8

Ender için hayat hiç değişmez bir düzende ilerliyor, fakat biz onun penceresine her gittiğimizde farklı yollarla karşılaşıyoruz. Balıkçının karısı bugün biraz daha mutlu mesela, fırıncı ise huzursuz; çiçeklerin büyük çoğunluğu soldu, kiminden eser kalmadı ve bazılarından geriye sadece dikkat çekmeyen otları duruyor. Sokaktan geçen kediler bile aynı değil.

Hatta Korkuluk da değişti! Saçlarını kestirmiş, herkes adına mükemmel bir iyilikte bulunmuşçasına gururla etrafa göstererek yürüyordu şimdi. "Günaydın fırıncı, bak saçımı kestirdim! Sana da günaydın üst kattaki huysuz-muysuz-koskoca kocakarı, saçlarım nasıl olmuş?"

"Bok gibi olmuş!" derdi o gerçi, biraz fazla çekilmez biriydi ama Korkuluk buna da güler geçerdi. Saçlarını kesmiş ama en yakın dostuna göstermemiş olması söz konusu bile değildi tabii, merak etmeyin. Çoktan bahçenin yolunu tuttu bile.

İhtiyar, günün ilk ışıkları ile uyandığında yaptığı ilk şey ucundan da olsa bahçeyi gösteren penceresinden bakmak olurdu. Sanki anlaşmışlar gibi Ender her sabah, tam da İhtiyar'ın uyandığı vakitlerde bahçenin o kısmıyla ilgilenirdi çünkü. Aralarında konuşulmamış bir günaydınlaşma alışkanlığıydı.

Fakat o sabah İhtiyar, Ender'i göremedi. Bu kısacık anda endişelenmedi dese, o yalan söylemiş olur ama biz söylemesek daha iyi. Kalp ritminde anlık bir tekleme olduğunu bile söyleyebiliriz. Her kış bunu yaşıyordu da hala alışamamıştı zavallıcık.

Penceresine daha da yaklaştı, belki açısı yanlıştır diye düşünerekten başını dışarı çıkarıp, ki hava buz gibiydi, Ender'i aradı ama genç adamı hiçbir yerde göremediği gibi bahçeye o gün dokunulmuş gibi de durmuyordu.

Kaşlarını çatmış, üşüdüğünü unutmuş halde kalp atışlarının hiç zaman kaybetmeden hızlandığı süreçte "İhtiyar!" diye seslenen ses ile anlık bir umutla bakışlarını bahçeden uzağa çevirmişti ki Ender'in asla böyle bağırmayacağını anımsadı. Üstelik ses tonunda... Neşe vardı.

"Sana da günaydın Korkuluk," dedi yüzündeki hayal kırıklığını yansıtıp yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermek istemeyerek gülümsemeye çalışan İhtiyar. "Saçların yakışmış, vakti gelmişti."

Korkuluk'un kendisi gibi tüm kasaba halkı da onun senenin bu vakitlerinde saçını hep aynı şekilde kestirdiğini unutmuştu elbet. Hem Rumalılar'ın bunu hatırlamaktan daha önemli işleri yok muydu? İhtiyar'ın da vardı elbet ama Korkuluk'un sürekli bahçede takılmaya çalışmasından da anlaşılacağı üzere İhtiyar ona ve kendisinin bile unuttuğu alışkanlıklarına fazlasıyla maruz kalıyordu. Hem, İhtiyar değer veren bir insandı, haliyle hatırlaması şaşırtıcı da sayılmaz.

Korkuluk elini yeni saçlarına atarak mahcupça gülümsedi. "Teşekkürler," dedi ama hemen sonra duraksadı. "Bir sorun var sanki," diye kendi kendine konuştu, sabahın sakinliğinden sebep yaşlı adam onu yine de duydu.

Gerçekten de bir tuhaflık vardı. İhtiyar da bunu merak ediyordu ya.

"Ender-mender biraderim yok mu?" dedi Korkuluk, sanki bu cümlede büyük bir mantık hatası varmış gibi. Bir yandan etrafa bakınıyor, çatık kaşları ardında olayı kavramaya çalışıyordu. İhtiyar omuz silkmekle yetindi.

Çok değil, kasabadan biraz uzakta, yine de bambaşka bir mekâna göç etmiş gibi hissettiren bir sessizlikle kaplı ormanda, mezarlığa yabancı ama bizim için Hayalçıvan Ender, dizleri üstüne çömmüş, yabani otları koparıyordu.

Kasabadaki insanlar için burası unutularak varlıktan silinmiş bir açıklıktı. Sevdikleri buraya gömülmüş son Rumalı da göçüp gittiğinde mezarlığı tamamen hafızalarından koparıp atmış, sanki kendileri unutursa gerçekliği de kaybolurmuş gibi davranıyorlardı.

Oysa Ender her kış mezarlığı temizlemeyi kendisine görev edinmişti. Küçükken keşfetmişti orayı; okula gitmediğinden zamanı ona aitti. Evde gördüğü eğitim bittiğinde ve bahçe hakkında günün bilgisine ulaştığında İhtiyar ve karısını orada bırakarak keşfe çıkardı. Kasabada ilgisin çeken hiçbir şey yoktu, o da bitkilerin evini tanımaya karar vermiş ve ormana girmişti.

