|27|

♪Your River In Me♪

"Dünyaya gelirken hangi acı ve cefalardan geçtiğimizi bilmiyoruz ama gitmenin kolay bir iş olmadığı kesin!" -Sir Thomas Browne

~Hoseok~

Uyku mahmuru bir şekilde gözlerimi aralarken yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. Ancak güçsüz düşüp geri, başım yastıkla buluşmuştu. Bir süre tavanı izleyerek öylece uzandım. Günler geçtikçe farkına vardığım ve değinmek istediğim bir şey vardı: artık gerçeği kabullenmekten başka çarem kalmamıştı. Başladığımız yere geri dönüyorduk...

Hana da, ben de.

Yeni ilaçlar denenmeye devam ediyor, durumumuz daha kötüye gitmeden iyi oldurmaya çalışıyorlardı bizi. Bunu dile getirmesi oldukça zor ama..Hana'nın durumu daha kötüydü. Saçlarının her gün nasıl da döküldüğüne ve gün geçtikçe gözlerinin feri gidip, halsiz düştüğüne şahit olmuştum kaç defa. Parmak uçları soğuk ve mor rengini alıyordu çoğu zaman. Onu ne zaman böyle görsem ellerini avuçlarımın arasına alıp içimdeki tüm sıcaklığı vermek istiyordum.

Onu bu şekilde düşünmeye daha fazla devam edemezken yutkundum ve en sonunda yattığım yerden doğrularak ayaklarımı yataktan sallandırdım. O sırada kapımın tıklatılmasıyla kafamı kaldırıp gelen kişiye baktım. Hana'nın yine şen şakrak bir şekilde odaya girişini nasıl da özlemiştim. Fakat giren hemşireydi ve elinde kahvaltı tepsimi tutuyordu.

Durumumu kontrol edip "Kahvaltınızı yaptıktan sonra tepsiyi almaya gelirim. Afiyet olsun." dedi ve odadan çıktı. Bir süre boş bakışlarla tepsiye baktım ve ayaklarımı yerle buluşturarak lavaboya ilerledim. Aynadaki görüntüm gözlerimin önüne serilirken derin bir nefes aldım ve elimi, yüzümü yıkadım.

Ölmek üzere olsak bile ölene kadar yaşadığımızı unutmayacağız. O yüzden elimizden geldiğince devam edecek, olabildiğince az keşkeler biriktireceğiz Hosoek. Yanağımdan aşağı su damlaları süzülürken son kez aynaya baktım ve güçlü bir şekilde durdum. Hana'nın da iyi hissetmesi için benim iyi olmam gerekiyordu.

Lavabodan çıkıp tepsiye ilerledim ve kahvaltımı yapmaya başladım. Ardından ilaçlarımı da içtikten sonra onun odasına uğramak amacıyla üstüme bir hırka aldım ve çıktım. Etrafa bakına bakına ilerlerken Seo Woo'nun aceleyle yürüdüğünü gördüm. Hemen yanına ilerlerken o da beni fark etmiş, hızını yavaşlatmıştı. "N'oldu? Acelen var gibi."

Sorumla başını salladı ve yutkundu. "Bir hastaya bakmam gerekiyor. Sonra da çizim sonuçları açıklanmış, Hana'nın resmini almaya gideceğim."

Gözlerim heyecanla parlarken "Ciddi misin?" diye sordum. "Kim kazanmış peki?"

Dudaklarını sıkıntılı bir şekilde büzdükten sonra sorumu yanıtladı. "Bilmiyorum. Hana uyuyor hâlâ. Dün gece bayağı sıkıntılı geçti ve sabaha karşı anca uykuya dalabildi." Sözleriyle yutkunurken devamını zar zor dinlemiştim. "Sonucunun açıklandığını da telefonuna gelen mesajdan anladım. Henüz onun haberi yok ama uyandığında işte söyleyeceğim."

