Bölüm 16 - Sürüngenin Görevi
Yıl, 2123.
Klonlar on sekiz yaşındaydı.
Günler geçtikçe klon çocuklar büyümüş, gelişmiş, farklılaşmışlardı.
On üç yıl geçmişti aradan. Boyları komutanların boylarını geçmiş, vücutları güçlenmişti. İdealleri keskinleşmiş, zekâları belirginleşmiş, duyguları silikleşmişti. Gitgide klon asker profili ile daha çok uyuşuyorlardı.
Mezun olmuşlardı henüz on beş yaşındayken. Kendileri için seremoni düzenlenmişti. O günden beri üzerinde к olan apoletlerinin yerini tek yıldızlı apoletler almıştı.
Geride kalan on üç yıl içinde çok şey yaşadılar, çok şey yaşattılar. Çok şey öğrendiler, çok şey tanıdılar, çok şey denediler, çok şey başardılar.
İnandırıcı yalanlar söylemeyi, kilometrelerce koşmayı, saldırı ve savunma planları kurmayı, sırt roketi kullanmayı, ilk yardım yapmayı, hasta taşımayı, sır saklamayı, role bürünmeyi, bir başkasının yüzünün şeklini alan maskeyi kullanmayı, kravat bağlamayı, göreve gitmeyi, hiyerarşiyi, yerin altında ve yeraltında yaşamayı öğrendiler.
Dış dünyayı, yer altında yaşayanları, yer üstünde yaşayanları, saygı görmenin verdiği hissi, takdir edilmeyi, âşık olma duygusunu, genç olma hissini, Fyodor'u ve Kuznetsov'u tanıdılar.
Sırf savaş için üretildiklerini kabullenmediler. Kaderi seçimlerin belirlediğine inandılar ve var oluş amaçlarını buldular. Onlar öldürmek değil, yaşatmak istiyordu.
Öğrendikleri ve inandıkları her şeyi başardılar. Bazılarını ilk seferde, bazılarını üçüncü, bazılarını yirminci, otuzuncu... Denemekten vazgeçmedikleri her şeyde eninde sonunda, az ya da çok başarılı oldular.
Kertenkele Müfrezesi olarak iki üç yıldır devamlı göreve çıkıyor, hayat kurtarıyor, LRDA'nın ihtiyaç duyduğu malzemeleri ele geçiriyorlardı. Ait oldukları tümenin en iyi askerleri olarak görülüyor, kendilerine saygı duyuluyordu.
Şimdi ise koşuyorlardı... Hayır, kaçıyorlardı. Yaptıkları hatanın bedelini ödememek için kaçıyorlardı. Geniş caddelerden, kalabalık meydanlardan, yabancısı oldukları bu şehirden...
Etrafları binalarla çevrili olmasına karşın, daha hızlı koşabilmek için paltolarının önünü açtıklarından dolayı buz gibi soğuk hava iliklerine işlemişti. Sırtlarında çantalar, başlarında minicik telsizler ve yüzlerinde yabancı yüzlerle saatlerdir koşuşturuyorlardı.
Philip, gerçek yüzündeki isyankâr ifadeye karşın soğukkanlılığını korurken nefes alış verişini dizginlemeye çabalarken bir yandan da buzlanmış yollarda kaymamaya çalışıyordu.
Kısa bir an göz ucuyla arkasına baktığında peşlerindeki askeri polislerden birinin komut verdiğini gördü. Tam da polisin ne dediğini anlamak için dudak okuyacaktı ki aniden hızkıranın üzerinden çıkan uzun ve kalın mızraklar yolunu kesince mızraklardan tutunarak üzerlerinden atladı ve koşmaya devam etti.
Askeri polis yeniden komut verdiğinde tümsekten çıkan mızraklar yoldan çekildi ve kovalamaca kaldığı yerden devam etti. Philip yanındakilere hızlıca göz attığında arkadaşlarının da mızrakları atlattıklarını görüp sevinecekti ki bir askeri polisin nişan aldığını görünce son anda yana çekilerek atıştan kurtuldu.
Her şey Casimir'in kırmızı ışıkta geçip polise yakalanması ile başlamıştı. Polis kimlik istediğinde Casimir yanında sahte yüzüne uygun bir sahte kimlik taşımadığından polise kimliğini unuttuğunu söylemiş ancak polis, yüz veya taramasıyla kimliğinin bulunabileceğini söyleyince klon olduğu ortaya çıkmasın diye kaçmaya başlamıştı.
