Hayallerim Allah'a emanet
Ve sonunda biz olduk, biz sonunda çok mutlu olduk be yüreğim. Bunca sene biriktirip biriktirip durdum bu sevgiyi içimde, sanki bir gün geleceğini biliyordum, sanki bir gün gelip tamamlayacakmişsın gibi. İlk gördüğümde zaten biliyordum bir insanın ihtiyacı olan şeyin mükemmel biri olmadığını, ama sadece kendisine ayna olacak o kişiyi bulmaktır mesele. Peki şimdi o ayna olan kişi önünde duruyorsa?
Allah’ım ben hisslerimi nasıl ifade ederim, kime nasıl anlatayım ki, beni anlasın.
Sevince, hem de Rabbin için sevince anladım ki, her şeyin rengi siyah beyazdan değişiyor, etrafın rengarenk oluveriyor.
Artık ben beyazlar içindeydim, elim birden titrer oldu, heyecan aniden vücudumu sardı, durdurulabilir bir titreme değildi. Bu yarıda kalan hikayenin sonunu hayırla ve sabırla devam ettiren Allah’a hamd olsun. Demek ben senin gönlüne ekilmişim, ben çünkü burada çiçeklendim, bir sevgi tohumundan nasıl oldu da bu fani dünyayı saran bu kadar büyük bir çiçek büyüdü? Biz büyüdük, biz tutunduk. Hem de sonuna kadar. Dualarımızı eksik etmedik, kaç sene geçse de biz vazgeçemedik, vazgeçmek bize hiç yakışır mıydı? Biz böyle mi öğrendik İslam’ı?
Allah bizi her namazla kendine davet etti, biz bu davete icabet ettik, biz onun rızası için, onun rızasını almak için çıktık bu yola. Nasıl güzel yoldur bu. Bu hakkın yoludur, elbet temiz yürürsen, yolun sonu güzel olacaktır. Bu dünya ne kadarda hasret kalmıştı temiz helal sevgiye. Yürümeye nasip eden Rabbime sonsuz şükürler olsun.
Hatırlıyorum o tüm yaşadığımı, hatırlıyorum, ne kadar zaman geçmiş gitmiş bu hadiseleri yaşıyalı. Daha dün ben yaralı yaralı gönül acısı çekmemişmiydim diye dertleşiyordum kendimle. Fakat dünün bugüne faydası yoktu, yoktu, yoksa böyle olur muydu bu günümüz? Böyle biter miydi bu hikâye, yaşar mıydık bu günleri, bir daha güneşi gördük, artık güneş doğdu yeniden.
Bu hikâye de hayal kırıklığına yer yok!
Şahidler eşliğinde veriyorduk biz şimdi sözümü, hikâye yeni başlıyordu, İnsanlar bile şaşırmıştı bizi gördüklerinde. „Nasıl“ diyorlardı, „nasıl seviyorsunuz siz, Allah’a emanetsiniz yüreği temiz insanlar“. Ben sadece ona baktım, bakmak ne demek, bakamıyorum aslında, utanıyorum. Hem de nasıl bir utanma, sevgiden yüzümü bile kaldıramadım, daha göklerde kıyılmamıştı. Bu yüzden bakmadım ben daha, o benim için biraz sonra helal olacaktı. Yüreğim, ah benim nasibine eren yüreğim, dayanamıyorum artık, siz hiç kalbinizin yerinden çıkacakmış gibi çarptığını hissetiniz mi?
Ben onun sesini duyunca hep böyle oluyordum, elim de, sesim de titriyordu, nerdeyse Fan olduğu birisini gören bir genç kız gibi bayılmaya müsait bir şekilde ayakta durmaya çabalıyordum. Bu utanma temiz bir utanmaydı, çünkü sen sonuna kadar sabretmiş bir kulsun, haramdan kendini uzak tutmaya çalışmış bir kulsun, utanıyorum evet, ama Allah razı olsun diye utanıyorum. Bir kadına utanma nasıl da güzel yakışır. Güzel sevdik, güzel utandık ve artık güzel yaşayalım. Etrafımızda kimse yoktu, kalabalık yoktu, biz bizeydik, biz şimdi Allah ve meleklerle beraber yanlız kalmıştık. Hissediyorum yine, her gece yatağıma yatarken o duyduğum sesleri. Etrafımızda, belki yanımda oturuyordu melekler, onlarda şahid di döktüğüm bunca gözyaşına, ettiğim onlarca hatta binlerce Dua'ya. Hatta biri kulağıma fısıldıyordu Eğer Allah bir diyarı bir diyara yazdıysa, dağlar sıkışsa da o diyar o diyarla birleşir…
Ben ona güveniyorum, çünkü o beni Allah’ın emaneti olarak görüyordu. Siz siz olun, böyle adamlara güvenin, çağımızın artıkça artan „hoşlanıyorum senden“ diyene yüzünüzü çevirin.
Hem haramdan uzak kalırsın hem de kendini yormaktan. Bekleyin, sabır her kapıyı açar güzel kardeşim. Amma sakın sabır zor geliyor diye küsmeyin kimseye. Beklemeyin bir değersizin beni değerli görecek diye günlerce, aylarca. Bir gün gelecek elbette, anlayacak kaybettiği güzelliği. Derler ya, bir pırlanta uğuruna gitti de, taşlarlar aradı. Bu dünyada heyecanı kaçır, partileri kaçır onu bunu kaçır, şu seccadelerdeki huzuru asla kaçırma ve hiç bir şeyle asla değişme. Secdeler insanın huzurudur, kurtuluşudur, miracıdır.
Ve sedceler Duanın kabul olmasının anahtarıdır. Âşık olmayan bu ilmi ders diye alır, âşık ise nefes almak için alır.
Kafamı yavaşça kaldırıyordum artık, kaldırmamak için bir sebep kalmamıştı. Baktım o gözlerine, ben nasıl meftun olmuşum böyle, demek „herkesin“ senden başkasını göremiyorum, kör oldum sanki dedikleri buymuş. Ben zaten sesini duyduğumda başka bir ses duymak istedim ki dal boylum. Sesini duymadığım seneler boyunca bana „güneş ışığım“ diye hitap etmeni öyle özlemişim ki. Öyle sağır olmuşum ki ben senin sesin hariç her şeye. İnsan bildiğini değil, asıl inandığını özlüyor işte. Varlığını bilip de varamamanın özlemi bir başka. Çünkü biz, içimizde bekleyen boşluğun sahibini çok özlüyoruz. Kafamı kaldırdım, ilk baktığım onun o gözleriydi. Gözleri mi? Boşu boşuna cabalamıyacağım, bana bak değil, beni yaşa diyorlar, boğulup kaldım ben yine. Ağzımdan çıkan ilk kelimeyse „Sevdiğim bu kadar güzelse, onu yaratan nasıl güzeldir“ oldu. O sadece bana baktı, beni biraz zor anlıyordu, ama sanırım beni anladı. Bir dili paylaşmasak da bana Yol güzel yere gidiyorsa, güzel yerler gibi o yolu da sevmeli insan dedi. Ve ben yine tutuştum. Bana öyle güzel kelimeler ve cümlelerden bahsediyordu ki, biz sadece mecbur olduğu vakit konuşurduk, söylediklerimiz önemliyse konuşurduk. Çünkü bizim kulağımıza değil, gönlümüze girecek sözler lazımdı. O beni gerçekten hakkıyla seviyordu ve bunu bana davranışlarından hissettiriyordu, bu kalbin kime ait olduğunu bilen biriydi ve işte bu yüzden beni hakkıyla seviyordu. Bu kalbin Allah’a ait olduğundan bîhaber adamdan biz nasıl sevgi bekleriz? Bizi alır, kırar, döker ve canımızı yakar.
