33

Mezbek bir kez kaçmıştı, şimdi elinden o hak alınmış ve seçeneksiz kalmışçasına kendisini yapılacak tek bir hareket olduğuna inandırmaya çalışarak mezarlığı arşınlıyordu. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Herkes onu izliyordu, o düşünüyordu. Kızıl’ı düşünüyordu, endişeleniyor ve sadece düşünüyordu.

Eylemsizlik düşüncelerinde zehre dönüşüyordu.

Aklındakileri okuyamıyorlardı belki ama bedeninden taşan kelimelerin canlılığını hissedebiliyorlardı. Bir fikri vardı, bunu görüyorlardı.

Gitmemiz lazım kelimeleri taşıyordu mesela zihninden. Hareket etmemiz gerek fısıltıları her adım attığında ardında kalıyordu. Birbirlerinin üstüne binen kelimecikler şeklinde birikiyor ve birikiyor, yankılanıyor ve sesleri yükseliyordu. Mezbek konuşmuyordu belki ama mezarlık onu duyuyordu.

“Böylece duramayız,” dedi en sonunda. “Gerçek ne olursa olsun, bize saldırdılar, korkuttular ve canımızı yaktılar. İstemeyenleri zorla güneşe tuttular. Kendi doğrularını bizlere dayatırken korku yarattılar. Bu yanlış.

Şimdi de yaşayanlara saldırıyorlar ve bunu bilerek burada kalmaya devam edemem. Hepimiz bir zamanlar onların yerindeydik, tamamen hatırlamasak dahi bu hissi derinlerde bir yerlerde hissettiğinizi biliyorum, tıpkı benim gibi. Sizlerden hiçbir şey istemiyorum, sadece söylüyorum.

Elimden ne gelir, inanın bir fikrim yok. Yine de, belki de… Bir şey yapmak için bir fırsat doğar ve bunu değerlendirebilirim diye umuyorum, o kadar.”

Çok değil, ama az da değil, birileri mezarlıklarına geri girerken birileri Mezbek’in yanına ilerledi.

Çok değil, ama az da değil, birileri saçmalık diye söylenirken, duyulmasını istemiyormuşçasına kısıkça ama bir o kadar da duyulsun istercesine onlara doğru; birileri haklı diyerek bu saklanmalı hayattan bıktıklarını belirtti.

Gerçekten de, bir fikri yoktu ihtiyarın. Sadece çığlıklar hala kulaklarında canlanıyordu. Ölüyordu ve canlanıyordu.
Susuyor ve tekrar başlıyordu.

Ormanın içinden ilerlediler. Uzun zaman önce unutulmuş, çürümüş, paslanmış, dokundursak un ufak olacak kazma kürekleri topladılar ve sessizce, zaten ne ölü bedenleri ne kadar ses yapabilirdi, ilerlediler.

Ne işe yarayacaktı ki ellerindekiler? Ölülerin bedenlerinden ne akıtabilirlerdi ki? Acı hissetmeyen hareketlerini ne engelleyebilirdi?

Hiçbirini dile getirmedi Mezbek. Sonuç vermeyeceğini düşünüyordu, yine de eylemsizliğe tercih ediyordu anlamsız sonuçları.

Onlar yoldayken, yeni cesetlerini gömmüş Porsuk’un müritleri taştan anıtın içinde, kuruyup gitmiş, üstüne basılan bir yaprak olmuş ve sadece bir adım eksik kalmış liderlerinin yanına çömelmiş, görmeden onunla konuşuyorlardı.

“Sizi oradan çıkaracağız,” dedi bir tanesi.

“Önce durumu söyleyin,” dedi kuru, kupkuru, tozla kaplı bir tünelden ilerleyerek sese dönüşen birkaç hırıltı.

Ona anlattılar. Yenileri ve kasabaya gönderilen ölüleri anlattılar. Kont’un orada olmadığını anlattılar. Nerede olduğunu bilmediklerini ama artık bomboş bir mezarlık olduğunu söylediler. Planının harekete geçtiğini ve yakında kendisine ihtiyaçları olduğunu belirttiler ve Porsuk, artık çıkarılmaya hazır olduğunu dile getirdiğinde mermer kapağı yere indirdiler.