Dün gördüğü zavallı yaşlı adam aklına geldi. Eğer ona ringa balığı ısmarlamasaydı belki polislere rüşvet teklif edebilirdi ve belki de bu koşuşturmaca yaşanmazdı. Lakin onun pişman olduğu tek şey, adama kürk mantolu* değil sade ringa balığı ısmarlamış olmasıydı.
Ansızın yerden yarım metre yükseklikte ikiye katlanarak yollarını kapatan sokak lambasının üzerinden atladı ve koşmaya devam etti. Bu gibi engeller, klonların gücünü tüketmeye yetmezdi.
Tam polislerin durumunu kontrol etmek için arkasına dönüyordu ki önündeki rögar kapağı açılınca dengesini kaybedip düşecek gibi oldu. Neyse ki Darnir imdadına yetişip ona destek olunca kapağın etrafından dolaşıp yeniden koştu.
Polisler, onları sadece illegal yollarla genetik modifikasyon yaptırmış karaborsacı veya mafya olduklarını, yüzleri genel veri dosyasında olan suçlular olduklarını düşünüyordu. Rusya büyük bir ülkeydi, her büyük suçluyu tanımaları mümkün olmadığından onların sahte yüzlerini tanımamalarının da doğal olduğunu düşünüyorlardı.
Takviye kuvvet çağırmıyor oluşunun sebebi de buydu. Onlar önemsiz birer suçluysa önemsiz suçluları bile yardım çağırmadan yakalayamadığı için küçük düşecek, eğer onlar büyük suçlularsa ve onları yakalarsa prestij kazanacaktı.
Philip hafife alınmayı seviyor muydu, emin değildi. Potansiyelinin bilinmemesi işlerini büyük oranda kolaylaştırıyordu fakat az da olsa rahatsız hissetmesine neden oluyordu.
Peşlerindeki polislerin gücü tükenmek üzereydi. Ter içindelerdi, yorgunluktan tüm kasları sızlıyordu ve zar zor nefes alıyorlardı. Bu, klonların tam da aradığı fırsattı.
Philip kemerindeki bir deney tüpünü çıkarıp arkasına doğru fırlattı. Tüp kırıldığında ortaya çıkan gaz orada bulunanların olfaktör sinirlerini etkiledi ve koku duyusunu geçici olarak işlevsiz bıraktı. Böylece polisler onların kokusunu alıp takip edemeyeceklerdi.
Var hızıyla koşarak aralarını iyice açtı ve bir yer altı hızyuvar istasyonuna yöneldi. Merdivenleri üçer beşer inerek durağa geldiğinde bir aracın kalkmak üzere olduğunu görüp hızını arttırdı ve göz ucuyla diğerlerine baktı.
Kalkmak üzere bir yük hızyuvarının içine zar zor kendini attığında rahat bir nefes aldı. Onlar içeri girdikten hemen sonra kapılar kapandı ve araç hareket etmeye başladı. Sonunda kurtulmuşlardı.
Direklerden tutunarak yere çöktü ve çantasından çıkardığı suyu bir dikişte bitirdi. Darnir ve Casimir'in de aynı şeyi yaptığını gördüğünde hafifçe gülümsedi. Görevin ilk kısmı tamamlanmış sayılırdı.
Az sonra yüklerin güvenliğinden sorumlu droid yanlarına geldiğinde Philip bıkkınca ayağa kalktı. Droid, hızyuvarı durdurup onları dışarı atmak için düğmeye basacaktı ki Darnir ona çelme taktı ve droidin elindeki cihaz uzağa doğru fırladı. Casimir cihazı yerden alırken Darnir droidin ağzını kapattı.
Philip droidin ağzını ve ellerini bantladıktan sonra sürücü ile iletişim kurmasını sağlayan cihazı çıkardı ve sürücüye ayrılmış bölmeye doğru yumuşak adımlarla ilerledi.
Sürücü droid onları fark ettiğinde tam hızyuvarı durduracak ve alarm verecekti ki Casimir onun üzerine atıldı. O, droidi sabit tutarken Philip de yanındaki minyatür aletlerle droidin hafızasını açtı.
Birkaç dakika uğraştı, çabaladı ve nihayet droidin var olan komuta sistemlerini silerek yerine önceden hazırladığı başka bir kartı taktı. Böylelikle droid onları ihbar etmekten vazgeçti ve hızyuvarı onların istediği doğrultuda ilerletti.
