Bölüm 5 - Unutulan Dargınlık
Bakınız, bu kitapta kolcu kelimesi Türkçedeki kolcu kelimesinin 1. anlamı ve İngilizcedeki ranger kelimesinin ikinci anlamının birleşimidir.
Türkçede kolcunun 1. anlamı: Bir şeyi korumak için bekleyen veya kol gezen görevli, muhafız.
İngilizcede ranger kelimesinin 2. anlamı: Silahlı adamlardan oluşan bir grubun üyesi.
III. Dünya Savaşı'nda Rusça İngilizce'den etkileniyor, ayrıca Türkler Birliği sayesinde Türk kültürü yayıldığı için Türkçe'den de etkileniyor.
Neredeyse bir hafta geçmişti aradan, parçalı bulutlu bir cumartesi gecesiydi. Hava geçmiş günlere göre daha sıcak, gökyüzü daha berraktı. Ya da klonlar öyle zannediyordu. Sonuçta hissettiğimiz sıcaklığın yüzde doksanı mental, yüzde onu fiziksel değil miydi? Yıldızları da sadece gökyüzüne bakanlar görmez miydi? Bakış açısı, yine her şeye yön verendi.
Philip susadığından mütevellit az evvel uyanmış, ses çıkarmamaya dikkat ederek mutfağa gidiyordu. Bir an önce susuzluğunu dindirmek için hızlı davranmak istese de yakalanmamak için yavaş gidiyor, dizlerine gelen çizmelerine gıcık kapsa da bunu sonra düşünmeye karar verip etrafı kolaçan etti.
Mutfakta çalınacak bir şey olmadığından ve her yerde kameralar olduğundan kimse mutfağa bir nöbetçi koydurmamış, klonların su içmesine izin verilmişti. Küçük özgürlük sızıntılarına izin verilmeseydi klonların hayatları çekilecek gibi değildi.
Mutfağa girip şişeyi doldurdu ve kafasına dikti. Hızlı içtiği için su boğazında kalsa da birkaç kere öksürdükten sonra rahatladı ve koğuşuna dönmeye koyuldu. Suyuna kavuştuğundan bu kez daha yavaş davrandı ve böylece kimseyi uyandırmadı.
Tam ranzanın merdivenlerinden çıkıp yatağına oturmuştu ki bir ses duydu: "Pist, Civciv!"
Sarı saçlı oğlan kafasını sesin geldiği yöne çevirip, "Efendim?" dedi.
"Yarın kiliseye gidecek misin?" dedi bir klon, sesi Philip'in sesinin tıpatıp aynısıydı.
"Evet."
"Ama sen Hristiyan değilsin ki. Bu kez iyi bir plan yaptık, başımıza bir iş gelmeden eğleneceğiz." dedi klon çocuk, ikna edici ve düşük frekanslı bir ton kullanmaya çalışarak.
"Teşekkürler ama ben dışarıyı görmek istiyorum. Sen de benimle gelsen?" diye teklifte bulundu Philip, yumuşak ve kısık bir sesle.
"Hayır, onun yerine Darnir'le çatıya çıkacağız."
"Bu çok tehlikeli!" diye fısıldadı sarışın çocuk, kaşlarını çatıp.
Öteki klon gözlerini devirip, "Abartma, Civciv. Bizler klonuz!" dedi kısık sesle.
"Sen gel ya da gelme, biz çıkacağız." diye ekledi.
"Vazgeçmezseniz sizi şikayet ederim!" diye tehdit etti Philip, korkuyla. Aptalca bir fikir uğruna sevdiklerini tehlikeye girmesini asla göze alamazdı, mutlaka bir şeyler yapmalıydı.
"Oyunbozanlık yapma, Civciv!" diyen klon Civciv'in damarına basmaktan çekinmemişti.
Philip düşündü, ne zamandır düşünceli olmanın adı oyunbozanlık olmuştu? Ne zamandır arkadaşları onun fikirlerini önemsemiyor, gözden geçirmiyordu? Ve ne zamandır kardeşleri sayılan bu altı yüz doksan dokuz çocuktan ikisi intihar gibi bir işe kalkışıyordu?
"Buna oyunbozanlık denmez, mantıklı olmak denir!" diye tersledi onu Civciv, öfkesine engel olamayarak. Yaralanmış bir kuş gibiydi, acısına rağmen uçmak çırpınan yaralı bir kuş.
"Neyse ne!" deyip kollarını kavuşturdu adı Pyotr olan klon.
Civciv son kozunu kullandı, "Ben sizin ölmenizi istemiyorum."