Durumu anladığımı belirtir bir şekilde mırıltılar çıkardım ve "Ben de geleceğim o zaman." diye konuştum. Seo Woo tam itiraz edecekken devam ettim. "Gitmek istiyorum Seo Woo. Hem ne çizdiğini görmek hem de sonucu ona ben söylemek istiyorum. Lütfen."

Seo Woo en sonunda kabul edercesine omuzlarını düşürdü. "İyi, peki o zaman. Ben hastayla ilgileneyim, sen de hazırlan. Hastane girişinin orda buluşalım." Onaylamamla yanımdan uzaklaştı, ben de hızlı adımlarla odama geri gittim. Kıyafetlerimi değiştirip üstüme bir mont geçirdikten sonra odadan ayrıldım ve önce Hana'ya uğramak amacıyla üst kata çıktım . Kapıyı usulca aralayıp ses çıkartmamaya özen göstererek içeri girdim.

Hana uyumaya devam ediyordu. Yanına yaklaşıp bir süre yüzünü inceledim. Burun ve yanaklarının ordaki döküntüler dikkatimi çekince ellerimi yumruk yapmıştım. Yorgunluğu uyurken bile belli oluyordu. Gözlerinin altı morarmış, yüzü yorgunluğunun izlerini taşıyordu.

Kendisi gibi zayıf düşmüş saçlarına baktım bir süre ve yavaşça okşamaya başladım. Boğazım düğümlenip gözyaşlarım gözlerimi yakmaya başlarken kesik bir nefes alıp ona yaklaştım ve alnına belli belirsiz bir öpücük kondurdum. İyi uykular çiçeğim..

Bu odadan çıkmak istemesem de son kez uyuyan bedenine baktım ve sessizce burdan ayrıldım. Koridora çıktığımda sanki kalbimi biri sıkıştırıyordu da şimdi serbest bırakmış gibi hissetmiştim. Artık iyi olacağız da diyemiyordum.

Düşüncelerimi uzaklaştırıp hızlı adımlarla asansörlere ilerledim ve çok geçmeden hastane girişine vardım. O sırada da Seo Woo gelmiş, "Hadi gidelim." diyerek hastaneden çıkmıştı. Ben de seri adımlarla onu takip ettim.

Sessizce yolda ilerliyorduk. Yanağımı pencereye dayayıp gökyüzünü kaplamış kara bulutları seyrederken içimde yer edinmeye başlayan kötü hisse odaklanmamaya çalıştım. Fakat ne kadar uğraşsam da avaz avaz bağırmaya devam ediyordu.

Seo Woo'nun sakin sesi kulaklarımla buluşunca pencereden ayrılıp ona baktım. "Nasıl hissediyorsun kendini?" Omzumu kaldırıp indirirken geri yola dönmüştüm. "Fena değil. Son dakikalarımı güzel geçirmeye çalışıyorum." Ruhsuzca gülerken Seo Woo'nun bana baktığını hissettim. "Öyle deme. Uğraşıyoruz ve başarabilirsiniz de."

"Ne yalan söyleyeyim..artık yaşamak için pek gücümün kaldığını sanmıyorum."

Seo Woo arabayı park edip bana dönünce bir şey demek için ağzını aralamıştı fakat sonra duraksamış, gözlerini kaçırmıştı. "İyi hissetmem için bir şey söylemek zorunda değilsin. Çünkü cidden iyiyim. Belki bedenen değil ama en azından ruhen iyiyim ve öyle kalmaya devam edeceğim. Merak etme ve teşekkür ederim."

Sözlerime karşılık yüzüne buruk bir gülümseme yerleştirirken ben de aynı şekilde karşılık verdim. "İstersen sen bekle arabada. Ben gidip alayım." Teklifimle bir süre düşünmüş, ardından "Tamam, bekliyorum." demişti. Ben de kafamı sallayıp arabadan çıktım ve binaya giriş yaptım.

Geçen bizi karşılayan kadın yanıma geldiğinde gülümsedim. "Ah, sen Hana'yla gelen kişisin."