İçeridekini gördüklerinde tepkiler sırayla şaşkınlık, korku, tiksinti, korku ve tiksintiydi. Kökten kesilmiş birisini ilk kez görüyorlardı, bu yüzden şaşırdılar. Başlarına bunun gelebileceği ihtimali ile Kont’a itaatsizlik ettiklerinden sebep geri çekildiler. Bu, uyandıkları günden beri Kont’un emri altında olmalarından kaynaklı bir ilk tepkiydi. Ne kadar çirkin göründüğünü fark ettiler, kendi bedenlerinin tazeliğine (!) şükrettiler. Kont’un gerçekten nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini bilmediklerini düşündüler ve kapıdan girdiğini hayal ederek ürperdiler.

Fakat orada kimsenin olmadığını gördüklerinde tekrar çirkin yaratığa bakarak iğrendiler ve onu tutup, dikkatlice, toz olup yok olup gitmemesine özen göstererek dışarı çıkardılar ve toprağın altına gömdüler.
Kendine geldiğinde dışarı çıkan Porsuk artık kasabaya inmeye hazırdı.

Tüm bunlar olurken, pek tabii, Kızıl tarafından terk edilen Kont bir süre ormanda yılların ardından yapabildiği bu konuşma karşısında ne hissetmesi gerektiğinden emin olmadan oturuyordu. Hislerini uzun süre önce, henüz hayattayken kaybetmiş, köreltmiş ve bunun farkına çok geç varmış biri olarak hem üzgün hem de durgundu.

Kabullendi.

Mezarlığına döndüğünde topraktan yükselen Porsuk’u gördü. Çevresini saran ölüleri gördü ve orada kendisi için bir yer olmadığını fark ederek ormanın içinde kaldı. Kendi eylemlerinin eylemsiz meyvelerini yiyordu.

Artık bir evi yoktu. Hoş, onun uzun zamandır bir evi yoktu ya, kendisinden kaçıp gitmişti ne de olsa.

“Şimdi ne yapacağız?” dediğini duydu tanımadığı birinin, ölü birinin. Mezbek ve birkaç kişi ormanda durmuş Porsuk’un sergilediği gösteriyi izliyorlardı.

Kont sessizce geri çekildi, ne çok uzaklaştı ne de fazla yakınlaştı. Duyup görebileceği bir mesafede kaldı.

“Konuşacağız.” Mezbek bile kendisinden emin değildi. “Elimizdekilerin bir işe yaracağını sanmıyorum, yine de…” Bir lider olmadığının farkındaydı. Onları teşvik edecek hiçbir kelimesi yoktu elinde. “Eğer geri dönmek isterseniz, anlarım.”

“Geri dönecek ve ne yapacağız? En azından bu şekilde anlamsız uyu ve uyanımız dışında bir halta yaramış oluyoruz. Gidelim Mezbek, seninle gelmeyi seçtik.”

Mezbek karşısındaki manzaraya son bir kez baktı. Porsuk’un önünde diz çökmüş, eğilip kalkan onlarca cesedi izledi. Tanıdığı, sohbet ettiği neşeli kadının nasıl karşısındaki ile aynı olabileceğini merak etti ve sonra ilerledi.

“Porsuk!” Tek bir tonlama ilerledi, eğilip kalkan bedenlerin arasından geçti, kulaklarını doldurdu ve zihinlerine doluştu; Porsuk’un çürük bedenine dolandı ve dikkatini çektiğinde yok olup gitti.

Kadın ilk başta başını yana yatırarak sanki göremiyormuş gibi bekledi, bekledi, görüntünün gözlerine ulaşmasını beklercesine bekledi. Sonra gülümsedi. Memnun bir gülümseme, şaşırmış değil, hayır, zahmetten kurtulmuş, avı ayaklarıyla kendisine gelmiş bir gülümseme. Bir taşla birkaç düzine kuş vurmuş gibi bir gülümseme.

“Mezbek, hoş geldin.” Kollarını iki yana açarak savsak adımlar attı. Düşeceğinden endişelenen birkaç kişi ona doğru atılsa da yanlarından geçip ilerlemeye devam etti. “Gelin,” dedi. “Hepiniz için yerimiz var.”