Aldı benim iki elimi, sakladı tuttu, gizledi elleri arasına. Sanki üşüyormuş benim ellerim gibi. Kaldırdı ve götürdü dudaklarına. Öptü onları, zaten kendimi zor tutuyordum, tutamadım artık. O nazik davranışa dayanamadı benim yüreğim, beni böyle ince seven bir adama kalbim dayanamadı. Dayanmakta istemiyordu zaten. Yanaklarımdan damladı ince ince göz yaşlarım, birden sel oldu, şelale gibi şiddetli bir akıntı karşıladı benim gözlerimi. Ona baktım yinede, sadece ona bakmak istiyordum, o parlak gözleride dayanamadı bu vuslata, deniz gibi bakan gözleri birden bungun oldu, aktı o içinde gördüğüm ve defalarca boğulmaya razı olduğum deniz. Bir anda boşaldı o deniz, dalgalar demek ki sert bir şekilde kıyıya vurdular. Şimdi bana anlat, aşk bir muma ateş olmak mıydı, yoksa yanan ateşin kendisi mi? İhtiyacım olan dünya eşi değildi, bir muhabbet eşiydi. Allah benim için onu seçmişti, artık küçük ama konforlu evimizde çayımızı demliyebilicektik, muhabbet bizim peşimizi bırakmıyacaktı, biz artık bir yastığa başımızı koyacaktık. O benim Han’ım oluyordu şimdi ve ben onun Han’ımı. Ne kadar ince ve narin kelimelerdir bunlar. Oturduğum yerden bir türlü kalkmak istemedim, o anda yakınlarımızdan birisi bir fotoğraf patlattı. Belki de Camiide çekilen en güzel fotoğrafım olmuştu, ki ben bundan eminim. Öylece, birbirimiz için ağlarken, yine dahada büyük bir hasretle tutuşurken, ellerimiz ayrılmazken ömrümün bir karesi çekilmişti. Hayatımda yaşamak istediğim her his, her duygu bu karede yer almaktaydı fakat fotoğraf anlatamazdı, anlatılamazdı. Hiç bir kelime bugünü tarif edemezdi, hiç bir hayal bu kadar güzel olamazdı.
Sadece dilim değil, bütün hücrelerim ayrı ayrı şükür dedi,
İşte şimdi gök aynı gözleri gibi mavi,
İşte şimdi ölsem de her şey tam gibi,
İşte şimdi o gün durdurduğum yaşım saymaya devam edebilirdi.
Gözlerden tenha bir bahçe seçmiştik beraber, aynı o Allah yolunu ona gösteren rüyadaki gibi bir bahçe olduğunu bana bildirmişti. Etrafımız yeşil, her tarafta ağaçlar var, çiçekler var, böcekler var, burası tabiat ve küçük bir cennetin ta kendisiydi. „Canımın içi“ dedi, burası bana Allah’ı hatırlatıyor, gözlerimi kapattığımda onun yarattıklarını duyuyorum, nefes aldığımda da onun yarattıklarını gözüm kapalı görüyorum. Ben yine hakim olamadım göz yaşlarıma, nasıl olmamı beklersiniz ki?
Bu Adam bana gittiğim her yerde Rabbimi hatırlatıyor. Söyle bana yeniden, kimi sevmeli?
Güzeli mi, güzel yolları sevdireni mi?
Bu devirde zor bunuyor Hakk ile seven böyle bir adam. Şimdi biz nelerle uğraşıyoruz. Mecnun Leyla için çöllere düştü, Ferhat Şirin için dağları deldi ve şimdi Berkcan Aleyna için bol bol kontör yüklüyor. Bu nasıl bir gidişat? Bu yol bir çıkmaza varır ama Rabbine asla. Yazışmanın helal sevgi olduğunu mu düşündün, görmesem de bir çaldırayım mı dedin, öpmesemde bir sarılayım mı dedin? Bu gidişat nereye? Bu yolculuk nereye? Dünya döndükçe kirlendi. Belki de öyle temiz sevmeler eskidi kaldı.
Beraber bir kaç fotoğraf çekindik, nerdeyse heyecandan mutlu kuşlar gibi havaya uçacaktık, yani az kalmıştı havalanmaya. En yakın bildiklerimizi çağırdık biz bugün, davul ve zurnaya ihtiyaç duymadık açıkçası. Biz, bize yakışanı yapmakta fayda var dedik, sesiz sedasız bir düğün kutladık. Çok çaba verdik ki, haram olmasın, kadın ve erkek ayrı eğlendik, hem de nasıl. Gerçekten daha ben bir mini etek giyseydim de, Ali bana bir baksaydı diyen insanlardan sakındık. Davetiyemiz üstünde yazan yazıyı akrabalarımız baya beğenmişler, davetiye de en güzelinden yaptırılmıştı. Sadeydi ama yinede güzel, evet sade ama güzel. Han’ım benim ruhumu yansıtan davetiye olmasını rica etmişti. Bana hep zerafetin birleştiği güzellik derdi. Bende yine utanırdım, her zamanki gibi. Bu arada, davetiyemizim üstünde de Evlilik İslam’ın bir fonksiyonudur, evliliğin kendine göre bir karakteri vardır, bu yüzden evliliğe saygı duyuyorsanız, bu saygıya ve İslam’a uygun giyininiz yazıyordu. Bu yazıyı bakış açımız sayesinde davetiyeye bastırdık.
Mekanımız çokça ağaçlardan oluştuğu için değişik bir biçim süslemek istedik. Biz bu düğünü yarışma olarak görmüyorduk. Hani bazen olur ya, komşun yedi yüz kişi davet eder, sen de onlara kapak olsun diye bin kişi davet edersin. Sırf rekabet olsun diye. O ve ben bu düşünce şeklini asla anlayamamıştık ve kafa bile yormak istemedik anlamak için. Boş yere harcayacağımız masraftan kaçındık, daha az davetlimizin olması bizim için uygundu ve onlara kaliteli yemek sunabilirdik. Kaçındığımız masraflar sayesinde bilmem kaç, ama belki en azından dokuz, on yetmin, sokakta yardım bekleyen evsiz barksız kalan birisini doyurabilirdik. Mühim olan, emekle ve terle kazanılan ekmek parasını kolayca sağa sola çarçur etmemekti. Ağaçtan ağaca uzun bir sıraya dizdiğimiz renkli ampuller almıştık, hava kararınca mekanın görüntüsü mükemmel denilicek kadar vardı. Masaları yuvarlak olarak seçmiştik ki, masadan masaya olan muhabbet kolaylaşsın ve davetliler sadece ağızlarıyla değil, birbirine bakarak da gülümsesin diye. Biz gerçekten ince düşünmüştük, ince düşünmek bizim hayatımızı pahlandırmadı, aksine „Def-i mazarrat celb-i menafiden evlâdır (Zararı terk etmek, faydaları talip olmaktan iyidir)“ Ben yine kendimi ona bakarken yakaladım, insan hiç mi yorulmaz sevdiğine bakmaktan? Ben niyese yorulamıyorum, kendime artık dur bile diyemiyorum, laf söz artık hiç birşey geçiremiyordum kalbime. Öylece bakıyordum ki onun yüzüne, benden bıktığını zannettim. Ona bakarken o da bana bir bakış attı. „Yetmez mi artık baktığın, böyle baktıkça ben Gönlümün gördüğü gözümün gördüğüne değişmem“ dedi. Öyle derin bir nefes aldım ki, o beni ben konuşmadan bile anladı. O beni zaten hep anlardı, bakışlarımdan, gözlerimden, sözlerimden. Yine kaldırdı o kollarını, uzun, ince parmaklarınla yüzüme dokundu ve bekletti ellerini yanaklarımda.