Üçü birden malzeme kutularının yanına çömeldiler ve sırt roketlerini çantalarından çıkarıp sırtlarına geçirdikten sonra dinlenmeye koyuldular. Uzun bir günün yorgunluğu yavaş yavaş üzerlerine çullanmaya başlıyordu.
Hızyuvar yukarı doğru ilerlerken Philip beyaz eldivenlerini çıkarıp terlemiş ellerine soğuk hava üfledi. Ellerini yüzüne doğru salladı, başını geriye yasladı ve gözlerini kapadı.
Philip'in boyu uzun, omuzları geniş, vücudu zinde, gücü kuvveti yerindeydi. On sekiz yaşında olsa da yirmi beş yaşında gibi görünüyordu.
Kurt ve ayı* genleri öne çıkmıştı. Dişleri keskinleşmiş, burnu daha iyi koku alır hâle gelmişti. Yer altında kalmaktan beyazlamış esmer teni, son günlerde bir parça kararmıştı.
Açık kahverengi gözlerinde hâlâ aynı umut, aynı bakış vardı. Sarı saçlarının yerini, kaşlarının biraz üstüne kadar gelen koyu kahverengi saçları almıştı. Yine de, nadiren de olsa 'civciv' lakabıyla anıldığı oluyordu.
Darnir de aynı Philip gibi görünüyordu. Onun gibi ümitli ve heyecanlı görünmüyordu lakin yorgun yahut mutsuz göründüğü de söylenemezdi. Yüzündeki yara yok sayılırdı, yanağına dokunmadan fark edemezdiniz.
Casimir ise onlardan farklı olarak saçlarını bir nebze daha uzun bırakmıştı. Hayata bakış açısı tamamen aynı kalmamıştı fakat gözlerindeki parıltı aynen duruyordu.
Birdenbire hızyuvar, ıssız görünen bir düzlükte durduğunda Philip sesli bir iç çekti ve gözlerini açıp ayağa kalktı. Yine başlıyoruz diye düşünürken eldivenlerini eline geçirdikten sonra bir kutu tıbbi malzemeyi alıp hızyuvardan indi.
Malzemeyi durdukları yerin yakınlarındaki bir kamyona yükledi. Darnir ve Casimir ile beraber birkaç defa gide gele tüm malzemeleri ve cephaneleri kamyona taşıdılar.
Yeniden kutuların yanına çökerken yüzündeki yabancı yüzü çıkardı ve derin bir nefes aldı. Maske sayesinde yapay zekânın oluşturduğu, gerçekte hiç var olmamış insanların yüzünü takar, klon olduğu gizlerdi.
Başını kamyonun iç duvarına yasladığında sürücü koltuğundaki NT-5'i ve onun yanındaki Pyotr'u fark etti. NT-5, Altın Manga'nın yanından ayrılmazdı.
Altın Manga; on kişiden oluşan, Kertenkele Müfrezesi'nin alt birimi olan bir topluluğun ismiydi. Üyeleri Philip, Darnir, Casimir, Dmitri, Isaac, Nikolai, Leonid, Pyotr, Colin ve Ethan'dı.
Normalde birbirlerinden ayrılmasalar da ara sıra, bugün olduğu gibi ikiye yahut üçe ayrılıp görev yaparlardı.
Bugünkü görevde üçe ayrılmışlardı. Philip, Darnir ve Casimir'den oluşan gruba şimdi de Pyotr katılmış, kalan altı kişiden beşi ise başka bir göreve gitmişti. Kalan tek kişi, Nikolai ise karargâhı terk etmemişti.
"Bu gidişle Nikolai bembeyaz olacak." dedi Casimir. Sahiden de Nikolai, göreve çıkmadığından diğerlerine göre daha beyazdı.
"Böylece tamamen ona benzer." diye mırıldandı Darnir. 'O' diye bahsettiği kişi şüphesiz Fyodor'du.
Kulaklıklarından, aşina oldukları bir ses, "Daha fazla dedikodu yaparsanız sizi General'e şikayet edeceğim."
Bu ses, yakın dövüş eğitmenleri Tiarna Danilova'nın kızı Viktoria Danilova'ya aitti. Klonlar beş yaşındayken iletişim bölümünün acemi üyesi olan kız, şimdi işinin ehli bir iletişim teknisyeni olmuştu.
Victoria, diye düşündü Philip. Bir özel kuvvet askeri, çocuğuna 'zafer' dışında ne isim koyabilirdi ki zaten?
