsat bilen adamı, hemen şarjörleri değiştirmeye sevk etti. Ama dansözü de bırakmak istemiyordu. Hızlıca kadının göğüslerini tutup sıktı. Kadın bağırırken adam, birden bedenine saplanan mermilerle neye uğradığını şaşırdı. Mermilerden birkaçı dansözü de isabet almıştı. Kadın cansız bir şekilde yere yıkılırken onu tutan adam da yere düşmüş, yaralı bir şekilde etrafa bakıyordu. Kafasına saplanan mermi, onun da sonunu getirmişti.

Hansu’da bir davulcu peyda oldu, hızla tokmağıyla davulu gümbürdeterek sahneye çıktı ve halayın arasına daldı. Hem çalıyor, hem oynuyor hem de halayın arasında geziyordu. Tam orta kısma geldiğinde, davulu hızla yere bıraktı. Davulun aniden koca bir gürültüyle patlaması, gözlere siyah bir perde çekti.

Oraya buraya savrulan bedenler, bağırış çağırışlar, feryat figanlar ve alevlerin her yeri kaplaması, yılbaşı eğlencelerinden birkaçıydı. Davulu getiren adam da öteye savrulmuştu. Tozu dumana katan patlamanın gerisinde kargaşa, gürültü ve siren sesleri kalmıştı.

Jakamoz’da, sahnedeki adam, oturduğu koltuktan ayağa kalkarak sahnenin ön kısmına doğru yürüdü ve kendisine meraklı gözlerle bakan kalabalığa bakarak gülümsedi.

“Şimdi size gerçek bir hikayem var. Hikayenin ana teması şu!” diyerek üstündeki siyah montun fermuarını açtı. Birden kalabalık ayaklandı. Gördükleri şeyler, hayatlarının sona geldiğini açıklıyordu.

“Hepiniz öleceksiniz!” diye bağıran adam, üstündeki bombanın pimini hızla çekti. Herkes oraya buraya kaçışırken patlayan bomba, mekanın altını üstüne getirdi. Öteye beriye savrulan insanlar, tepetaklak olan mekan, havaya fırlayan masa sandalyeler, bombanın ardındaki büyük enkazlardan birkaçıydı. Feryat figanların kuşattığı, bağırış çağırışların duvarları inlettiği ve tozun dumanın her yeri kapladığı mekanda, yılbaşı çok farklı bir şekilde kutlanmıştı.

Lavinya’daki sahnede şarkı okuyan kadın, birden kemancının ayağa kalkıp ölüm marşını tiz bir sesle çalmasıyla irkilmişti. Neler oluyor diye sorarak arkasına döndüğünde, alnına yapıştırılmış namluyla yutkundu. Cevaz, kadını kendisine siper ederek mikrofona:

“Bugün Noel, hepinize Mutlu Noeller!” diye bağırdı. Çalgı ekibinin aniden ayağa kalkmasıyla dinleyenler, oraya buraya koşturmaya başladı. Bütün ekip, silahlarını çıkarıp sahneden insanlara ateş açmaya başladı. Silah sesleri, deminki müziğin, şarkıların üstünü örtmüştü. Vurulup yere düşen insanlar, kaçarken sırtından vurulanlar, masaların altına gizlenmek isterken vurulup yere yapışanlar ve kendilerini daha kapıya atamadan düşenler, deminki eğlencenin kalıntılarını taşıyordu. Cevaz da tuttuğu kadının şakağına mermiyi yapıştırıp ekibin arasına katıldı. O da silahını ateşleyerek sahneden insanlar arasında kendisine hedefler seçti. Mermiler havada uçuşuyor; bazıları bedenlere saplanırken bazıları duvarlardan sekiyor, bazıları karavana olurken bazıları da kendilerine yer ediniyorlardı. Cevaz’ın avazı çıktığı kadar bağırması, silah seslerinin arasına karışıyordu. Silahlar susmuyor, mermiler ölüm kusuyordu.

***

Milli Haberalma Servisi…

Telaşla ve kapıyı çalmadan içeri girmesi, Musa’yı oturduğu yerden ayağa kaldırmıştı; Salih, endişe ve telaşla onların karşısında durduğunda Kaytan, deminden beri içini kuşatan sıkıntının sebebini duyacağını anlamıştı. Yutkunarak Salih’e bakarken Salih, yaşlarla ıslanmış gözlerini onların yüzünde gezdirdi.

“Ne oldu?” diye sayıklayarak soran Musa, kendini birazdan duyacaklarına hazır etti. Kaytan, oturduğu yerden koltuğun kenarına sıkıca tuttu. Salih, derin bir nefes alıp:

“Her beş mekânda da eylemler oldu, efendim!” deyince Kaytan, boğazının sıkıldığını, nefesinin tükendiğini hissetti. Gözleri yandı, yüreğine afakanlar oturdu. Musa da koltuğuna çökerken Salih, nemli gözlerle ikisine bakıyordu.

***

Riva…

Çömez geldi, pencerenin karşısında durmuş ve dışarıyı izleyen Mamoste’nin arkasında durdu. Mamoste, onun geldiğini camdaki yansımasından görmüştü. Yavaşça ona dönerek:

“Söyle!” dedi.

“Yeni yılı kutladık başkanım!”

Gülümseyen Mamoste, hafifçe başını salladı.

“Mutlu Noeller TC…”

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top