"Aynen." diyerek onayladım. "Gel bakalım benimle. Hana'nın resmini vereyim. O gelemedi mi?" Sorusuyla duraksarken dudaklarımı araladım. "Maalesef yorgundu, onun yerine ben geldim. Bu arada kazanan kim?"

Kadın resimlere bakarken kısa bir süre benimle göz göze geldi ve geri aramaya koyuldu. "Hana söylemedi mi? Belki de sürpriz olmasını istedi. Kazanan o, resmi tüm jüri üyelerini etkiledi açıkçası. Ah..işte buldum."

O kazandığı için içimde bir mutluluk oluşurken uzattığı resmi aldım. Gözlerimin çizimi görmesiyle şaşkınlıkla dudaklarım aralanmıştı. Omzumda bir elin varlığını hissedince yüzümden silemediğim şaşkınlığımla kadına baktım. O ise bana mutluluk ve sevgiyle bakıyordu.

"Seni bayağı seviyor olmalı. Tebrik ettiğimi söylersin, ödülü ona göndereceğiz." Transa geçmiş bir şekilde kafamı aşağı yukarı sallarken yanımdan ayrıldı ve beni Hana'nın şaheseriyle baş başa bıraktı. Biraz daha resmi inceledim ve kağıdı kalbime götürürken eş zamanlı olarak gözlerimi de yummuştum. Ben de onu çok seviyorum.

Artık burdan ayrılmanın vakti gelmişti. Bir an önce Hana'nın yanına gitmek için can atıyordum. Hemen arabaya ilerledim ve oturdum. Seo Woo arabayı çalıştırırken "E kim kazanmış?" diye bir soru yöneltti. Gözlerim yola kayarken "Hana.." diye kısık bir sesle konuştum. "İşte benim kızım."

Seo Woo mutlulukla arabayı sürerken ben pencereyi döven yağmur damlalarını izliyordum. Bu hayattan göçüp gitmeden önce onun gibi biriyle karşılaştığım için çok şanslıydım.

Nihayet hastaneye geldiğimizde içim içime sığamaz bir şekilde arabadan indim ve hastaneye ilerledim. Seo Woo da beni takip ediyordu. "Sen önden git. Benim bakmam gereken birkaç iş vardı."

Onu başımla onaylayıp asansöre ilerledim ve kata ulaşmamla odasına doğru gitmeye başladım. Heyecanla odaya girdiğimde yatağında onu görememiş, seslenmeye başlamıştım.

"Hana?" Ancak lavaboda falan da değildi. İçimi tekrardan o, tanıdık kötü his doldururken odadan çıktım.

Az ilerde bir hemşireyi görmemle yanına ulaşıp kolunu yakaladım. Afallamış bir şekilde bana döndü.

"Hana..313 odada kalan kız, nerde?"

"Şu an yoğun bakım od-"

Hemşirenin cümlesini bitirmesini beklemeden hemen asansörlere koştum fakat bekleyemeyeceğimi anlayınca vakit kaybetmeden merdivenlere yöneldim ve ikişer üçer çıkmaya başladım. Kata ulaştığımda nefes nefese kalsam da duraklamadan etrafıma bakındım.

Sandalyelerde oturan anne ve babasını görmemle içim korkuyla dolmuş, titrek adımlarla oraya gitmeye başlamıştım. Annesi beni görünce ayaklandı ve onun yanına ulaşmamla bana sıkı sıkı sarıldı. O anda nefesimin kesildiğini hissetmiştim.

Ben, bir annenin sıcaklığını uzun süredir alamıyordum ve bu şefkatli sarılma gözlerimin dolmasına yetmişti.

Ayrılıp bana dönünce kendime geldim ve ona baktım. "Hana..nasıl?"