Bir kutunun kapağını açıp içerisinden yeteri kadar cephane, altıpatlar bir silah, tuz tabancası ve kimyasal aldı. Casimir de fişek, magnum benzeri tabanca, el bombası ve sis bombası alırken Darnir ise görünüşü alaybozanı andıran bir tüfek, ona uygun fişekler ve ses bombası aldı.
"Yüzünüzü değiştirin ve inin!" diye uyardı Pyotr. Belli ki ileride yükler kontrol edilecekti.
Pyotr da tıpkı diğer klonlar gibi görünüyor olsa da onda bir farklılık vardı. Daha ciddi ve daha disiplinliydi, hırsı bakışlarından okunuyordu.
Philip yeniden maskesini yüzüne geçirdiğinde bu kez yüzünde farklı bir yüz vardı. Sürekli çalıntı bir hayat yaşıyor, göründüğü gibi olamıyordu. Bu durumdan hoşlanmasa da elbette ki itiraz edecek değildi.
Philip Darnir ve Casimir ile beraber kamyondan indi ve yol kenarında saklanabileceği bir yer aradı. Yolun etrafı çam, köknar ve meşe ağaçlarıyla çevriliydi. Ağaçların arasından geçerek ormanın derinliklerine doğru yol aldılar.
Yolculuğun kalan kısmını kendi başlarına yapacaklardı. Aksi takdirde Pyotr, köle taciri zannedilebilirdi. Ve eğer bu olursa, basit bir gen testiyle klon oldukları kolaylıkla açığa çıkardı.
Plana göre onlar, yakalanma ve görevi tehlikeye atma ihtimallerine karşı birkaç saat sonra sırt roketleriyle yer altı tesisine ulaşacaklardı. Toplu taşıma kullanamazlardı, yüz tarayıcılar gerçek hatlarını analiz edebilirdi. Bu yüzden geceyi ormanda geçirecek, sabaha karşı yola çıkacaklardı.
Orman son derece sakindi. Baykuş uğultuları, adım sesleri, yaprak hışırtıları ve ayı sesleri dışında neredeyse tamamen sessizdi. Öyle ki Philip nefes sesini net bir şekilde duymakta hiç zorlanmıyordu.
Her yer zifiri karanlıktı, ay ışığı soluktu, yıldızlar sık ağaç dalların arasından görünmüyordu bile. Şehirden uzakta ve çok kullanılmayan bir yolda oldukları için ne binaların ışıkları ne de araçların farları ormanı biraz olsun aydınlatıyordu.
Philip bulutlu havaya, yıldızsız gökyüzüne ve soluk ay ışığına baktığında kendini biraz olsun güvende hissetti. Karanlık saklanmak, güvende kalmak demekti onun için.
Casimir'in sesi, bu sessiz ve huzurlu ortamı bıçak gibi böldü. "Seher vaktini bekleyip sonra uçup gideceğiz. Her zamanki gibi."
"Hâlâ alışamadın mı?" dedi Philip, kısık sesle.
Casimir iç geçirdi. "Roketlerle yakalanırsak işimiz biter."
Philip onu destekledi. "Bir şekilde esir olmaktan kurtulsak bile sırt roketlerinin varlığı açığa çıkmış olur. Havadan yapacağımız tüm saldırılar tahmin edilebilir."
"General bu ihtimali hesaplamıştır." dedi Darnir.
"Elbette, onun her durum için bir planı var ama şu ana kadar hiç hata yapmamışken bizim yüzümüzden planların değişmesi hiç iyi olmaz." dedi Casimir.
"Söylediğin her şeyde haklısın." dedi Philip.
"Ama yapacak bir şeyimiz yok." diye tamamladı Darnir.
"Sen umutsuzluğa düştüğünde ne yapacağımı bilemiyorum." dedi ve kolunu Casimir'in omzuna attı Philip.
"Unut gitsin. Şikâyet ederken kendimi kaybediyorum işte."
Philip, öyle olmadığını bildiği hâlde üzerine gitmedi ve sessizce gülümsedi.
Ta ki tanıdık bir koku duyana kadar.
"Tanıdık bir koku var..." dedi Philip, kokunun kime ait olduğunu hatırlamaya çalışırken.
"Ben öyle bir koku almıyorum." dedi Casimir, kaşlarını çatarak.
Darnir, "Ben emin değilim." dedi.