Çok değil, yönünü değiştirmeden düz yürüdüğünde karşısında mezarlığı bulmuştu. İlkte sadece birkaç kırık taştan ibarettiler; isimler solup gitmiş, taşlar çatlaklarla dolmuştu. Tek bir çiçek bile yoktu ama her yer otlara aitti.

O da hepsini temizledi. Minik Ender, tüm otları tek tek koparmış, bazı dikenlerle yaralanmıştı. Ama bir hafta içinde tüm mezarlık temizlenmiş, bahçeden aldığı tohumları etrafa ekmiş hatta her mezar taşının arkasına özellikle tohumlar yerleştirmişti. Yalnız olmamaları için demişti içinden. Artık hepinizin birer arkadaşı var.

Kendi bahçesi ona arkadaş olmuştu, şimdi o da başkalarına arkadaşlar hediye ediyordu.

Başta ziyaretleri her gündü. Ardından günaşırı ve haftalık olarak azaldı. En son İhtiyar'ın eşi vefat ettiğinde kendini bahçeye adadı ve sadece kışın belli birkaç gününden ibaret kaldı. Fakat asla unutmadı.

"Günaydın Ateş Dikeni Çalısı," dedi çalının minik gövdesine. Bu kadar uzayacağını, gövdesinin böyle açık olacağını tahmin etmemişti. "Hala çok güzel görünüyorsun. Oldukça güçlü çıktın ha, ne dersin?"

Tüm otları mezarlardan çekti, ağaçlarını, çalılarını suladı ve çiçeklerin topraklarını kontrol etti. Mezar taşlarına dokundu, hiçbirini okuyamıyordu ama her birini hatırlıyordu ve hepsine birer hikâye vermişti bile.

Porsuk ağacının altındaki kırıktı, ortadan ikiye yarılmış ve birbirinden uzak yönlere eğilmişti. Ona dokunduğunda deli birisini düşlüyordu; hayattan kopmuş, asla ait olamamış bir kadını. Eğer doğru değilse sessizce fısıldayarak özür dilemişti ruhundan ama cevabı asla öğrenemeyeceğini düşünerek hikâyesinin arkasında da durmuştu.

Biz de, şimdiye değin gördüklerimizden bu hikâyede bir doğruluk payı bulunduğunu söyleyebiliriz.

Biraz daha dışarıda, açıklığın geniş olduğu kısımda diğer taşlardan aykırı tek bir mezar vardı. Onun arkasına bilmeyerek ektiği tohum aylarca hiçbir emare göstermemesi üzerine yazın ortalarında yüzeye çıkmış ve birkaç sene içinde de kendisini belli etmişti.

Ölülerin unutulduğu mezarlığa Banyan ekmişti: Hayat ağacı. Ve sahibini de koruyucu bir adam olarak hayal ediyordu. Hatta biraz İhtiyar'ından esinlendiğini söylese yeridir.

Hepimiz Mezbek'i tanıyoruz, öyle değil mi?

Fakat favorisi mezar taşının yanında yükselen dikite sahip olandı. Ateş dikeni çalısını ektiği mezarlık. Dikitin üstüne kazınmış kırık bir gül vardı, o kadar. Mezarın üstündeki isim yiteli çok olmuştu ama gül hala oradaydı.

Bu yüzden Ender, öleceğini bildiği halde köksüz gülleri mezara bırakmayı alışkanlık haline getirmişti. Ne anlama geldiğini bilmediği kırık gül ona hüzünlü geliyor, sağlam bir gül ile bu hüznü kovduğunu hayal etmeyi seviyordu.

Melankolik bir genç kız vardı o mezarda, böyle düşünüyordu.

Dikite sırtını yasladı, yanında getirdiği kitabını açarak sesli okumaya başladı çünkü mezarlıktaki ruhların onu dinlediğine inanıyordu.

Haklıydı da. Yanında oturduğu mezar taşının altında, toprakta gözleri açık, can kulağıyla yabancının ziyareti vaktinde ona anlatılan hikâyeyi dinliyordu. Sonunu asla öğrenemeyeceği, çünkü Ender birkaç gün sonra gelmeyi kestiğinden kitabı kendi içinde bitiriyordu, yine de ne olursa olsun birisinin onun varlığından haberdarmış gibi okuduğu kitapları dinlemeyi seviyordu.

Sevildiğini hissediyordu ve bu ölü olduğu süre boyunca hasret kaldığı belki de tek şeydi.

Ölü ama herkesten daha canlı genç kız ve hayatta olduğu halde cansızdan farkı olmayan genç erkek farkında olmadan birbirlerine eşlik ederken ötede, ağaçların sıklaştığı ormanın iç bölgesinde bir yerlerde görmeyen gözler onları izliyordu; kokularını öğreniyor, varlıklarının kapladığı yeri ezberliyordu ve işi bittiğinde bunu arkadaşlarıyla paylaşmak üzere onları terk etti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top