,,İrem'im, cennet bahçem, güneş ışığım, şükürler olsun, seni bana nasip eden Allah’ıma“.
Nasıl başarıyordu bunu bilemem amma, bana öyle bir ses tonuyla sesleniyordu ki, sanki içim içimden geçiyordu, ben birden gönül ferahlığına ulaşmıştım. Kırk yıl düşünsem, bizim böyle bir hikâyemizin olacağı aklımdan bile geçmezdi. Ama ben bunun hayalini hep kurmuştum. Aklım fikrim zaten hep ondaydı, onun gelişinde, onu nasıl göreceğimde, beni görür görmez ne der veyahut ne düşünüyor diye. Yasladım kafamı dal boylumun göğüsüne ve yine derin nefes aldım, artık beni burdadan ayıran bir sebep yoktu, olamazdı. Biz kavuşmuştuk, biz Allah’ın rızasını kazanmak için çıkmıştık bir yola. Bu yol kolay değildi, siz yara almadan kavuştuğumuzu mı sandınız?
Aslında olaylar tam olarak böyle gelişmemişti…
Biz tartışmadan duramıyan iki inatçı insanlardık, ben tâbi ki, İslam’i bir aileden geliyorum diyip kafama göre takılırdım, ta ki camiye gitmeye başlayana kadar. Bir anda hayatım öyle değişti ki, yeni bir bakış açısı kazandım, artık ezik bir kız değildim. Ve zor zamanlardan geçip ben şimdi onun yanında duruyordum. Sürekli kendimi kıyasladığımda, hiç olduğumu gördüm, ne güzellik vardı, ne de namaz, belki bu yüzden güzel değildim. O zamanlar yüzüme nur nasip olmamıştı, kalbimde kara delikler vardı, nasıl düşünürüm, nasıl hareket ederim diyordum. Yolumu şaşırmıştım, bir zamanlar bile Her dua ettiğim zaman Allah bana hiç yardım etmiyor bile diyordum. Ben çok değişmiştim, insanlar karakter sahibi olduğumu söylüyorlardı, fakat inanç denilen yoktu.
Hamd olsun Rabbime, şimdi her şeyin farkındaydım ve yaşanılanlar benim için bir dersdi. Dinimi dahada fazla araştırmaya başlamıştım, hocamızın anlattığı nerdeyse çoğu şeyi biliyordum ve Allah’ın razı olacağı bir kulluk için ben yola koyuldum. Bunun benim için birinci kuralı haram olan her şeyi bırakmaktı, onuda. Evet, çekip gitmek hiç kolay olmamıştı benim için, ama Allah benimle gurur duyardı değil mi anne?
Onun rızasını kazanmak için haramı bırakırsam beni Allah ödüllendirildi değil mi? Neden acı çektiğim artık önemli değildi, ben Allah yolunda hak için yürümek istiyordum. Peki bu insanı nasıl bir başına cahillerin arasında bırakırım dediniz mi hiç? Ben dedim, biz aslında hemdem olmuş insanlardık. Fakat bu insanlığın bize yararı yoktu. Bu kız büyüdü kendi başına mücadele ede ede, ondan habersiz büyüdü geldi. Hayata bir sıfır olarak başlayan avantajı o, gerçekten lüks bir hayatın içine doğmuştu. Annesi doktor ve babası patrondu, varlıklı insanlardı, Dünya’nın diğer tarafında oturuyorlardı galiba. Bense, iki işçinin minik bir kızıydım, bir umut ışığı olarak doğduğumu söylerdi anneannem herzaman bana. Herkese sorsan onun avantajı var derlerdi, ama bende olan onda asla olamazdı. Çünkü ben hayata sekiz sıfır başladım, yokluğun içinde şükürle büyümüştum. Beni küçük hediyeler bile mutlu ederken, onun gözünü kocaman bir oyuncak araba bile doyurmuyordu. Biz çok değişik iki insandık, hedeflerimiz birbirine uymazdı, bizi tanıyanlar bunlar zıt derlerdi. Başka ağzın ne yorumladığı büyüdüğümde beni ilgilendirmezdi. Önemli olan Allah’ı mutlu etmek değil miydi?
Dünyada ilgilenebilecek konuların hiç bittiğini gördün mü? Bizim Allah’ın bize soracağı konularla ilgilenmemiz lazım.
Bir fırtına gibi geldi ve içimde büyük hasarlar açıp gitti, sanki bir kasırga uğramış kalbimin kasabasına ve ben bir köşede oturup seyretmişim olan biteni. Karşı koyamamışım.
Şimdi şöyle bana sevdiğim, kalbi ve gönlü kırana yoldaş denilir mi?
Amma seven kalp için mesafe mi vardır? Sevenin gözlerinin hükmü yoktur sevdiğini görmesi için, yeter ki harama girmesin.
Gözler artık birbirini görmüyordu, birbirinden uzaklaşmışlardı, kim bilir o yaşıyor muydu, peki ya yaşıyorsa nasıl yaşıyordu?
Göz görmez de gönül severse eğer,
Kalp tıkır tıkır sevdiğiyle kavuşmaya ayarlı bir şekilde atar. Sevgin imana dönüşecek, uzaktan sevmeye devam et…
Bir gün yağmur atıştırmaya başlamıştı, günü hatırlamıyorum, vakit akşam vaktine yakındı, öyle yağmur yağıyordu ki, bu ayrılığa sanki bizden çok yağmur ağlıyordu. Aklımdan geçen onca şey varken, sen geldin. Dualarımız yağmur yağınca geri çevrilmezmiş denilir denilmez hemen koştum, koştuğum yer secdeydi. Her ne zaman yağmur yağsaydı hemen koşardım.
Asla ümidimi yitirmezdim, geceleri kıvranırdım yatağıma ve meleklerin kalbinden öpmesini dilerdim. Kendimce işte Dua ederdim, ama kalan kardeşlerimi de unutmazdım. Biz bir ümmetin bireyleriyiz, hepimizin birbirimize Dua etmesi gerekmez mi? Nankör olduk da gözümüz mü görmüyor?