Yöntemi arkadaşının sağlıklı düşünmesini sağlamış olacak ki Pyotr bir itirafta bulunmaya hazırlandı. "Şey..." diye başladı.
"Evet?" dedi Philip; sanki bir yarışma ya da sınavın sonuçlarını duyacakmış gibi, endişe ve heyecanla.
"Aslında ben... Ben çok korkuyorum. Ama Darnir'e bunu söylemeye utandım." dedi Pyotr, başını öne eğerek. Utançtan pembeleşen yanakları karanlıkta gözükmese de Philip onun çekingen halini sesinden yakalamıştı.
"Utanmana gerek yok, herkesin korkuları olur." diye moral vermeye çalıştı Civciv. Genelde insanları hatalarıyla yargılamak yerine çözüm üretmeyi seçerdi, kimseyi kırmaya lüzum yoktu.
"Bence Darnir de korkuyor."
"Bir şekilde ona engel olmalıyız." dedi ve nefes alıp devam etti, "Yarın biz dönene kadar onu oyalar mısın?" diye ricada bulundu.
"Tabii. Ya sen ne yapacaksın?"
"Döndüğümüzde onunla konuşacağım."
"İkna olmazsa?" derken tek kaşını havaya kaldırdı Pyotr.
"Kavga çıkacaktır, o zaman da rütbeliler durumun farkına varır."
"Mantıklı."
Philip göz kapaklarını açık tutmakta zorlandığını fark etmesine rağmen konuşmayı sürdürecekti ki aniden gelen esnemeyle daha fazla dayanamayacağını anlayıp,
"
Benim uykum geldi. İyi geceler, Pyotr." dedi ve uzandı.
"İyi geceler, Civciv."
Philip uyumadan önce yarın yapacaklarını düşünürken sorumlulukların onu sıkboğaz etmesinden rahatsız olup başka şeyler düşündü, ne de olsa herkes gibi gerçeklerden kaçmaktan zevk alırdı. Derin bir nefes aldı, yorucu bir gün olacaktı.
***
İki düzine klon, sözde ritüel gerçekleştirmek için -aslında tek istekleri biraz olsun boğucu binadan bir süreliğine kaçabilmekti- akademiden ayrılmış, yanlarında General ve bir sürü robotla kiliseye doğru ilerliyorlardı.
Philip sıkıcı ayine nasıl katlanacağını düşünürken çözüm bulamayacağının farkına varıp iç geçirdi, dönüş yolunda ilginç şeyler görebileceğini düşüncesiyle kendi kendini teselli etti.
Ayin saatinden önce turuncu ve vişne çürüğü renklerinden oluşan, taştan yapılmış kilisenin girişine varmış olan yirmi dört çocuk; üstü başı pis, başı kel dilenci adamı görmeleriyle üzüldüler.
Philip de ona acımıştı, acınacak halde olanın kendileri olduğunu bilmeden, bilmek istemeyerek. İçinden herkesin iyi kalpli olmasını ve iyi birer hayat yaşamasını dilerken dışından sessizliği koruyup dudaklarını büzdü.
Hâlâ fakirlik, acizlik vardı. Muhtemelen tarih boyu hep de olacaktı. Ama Philip gibi optimist insanlar bunu görmezden gelecek ve tarih boyunca da iyimser insanlar olacaktı.
"Acınası..." diye mırıldandı ve adama tiksintiyle baktı General. Tehdit etmesine gerek yoktu, sesindeki tonlama küfrettiği anlardaki zehrin aynısını taşıyordu. Dilenci hiçbir şey demeden hızla uzaklaştı.
O uzaklaşırken yirmi dört çocuk yavaş ama düzenli bir şekilde kiliseye girdi, komutanları ise kapıda dikilmeyi tercih etti. Kilisedekiler ayine başlarken Baş Kolcu sırtını duvara yasladı ve sessizce olası tehlikeli bir durum için dikilen koruma droidlerini süzdü.
Philip içeriye girmeyi hiç istemiyordu.
D
ışarısı güzeldi. Güneş yavaştan batmaya başlamıştı, etrafı tatlı bir kızıllık bürümüştü. Turuncu gökyüzündeki bulutlar küçük ve toparlak kümeler hâlindeydi. Şehir aslında her zamanki gibiydi ancak Civciv şehirde dolaşmaya alışkın değildi.
Kiliseye giden pek insan olmazdı. Zaten olsa da, askerlerin gittiği kiliseye gidecek değillerdi. Üstelik tenha bir yerdeydi kilise, meydandan uzaktı. Bu sebeplerden ötürü etrafta yabancı kimse yoktu, klonların ve komutanların o dilenciden başka birini görme imkânı yoktu.