Annesi bir şey diyemeyip ağlamaya başlarken eli ağzına gitmişti. Yutkunamadım bile. Ona bir şey olmuş olma olasılığı beni bitirirdi. Henüz buna hazır değildim. Henüz onun elini bırakmaya hazır değildim. Ben onun son anlarında yanında olamayacaksam..ne zaman olacaktım?

Hana'nın babası yanıma gelip elini omzuma koydu. "Merak etme evlat. O şu an iyi. Fenalaştığı için bizi biraz korkuttu ama durumu toparladı. Hayatım sen de ağlama artık, çocuğun yüreğine inecekti."

Sözleri o an içimi, su serpilmiş gibi ferahlatırken rahat bir nefes verdim. "Peki içeri girebiliyor muyuz?"

Kafasıyla onaylayıp elini kapıya doğru kaldırdı. "Tabi ki. Hadi gir içeri. Eminim sen gelince uyanacaktır. Uyandır onu.."

O an bir babanın, çocuğu için nasıl endişelendiğini o gözlerde görebilmiştim. Ben babamda hiç buna şahit olmamıştım. Belki bana sevgisini gösterme biçimi farklıydı ama açıkçası saklamadan olduğu gibi, sevgisini hissettirmesini isterdim. Çünkü sevgi, hissettirildiği zaman bir anlama sahip olurdu. Gizlemek mantıksız ve kalp kırıcıydı...

Başımı sallayıp yanlarından ayrıldım ve kapısına ulaştım. Önce duraksarken elimdeki kağıttan güç almaya çalıştım ve en sonunda kapının kolunu kavradım. Girmemle bir adım dahi atamamış, sırtımı kapıya yaslayarak kocaman yatakta yatan ufacık bedenini izlemeye başlamıştım. Oraya ait değilsin be güzelim. Sen buraya ait değilsin...

Cesaretimi toplayıp yatağının yanına doğru yaklaşırken kalbime bir acı saplandı. Monitörlerden gelen sesler sinirimi bozmaya yeterken onu rahatsız edeceğini bildiğim, burnuna takılan oksijeni çıkartmak istedim.

Yan tarafında duran sandalyeye çöküp kağıdı kenara bıraktım ve elimi iğnenin takılmış olduğu soğuk elinin üstüne koydum. Sıcaklığımı hissediyor musun çiçeğim?

~Hana~

"Hana.."

Hoseok'un uzaklardan gelen yumuşak sesini duyunca sersem bir şekilde gözlerimi açtım. Yatağımın baş ucuna ilişmiş, elimi tutuyordu.

Sesi ile birlikte görüş açıma giren gülüşü ruhuma ilaç gibi gelmişti. Her ne kadar yorgun ve ışığı sönmüş bir şekilde baksa da gülümseyebilmişti. Ben de ona ufak bir gülümseme sundum.

Ah Hope..belki burada olman, beni bu şekilde görmüş olman seni bu denli yordu ama yine de benim için gülümseyebiliyorsun ya, ben de senin için gülmeye devam edeceğim...

"Bu kadar çok uyumayı planlamıyordum aslında."

Kısık çıkan sözlerimle hafifçe güldü ve kafasını iki yana salladı. Bir de o anda aklına bir şey gelmiş olacak ki bir şey söylemek istercesine geri gözlerini benimle buluşturdu. Ben de merakla ne diyeceğini bekledim.

"Yarışma sonuçları açıklandı." Merakla devam etmesini beklerken gözlerimdeki ışığı görmüş olacak ki o da canlı bir şekilde konuşmasına devam etti. "Kazanmışsın."

Yüzümde anında büyük bir gülümseme oluşurken Hoseok elini bir yere uzattı ve bana bir kağıt verdi. Kağıdı elime alıp baktığımda bunun çizdiğim resim olduğunu fark ettim. Gözlerimi, onun dolmuş gözlerine çevirdiğimde konuşmam gerektiğini hissettim ve çizimi inceleyerek yavaşça konuştum.

