31
"Bekle!" diye bağırdığımda gölgelerin içine karışmıştı bile ki durdu. Sanki bunu bekliyormuşçasına keskin bir duruştu. Önce başı omzunun üstünde, ardından da tüm bedeni ormanın içinde bize döndü. Beyaz boşlukları direkt olarak bana bakıyordu. Hayır, içime bakıyor. Beni görüyor.
Üzerimde gezinen tek bakış ona ait değildi. Bir mutfağın tatlı dolabına sızmış karınca sürüsü gibiydiler; yüzümü inceleyen ve yukarı ve aşağı ve sağa ve sola inip çıkan ve kayan yanmamış, yok olmamış, beyazlığın içine karışmamış taze ölü göz bebekleri.
Boğazımda tekrar toprak birikiyordu.
Her biri konuşmamı bekliyordu. Mezbek'in bedeni daha da yakınımdaydı. Beyazlar içindeki adam ise...
Sakince gülümseyerek bekliyordu.
Sadece bekliyordu.
Sonsuza kadar bekleyebilir gibi duruyordu.
Ben de beklettim.
Mezbek ve diğerlerine bakmam gerekiyordu. Bakışlarına karşılık beyaz boşluklarımı sunmam gerekiyordu. Ölü bedenimdeki hayalet titremeleri geçirmem gerekiyordu. "Ben dinlemek istiyorum," diye başladım. "Eğer, biraz bile olsa neden ve nasıl burada olduğumuzu biliyorsa bunu duymak istiyorum. Sizlerin de istediğini biliyorum, o yüzden, lütfen," dedim her birinin gözlerinin içine bakarak, "lütfen, bırakalım da konuşsun."
"Yalan söylüyor olabilir, bunu biliyorsun değil mi Kızıl?" dedi Mezbek sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla.
"Biliyorum, yine de duymak istiyorum."
"Öncelikle, bana Kont diye hitap edebilirsiniz ve hayır, bu bir aşağılama içermiyor. O kadar uzun süredir unvanımla çağrılıyorum ki artık ismimi anımsayamıyorum." Ve bizlere, ailesi katledilmiş kadının köklerle yeniden doğuşunu anlattı.
Bittiğinde dünya üzerindeki tüm kelimeler tükenmişçesine sessizlik vardı. Ne düşünmemiz gerektiğini bilmiyorduk. Neye inanmamız gerektiğini de öyle, elimizde başka bir inanç da yoktu hoş; anlamsızca geceleri dışarı çıkıp ışık görünce kaçışan hamamböcekleri misali yaşayıp giden ikinci yaşamımız boyunca bize tahsil edilen bir inanç olmamıştı ne de olsa.
Bir inançla gömülenler onu kaybederek uyanmıştı. Onların çoğu da zaten toprağın altında, bir daha uyanmamak üzere kendilerini köklerin en derinine bırakmış olanlardı; en son ne zaman gördüğümü hatırlamadığım ölüler.
"Yani..." diye söze başladı başımı kaldırıp bakmadığım birisi. "Hiçbir amacımız yok, öyle mi? Tamamen birisinin intikam hırsıyla yüzlerce yıl önce yaptığı bir lanetin sonucuyuz. Hiçbir vasfımız yok, geri gönderilmeyi unutulmuşuz, öylece, kimsenin umurunda olmayan bir avuç cesetten ibaretiz. Bu mudur yani?"
"Ben bu şekilde söylemezdim, ama evet, bu da bir bakış açısı sanırım." Kont'un sakinliği durumu olduğundan daha... basit (?) kılıyordu.
"Sen ne şekilde söylerdin öyleyse? Duyalım bakalım." Mezbek'in yanımda homurdandığını duyabiliyordum.
"Benim için, bu bir fırsat. Ömrümüzü ölüm üzerine kuruyoruz ama pek azımız buna göre yaşıyor. Bizlere hayatın kısa olduğu ve yitip gideceği öğretiliyor yine de umarsızca zaman öldürüyoruz. Kaçınız ölümden sonra böyle bir şansa sahip olacağını düşünürdü ki?"