"Kimyasal soluduk, duyularınız hâlâ geçici olarak körelmiş olabilir." dedi Philip.
"O kadar eminsin yani?" dedi az biraz şaşırarak Casimir.
Philip başını salladı ve işaret parmağını dudaklarına götürdü. Keskin gözleri sayesinde gökyüzündeki şekilleri az çok seçebiliyordu. İrkildi, silüetler melekleri andırıyordu. Bir yandan bir yana eğilen devasa kanatları, görkemli duruşları, havada yaptıkları zarif manevraları...
Yutkundu, eğer tahmininde yanılmıyorsa üzerinde Baykuşlar üzerlerinde kol geziyordu.
Kanatlı silüetler havada süzülürken Philip hiç gürültü yapmamaya, hatta nefes sesini dahi gizleme gereği duydu ve burnunu kapadı. Darnir ve Casimir de sessizce ona eşlik ederek Baykuşlar'ın gitmesini beklemeye başladılar.
Bir, iki, üç, dört... Saniyeler, dakikalar geçti ama silüetler ormanın çevresinde dolaşmaya devam etti. Philip, ormanın ferahlatıcı havasına rağmen baskı hissetti. Bu bekleyiş onun için can çekişmek gibiydi. Tedirginlik mengene gibi sıkıyordu kalbini ve ciğerlerini.
Philip, gökyüzünde yalnızca iki silüetin dolaştığını görünce biraz olsun umutlanmıştı ki General'in öğüdü aklına geldi. "Sayıca üstün olsanız dahi, mecbur kalmadıkça onlarla sıcak çatışmaya girmeyin." demişti. Philip bunun fazladan bir tedbir olmadığını biliyordu.
Baykuşlar açık ara Rus ordusunun en iyi müfrezesiydi. Askerlerin tümü 25/25 genetik düzeyinde, tam teçhizatlı ve iyi eğitimli subaylardan oluşuyordu. Bütünleştikleri devasa kanatları, çalıştıkları manipüle teknikleri ve sarsılmaz itaatleri ile hepsi birer canavar, hepsi birer şeytandı.
Silüetlerin hâlâ gitmediğini fark ettiğinde kafasında bir kaçış planı oluşturdu. Eğer şimdiye kadar buradaki şüpheleri sonlanmadıysa, er ya da geç ormana ineceklerdi. Onlar ormana inmeden kaçmazlarsa bir daha hiç kaçamazlardı.
Philip arkadaşlarına işaret verip ağır adımlarla yol kenarına doğru ilerlerken kalp atışlarını âdeta boğazında hissediyordu. Kıyafetinin kol kısmını sıyırıp bileğinden dirseğine doğru uzanan paneli ortaya çıkardı ve titreyen eliyle ekrandaki birkaç simgeye dokunup sırt roketini görünmez yaptı.
Tüm vücudu kaskatı kesilmiş, gerilmişti. Ses çıkarmamak için uzun aralıklarla azar azar nefes almaktan akciğerleri yorulmaya başlamıştı bile. Oksijen eksikliği yüzünden başına giren ağrı şakaklarını baltalıyordu.
İç içe girmiş ağaç dalları arasından güçlükle geçerken ince, sivri bir dal bileğinin üstünde bir kesik açtı. Canı yandı fakat nefes alış verişini bile değiştirmeden ilerlemeye devam etti. Son birkaç metre kala bu kez dalın biri yanağında yüzeysel bir kesik açtığında tedirgin oldu, kan kokusu daha fazla yayılırsa burada olduklarını anlamaları uzun sürmezdi.
Hadi ama, diye düşündü Philip. Onlar Baykuşlar'dı, gece yırtıcılarıydı; Kertenkeleler'i avlamaları en fazla ne kadar zaman alırdı ki?
Bir adım, iki adım, üç adım...
Philip kimyasal karışımla dolu tüpleri yere atarken Casimir sis bombalarını ve Darnir de ses bombalarını fırlattı. Aynı anda sırt roketlerini var hızlarıyla çalıştırdılar ve yükseldiler. Uzun paltoları oluşturdukları hava akımıyla sallanırken yüzlerine çarpan buz gibi rüzgâr ise saçlarını dağıtıyordu.
Kulağındaki çınlama, gözlerindeki yanma, ağzındaki acı tat, vücudundaki kasılma... Yine de memnundu hâlinden Philip. Tuhaf, belli belirsiz bir zafer sarhoşluğu vardı üstünde. Baykuşlar'dan kaçmayı başarmak bile takdire şayandı, tabii kaçabildilerse.