"Bize, mutluluğu ifade ettiğini düşündüğünüz bir şeyi resmedin demişlerdi ve mutluluk dedikleri an zaten ilk aklıma sen gelmiştin. Ne çizeceğimi biliyordum."

Hem yorgunluktan dolayı hem de burnuma verilen oksijenden dolayı nefes nefese konuşmuştum. Elimi tutup iki eliyle kavradı. Ben de hafiften gülümsemiştim.

Saatlerce onu izlemiş olmam, yüzünü ezberlemeye çalışmam işime yaramıştı açıkçası. Onu, o saat içinde resmetmek belki zordu ama bir şekilde tamamlamaya çalışmıştım çünkü başka bir şey çizmek istemiyordum. Belki de onun sevgisi ve dışardan gönderdiği destekleyici enerjisi benim yardımcım olmuştu.

Dolu gözleri minnetle parıldıyor, dile dökmese bile neler demek istediğini tahmin edebiliyordum. Sen de benim mutluluğumsun...

"Ah bir de.." Bonenin içine saklanmış olan saçlarımı işaret ettim. "Artık uzun saçlarımı okşayamayacaksın?"

İlk başta ne dediğimi idrak edememiş, gözleri yüzümle saçlarım arasında gidip gelmişti. En sonunda anlamış olacak ki gözleri aralandı. "N-nasıl? Kestin mi?"

Yanaklarım acısa da güler gibi yaptım. Annem de biliyordu, bu saçlara ne kadar özene bezene baktığımı. Fakat artık ayrılmanın zamanı gelmişti. Ne zaman saçlarımı tarasam veya elim saçlarıma gitse avuç avuç elimde saçlarımın olması berbat hissettirmeye başlamıştı. Ben de, benim oraya bakan hemşireye kestirmiştim. Her makas değdiğinde içimden de sanki bir şeyler kopuyordu.

Elim boneye gidip boneyi çektim ve kısa saçlarımın dağılmasına izin verdim. Hoseok'un saçı bile benimkinden uzundu. Kulaklarımın hemen üstünde ve alt taraflar da ensemin hemen dibinde bitiyordu. Saçlarım ele az geliyordu ve açıkçası bir süre alışamayacak gibiyim bu duruma.

"İşte yeni modelim."

Elini havaya kaldırıp saçlarımla buluşturdu. Eli..titriyordu. Gözlerimin içine bakıp yürek parçalayan bir sesle konuştu. "O uzun saçlarını daha çok okşamak isterdim." Burnumun içi sızlarken gözlerimin dolmaması için zor tuttum kendimi. Elini çekip gülümseyerek bana baktı. "Yine de saçlarını okşamaya devam edebilirim ve bu saçlar da sana çok yakışmış. Tam sana göre, havalı, asabi..." Sözlerine karşılık ufak bir kahkaha atarken o da kocaman sırıttı.

Her durumda beni güldürmeyi ve iyi hissettirmeyi başarıyordu.

Ben boneyi geri takarken o da resmi aldı eline ve ayaklandı. "Sen dinlen bakalım. Yarın yine görüşürüz. Bu resim de bende kalıyor ha." Kağıdı kaldırıp salladığında güldüm ve "Tamam, tamam. Sende kalsın." dedim. O da göz kırpıp "Görüşürüz çiçeğim." dedi ve yanağıma bir öpücük yerleştirdikten sonra odadan çıktı.

Bir süre o kapıya baktıktan sonra yan döndüm ve uzanmaya devam ettim öylece. Zaten çok geçmeden ailem odaya damlamış, onlarla biraz vakit geçirmiştim. Onlar da gittikten sonra artık dinlenmem gerektiğine karar vermiştim.

Ertesi gün ikindi vakitlerinde artık odama geçme zamanı gelmişti. Hoseok bu saate kadar hiç uğramamıştı yanıma. Odaya alındıktan sonra onun yanına gitmeyi aklıma not ettim. Seo Woo, tekerlekli sandalyeyle beni odaya getirdikten sonra sandalyeden kalkıp yatağa oturdum. Ancak o anda tavanda dikkatimi çeken şeyle başımı kaldırıp baktım. Şaşkınlık tüm vücuduma yayılırken tavana yapıştırılmış olan yıldızları ve ayı işaret ederek Seo Woo'ya döndüm. "Bu da ne?"