Yine bir akşam üstü bana bir şeyler oldu, içim, yüreğim bir yangın almış, hem de nasıl. Sanki birisi bana gel dertlen diyordu, sanki birisi bana Dua'n seni çok özlemiş diyordu, hasret kalmış. Eğer o Kula dua etmezsen sen nasıl devam edersin hayatına diyordu birisi. Öyle bir kişi konuşuyordu ki benimle, söylediği her ne varsa doğruydu, beni benden iyi biliyordu. Bilmek ne demek, beni tanıyordu, benim hisslerimi bana anlatıyordu… Koltuğa serdiğim seccadem beni bekliyordu yine, birisi beni davet ediyordu. Acele ederek aldım elime seccademi, onu öpüp alnıma deydirdikten sonra katlayıp yere serdim. Şimdi yine konuşma vakti, teslim olma vakti. Uzun zamandır zaten kendimle muhabbet ediyordum, sonunda kendimi bulmuştum, kendimi bilmiştim, en sonunda da Rabbimi bulmuştum.
O beni çağıran ses, beni benden daha iyi tanıyan bu ses, bu Rabbimin bana seslenişiydi sanki. Olmaz böyle, hiç Dua terk edilir mi, çok istediğin bir şey için niye elinden geleni yapmıyorsun ve belki olur diye köşede oturuyorsun? Teslim olmak bu değildi. Teslim olmak elinden iyilik bile gelmese, koyduğunuz gönül yüzünden, Dua etmekti. Dua edip Allah’ım sen büyüksün, her şerde vardır bir hayır ve her hayırda belki de bir şer vardır demekti. Avcumun içindeydi aslında her şey, iste diyor Allah, iste ki ben vereyim; Sev diyor, hakkıyla sev ki sevdireyim. İlk önce elinden geleni yapacaksın bir müslüman olarak, baktın elinden bir şey gelmiyor, Dua'da mı gelmiyor kardeş? Bir Müslümanın en büyük silahı Dua değil miydi? Sen şimdi niye yerlerde sürünüyorsun?
Şükürler olsun kendine meyl ettiren Allah’a!
Seni bana uzak, beni sana uzak yazmışsa vardır bir hükmü. Yan yana olmak belki nefsi sokacaktı araya. Gelme sevgili, seni böyle sevmek,
Yalnızlık,
Kendine dönmek, kendini bilmek, Rabb'e yönelmek… öyle güzel ki.
Hayat devam ediyordu bizim için, ne sen benden haberdardın ne de ben senden, dedim ya biz gönül koymuştuk, iyi ki de böyle olmuş, beklemek bir sen edecekse ahirette, bu dünyadaki tüm beklemeleri sırtıma yüklesinler, sana feda olsun!
Gün geçtikçe unutuyordum, umursamaz oluyordum seni, haksızlık etmiştim sana, hem de nasıl. Artık hiç sesini bile duymuyordum, görsem de Allah’a korkumdan, günah işlerim diye yüzüne bile bakamıyordum. Unutamadığımız çok şeyler vardı, seni gördüğümde aklıma gelen. Yutkundum, bir anda yuttum gitti. Artık beklemek acı veriyordu, sabır zorluyordu, ama biz boyun eğmedik! Bile bile yüklendik bu sevdayı sırtımıza. Mucizeler bekledik, bekilyoruz, beklemeye devam edeceğiz.
Bir karıncayı bile unutmayan Rabbin seni mi unutacak?
Zaman ilerliyordu, ahir zaman, ne zaman neyin olacağını Allah bilir. Ne zaman gözüm dünyaya baktığında, kalbimin tek bir sevdaya baktığını hissettim. Vuslat acaba yakın mı görünüyordu? Rüya gördüm, artık kavuşacağımızın haberi geldi bana, ellerimi açtım yöneldim Rabbime. Bir insanı ne zaman sevmezsin biliyor musun? Bir insanı sevmediğin zaman, onu dualarında artık unutursun, belki bilerek belki de bilmeyerek. Bize dua etmemek yakışmaz!
Sana anlatmak istediklerim var kardeşim, bakarsın beni anlarsın.
Sevdiğinden yeteri kadar uzaklastıysan gerçek hayat ile hayallerini ayırt edememeye başlarsın. Geleceği özlersin. Her hayalinde bugün yanında olmayan „O“ vardır. Nasıl da özlenesi bir gelecek çizmişsin başının içinde. Gündüzleri bile kimse anlamaz seni, geleceği beklemeye başlarsın. Sen özlersin, istersin, gelsin dersin. O da özler ama istemez ve gelmez. Özlemek mecburi bir acı. Hayallerinin altına kendi imzanı attın, hani onun imzası? Bırak yaş süzülsün yanaklarından, dereler taşsın, ne kadar sevdiğinin izidir onlar. Ölümü de özlersin aslında…
… Ve bazen helalin olmayacağı, elinden tutamayacağın ihtimali gelir aklına, işte o zaman ölümü bile özler insan.
Bu karmakarışık durumu anlıyorsan hakla seviyorsun demektir. Sev be kardeş, kendinden geç, geç amma yolun sonu hakka ulaşıyorsa kendinden geç. Ulaşmıyorsa vazgeç.
Eve gelirken posta kutusunu açmam, niye açayım ki ben? Beni bekleyen önemli postalar yok, önemli mektuplar yok. Tanırmısın bilmem, beklemediğimiz anda hayatımızı değiştiren bir dönüm noktası geçiririz, kararlarımız önem kazanmaktadır. Olacaklardan haberim yoktu, eve gelmiştim ama kaderin sonucu buydu. Sorgulamak bize hiç düşmez. Babam elinde bir zarfla yaklaşmıştı yanıma, benim için olduğunu söylemişti. Nasıl açıldı benim o gözlerim şaşkınlıktan. Görüşme vardı yine, kaç yıl geçmişti aradan, yine karşılaşmak için randevu ayarlamışlardı. Biraz korktum ama dahada çok mutlu olmuştum, görüşmeye bir hafta bile kalmamıştı. O akşam bir rüya görmüştüm.
Dört gün nasılsa çabuk geçti, o gün kampımıza dayandı denilebilir. Sadeydim o gün, sadeliği gerçekten tercih edendim, kendime asilliği ve sadeliği çok yakıştırırdım. Annem ve babam bana şık giyiniyorsun derler, babam pek tarzımı beyenemez, fakat bazı günler kıskanır biricik kızını. Başıma takmış olduğum krem rengi bir başörtüm vardı, üstüme beyaz bir gömlek ve başörtümden biraz daha açık bir renkte kombinlediğim ince ama dizlerime kadar uzanan bir trençkot tercih etmiştim. Altına bileğime kadar uzanan bol beyaz pantolon ve altın takı. Boynumda yer alan ve hiç çıkarmadığım aslan kolyem. Sade beyaz spor ayakkabısı. Aynaya baktığımda makyajdan bir eser yoktu. Kremler sayesinde yüzüm parlıyordu, allık kullanmıştım, biraz far vardı, başka ürün yüzümde bulunmuyordu. Gerek yoktu çünkü. Moda haftasına gitmiyordum, abartılacak bir görüşme değildi. Aynanın üstüne Allah insanı ne kadar güzel yarattı, diye yazmıştım, bugün iyi bir gündü, çok şükür. Büyük bir gülümseme attım kendime, koku yoktu, sadelik vardı üstümde. Annem, babam, anneannem ve ben yola çıktık. İstikamet buluşmaya doğru, yaklaştıkça kalbim titriyordu yine. Habersizdim ben olacaklardan.