Ucuz, özgün olmayan tablolarla süslenmiş kilisenin duvarlarının yükü kolonlarla azaltılmıştı lakin bu durum, çocukların enkaz korkusunu azaltmaya yetmemişti. Bırakın kolonları, yarım yamalak İsa'ya inançları bile onları korkularından sıyırmaya yetmemişti. Eh, bunda geldikleri tesisin güvenlik önlemlerinin üst düzeyde olmasının rolü büyüktü, böyle tekinsiz yerlere alışık değillerdi.
Masanın üzerindeki mum ışıkları sayesinde az çok görünen haç işareti her ne kadar çocuklar için uygun bir görsel olmasa da ayini gerçekleştiren Hristiyan din adamları -daha doğrusu zayıf inançlı din tüccarları- bunu umursamıyor gibiydi. Onların umursadığı tek bir unsur vardı: para.
Yirmi dört çocuktan ve rahiplerden başka pek kimse yoktu izbe kilisede. İlahiler küf kokan kilisenin kubbesinde yankılanırken, çocuklar kendi nefes seslerini rahatlıkla duyabiliyorlardı.
Nihayet ayin bittiğinde çocuklar rahat bir nefes alıp dışarıya çıktılar, bir daha bu sıkıcı ve yorucu ayine katılmayacaklarına dair kendilerine söz verdiler. Ama gökyüzüne ve şehre duydukları hayranlık onları yine buraya getirebilecek güçteydi, bunu kendileri de biliyordu üstelik.
Baş Kolcu, "İkişerli sıra oluşturun!" diye bağırınca on bir çift çocuk eşleşti. Lakin bir çocuk, 472 numaralı olan klon, kısaca Dmitri; en iyi arkadaşı Isaac'ın başkasıyla eşleştiğini görünce duraksadı.
"472, ikişerli dedim! En arkaya geç, 526'nın yanına!"
"Emredersiniz." dedi Dmitri. O en iyi arkadaşını kırmamak için kiliseye gelmişti, arkadaşı ise onunla eşleşmemişti. Ne kötü bir aldatma (!), ne canice (!) bir ihanetti bu!
"Bilerek yapmamıştır, dalgınlıkla başkasıyla eşleşmiştir." dedi olanları kendi başına anlayan Civciv, moral verircesine.
"Ensemdeki numarayı görmüyor mu?" Klonların gözleri çok iyi görürdü, numarayı görmemiş olması mümkün değildi.
"Hepimiz neredeyse tamamen aynıyız kardeşim, karıştırmamasını bekleyemezsin."
"Haklısın. Yine de özür dileyene kadar onunla asla barışmayacağım." dedi ve iç çekti Dmitri. Onları duyan diğer çocuklar dedikoduyu aralarında yayarlarken, General gülmemek için dudağını ısırdı. Cidden buna mı küsmüştü?
Onların bu hâllerini epey sevimli bulunca içinde oluşan şefkat ile aklına gelen acı soru duygularını dengeledi: Acaba aynı durumu kızı yaşasa nasıl tepki verirdi? O da küserdi, diye düşündü.
İç çekip, "Sevdiğin birini ilk hatasında affetmezsen yaşayamazsın, sadece hayatta kalırsın." diye düşündü. Kızı yaşasaydı ona bu tavsiyeyi verirdi.
***
İçlerinde Civciv'in de olduğu yirmi dört çocuk, bir general ve bir sürü koruma droidi tesise giriş yaparken hava soğumaya başlıyor, güneş cimrilikten kaçınarak son ışıklarını gönderiyordu fakat yetmiyordu Moskova'ya. Soğuyan havayla beraber kalbi de soğumuştu bir çocuğun.
"Küstüm sana Philip! Senin inadın yüzünden Krema Sarayı'nı* göremedik!" cümlenin sonlarını kısık sesle söylemişti Darnir.
"Zaten göremeyecektik, planının ne kadar tehlikeli olduğunu anlamıyor musun?"
"Biz klonuz! Bu tip tehlikelerle baş edebiliriz." dedi Darnir, genetik açıdan bir mükemmel olmanın verdiği güvenle.
Civciv öfkelendi. "Edebilseydik bizi onunla da sınava sokarlardı."
"Bir şey olmazdı, dikkatli olurdum." diye kestirip attı Darnir.
"Düşebilirdin." diye cevap verdi Civciv, gür sesiyle.