LRDA'nın geçici durumlar için hazırladığı kısa süreli konaklama alanlarından en yakın olanına doğru ilerliyorlardı. Böyle alanlar Rusya'nın hem şehirlerinde, hem kasabalarında hem de köylerinde bulunuyordu.
Önleri karanlıktı, ötedeki yerleşim alanı zar zor seçiliyordu. Gitgide uzaklaşan orman ise koyu yeşil, dipsiz bir deniz gibi görünüyordu. İçine çekeni yutan, yok etmenin ve yok olmanın cazibesini taşıyan bir bataklık gibi.
Philip cebinden parça parça olmuş bir sargı bezi çıkarıp sırayla bileğine ve yanağına bastırdı. Zaten az olan kanama durunca sandal ağacı kokan parfümünü üzerine boca etti. Sargıyı küçük, şeffaf bir poşetin içine attı ve poşeti de cebine koyarak kan kokusunu tamamen önlemiş oldu.
Darnir cebinden koyu renkli bir bez parçası çıkardı ve zaten sahte olan yüzünü gizlediğinde Philip de aynısını yaptı. Ardından Casimir onların yaptığını yaptı. Arkalarına baktığında kimsenin peşlerinde olmadığını, bomba ve tüplerin fırlatıldığı noktalara doğru yöneldiklerini gördü. Belli ki ipucu toplayacaklardı.
Baykuşlar'ın başında Nastya Zakharova vardı. Sekizinci Kolcu. Gözyaşı Vampiri. Askerleri ise kız klonlardı.
Zakharova, Philip'in ömrü boyunca tanıdığı en cani komutandı. Klonların yer altına kaçışından sonra daha da acımasız ve hırslı birine dönüşmüştü. Çünkü hükümet, kalan komutanlar arasında bir casus olduğunu düşünerek hepsini sorgulayıp araştırmıştı.
Zakharova hain çıkmamış olsa da gözden düşmüştü. Sonuçta hainlerin planlarını fark edememişti. Albay rütbesinden yarbay rütbesine tenzil edilmiş, umutsuz görünen üç yüz elli kişilik bir taburun başına atanmıştı.
Zakharova rütbesini geri almak için var gücüyle çalışmıştı. Gerek emrindeki birliğin genetik düzeyinin artması için maaşından para harcamış, gerekse çalışma saatleri dışındayken bile onları eğitmişti.
Onların içinden en iyilerini seçip Baykuş Müfrezesi'ni oluşturmuştu. Baykuşlar'ın eğitimleri tamamlandığından beri, çoğu görevleri Zakharova'nın komutasındaydı ve şimdiye kadar çok az görevde başarısız olmuşlardı.
Ve Zakharova şimdi hak ettiği yerdeydi. Tümgeneral.
Philip ona duyduğu korkuyu ancak psikolojik destek alarak yenebilmişti. Ama şimdi, Zakharova ve Kuznetsov'un birbirinin dengi olduğunu düşününce içten içe ürpermişti.
Sahi, ne çok benziyorlar, diye düşündü. İkisi de tümgeneraldi, ikisi de kendilerinden ödün vererek özel birlikler yetiştirmişti ve ikisi de amaçları uğruna her şeyini ortaya koyacak kadar hırslıydı.
Kimseye acımayan birini, yalnız kendine acımayan birine benzetmek hoşuna gitmedi. General onun gözünde Mesih hatta Tanrı gibiydi, İblis onunla denk olamazdı.
General'i düşünmek içini ısıttı. Özgürlüğünü, çocukluğunu, eğitimini, ruh sağlığını, deneyimini... Her şeyini ona borçluydu. Şu an Baykuşlar'ın yanında savaşmıyorsa, geceleri rahat uyuyabiliyorsa, aldığı her nefeste vicdan azabı çekmiyorsa sebebi General'di. Ama daha da önemlisi, şu an LRDA sayısız insanın hayatını kurtarıyorsa sebebi General'di.
Aniden duyduğu çığlıkla irkilip göz ucuyla sesin geldiği yöne doğru baktığında ağacın dalındaki bir peçeli baykuş dikkatini çekti. Boz, kahverengi, pas rengi ve beyaz tüyleri güçsüz ay ışığında zar zor seçiliyordu. Yırtıcılığına tezat, yüzü belirgin bir kalp şeklindeydi. Gözleri kısık gibi görünüyordu, sanki yüzünün yarısını örtüyle kapatmıştı.