"Sadece geceleri topraktan dışarı çıktığımız ve birkaç saatimizi geçirdiğimiz bir ormandan başka hiçbir şeyimizin olmadığını unutuyorsun sanırım."
"Evet, ama bu noktada, suç biraz da..." Sonraki kelimesi kararsızlığına takılınca aralık dudakları titredi, dili tökezledi. Birkaç saniye, fazla uzun değil; hatta belki kimse fark etmemiştir bile. Ben ettim. "bizim suçumuz. Ama sorun değil, ne de olsa vaktimiz bol. Bu durumu değiştirebiliriz." Ardından bana döndü. "Benimle gelecek misin?" dedi sanki bunu daha önce konuşmuşuz gibi.
Verecek bir cevabım olmadığını sanıyordum. Karar verecek bir benliğim yokmuş gibiydi o an, sanki iç sesim ansızın ölü olduğunu hatırlamışçasına suskunken ve üzerinde durduğum toprağı dahi hissedemediğimin bir kez daha farkına varırken varlığımın pek de önemli olmadığını düşünüyordum.
Şimdiye dek tüm bunların ne olduğuna dair pek kafa yorduğum söylenemez. Diğerleri gibi olaylara mantık yakıştırma çabasına girmemiştim hiç. Belki de onlardan daha uzun süre, daha yalnız başladığım içindir, bilemiyorum. Belki de insanlığıma dair hiç anım olmadığı içindir. Bilemiyorum.
Son zamanlarda pek bir şey bilemiyorum.
Fakat duyduğumda, kökleri ve laneti ve intikamı ve asılan kadını duyduğumda, ardında bıraktığı, köklerinin ucundaki kuklalar olduğumuz ağacın dalında salınan ipin hala daha varlığını sürdürdüğünü duyduğumda kendimi ihanete uğramış hissiyatı içinde bulmamı nasıl açıklayacaktım? Bilemiyorum.
Cevap veremeyeceğimi sanıyordum. Hayatımı hiçbir zaman hatırlayamayacağıma o kadar emindim ki kendimi, onu düşünmeyi bırakarak yeni birisi olmaya odaklamıştım. Artık ölümden öncesi yoktu benim için. Böyle söylüyordum hep. Fakat sürüne sürüne de olsa, beyazlara bürülü bir adamla tekrar karşıma çıktığında bana uzattığı elini tutup tutmamak arasında kaldığımda neyi seçeceğimi bilemem sanıyordum.
Kelimeleri kullanmadım fakat adımlarım açığı kapattı. Kendimi ona doğru ilerlerken buldum, suratındaki memnun ifadenin yayılışını izleyerek.
"Kızıl, delirdin mi?" Mezbek kolumdan tutarak gitmemi yavaşlatırken kendisini önüme geçirdi. "Porsuk'un yanına gittiğini unutmadın, değil mi? Orada neler gördüğümü sana anlatmadım mı? Söylediği tek bir kelimeye inanmak için hiçbir geçerli sebebin yokken, nereye gidiyorsun?"
"Bana ne yapabilir ki Mezbek?" dedim gözlerinin tam içine bakarak. Gördüğünden emin olarak. "Kaybedebileceğimiz tek şey gözlerimiz ve benimkiler uzun zaman önce yitip gitti. Hiçbir şeyi riske atmıyorum, lütfen, bırak gideyim."
"Sana doğruları söyleyeceğinden emin olamazsın."
"Biliyorum. Yine de eğer öyleyse, zihnim bana anımsatır diye umuyorum. Lütfen."
Mezbek kolumu bırakıp yana çekildiğinde bana bir daha bakmadı. Kont'un yanına ilerlerken kimseden tek bir tepki dahi yoktu. Tam karşısında durdum. "İkinci sefer karşılaştığımızda, sana anlatacak hikâyelerim olduğunu söylemiştim," dedi usulca. "Sözümü unutmadım." Bastonu öteki eline alarak kolunu uzattı. Tutmadan önce Mezbek'ten yana baktım fakat arkası hala dönüktü. Ben de Kont'un koluna girdim ve beni götürmesine izin verdim.