Seo Woo gülümseyerek tavana bakmasının ardından yanıtlamıştı.

"Hoseok dün gece sabaha kadar bunlarla uğraştı. Birlikte yıldızları seyredebilmek için illa dışarı çıkmanın gerekmediğini söyledi. Yıldızları senin için buraya getirdi."

Tekrardan bakışlarımı yıldızlara çevirdim ve "İnanamıyorum.." diye mırıldandım. "Odasında mı?" Seo Woo sorumu başıyla onaylayınca gülümseyerek yerimden kalktım. "O zaman onu bi ziyaret edeyim."

"Harika fikir."

Seo Woo'ya öpücük attıktan sonra sevinçle Hope'un odasının yolunu tuttum. Gelince kapısını hafifçe tıklattım ve yavaşça açıp göz gezdirdim.

Arkası bana dönüktü ve saçlarını kuruluyordu. Sanırım duş almıştı. Odaya girip kapıyı kapattım. O da vücudunu bana döndürmüş, "Hoş geldin çiçeğim." diyerekten karşılamıştı beni.

"Hoş bul-" Sözlerimi yarıda kesen, havluyu çekmesiyle ortaya çıkan saçlarıydı veya yeni saçları desem daha doğru bir tabir olurdu. Yatağın yanına yaklaşıp saçlarını inceledim. O da yatağın öbür tarafında, ayakta dikiliyordu.

"Ne yaptın sen?!"

"Ne? Senin tarzını daha çok beğendim, o yüzden ben de kestirdim."

Gözyaşlarım gözlerimi yakarken başımı eğip ellerimi önümde birleştirdim. O sırada bir damla gözyaşı yatağın örtüsüne düşmüştü. "Sana inanamıyorum. Neden..?"

Konuşamazken Hope havluyu yatağın üstüne koyup yanıma adımladı ve omzularımdan tutarak beni kendine çevirdi. Gözlerine bakamıyordum... Nasıl bakabilirdim ki? Benim yüzümden o da saçlarını kesmişti.

Boğazımda koca bir yumru oluşurken gözlerimi yumdum. Elini çenemde hissetsem de gözlerimi açmamıştım. "Hadi ama Hana... Dedim ya ben de bu saç stilini sevdim diye. Hem böyle ne kadar da uyumlu ve tatlı bir çift olduk."

Gözlerimi zorlukla açıp gözyaşları içinde ona baktım. "Ah..Hope.." Konuşamıyordum..zaten buna ne diyebilirdim ki? Sadece gözyaşı dökebiliyordum. Onun asıl amacını biliyor, içimde doğan bu his nefesimi kesiyordu.

Güneşli havalarda çıkıp anın keyfini çıkartmak yerine benimle yağmurlu, kötü havalarda dışarı çıkıyordu. Kar, kış, sonbahar, yağmur, gece..demeden ben neredeysem o da benimleydi. Birçok şeyden feragat etmişti. Bu kısıtlı zamanlarında dışarı çıkmak istese gündüzleri anın tadını çıkarabilirdi. Yıldızları bizzat dışarda izleyebilirdi. Ben dışarı çıkamayacağım diye benimle kalmak zorunda değildi. Saçlarını benim gibi kesmek zorunda değildi.. Anlatabiliyor muyum?

Beni yatağa oturtup o da yanıma kuruldu ve saçlarımı okşadı. Onun bana hissettirdiği rahatlatıcı duygular kelimelerin ağzımdan istemsizce dökülmesine neden olmuştu. "Bunları yapmak zorunda değildin. Sırf benim için saçlarını kesmek, sırf benim için geceleri dışarı çıkmak zorunda değildin. Yaptığın yıldızları gördüm..."