Bir tuhaflık vardı. Peçeli baykuşu görüyor, duyuyor fakat kokusunu alamıyordu. İlk başta bunun sebebinin soluduğu kimyasal olduğunu düşündü fakat baykuşun beyaz yüzünde dikkat çeken koyu gözlerine dikkatlice baktığında ise onların göz olmadığını anladı.
"O bir kuş değil." diyecekken Darnir ve Casimir'in de aynı şeyi dudak oynatarak anlatmak için ona döndüğünü fark etti. Başını salladı ve işaret diliyle, "Ne yapacağız?" dedi.
Darnir aynı şekilde cevap verdi. "Mağarada bir tünel var." Philip ve Casimir baş sallayınca Darnir önden giderek yolu gösterdi.
Ağaçların aralıkları o kadar azdı ki göz gözü görmüyordu, yolu bulmak zordu. Mağaranın bir akarsunun yakınlarında olduğunu bildiklerinden, uzaktan gelen bir derenin şırıltısına kulak kabartmışlardı.
Her adımında en az bir uzvu ağaçlara sürtünüyor, ya kıyafetini yıpratıyor ya da derisini kavlıyordu. İnce ve sathi çizikler bir yazıyı, bir şekli, belki bir çizimi andırıyordu fakat Philip onlara doğru düzgün bir anlam yükleyemedi.
Mağaranın girişi, etrafı yalçın kayalıklarla dolu bir nehre bakıyordu. Nehrin yeşil suyunun üzerinde rüzgarda sallanan ağaçların gölgeleri ve aralarından sızan soluk ay ışığı zarafetle dans ediyordu.
Ormandaki türlü türlü hayvan, akarsunun etrafından bakıldığında daha net fark edilebiliyordu. Sincaplar, sansarlar, kakımlar, tilkiler, misk sıçanları... Onların siyahlı, beyazlı, sarılı, alacalı postlarının karanlıkta iyice birbirine karışan renkleri göz yanıltıyordu.
Yırtıcılardan köşe bucak kaçıp inzivaya çekilen onca hayvan da tıpkı klonlar gibi tedirgindi. Bir yandan etrafta daha fazla baykuş varsa onların nereye gittiğini anlayamasın diye bilerek yolu uzatıyor, bir yandan da yanından geçtiği her ağacın üzerinde baykuş olup olmadığını kontrol etmek için dallarına, ağaç kovuklarına dikkatle bakıyolardı.
Şüpheye müsait bir şey göremediklerinde konuşmaksızın mağaranın ağzına girdiler. Nemli mağara havası yüzlerini yalayıp geçerken nefes ve adım sesleri kireç duvarlarda yankı yapıyordu. Mağara oldukça genişti, yüksek tavanından üzerlerine doğru uzanan
sarkıtların boyu en az bir metreydi.
Onlar derine doğru indikçe mağara daralıyordu ve nemli hava üzerlerine gitgide daha fazla baskı uyguluyordu. Su birikintisinde kıvranan bir iki yavru mağara semenderi dışında canlı namına yalnızca içerideki bazı kayalarda yosunlar bulunuyordu. Son derece sıradan bir karstik yapılı mağara gibi görünüyordu.
"Nerede?" diye fısıldadı Philip.
"Bilmiyorum." dedi kısık sesle Darnir.
Sarkıtları, dikitleri, sütunları, duvarlardaki oyukları dikkatlice süzdüler lakin bir ipucuna rastlamadılar. Ayrıntılara çok odaklandıklarını, büyük resmi göremediklerini düşünüp bir kez de genel anlamda etraflarını gözleriyle taradılar fakat yine hiçbir şey bulamadılar.
Ansızın, Philip'in aklına bir şey takıldı ve gözleri parladı.
"Mağara semenderleri Avrupa'da yaşar." dedi ve hızlıca su birikintisinin yanına vardı. Eğilip ikisini birden eline aldı ve incelemeleri için Casimir ve Darnir'e uzattı.
Casimir elinde kıvranan sülük benzeri canlıyı minnetle ve hayretle seyrederek, "Bak! Şu düğmeyi görüyor musun? Kuyruğuna elektrik verirsek çalışacaktır." dedi heyecanla.
Philip ilk bakışta göremedi, Casimir işaret edince mini minicik düğmeyi zar zor fark etti ve aynı heyecan ona da yansıdı.