Araba parka girmiş, kapıları açılıyordu. Sona biz kalmamıştık, kim var kim yok diye bakmadım açıkçası. Sadece büyük bir gurup olmadığını fark ettim, çok küçük bir gurup da değildi. Yarısından dahada fazlası icabet etmişti. Onları özlediğim için yüzümde sevinç ve tebessüm görünür bir şekilde okunabiliyordu. Enerjik bir genç kadının olmuştum, Allah için gülmek istiyordum, gülmek sünnettir. Guruplaşma oluşmuştu aralarında, ben de ilk önce ailemle mekana girdim ve oturacağımız yeri belirledik. Arkadaşlarla bir masada oturuyorduk ve onların aile üyeleride yanlarımızdaydı. Atmosfer tam muhabbetlik bir atmosferdi. Ama ben yerimden kalktım, hasret giderdim özlemini duyduğum insanlarla. O beni görmüştü, ben de fark ettim, yinede yanına gidemedim. Biz birbirimizi en son gördüğümüzde, kendimize zarar vermiştik, özlesem de uzak durmak istedim.
Teşrif ten sonra ilk yol göstericimle vakit geçirdim, hâlini hatırını sormak bizim görevimiz. Biraz lafladık, tâbi uzun zaman oldu görüşmeyeli. Bana kendisinden bahsetti, çocuğundan, zamanın ne kadar da çabuk geçtiginden, yolumu sordu.
En çokta kendisi istemişti benim öğretmen olmamı, dört senemin kaldığını söyledim, zaten geçen sene başlamıştım üniversiteye. Gurur duydu bir sessizliğin arasında, memnuniyet duydu adeta. Bende kendisinle gurur duydum, zira hasta bir eş ve küçük bir kız çocuğuyla beraber hayat mücadelesi sürdürmek onun için zordu, ama ona Allah’ın bizi farklı imtihan ettiğini hatırlattım. Hayatındaki gelişmeleri paylaştığı için çok sevindim, herkese güvenmediği aşikardı.
Bana „senin daha gideceğin arkadaşların vardır“ dedi ve gitmemi istedi. Önümden geçen bir arkadaşı yakaladım. Onu dışlıyorlardı görünüşü yüzünden, ben ama biliyordum ki, Allah‘ın ona bir gün öyle bir güzellik nasip edeceğini. Öyle olmuştu hakikaten. Kilo vermişti, zaten uzun boyluydu ve spora gittiğini belirtti. Şaşırdım kaldım, gerçekten güzelleşmisti, karakteri önceden kendini belli ediyordu, olgun birisiydi. Şimdi onunla dalga geçenlere taş çıkartıyordu. Resim çekindik, bana arkadaşlarının yanına gideceğini söylemişti. Onunla gittim, nereye gidebilrdik ki, o masadan başka…
Oradaydı, dikiliyordu. Boyu nerdeyse benim iki buçuk katımdı, ben güler yüzlülüğümle ışık saçıyordum, farkında olmadan. Masada eski bir dostum vardı, nişanlısıyla dikilip onunla konuşuyorlardı. Bizde katıldık aralarına, yüzüne bakmadım. Bakamadım. Dostumun nişanlısı bana iltifat üstüne iltifat yağdırıyordu, birbirimizi seviyorduk çünkü. Yine lafların arasına daldık, dostum bana bir eliyle davetiyeyi kıstırdı. „ Artik evleniyorum bu hanımla“ dedi. Ben dondum, dondum ama sevinçten dondum. İkisi öyle güzel yakışıyorlardı ki, keşke dedim Allah için olsaydı. Onlar maatteessüf bizim dinimize iman etmiyorlardı, ama Dua ediyorum ikisi için. Kardeşlerim in sha Allah bir gün doğru yolu bulacaklar.
O bana bakıyor, çaktırmadan, yandan yandan derler. Gülüştümüz bir anda bende ona baktım, sadece bir defa, bir yürekten gülümsemeyle. Nasıl güldü güzel gözleri… sanki bana, benim için gülüyorlardı. Bu düşünceyi aklımdan geldiği anda çıkardım. Ben unutmuştum onu. İçeriye girmek için harekette bulundum. Tam ayrılıyorum masadan, ondan bir „ İrem“ bekledim. Beklememiş olsaydım. Seslenmedi, hasret kaldım onun sesine. Hatırlıyorum bana „ güneş ışığım“ demişti, ama o bunları hatırlamaz ki, nerden hatırlasın. Onun için önemli birisi değildim.
Ailem diğer bireylerle laflıyordu, yüksek bir diğer masada „ sahtekar“ denilen arkadaşımız oturuyordu, bana eliyle gel işareti verdi. Uzun, yüksek sandalyelerde oturur buldum kendimi, hava, su derken oldu, olmayacak oldu, Allah’a şükürler olsun. O geldi, peşimden geldimi bilemem, yinede gelmişti ve bu benim için yeterliydi. Ben ama kırgınndım ona, yinede tebessüm vardı yüzümde. Bana söyle, bir insan sana kötü davrandığı için, sende mi kötü davranacaksın? Asla!
Sesini hâlen duymadım, sesini duysam; umut var, sabır var. İnsanlar bizi yanlız bırakmaya başladı, peki ben nasıl kaçacaktım şimdi? Haram olmaz mıydı? Gittiler, etrafımızda oturanlar. Biz kaldık beraber kocaman bir masada. İnsanların arasında oturduğumuz için pek yanlız kalmadık.
„İrem“ dedi. Ama nasıl bir İrem demektir bu. Bir insanın sesine âşık olabilmenin ispatı onun sesi ve benim o sesi duydukça hızlı atan kalbimdi. Acaba biz de bir gün kavuşur muyuz? Gece de olur gündüz de, diye bir soru yüklendi yüreğime. Soruya cevap yok.
„Buyur, bir şey mi oldu?“ diye utangaç ama birazcık kırgın da cevap verdim. Benimle bir şey paylaşmak istediğini dile getirdi ve cevabınmı vermeden bana onu eğer dinlememek istemiyorsam, onun için bir sorun olmayacağını anlattı. Şimdi sen ne yaparsın? Bilemedim doğrusu, dinlesemiydim yoksa dinlemeseydim mi diye, fakat o an içime bir dinle doğdu ve bunu ona söyledim. Biraz sonra açıklayacağı haber beni kendimden geçirecekti. Dinle dedi ve konuya sakin bir giriş yaptı. „Seni rüyamda gördüm, beni elimden tuttun ve büyük bir bahçeye götürdün. Bahçenin sonu görülmezdi, ikimiz de beyazlar içindeydik ve elinde bir piknik sepeti vardı. Battaniye çıkardık, yaydık ve beraber oturduk. Ben ne olup bittiğini anlamadım ama sen açıkladın.