"Hayalimi yaşayıp düşmeyi tercih ederdim." O esnada uzakta olmasına rağmen muazzam genlerinden mütevellit onları duyan kumandan, tartışan çocukların yanına gitmeye koyuldu. Bunu fark etmeyen Philip, "Ölebilirdin!" diye bağırdı.
Öfkeden ve üzüntüden gözleri doldu. Parlak gözleriyle iyice tatlı görünüyordu. Öte yandan yanağında yara izi olan Darnir, hırçınlığı masumluğunu gölgede bıraktığından pek tatlı görünmüyordu.
Darnir "Bebek gibi ağlayıp durma!" demişti ki General'i görmesiyle yutkundu, işte şimdi ikisi de ayvayı yemişti.
Komutan, aynı anda "Özür dileriz efendim." diyen iki çocuğa kulak asmadı. "Orduda düzensizliğe yer yok. İkiniz de cezalısınız, günün geri kalanını dördüncü hücrede geçireceksiniz." dedi. Sesini yükseltmediği halde sözleri hem çocukları, hem de koğuşu titretmişti.
"Benimle gelin." dedi ve peşindeki iki oğlan çocuğuyla beraber asansöre doğru yola koyuldu. Sonradan aklına sarışın çocuğun asansörden korktuğu aklına gelince yolunu değiştirip yangın merdivenlerine doğru ilerledi.
Philip kumandanın peşinden giderken bir yandan bu kez ruhunu Hayalet'e teslim etmekten kurtaramayacağını düşündü. Merhamet yoksunu komutanın ve kadir kıymet bilmeyen Darnir'in başına fenalık gelmesini ve cezadan sıyrılmayı diledi. Fakat sonra, bunun canice bir dilek olduğunun fark etti ve vazgeçti.
Dördüncü kata çıktıklarında General iki küçük askeriyle beraber hücrelerin bulunduğu koridora doğru gitti, ardından, "Dördüncüye girin ve beni bekleyin." dedi.
"İkimiz de mi, efendim?" diye sordu Darnir,göz ucuyla beşinci hücreye bakarken.
"Evet."
Bu cevabı alan Darnir, "Birbirimizin acısını görmemizi ve üzülmemizi istiyor olmalı." sonucuna varıp içindeki kin canavarına yem verirken Philip bir kez daha durumu sorguladı.
"İkimizde aynı hücreye mi?"
"Beni sınıyor musunuz?" dedi komutan, bıkkın bir ifadeyle. Normalde sabırlı olmasına karşın bugün sinirliydi.
"Ha.. Hayır, efendim."
"Güzel, o halde gidip sessizce beni bekleyin."
"Peki efendim."
"Peki efendim."
Baş Kolcu uzaklaşırken Philip arkadaşını korumak için girdiği yolda hem kendisini hem Darnir'i tehlikeye sürüklediğinin üzerinde durmayıp sessizce akıbetini beklemeye koyuldu.
Ruhunu Hayalet'in -Kolcu sınıfının yanı sıra bir de canavar sınıfı vardı- elinden nasıl kurtaracağı konusunda plan yapmaya calıştıysa da sonuç hep aynıydı, Hayalet ruhunu tek seferde ayırıyordu bedeninden.
Kendine en azından Gözyaşı Vampiri'nin -8. Kolcu- ya da İskeletor'un* -7. Kolcu- eline düşmediğini telkin ederken iç çekti, acınası teselli yöntemi işe yaramıyordu. şu an ihtiyacı olan tek teselli yöntemi Darnir'e sarılmaktı. O da olmayacağından gözyaşlarının birer kuğu gibi zarifçe süzülmesine engel olamadı.
Darnir aldığı kararın ne kadar riskli olduğunun ve arkadaşını üzdüğünün farkına varıp sessizce ağlamaya başlamıştı ki General odasından iki sopa alıp hücrelere ilerledi. Dördüncü hücreye girdiğinde iki çocuğunda gözlerinin dolu, kaşlarının çatık olduğunu gördü. İçten içe yumuşasa da bunu mimikleriyle yansıtmadı.
"Alın bunları, ardından birbirinize istediğiniz kadar ceza verin. Sınır koymuyorum."
"Gerçekten mi?"
"Evet."
"Ama bu imkansız..." derken arkadaşından dirsek yiyen Darnir, ağzından küçük bir inilti çıkmasına engel olamadı. Baş Kolcu onların bu halini görünce kafasını iki yana salladı, hiç değişmiyorlardı.
Kendine gelen Philip, "Anlamadım, efendim."