Hemen sırt roketini uçmasına yetmeyecek kadar düşük güçle çalışır hâle getirdi ve sırtından çıkarıp küçük bir kısmını tornavidayla sökerek bir kabloyu çıkardı.
Kablonun ucunu semenderin kuyruğuna dayayıp düğmeye bastığında semender hareketlendi ve Philip'in elinden atladı. Philip sırt roketini kapatırken semender sürüne sürüne, ağır ağır kayalara doğru gitmeye başladı. Islak vücudu taş zeminde silik bir iz bıraktı.
Semender şekilsiz, yumuşak ve kaygan dokusu sayesinde kayaların aralarından sıyrılarak geçti ve gözden kayboldu. Bir süre sonra kayalar yavaşça kenara çekildi ve dar bir tünel önlerinde belirdi. Kayalardan düşen ufak çakıl taşları mağarada yankı yaparken Casimir tünelin menfezine temkinlice adım attı.
Tünel rutubet ve küf kokuyordu, kirli beyaz duvarları oldukça pürüzlüydü. Tünel yalnız bir kişinin sığabileceği genişlikte olduğundan klonlar tek sıra hâlinde içeriye girmişlerdi.
Philip duvara sürtünen ve beyazlayan kolunu silkeledi. Genzine kaçan tozdan dolayı bir iki kere öksürdükten sonra elindeki diğer sahte semenderi yere fırlattı. Eldivenine bulaşan ufalanmış kireç, ıslak semenderden kalan nem ile birleşip bulamaç haline geldi.
Philip ellerini kayaya sildikten sonra Darnir ve Casimir'den destek alarak kayaları eski yerine koydu. Bir metre kadar ilerledikten sonra duvardaki bir şalteri indirdi ve kayaların ardına ağır, çelik bir duvar dayandı.
Dışarıdan gelen bir kişi kayaları kaldırsa bile tünele ulaşamazdı. Zaten iki semender de içeride olduğundan ve çelik duvar dıştan mağara duvarından farksız göründüğünden dolayı tünelin varlığından ve yerinden haberi olması mümkün görünmüyordu.
Tünel boyunca yavaş ve sessizce yürürken Darnir ve Casimir gözlerini dört açmış, kulaklarını kabartmışlardı. Philip de tetikte olsa da onlar kadar dikkatli değildi, düşünüyordu.
Sis bombası, sırt roketlerinin görünmezlik özelliği, ses bombası ve kimyasal kullanmak onların üç duyusunu da köreltebilirdi ancak tamamen etkisiz hâle getirdiklerinden emin olamazlardı.
Mağaraya geldilerse, semender olmasa bile duyuları veya aletleriyle bir şekilde tünelin yerini bulabilir, dahası o metal kapıyı kırabilirlerdi. Yer altına dönene kadar asla tamamen güvende olamazlardı, döndüklerinde ise bu kez takip edilip edilmediklerini bilemezlerdi.
"Tünelden çıktığımızda, eğer peşimizdelerse girişi ve çıkışı patlatalım ki içeride kalsınlar." dedi ağzını oynatarak Casimir.
"Dışarıda bir gözcü varsa patlamayı fark edecektir." dedi aynı şekilde Philip.
"O zaman yavaşça kayalarla kapatalım ki zaman kaybetsinler." diye önerdi Casimir.
"Zaman kaybeden biz oluruz." diye itiraz etti Darnir. Casimir başını salladı.
Bir müddet daha yürüdükten sonra tünel, birkaç odalı birkaç ev kadar genişledi. Kokudan anladıklarına göre ileride kibrit ve çakmak vardı: ilkel ısınma ve aydınlanma yöntemleri. Casimir ne olur ne olmaz diye onları oyuktan çıkarıp yanına aldı.
Nihayet tünelin sonunu görmeyi başardılar. Tünelin ucundan gelen, normal insanların farkına varamayacağı kadar hafif bir esinti onları umutlandırdı. Tünelin bitiminde birkaç basamak vardı, onların ötesinde ise bir...
Baykuş vardı.
ringa balığı*:
kürk mantolu ringa balığı*: Patates, havuç, soğan vs ile birlikte yenilen ringa balığı.
kurt ve ayı*: Kurt Türkiye'nin, ayı Rusya'nın ulusal hayvanıdır.
Baykuşlar*: Burada asıl kullanılan kelime peçeli baykuşlardır. Rusçası Сипуха (Sipuha)'dır.
Peçeli baykuş:
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top