Doğa öyle güzeldi ki, sessizliğin hakim olduğu bu bahçe sanki cennet gibiydi. Etrafımız yeşil, ağaçların meyveleri çeşit çeşit. Hava sıcak da değil, soğuk da.
Bana burasının Allah’ın yolu olduğunu söyledin ve eğer devam edersem böyle bir bahçeyi kazanacağımı vurguladın. Böyle bir bahçede kim yaşamak istemez ki? Her yer nimet, kuşlar uçuşuyor, bir ırmağın sesi duyuluyor. Biraz oturduk ve karnımızı doyurduk. Kalkıp yola devam etmek istedim seninle, ta ki bir incir ağacı yolumuzu kesene kadar. Senin için bir tane kopardım, ama birden ne göreyim, inciri kopardığım yerde hemen yenisi büyüyüverdi. Ağzım açık kaldı. Sen gülümsedin ve yolun sonu belirdi, beyaz bir bulut gibi, sanki bir kapı bekliyordu. İşte tam o zaman anladım ki :
Yâr diye seçtiğin insan rehber olmalı ömrüne.
Ama sen elimi bıraktın, gidiyordun o kapıya doğru. Dur desem de gidiyordun beni böyle bırakıp. Giderken döndün son bir defa ve dedin ki, bu Allah’ın yolu. Ve gittin, o kapı senin için açıldı ve sen girdin. Bense o anda uyandım. Biliyormusun, ben Allah’ın yolunu araştırdım ve gitmek istediğim bu yoldur dedi.
Benim kalbim tavana kadar çalıyor, yerimde duramıyordum. Ama bu nasıl olurdu. Seccadem olsa hemen kapanır ve binlerce şükürde bulunurdum. O yolunu bulmuştu, hemde benim ettiğim Dua sayesinde. Tutamadım, güldüm yüzüne, ağlıyordum hıçkırarak. Bedenim titriyordu, bu rüya gerçekleşmişti artık. Hemen gözlüğünü çıkardı, çünkü kendisi de ağlıyordu. İkimizde İslâm için ağlıyorduk, etrafımızda olanlar bizi seyrediyordu ama beni kimse ilgilendirmiyordu ondan başka. Onun adına sevindiğimi söylereyek göz yaşlarıma hakim olmaya çalışıyordum. Ona anlatmadığım bir ayrıntı vardı, eğer söylemeseydim kudururdum harfi harfine.
„Bunu niye gördün biliyormusun“ demekle başladı cümlem. „Ben senin için Dua ettim ve bir gün yattığımda Allah’tan diledigim bir şey vardı, o da doğru yolu bulman ve bende göstermek için vesile olmak istedim. Uykuluydum amma elimi açtım ve şöyle dua ettim : Allah’ım n’olursun ona bu gece bir rüya nasip eyle, beni görsün, kocaman cennete benzeyen bir bahçe görsün ve bu bahçeyi kazanabileceğini anlasın. Bu Allah’ın yolu desin, ne kadar güzel bir yol desin ve eğer bu rüyayı görürse, bende onunla göreyim“ diye Dua’da bulundum. Ve şimdi sen karşıma geçmişsin bana ettiğim Dua’yı anlatıyorsun. İkimiz etkilendik Allah’ın gücünden ve nasip olan kaderden. Çok duygulandık, artık eskiler benim için unutulmuştu. Bana çabasından bahsetti, dini ne kadar öğrenmek istediğini ve bende gurur duydum. Çantamda taşıdığım gül kokulu bir tesbih vardı, ona bunu hediye etmek istedim. Yanımda niye bulundurduğunu tam olarak bilmesemde, camiiye girişimde yanımda götürdüğüm bu çantada kalmıştı. Bundan sonra ne olabileceğini tahmin edemiyordum, ancak asıl hayat Allah’a güvenmeyi öğrendiğimiz vakit başlıyordu ve mucizeler bizi adım adım takip ediyordu. Şimdi etrafına bak, aldığın nefes mucize değil mi, gördüğün onlarca renk, hatta gözünün kusursuz bir şekilde 512 megapiksel görmesi, duyman, onbinlerce tat alabilmen? Sen bu mucizelerin farkındaysan ve şükürle Rabbine sığınırsan, asıl o zaman hayatın tadını alırsın. Gülümse, çünkü mucizelerin içinde yaşıyorsun.
Bu akşam öyle muhabbet ettik ki, konumuz İslam’dı. Arkadaşlar neşeli halimzi görünce dayanamayıp bize doğru yaklaşıyorlardı, ben ona söz vermiştim, anlattıklarını kimseye söylemeyeceğime dair ve o bana artık güveniyordu. Önceden çocukça kalan o, bir anda büyüyüp İslâm sayesinde adam olmuştu, o bir aptal değil, bir Abdaldı. Çoğu kişi birbirimizi sevdiğimizden emin olup bizi sorguya çekmeye kalkışsa da bizim ağzımız bıçak açmadı. Ailemin oturduğu masaya yaklaşıp annemin, babamın ve anneannemin sağlığını, sıhhatını sordu, hiç korkmadan ve çekinmeden. Babama elini uzatıp tanışmaya çalıştı, tâbi ki babam kaşlarını çatıp konuşsa da, ona karşı önyargılarını bir kenera itti. Onun ailesi beni tanıyordu ve terbiyemden ötürü beni seviyorlardı. Günümüz bol bol muhabbetle bitti ve sonunda bir „Eyvallah“ diyip elini göğüsüne götürdü. Gülümsedim ve birbirimizden bir daha haber alamadık.
Üç ay sonra:
Allah’ın yolunu tanıdığımdan beri istediğim ve aklımda olan hayırlı ve doğru bir evlilik yapmaktı ve daha on yedi yaşımdayken karar vermiştim, yirmi iki yaşımla evlenmeyi. Öyle böyle evlenmek istemiyordum ama ben. Bu devirde artık kimsenin müracaat etti bir yöntem değildi. Annem ve babama bu durumu anlattığımda bana şaşkın bakışlarla baktılar. Bence bir Müslüman’a bu yakışıyor, çünkü bu evliliğe giden yol haram değil.
Yani „Berkcan Aleynayı kulüpte görüp aşık olur ve evlenmek ister, Aleynanın giydiği mini dekolteli elbise Berkcanın dikkatini çeker, Berkcan ; vay be yavrum kelimesiyle Aleynayı etkiler, ikna eder“ tanışma hikâyelerine alıştık artık.
Madem benim hikâyem Allah tarafından yazıldı ve Allah yazanların en hayırlısı, o zaman yine ona ve kaderine teslim olmalı insan. Evet, ben görücü usulü evlenmek istiyordum, yanlış yapmadan evlenmek istiyordum. Babam kısa bir şok geçirse de kararımdan memnundu, ikimizin aklına oturan bazı sorular yinede mevcuttu. Oturma odamızda otururken onlara danıştığım bu mesele epey kafamızı meşgul etti. Hiç tanımadığım insan olacak, onun hakkında gerçekten bir şey bilmiyeceğim, o insanla bir dünya ömrü boyunca ve Allah nasip ederse de bir ahiret hayatı yaşayacağım. Tanımıyorum, tanımadım ama kararım kesin, onu tanımaya gideceğim.