"Ne kadar isterseniz o kadar birbirinize vurun, hiçbir sınır koymuyorum. İsterseniz hiç vurmayın. Ben gelene kadar uyumayın, yeter."
"Emredersiniz." dedi klonlar, ardından ellerindeki sopalara baktılar bir süre.
İkisi de ruhlarını teslim etmedikleri için sevinseler de yok yere birbirlerinin kalplerini kırdıklarını hatırlayıp üzüldüler, pişman oldular. İkisi de barışmaya niyetli olsa da önce davranan Darnir oldu, "Özür dilerim, Civciv. Beni affeder misin?" dedi içtenlikle.
"Ben de özür dilerim Darnir. Tabii ki seni affederim."
İki çocuk kauçuk sopaları bir kenara bırakıp sarılırken yuvasına ve ailesine geri dönmeyi başarmış bir göçmen kuş gibi rahatladıklarını ve güvende olduklarını hissettiler.
Ayrıldıklarında "Barıştık mı?" diye sordu Darnir, cevabı bildiği halde.
Philip, "Evet." dedi ve ekledi, "Bir daha hiç küsmeyelim, olur mu?"
"Olur."
Civciv, uzun zamandır hasretini çektiği bir şeye kavuşmuşçasına tahassürle ve içtenlikle gülümsedi. Birkaç dakikalık bir küslük, askerdeki evladının yollarını gözleyen bir ihtiyar gibi derinden bir özlem duyduğundan barışmayı bir levazım olarak görmesine neden olmuştu.
O esnada kumandan iki çocuğun konuştuklarını hasbelkader duymuş, çocukların ne kadar masum ve sevimli olduğunu düşünüp yüz kaslarındaki acıya inat belli belirsiz gülümsüyordu. Bir iki hafta sonrasına kadar onlara katiyen bağlanmaması gerektiğini kendine hatırlatıp iç geçirdi. Özellikle şu sıralar zaman, acısı bir türlü geçmek bilmeyen bir eziyet, kanaması durmayan bir yara gibiydi.
Tarih tekerrür ediyor, bir kez daha gelecek nesiller için şimdikiler feda ediliyordu. Yine bazı insanlar adaleti ve özgürlüğü sağlamak için duygularına pranga vuruyordu. Peki gelecek nesil, onlara layık olabilecek miydi? Yoksa tarihin şahit olmaktan bıktığı, geçmişte neredeyse her yıl görebileceğiniz aptal kargaşalardan mı çıkartacaklardı?
Philip General'in tüm bu düşüncelerini ve hislerini biliyor olsaydı ona acır, fazladan bir yakınlık duyar ve yanına geldiğinde az biraz daha rahat olma fırsatı yakalardı. Çaresiz hastalarınki gibi umutsuz düşüncelerle ve ruhunun yakasını bırakmayan bunalımlarla 'yaşamak' çok güç olsa gerekti.
"Efendim, izninizle." dedi Marko, önünde dikilen General'in başına doğru uzanırken.
Kumandan, "Ben hallederim." dedi ve saç bitimindeki veri toplayıcı aygıtı -bir çeşit mikro güvenlik kamerasını- çıkarıp Marko'ya verdi.
"Umarım gün boyu saçınızdan başka görüntü kaydedebilmiştir, efendim. Yoksa hükümet dayanamayıp saçlarınızı klonlarınki gibi kısacık yapacak."
"Boyumu da kısaltmayacaklarsa razı olabilirim." diye mırıldandı. Aklına bacaklarını kaybettiği gün geldi ancak ifadesinde hiçbir değişiklik görülmedi.
"Peki ya sağlık raporu?"
"Eskisini kopyala."
"Bir yıldır öyle yapıyorum efendim, fark etmeleri muhtemel."
"Etseler bile bir şey değişmez, bizi umursayacak değiller."
"Sizi olmasa da orduyu umursuyorlardır, efendim."
General belki de ruh hâlinden dolayı sabırsızca, "Ordudaki hiçbir asker, salgından etkilenemez. Sadece dediğimi yap."
"Nasıl isterseniz. Yalnız, cihaz düzgün kayıt yapamadıysa yardımınız gerekebilir."
"Pekâlâ, gerekeni yaparım."
***
Philip kendine uyumaması konusunda kendini uyarmıyor, kendini günün yorgunluğuna teslim ediyordu.
Geçenlerde yolda gördüğü siyah bahçe karıncasının nasıl göründüğünü hatırlamaya çalışırken bilincinin yavaş yavaş kapanmaya başladığını fark edip aklına kumandanın sözlerini getirdi, "..Ben gelene kadar uyumayın."