Gözlerimi kaldırıp onunkilerle buluşturdum ve öyle devam ettim. "Gerçek yıldızları görmek için dışarı çıkabilirsin ama sen birlikte izleyebilmek için yanımda, bu ufak odada kalıyorsun."

Sözlerim bitince yüzüne ufak bir gülümseme yerleştirdi ve sevgiyle bana bakarak bu sefer o konuşmaya başladı.

"Burdaki ana konunun ne olduğunu bilmiyor musun? Dışarı çıkabilirim, güneşi izleyebilirim, eğlenebilirim fakat bunları sensiz yaparsam hiçbirinin bir anlamı da kalmaz."

Gözlerimi kırpmadan onun sözleri etkisinde kalırken o devam etti. "Yıldızları seninle izlemek istiyorum, seninle eğlenmek istiyorum. Kısacası ben yıldızları izlemek değil de 'seninle' vakit geçirmek istiyorum. Onlar sadece vakit geçirebileceğimiz ortak şeyler. Öylece sana sarılıp uzana da bilirim. Emin ol bu beni daha mutlu eder. Dışarı çıkıp gezmek zorunda değilim Hana."

"Of Hope. Salaksın."

Gözyaşları içinde gülümserken o başını salladı. "Ne dersen de. Senin yanında olayım yeter, seninle vakitlerimi geçireyim, başka bir şey istemiyorum zaten."

"Ancak fazla zamanımız kalmadı di mi Hope?"

Sorum o kadar ani oldu ki, onu hazırlıksız yakaladım ve bu endişeyi paylaştığımızı anladım. İnsanlar zamanının dolduğunu nasıl anlıyor diye şaşırırdım hep. Fakat zamanı geldiğinde içinde doğan his..senin burdan gideceğini haber veriyordu. Artık çok fazla bir şey yapasın gelmiyor..sadece değer verdiklerinle durmak, gideceğin zamanın huzurlu geçmesini diler hale geliyordun.

"Bilemiyorum Hana..belki ama ben hazırım. Çünkü yaşamanın ne olduğunu anladım ve yaşadığımı düşünüyorum. Yaşamak; hayatını sevdiklerinle geçirmek, her duyguyu tatmak demek bence ve sen de hayatıma dahil olduktan sonra artık bekleyeceğim çok bir şey kalmadı."

Gülümsemeye çalışsam da becerememiştim. İyi, hoş, güzel de..o sevdikleriyle daha çok vakit geçirmek istiyordu insan illaki.

Hoseok, bir yağmur bulutu gibi hayatıma girmişti. İçime su serperek kasvetli havayı dağıtmış, toprak kokusunu içime çekercesine huzur vermişti. Şimdi zamanın bittiğini anlamak ve bu güzel şeylerin son bulacağını bilmek sinir bozucuydu.

"Biliyorum kafandan nelerin geçtiğini."

Düşüncelerimden kurtulup sorar bir şekilde ona baktım. Hoseok önce beni kolları arasına aldı ve başımı göğsüne yaslayarak saçlarımla oynamaya başladı.

Sözleri de bütün o olumsuz duyguları kovalamış, her zaman yaptığı gibi rahatlatarak, içimi huzurla doldurmuştu.

"Keşke daha çok vakit geçirseydik diyorsun...ama hiç görüşemeyebilirdik de. Bunları düşünmek yerine, son nefesimize kadar yan yana duralım. Ben hep elinden tutacağım ve seni öldükten sonra da sevecek, ruhumun hep senin yanında olması için çabalayacağım. Yokluğumu hissetmeyeceksin."

Evet güzellerim...artık sona ulaştık :') Bundan sonraki bölüm, Allah nasip ederse final bölümü olacak

Ve çok uzun sürmeden o bölümü de sizinle buluşturacağım :'' finalde görüşmek dileğiyle, mavilendiniz 💙

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top