5
En son ne zaman bu kadar heyecanlanmıştım? Annemin benim için ilk karşılıksız hediyesinde mi? Babamın getirdiği ilk çikolatada mı? Dadımın bana ilk kez gülümseyişinde belki?
Okula başladığımda benim gibi bir sürü ama bir sürü çocukla bir arada olduğumda mıydı yoksa durduk yere eve dönüş yolunda beni göle ittiren arkadaşlarımın kahkahaları arasında elbisemin gölün pis çamurlu suyuna bulanmasından annemin kızacağına üzülmemin saniyeler sürmesi ve gördüğüm bir kurbağanın peşinden daha da derine atlamam mı? İlk kez kurbağa görmüştüm.
Hatırlamıyorum. Anılar varlar, yaşanmış olduklarını biliyorum ama hatırlayamıyorum. Bir kitapta gördüğüm resimler gibiler, bana ait değil gibi.
Fakat bahçe bana aitti. Çiçeklerle dolu küçük orman. O koku ne ölü olduğum sürede ne de yaşarken aldığım hiçbir kokuya benzemiyordu. Hoş, önceki hayatımda denk gelmiş olmam büyük olası ama hatırlamam da imkânsız olunca, her şey ilk deneyimim sayılabilir sanırım?
Evimin içinde kıpır kıpır olma sebebim bu. Tekrar dışarı çıkmak istiyorum, gurup vakti hemen gelsin, tan asla yükselmesin ve ben o bahçede, yıldızların altında aydınlanan o yapraklı dostlarımın yaydığı mis kokular arasında uzanayım. Belki de mezarımı oraya taşımalarını rica etmeliyim? Onların altında yatmak, köklerinin bedenime temas etmesini ve her gece üstümden yayılan kokuları almak uyumayı tercih etmem için güzel bir sebep olurdu.
Gözlerimi kırpmadan, saçlarımın uçlarını paramparça ederek geçirdiğim gün beş asrın en uzun günüydü. Fakat her güneşin battığı vakit vardır. Gurup vaktinde beklediğim tüm dakikalar yok olup gitmişti bile.
Vakit kaybetmeden evimden çıktım, gün ışıklarının yeni kaybolduğu vakitte herkes benim kadar aceleci değildi. Genelde kapaklarını usulca açmayı, biraz tavansız vakit geçirmeyi ve ardından ayaklanarak gerinmeyi, etraflarına bakmayı ki bunu genelde kim çıkmış kim kalmış diye kontrol etmek için yaparlardı, ardından oldukça yavaş hareketlerle evlerini terk etmeyi tercih ederlerdi. Dünyanın bütün vakitleri onlarındı ne de olsa.
Monotonlukları beni sıkıntıdan öldürüyordu. Hah! Öldürmek! Anladınız mı ikilemi?
Bonto'ya hızlı bir selam verip, meyvelerinden birkaç tane koparıp hızlı adımlarla ormana yönelmiştim ki "Dur bakalım," dedi kemiklerine-köpekler-işesin Mezbek. Bunu ona söylemeyin sakın.
Topuklarım üstünde döndüm fakat bedenim her an ilerlemeye hazırdı. "Günaydın Mez. Nasılsın? Mezar bitkin nasıl? Bonto meyve vermeye başladı bile. Umarım seninki de iyidir. Geçen mevsim birkaç çocuğun dallarını kırdığını duymuştum. Hiçbir şeyi yok mu? Ah, sevindim. Tamam o halde, tan vaktinde görüşürüz. Hoşça kal."
"Neredeyse ışığa yakalanıyordun." İşte o ton. Yargılayan fakat endişe kırıntıları içeren. Bunu nasıl yapıyor anlamıyorum. Aynı anda hem bu kadar itici ve ilgili olabiliyordu? Ona karşı gelmemizi imkânsız kılan bir özellikti bu; biraz babacan mı denir, annelik içgüdüleri mi denir (Bunu erkekler için söyleyebiliyor muyduk? Emin değilim. Benim zamanımda kesinlikle hakaret sayılırdı, orası kesin.). "Bak," dedi benim dudaklarımı dişlemeye başladığımı fark edince. "Sadece endişeleniyorum, tamam mı? Buradaki yerleşkelerden ilki senin. Bizden önce öğrendin, hem de deneyimleyerek. O yüzden daha dikkatli olman gerektiğini en çok sen biliyorsun. Tana bu kadar yaklaşmamalısın. Halihazırda bir kayıp var zaten, senin de yokluğun- en azından bu şekilde- hiç hoş olmaz. Anlıyor musun?"
"Bir dakika, Porsuk hala geri dönmedi mi?" Omzunun üstünden bakmaya çalıştım; Porsuk ağacı birkaç metre ötedeydi ve altındaki toprağın açık olduğu seçiliyordu. "Şimdiye dek en azından bir haber alırız diye düşünmüştüm oysa," diye mırıldandım kendime.
"Ne yazık ki yok. Diğerleri gecelerini onu aramak için verdi fakat bir sonuca ulaşamadık. Bu gece için başka bir grubu gönderiyoruz. Kasabaya inenlerden de konuşmalara kulak kabartmalarını istiyoruz. Malum, bizden birinin tandan sonra ortalıkta kalması gözden kaçabilecek bir durum değil."