Raporunu henüz bitiren Baş Kolcu'nun adım sesleri bile iki çocuğu ayakta tutmaya yetmiyordu. Sadece göz kapakları değil komple bedenleri ağırlaşmış gibiydi. Yarı uyanıklardı, yarı uyuyorlardı. Esneyip duruyorlardı, bu da yanaklarını ağrıtmıştı.
General hücreye girdiğinde iki çocuk birbirlerine dayanarak oldukları yerden kalktılar. Philip asker selamı vereceklerken eli az daha gözüne girecekti, Darnir ise yorgunluktan kolunu baş hizasına kadar kaldıramamıştı bile.
"Kalkın hadi, hücrede uyuyamazsınız."
Civciv, "Emredersiniz..." derken tam olarak ne emredildiğinden habersizdi.
"Gidip koğuşta uyuyun."
"Hayır..." derken ne dediğinden haberi yoktu Philip'in.
Kumandan şaşırdı, "Ne?"
"Ne çabuk sabah oldu..?" Anlaşılan Darnir de ne söylediğinden bihaberdi.
"Sizi taşımam için mi yoksa gerçekten uykunuz olduğu için mi saçmalıyorsunuz?" cevap olarak esneme sesi duyan komutan Marko'yu çağırdı. Marko gelince, "Bu iki çocuğu yatakhaneye götür." dedi.
Droid afalladı, "Yük taşıyıcı droid olmadığımı biliyor muydunuz?" diyerek naz yaptı.
"Asansör kullanma."
Marko içinden, "Bir de asansörsüz mü? Cidden bir gün dayanamayıp anarşi çıkaracağım!" derken dışından,
"Nasıl isterseniz efendim." dedi.
***
Pazartesi günüydü, saat öğleden sonra sekiz civarındaydı. Askerî ve sivil dersler biteli yaklaşık yarım saat oluyordu. Askerî dersler sınırlarını o kadar zorlamıştı ki kan ter içinde kalmışlardı.
Philip, yangın merdivenlerinde oturmuş Rexie'yle konuşurken biraz olsun sakinlemişti. Öfkesini kustuktan sonra her zamanki gibi yine hayata iyimser bakmış, bir gün tüm bu işkenceden kurtulacağını umut etmişti.
"Rexie, sana bir şey söyleyeceğim ama benimle arkadaş kalmamandan, bana küsmenden korkuyorum." dedi.
"Sana asla küsmem, Civciv. Söyle lütfen."
"Ben General'in solucana ya da karıncaya dönüşmesini dilemiştim ya,"
"Evet?"
"Bugün onun ölmesini diledim. Ağzımdan kaçtı, Rexie, gerçekten!"
"Bu çok kötü bir şey, Philip!"
"Dayanamadım."
"Kimsenin ölmesini istememelisin. Hem o bir karınca olursa çok sevimli olur, dilek dilerken biraz düşünsene!"
"Haklısın, ama gidip ondan özür dileyemem ki. Bana kızar, hem o benden özür dilemedi."
"Büyüyünce dilersin, o zaman sana bir şey yapmaz. Rütbeliler kendi aralarında o kadar kaba değil."
"İyi fikir," dedi esneyerek Philip.
"Bir daha sakın böyle şeyler düşünme, yoksa sana dersleri ikinciye anlatmam."
"Tabii ki düşünmem! Ben kötü biri değilim."
"Tamam, o hâlde yine eskisi gibiyiz Civciv."
"Gerçekten mi?"
"Evet." Bunu duyan Philip, Rexie'ye sımsıkı sarılıverdi, sanki ölüm onu koparacakmış gibi. Gerçekten de, bu ona sarıldığı son andı.
"Buna çok sevindim!" dedi gözlerini kapatarak.
Rexie yavaşça civcivi kendinden ayırıp ona, "Yarın hangi derslerin var?" diyerek konuyu değiştirdi.
"Ders programı yanımda değil. Ama sanırım temel savunma, atış talimi ve harp tarihi var. Derste uyuyabilirim yani." dedikten sonra yarım ağız, haylazca gülümsedi.
"Civciv, yeter ama! Daha fazla derste uyursan, bilim insanları seni denek olarak kullanırlar!"
"Ben de istemem. O zaman, artık gitsem iyi olur, yasak saati de yaklaşıyor. Görüşürüz Rexie."
"Görüşürüz Philip."
Philip merdivenleri hızla çıkıp yatakhaneye yöneldi. Çizmelerinin düz tabanlı olmamasının verdiği azıcık güvenle adımlarını iyice hızlandırdı, düşmesi mümkün görünmüyordu.