Aynı gün içerisinde beni camiye bağlayan o ince yürekli insanı aradım, o benim ikinci annem, değer verdiğim insanlardan biri, güzel alçak gönüllü, açık ama konuştuğu vakit ruhunu okşayan Hocam, benim asla unutmayacağım Yasemin Hocam. Telefona sarıldım ve söylediğim „ müsaitseniz sizinle tez zamanda buluşup sohbet etmek isterim“, zaten alacağım cevabı gayet iyi biliyordum, olumlu bir cevap aldım, hemen yarın Camiide buluşacaktık, başka neresi olsun, içimiz el veririmiydi başka bir mekânda buluşmayı.
Ertesi gün yaptığımız kahvaltıdan sonra giyinmeye hazırlanıyorken buldum kendimi. Yine sadeydim ve yine bir gram makyaj bile yoktu yüzümde, ben böyleydim, sevmezdim müsrüfü. Makyaj yüzüm için müsrüftü, gereksizde denilebilir. Aldım çantamı, baktım anne ve babamın yüzüne, gözlerine ve çektim sakince kapıyı. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi yürümeye dikkat ediyordum, başım hafif eğik ama hızlı adımlarla. Daha gençken beni bu yüzden dışlıyorlardı. „ Sen biz gibi yavaş gitmiyorsun, az frene bas“ derlerdi ya, unutmadım. Ben meğerse kendimi bildiğim bileli hızlı gidermişim ve gitmeyede devam edeceğim. Yavaş gidemiyorum nedense, doğama aykırı bu davranış. Çıkıyorum birinci katta, kuran talebeleri etrafımızda adeta uçuşuyor. Ah onların yüzleri yok mu… Cennet yüzlü melekler, kanatsız melekler var etrafımda, birden de çarpıveriyor minik bir melek dizime. Kahverengi saçları, berrak bir gülüşü, gözleri ma sha Allah boncuk mavi, elinde bir eşarp var, sağa sola koşturuyor yumurcak. Elinden tuttum, kaldırdım, eğer başını okşamasam olur mu hiç? Çömleldim göz hizasına, baktım ona „ İyi misin prenses?“ soruma tatlı bir gülümseme yanıt verdi. Hemen kaçtı gitti minik Papatya. Gözlerimi kapattığımda aklıma „O“ geldi. Umursamadan kocaman bir La Galibe İl'Allah geçti içimden.
Bir koku anımsıyordum sanki, yeni, taze demlenmiş çay olsa gerek bu kokunun sorumlusu. Nasıl da severim çayı. İçtikçe içesim geldiği için değil, içtikçe „O“ aklıma geliyor. Bundan seneler önce bir çay içmiştik beraber Camiide, ama o çayın ne olduğunu bilmiyordu. Ben nerden bilebilirdim ki, yeni demlenmiş çayı birden bire içeceğini, daha dumanı farkedilebiliyordu. Amma o galiba bunun farkında değildi ve çayı içti. Dili nasıl yanmıştı kaynar çaydan, öyle bir hopladı ki yerinden. İçim ağlıyordu, ne yapacağımı bilemedim. Üstü başı Çay kuyulan o, yanakların kızarmasına engel olamıyordu. Hande Yener’in şarkısı vurgu yapıyordu. Sana kırmızı çok yakışıyor… Utanmıştı, utanma ve yanaklarının kırmızı bir renk alması ona yakışmıştı.
Ve şimdi yine aynı yerde, Camiide demleniyordu Çay, tek değişen onun olmamasıydı.
Ondan sonra soğuyan bir bardak Çaydı benim ömrüm.
Yâr demlendik bir kere hasretine, gelsen de eyvallah, gelmesen de.
Tutuyordum elimle kapı kolunu, artık konuşmak için cesaretimi toplanmıştım, kapıyı açıyordum yavaş yavaş, içeriye baktığım an oracıkta oturuyordu Yasemin Hocam. Ve gerçekten burnumda tüten o Çay kokusu buradan geliyordu. Çay demlenmişti, sohbet hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Son talebeler ellerinde şekerlemeyle birlikte sınıfından çıkıyorlardı. Onlar bugün iyi amel işleyip evlerinin yolunu tutup gidiyorlardı, melek olan minik prensesler. Birisi ezberlediği „ Sübhanekeyi“ büyük bir özenle, kararlı okumaya adamıştı kendisini. Alacağı bir „bu duayı geçtin“ olacağını zannediyordu ama alacağı belki bu Dua sayesinde Allah’ın rızasıydı.
„Gel otur İrem’cim“, en yürekli sesleniş, hemde en sakininden, en ferahlatan. Hocam kanatsız bir melekti. Karşılıklı oturuyorduk ve diyaloğumuz başlamıştı. „Bu mesele benim gönül meselem, bana in sha Allah yardımcı olacaksınız“, diye girdim konuya. „Uzun lafın kısası, ben evlenmek istiyorum ve bu nedenle size geldim, sizin yardım edeceğinizi umuyorum“. Hocamın gözleri hızlıca yaşarıyordu, kıyamıyordum onu böyle görmeye, nedeni üzüntü verecek bir konu olmasa bile. Acaba yanlış mı girdim konuya diye düşünürken, konuşmuştu. İlk önce bu aldığım büyük bir sorumluluğunun olduğunu anlattı, kendimi hazır hissetip hissetmediğimi ve acaba benim için önemli olup, karşı taraftan beklediğim bir beklentim varmı diye, sorular sordu. Benim istediğim tek şey, Allah’ın yolundan sapmamaktı ve Hocam beni anlayabiliyordu. Hocamın beyi birçok kez farklı faaliyetlerde bulunmuştu, hepsi İslâm için. Sırada haber beklemek vardı, gelecek haber benim kaderimdi.
Konuşma biteli beş gün geçmişti, haber bekliyordum, yağmur yağıyordu bu Cuma günü. Rahmet yağmurunu penceremden seyrediyordum ve tam bir Dua peşinde koşarken telefon çalıyordu. Koşmak ne demek, koşmak benim telefona fırladığım hareketin yanında hiç birşeydi.
„ Selâmın aleyküm İrem'cim“. Bu Yasemin Hocamın sesiydi. Uzun konuşmadık aslında, herhalde iki, üç dakikaya yakın. Beklediğim haber gelmişti, benimle bir genç delikanlının aynı düşündüğünü paylaştı ve bir buluşma ayarladı diyebilirim. „Delikanlı Ma Sha Allah, karakter sahibi, olgun düşünen ve yaşınızda uyumlu“… son olarak ondan bir resim istermiğim cevabını bekliyordu. Ben tabiki evin deli kızıydım ve yine bir delilik yapmasaydım, kendime konulan „değişik“ isminin hakkını veremezdim. Bu soruya cevabım „hayır“ olmuştu. Ben onu önceden görmek istemiyorum, ben ona o an bakıp, kaderime bu kişi yazılmış demek istiyordum. Ben Allah’ın bana yazdığı kadere öyle güvenmek istiyordum ki. Benim kafamda Allah’a teslim olmak niyeti vardı.