"Öyle gerçekten de... Pekâlâ, ben de öğrenmeye çalışıyorum. Oldukça ilginç bir mesele."
"Hiç de ilginç değil, macera aramaya kalkma sakın."
"Görüşürüz."
"Tana yaklaşmadan gel!"
"Hoşça kal Mez!"
"Geç kalırsan Bonto'yu budarım bak!"
"Hey, çok kabasın."
Mezbek öldüğünde hepimizden daha yaşlıydı. Yine de mezarlık sakinleri arasında en gençler arasında sayılıyordu. Ölü olmak biraz kafa karıştırıcı. Geç kalmak aramızda dile getirmekten kaçındığımız bir eylemken Mez itinayla herkesi tek tek uyarır, hatırlamak istemedikleri gerçeklerin unutulmasını engellerdi. Varlığım bu görevi gerçekleştirmek için yeterliydi oysa. Beni gördüklerinde gözlerim hariç her yere bakarlardı.
Sorun değil. Yanlarında durmadığımdan onlar, kısacık ölü gecelerini rahatça geçirebiliyor, ben de gözlerime baktıklarında kendi korkunç geleceklerini görmemek için yokmuşum gibi davranmalarına maruz kalmıyordum.
Beş asırdır ölüyüm ama kendimi ilk kez, hayat dolu gözlerimden kaçan bakışlar asla varlığımla temas etmediğinde bir hayalet gibi hissetmiştim. Öldüğümüzde kırıcılığımızı da beraberimizde getirmemiz ne üzücü.
"Merhaba Alaca!" Bu yüzden, mezarlığa benim dışımda birileri gelmeye başladığında dahi çiçeklerimle konuşmayı sürdürdüm. Dilsiz canlılar insanlardan daha kibarlar. "Kuşlar bu aralar pek uğramıyorlar değil mi? Merak etme, onları ben de özlüyorum ama kendilerini soğuktan korumaları gerek. Yakında geri dönerler."
O an aklımdan geçen insanların azalmasını beklemeden bahçeye koşmaktı fakat son anda şapkamın yanımda olmadığını fark ettim. Çiçeklerin yanına daha erken gitmek, daha fazla vakit geçirmek istiyordum ama bu pek mümkün değildi artık. Kısa süreliğine yüzüme yayılan üzüntümü derin bir soluk ile atarak sırtımı Alaca'ya, yüzümü de ormana verip oturdum ve bedenimi kasabadaki hayatlardan gizledim.
Tüm vakitler benim de olsa beklemek her zaman değerli anların elimden kaçıp gittiğini hissettiriyordu. Belki de sebebi yaşayanların arasındaki zamanımın oldukça kısa sürmesiydi, kim bilir?
Dizlerimi kendime çekmiş, bir kolumu bacaklarıma dolamış, ötekiyle yerdeki ölü otları koparıyor ve Alaca'nın sırtımdaki batışını hayal ediyordum. Dokunuşun tanımı anılarımdan da silinmeye başlamışken son parçalarını bitkilerimde canlı tutmak, kendimden parçaları onlara vermekmiş gibi hissettiriyordu. Sonra, "Görebiliyorum," dedi bir ses ve ansızın başımı kaldırdım.
Eğer hala atan bir kalbim olsaydı göğsümden çıkmaya çabalayacağına ve eğer hala havaya ihtiyacım olan ciğerlerim olsaydı soluksuzluktan tıkanacağıma emindim.
"Kim var orada?" demeyi riske attım. Anında pişman olup hissetmediğim dilimi ısırdım (alışkanlıklar!) ama nafile. Kırılan dal sesleri, hışırdayan kuru yapraklar; ezilen topraklar... Ayağa kalktım, sırtım hala Alaca'ya dayalı. Arkamdaki kasabanın varlığını tamamen unutmuş haldeyim.
"Bizden bunu sakladın," dedi ses bu sefer daha yakından fakat fısıltı gibi konuşuyordu. "Bizi bu güzellikten mahrum bıraktın. Görebiliyorum. Her şeyi. Her şeyi. Her şeyi. Görebiliyorum." İşte orada.
"Porsuk?" Anında hissettiğim rahatlama gergin bedenimi gevşetirken gülümsemem geri döndü ve ihtiyar Porsuk'a (ismini hatırlamıyordu, bu yüzden ona herkes mezar bitkisinin adıyla seslenmeyi alışkanlık haline getirmişti) doğru atıldım.
Birkaç adımdan öteye gidemedim. Karışık saçlarının altında kalan gözleri, esen rüzgârla açığa çıktığı an- Ne? Kanım buz mu kesmişti? Kalbim mi teklemişti? Soluğum boğazımda mı kalmıştı? Ne olmuştu? Bilmiyorum. Sadece iyi bir his olmadığını söyleyebilirim, o kadar.
"Sen ne yaptın öyle?" diyebildim, sesim çıkmadı bile.
"Gözlerimi açtım," dedi. "Senin tadıp bizden çaldığını yaptım. Güneşi selamladım." Sonra arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığında adımlarım onu takip ediyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top