Bazıları büyüyüp komutanları öldürme planları yaparken bazıları ise karşı çıkıyorlardı. Yatakhanede uyumaları gerekirken cinayet, yani sonsuz uyku planı kurmaları ise işin ironik tarafıydı.
"O kötü kalpli pisliğin teki!" dedi gözleri dolan Ethan. Hayır, bu duruma özel olarak ağlamıyordu. O neredeyse her sinirlendiğinde gözlerinin dolmasına engel olamazdı.
Pyotr, "Abartmayın artık beyler, onlar hep böyleydi." dedi fakat aslında kendisi de alışamamıştı. Sadece ağlayıp sızladığında diğer klonlar ondan bıktığı, onu korkak gördükleri için kendini güçlü gösteriyordu. Kimse onun duyarlılığını anlayamadığı için bu yönünü törpülemeye, gizlemeye karar vermişti.
Isaac iç geçirdi. "Boşuna plan yapmayın, biz büyüyene kadar o korgeneral, hatta ordu generali olur ve burayı terk eder."
"O zaman biz de ordu generaline suikast girişiminde bulunuruz."
Dmitri alay edercesine, "Ya da bulunamadan fark edilip öldürülürüz." dedi.
"Hayatımı bu saçma iç savaş yerine intikam alma yoluna harcarım daha iyi." dedi dürüstçe Darnir.
"Peki ya özgürlük?" dedi Philip.
"Onun imkansız olduğunu hepimiz biliyoruz. Buradan kaçmak mümkün değil." Darnir yine karamsardı.
"Artık büyüdük, belki..." diye başladı Leonid.
"Belki ne? Kaçsak nereye gidebiliriz ki? Kimse bizi evine almaz."
"Farkında mısınız bilmiyorum ama yedi yüz kişiyiz, bizi isteseler de evlerine alamazlar zaten." dedi Isaac bilmiş bir tavırla.
"Yüz kişiyi Kolcular yakalar, yüz kişi kaçar ama ev bulamaz, yüz kişi de kaçar ve şu yabancı yerlere gider." dedi en iyi arkadaşı Dmitri.
"Toplam üç yüz kişi oluyor, yed yüz değil." dedi Isaac, şaşkınlıkla. En iyi arkadaşına hiçbir şey öğretememiş miydi?
"Matematik bilgim iyi değil."
"Matematikte dört temel işlem ve koordinatlardan başka pek bir şey öğrenmeyeceğiz, bari onları kafana sok da iyice cahil olmayalım." diye alay etti Nikolai.
"Beş işlem değil miydi?"
"Hayır, sayalım istersen."
"Sayalım."
"Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme! Bak! Dört!" dedi Nikolai. 'Dört' kelimesindeki r harfini vurgulu söylemişti*.
"Konuyu saptırmanın anlamı yok, plana devam!" dedi Casimir. Plandan umudu yoktu, sadece ikilinin didişmesi hoşuna gidiyordu.
"Ah, hadi ama! Baş Kolcu alabileceği her türlü önlemi almıştır. Cidden onun elinden kaçabileceğinizi mi zannediyorsunuz?" dedi Darnir.
"Rehin..."
"Boynuna bıçak tutmaya boyumuz yetmiyor."
"Bacağına saplarsak eğilmek zorunda kalır."
"Bacağı metal."
"Silahlarımız var."
"Ve onunda silahlarımızı kapatan bir düğmesi*."
"Kaçarız, hepimizi yakalayamaz. Sonuçta onun da iki kolu var."
"Ensemizde konumumuzu belirten çipler var, daha sonra yakalanırız."
"Çıkarırız."
Isaac cevap vermekten yorulmuş olacak ki bıkkınca iç çekti. "Aramızda cerrah yok."
"O da doğru. O halde mezun olana kadar burada kalmaya devam."
"Ya da toplu olarak intihar edelim." dedi Darnir, karamsar bir tavırla.
"N..Ne? Hayır! Asla olmaz! Daha bütün hayvanları ve Krema Sarayı'nı görmedik!" diye çıkıştı Philip.
"Şimdi olmaz belki, ama bir gün onları göreceğiz. Ve o zaman hayat amacımız kalmayacak." diye Darnir'i destekledi Ethan.
"Kesin sesinizi beyler! İsyancı klonları duymamış gibisiniz." dedi Leonid.
"Ben savaşmak istemiyorum. Her iki tarafta da." dedi Ethan.
"Sanki biz istiyormuşuz gibi konuşmayı kes, hiçbirimiz istemiyoruz." diye çıkıştı Casimir.