Ve hoşgeldin hayatıma, bugün seni tanıyacaktım, belki de tanımayacaktım. Neyle karşılaşıcağım bilinemez ki, ben neyin hayalini kuruyordum böyle. Makyaj yok, koku yok, sade haki renginde, beli büzgülü bir elbise, başımda gül kurusu renginde başörtüm. Babam benimle gelecekti, yola yine koyulduk, arabayı ben sürüyordum, yüzümden okunan heyecan, beni titretmeyi başarmıştı. Evet evet, nice teyzeler vardı „ oğluma alayım seni, kızım annen baban, burada mı oturuyorsun“ cümleleriyle dikkat çeken. Ben kararlıydım Camiide onu tanımaya. Bizim yaşadığımız sessiz kasabada bir cafe vardı, içerisi nostalji bir hava katıyordu yüreklere. Hocamın beyi ve bir kişi daha oturuyordu. Babamın anlattığına göre, delikanlı onların yanında yer almıştı. Artık Murada ermeye az ayak adımı kalmıştı. Belki dedim, keşkelerim yoktu ama keşke geldi bir yerden.
İstikamet masaydı, on üç numaralı masaydı, gidiyordum, bayılacak gibi oluyordum. Babam oturdu, ben oturdum, önüme bakmadım. Amma vakit gelmişti, artık gelmişti ve kalbim dayanmamaya karar verirken, Hocamın beyi „Siz hiç merak etmiyorsunuz herhalde gençler birbirinizi“ diye seslendi. Merak etmek ne demek, ölüyordum sanki.
Kafam kalkıyordu, artık hiç bir ses duyamıyordum, kilitlendim. Bu gördüğüme inanamıyordum, bu „O“ ydu, bu dev adamdı, bu dal boylu adam „O“ ydu. Tut o gözünden akmayı bekleyen yaşları, sabrın sonu onunla olmaktı. Hamd olsun!
Aylar sonrası artık evleniyorduk, beraber bir ömür sürdürmeye karar vermiştik. İkimizde öğrenciydik ama Allah’ın bize yardım edeceğini biliyorduk. Ancak Allah’tan beklersen sonunda mutlu olacaksın.
Beyazdı üstümdeki, kolları balon gibi, asla dar değil, yine sade ve kuyruğu uzundu gelinliğimin. Elimde bir demet çiçek vardı, plastik çiçeklerden kendimi uzak tutmaktan küçük bir kızken karar vermiştim. Doğadan olsun isterdim, taze ve Allah’ın yarattığı bunca güzel çiçeklerden bazıları demetimde yer alıyordu. Klişe olan pembe renginden sıkılalı uzun bir vakit olmuştu. İçinde mavinin, morun ve bir çok renkte oluşan demetimin olmazsa olmazı tahıldı. Öyle zerafet katmıştı ki bana ve elimdeki bukete, sanki üstümdeki gelinlik ve elimdeki buket doğayla birleşmişti. Kafamda da kendi yaptığım beyaz başörtüm, tâbi ki topuzsuz. Bir İrem klasiği olan sıfır makyaj, sadece küçük dokunuşlar. Çiçek tacımı unutmayalım lütfen. Demetime uygun renkte tasarlanmıştı ve yine gerçek çiçeklerden oluşuyordu. O, siyah ve beyazın Han'ı gibi bir duruş sergiliyordu. Aynanın karşısına geçip kendimize bakıyorduk, ama ona bakmaya karar vermiştim.
Öyle dikiliyordum karşısında, bana sürekli bakıyordu. Kim bilebilidi ki, bir gün bizim böyle olacağımızı?
Allah biliyordu ve bu yüzden biz olduk.
„Gelinlik serilsin ayaklarına, gelinlik yanlız benim yanımda yakışırdı sana“
Ve ben helal bakmanın tadını çıkarıyordum, artık el ele vererek gidiyorduk, istikamet cennet olmuştu, biz birbirimize rehber olmuştuk. O rüyasında gördüğü kapıdan beraber girebilirdik.
Güneş yine doğmuştu. Dua’m kabul olmuştu ve biz meftun olmuştuk…
… Görüntü birden bulandı, terliyordum aniden. O elimi birden saldı, söz verdiği elimi bıraktı. Gözlerim büyüyordu. Cığlık attım, sesimin çıktığı kadar. Dur dedim, dediysem bile durmadı, bırakma dedim, bıraktı, aldı başını gidiyordu o. Kendi başına ilerliyordu. Geriye döndü, geriye dönüp yüzüme baktı ama ben ağlıyordum, ne olup bittiğini anlayamadım, peşinden koşmaya karar verip, duraklamadan peşinden giderken düştüm. Gelinliğim takıldığım taş nedeniyle ve düşmenin etkisi yüzünden beyazdan kahverengi bir çamur rengine dönüşmüştü. Ayağa kalkamıyordum, sanki yere yapışmışım.
Düğünüm bir kabusa dönmeye başlamıştı. Çünkü bu benim düğünüm değildi ve ben sadece bir rüya görmüştüm. Terler içinde sıçradım sıcak olan yatağımdan. Gerçek olan bir şey yoktu. Ne o vardı, ne de bahçe. Geriye kalan sadece iki yaşlı göz vardı, ıslanan bir yastık, kabusa dönen hayal. Saat biri kırk üç geçiyordu ve ben uyuyalı yaklaşık iki saat olmuştu.
Öyle birisi yoktu etrafımda, artık uyanmıştım, hayal kırıklığına uğradığım bu geceden sonra hayatım değişecek miydi?
Aynı duayı birbirinden habersiz yapan iki insan, er yada geç birbirlerine kavuşucaklar mı ve bu insanlar biribri için Dua ediyorlarmıydı? Bu rüya ne demekti şimdi?
Bildiğim ve bana bu rüyadan kalan tek teselli
Allah büyüktür ve
Muhakkak bir gün, seninle ben aynı anda birbirimizi düşüneceğiz, yeter ki sen ömrünün herhangi saniyesinde de olsa beni düşün…
Bu yazılan hikâye bir kurgu değildir, kendi gördüğüm rüyamdan esinlenerek kelimelerle ve harflerle buluşmuştur. Bazen birisi için ettiğin Dua’n seni yeniden bekler, belki de Allah bu Dua'yı yapmanı istiyor ki, o kişiye yardımda bulunabilsin. Allah’a hiç bir iş asla zor gelmez!
Sana anlatmak istediğim bir şey var, Sen sen ol ve asla Dua etmekten vazgeçme, belki bir gün gördüğün rüya gerçekleşecek, Allah yoksa olmayacak bir şeyi hayal ettirir mi? Belki aklından geçen insan değil, belki de o. Bu hikâye o zaman niye kötü veyahut bir kabus gibi bitiyor dersen, mesajı anlamışsındır. Dua etmekten vazgeçme, Dua’na sarıl. Sen hayırlısını dile ki, hayırlısı olsun. Dünya’nın diğer ucunda bulunan kardeşlerini unutma. Sen Allah’a emanetsin,
Hayallerim Allah’a emanet, bir şeyi Allah’a emanet edersen kavuşmadan vefat etmezsin.
İçinden şimdi ona dua etmek geldiyse, bu kaderindir. Seni kaderinle baş başa bırakıyorum.
Eyvallah,
İrem🍃
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top