“Senin toprağına girmek için burada değiliz. Aksine, toprağındakileri çıkarmaya geldik bile denebilir,” diye söze girdi ihtiyar adam fakat nasıl ilerleyeceğinden emin değildi. Porsuk kollarını indirmiş, merakla onu izliyordu.

Yanaklarının daha çökük olduğunu fark etmeden edemediler. Parmakları fazla mı kuruydu? Sanki etrafındaki deri tamamen yok olmuş gibiydi. Üzerindeki kukuletalı pardösüsünün açık yakasından kemiklerini görebiliyorlardı. Adeta bir iskelete dönüşmüştü.

“Bizden birilerini aldın ve büyük ihtimalle bunu bir daha yapacaksın. Bunun olmaması adına seninle konuşmaya—Hayır, seni uyarmaya geldik.” Uyarmak mı? dedi kendi kendine. Hadi ama ihtiyar, fazla iddialısın.

Porsuk da iç sesiyle aynı fikirdeymişçesine gülümserken kendisini çok küçük hissetti Mezbek. Oyuncağını geri almak için kendinden büyük birisine bağıran çocuğun teki gibi hissediyordu kendisini.

“Ah Mezbek,” dedi derinden, içten, şefkatli bir anneymiş gibi. “Doğaya karşı gelemezsin. İstediğin kadar kaç bulut seni takip eder ve sen o yağmura yakalanırsın. Yak ve yık, doğa kendini yeniler ve yeniden doğar. Yalanlara mahkûm edilmiş bir hayattan sizi çıkarmaya çalışıyorum çünkü alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor, biliyorum. Fakat, inan bana, memnun kalacaksınız. Tıpkı onlar gibi, bak.” Geri çekildi, eliyle arkasındaki onca kişiyi işaret etti fakat Mezbek’in gözleri çığlıkların giderek yerleştiği sahiplerinde durdu. Beyaz gözleri ile karşısında dikiliyorlardı. Normal duruyorlardı, sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Ya da çok şey olmuş gibidir.

“Tamam öyleyse,” dediğinde Mezbek, arkasındakiler bir an için şokla geri çekildiler. “Anlat. Neden güneşe bakmanın bu kadar önemli olduğunu söyle biz de sana kendi isteğimizle gelelim.”

Porsuk’un yüzü bir anda tüm ilgisini kaybetti, düştü ve sıkıldı. “Anlatılacak bir şey yok, güneşe bakar ve hayatı geri kazanırsınız ya da solucanlar gibi topraklarınızda kıvrılırsınız, size kalmış; sonunda hepiniz sürüne sürüne bana geleceksiniz. Gidin hadi, işimiz var. Sizinle uğraşma zamanı henüz gelmedi.” Arkasını dönerek tek kelime daha etmedi ve onlardan çıkacak hiçbir sözcükle ilgilenmediğini de açıkça belirtti.

Şimdi ne yapacaklarını bilmez halde birbirine bakan Mezbek ve diğerlerinin hareketsizliği fazla sürmedi çünkü kasaba tarafından gelen bir kalabalık görünce geri çekilme kararı verdiler. İzlemek için kalacak kadar yakın ama görülmeyecek kadar uzak.

Hiçbiri kasabadakileri bilmiyorduk. Yüzler tamamen yabancıydı ama her biri ölü ile yaşayan arasındaki farkı anlayabiliyordu. Gelenler arasındaki beyaz gözleri görünce cansız bedenlerine tırmanan korkuyu hissettiler.

“Hoş geldiniz!” dedi Porsuk onlara da, aynı neşeyle. “Lütfen, sıraya girin.”

Sonra her biri sıraya girdi ve sonra birbirinin aynısı müritler her birinin önüne dizildi ve sonra ellerinin tek senkronize hareketiyle her biri yaşayanların boynunda kaydı ve sonra boğulan sesler ve sarsılan bedenler ve sonra fışkıran kan ve yığılan bedenler ve sonra gülümseyen Porsuk ve sonra cesetler.

Yeni, taze cesetler, toprağa taşınıyorlar.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top