"Onca ihtimal içinde en kötüsüne denk gelmemiz çok kötü."
"Ne?"
"Hatasız klon olup duygusuz olabilirdik, doğum sırasında ölebilirdik..."
"Bugünlük bu kadar sıkıcı konuşma yetmez mi?" dedi Casimir.
"Ah, cidden haklısın. Bu tip konuşmalar işimize yaramaz." diye destekledi Isaac.
"Bari taş-kağıt-makas oynayalım." diye atıldı Philip.
"Beni yenemezsiniz, çok özel bir taktiğim var." dedi Dmitri, şapşal bir kibirle sırıtırken.
"Neymiş o?"
"Söylemem, görürsünüz."
Çocuklar kısa sürede konuyu kapatıp oyun oynarken, Baş Kolcu olayı çoktan unutmuştu, hâline mutlu bile denebilirdi. Marko'yla beraber konuşuyordu.
"Kolunuzu gevşetmeyi nasıl becerdiniz?" dedi Marko, Baş Kolcu'nun vidaları gevşemiş olan sol koluna bakarak. Üniformaya rağmen, eğer dikkatliyseniz bunu fark edebilirdiniz.
"Çok dikkatlisin."
"İltifatınız için teşekkürler, ama sorumun cevabını alamadım."
"Sorunun cevabı yok."
"Yok?"
"Evet, çünkü ben de tam bilmiyorum." Aslında gayet iyi biliyordu.
"Alınmayın ama benim aksime çok dikkatsizsiniz, efendim."
"Alınma ama benim aksime çok saygısızsın, Marko." O sinsi, yılansı, zehirli tavrı yerine alaycı bir tavrı vardı.
"Kalbimi kırıyorsunuz."
"Senin kalbin var mı ki?"
"Evet, elbette! Ben insandan esinlenilerek üretildim, efendim. Kan dışında çoğu şeye sahibim."
Marko'nun daha fazla konuşmasına fırsat vermeden söze girdi. "Rica ediyorum, işime karışmak yerine gidip sana söylediklerimi yapar mısın?" dedi sahtelikle.
Marko Baş Kolcu'nun ironi yaptığını anlamadığı için, "Bir kerecik raporu sadece siz hazırlasanız olur mu?" diye diretti.
"Hayır."
"Kolunuzu sıksam?"
"Anton halleder."
"Edemez, aletler bende."
"İtaatsizlik, küstahlık ve hırsızlık sebebiyle senin hafızanı silmem gerektiğini biliyor muydun?" dedi. Blöf yapıyordu. Sadece, ara sıra gevezelik etmesi biraz sinir bozucuydu.
Droid telaşlandı. "Acıyın bana, efendim! İsterseniz hemen geri verebilirim, ben sadece..."
"Lüzumu yok." deyip üniformanın kol kısmının iç tarafından küçük, küçücük bir tornavida çıkardı. Eğer en az bir sibernetik uzvunuz varsa, her zaman yanınızda bir iki tornavida ve biraz vida taşımanız gerekirdi.
"Hadi, Marko, bir sürü işin var. Şarjını boşa harcamamanı öneririm."
"Nasıl isterseniz, efendim. Saygısızlığım için özür dilerim, beni bağışlayın lütfen." dedi Marko, itaatkâr bir köle gibi.
"Mühim değil." diye kestirip attı kumandan. Droide kaç kere küçük şeyleri büyütmemesi ve diğer her droid gibi aşırı resmi olmaması konusunda nasihat vermişti, hatırlamıyordu.
Marko samimiyetle, "Teşekkürler efendim." dedi.
"Ne için?"
"Her şey için. Bana isim verdiğiniz için, beni..."
General göz devirdi. "Bir şey değil. Uzatma, hiç çekemeyeceğim." dedi ve gözden uzaklaştı.
***
'Dört' kelimesindeki r harfini vurgulu söylemişti*: Rusça dört четыре, yani çetire gibi bir şekilde okunuyor ve r sesi içeriyor.
"Ve onunda silahlarımızı kapatan düğmesi*." : Baş Kolcu'nun üniformasının kısmının iç kısmına dikilmiş küçük bir düğme. Üzerine basıldığında klonların silahları ateşlenemez hâle geliyor.
Krema Sarayı'nı*: Çocuklar Kremlin Sarayı'nın ismini Krema Sarayı zannediyor, hatta çoğu onun pasta kremasından yapıldığını zannediyor. Kremlin Sarayı'nı da Aziz Vasil Katedrali ile karıştırıyorlar.
Aziz Vasıl Katedrali:
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top