"Bana güvenmiyorsun," dedi Kont benimle konuşmak için fazla yüksek bir sesle. "Öyleyse sana bir şey vereceğim." Benimle konuşmuyordu. Arkamızı mezarlığa dönmüştük bile ama o, başını bile çevirme gereği duymadan onlarla muhatap oluyordu. Hayır. Mezbek ile konuşuyordu. "Porsuk yanıma geldiğinde benliğini yitirmiş durumdaydı. Benden tutunacak bir dal istedi, ben de ona gerçeğin dalını uzattım. Fakat yetmedi, güneş bizleri delirtmiyor Mezbek. Bizi delirten onu kabul etmeye hazır olmayışımız. Porsuk fazlasıyla hazırdı. Fazlasıyla. Delilik onun zihninde hâlihazırda var olan bir durum, bunu ona ben vermedim. Ya da güneş. Evrenin bu durumla hiçbir alakası yok. Arkadaşınızın ruhundaki hastalık yüzünden beni suçlayamazsınız.
Yoldan çıktı ve artık beni takip etmiyor. Kasabaya saldırıyor, insanları öldürüyor ve dirildikleri an güneşin önünde diziyor. Hazır olmalarını beklemeden yapıyor bunu. Benim onayladığım bir durum değil. Fakat bir konuda haklısın, onu yoldan çıkmadan önce durdurmalıydım. Şimdi köklerden bağı kesik fakat ona inananlar emirlerini yerine getirmeye devam ediyor. Duyduğuma göre kasabada yeni cinayetler işlenmiş. Bunun benimle hiçbir ilgisi olmadığını bilmeni isterim."
Sonra ilerlemeye başladık.
"Senin için yeterince genç değilim." Sesi benden uzakta dolandı, ormanın içinde gezindi ve uzaklaşıp kayboldu. "Nereden başlamamı istersin?"
Sahi, nereden başlayacaktı? Hatırlamadığım bir hayatı, hayatımı bana anlatmak için en doğru başlangıç neresi olurdu? Bocalamam yüzünden hiç eksilmeyen varla yok arası gülümsemesini ortaya çıkarttı. "Uzun süredir buradasın, haliyle oldukça yaşlı olduğunu tahmin ediyorsundur. Tarihlerin şu an bile önemi olmadığından seni rakamlara boğmayacağım.
Burada doğmadığını söyleyerek başlayabilirim sanırım. İkimiz de, buradan uzakta büyüdük. Öyle aman aman insanlar değildik, ailelerimiz gayet normal bireylerdi. Herkes gibi, belki biraz daha saygı gören. Saçlarının rengini annenden aldın, hareketli merakını ise babandan.
Kendimi hatırlıyor dahi olsam çoğu şey örtülerin altında artık fakat seni ilk gördüğüm günü net hatırlıyorum. Saçların örülü, omzundan dökülüyor, altında gözlerinin rengini ortaya çıkartan bir elbise. Gülümseyerek etraftaki herkese selam veriyorsun, yüzünde samimiyetin kırışıklıkları var. O gün, sadece sen olduğuna karar vermiştim, hayatımda istediğim tek insan." Hatırlamıyordum. Kendimi onun gözlerinden görmeye çalışıyor ama sadece boşlukla karşılaşıyordum. Kelimelerinin altında duygular vardı. Yanımdaki adam beni tanıyordu ama benim varlığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Üstelik onun tanıdığı ben de artık yoktu.
"Her sabah uyandığımızda meyve ağaçlarının bahçesine gider, beraber kahvaltı yaptıktan sonra olmuşları toplardık. Bunu yaparken o kadar oyalanırdık ki bizi baş başa bırakmak için bahçenin öteki ucundan başlayan yaşlılar yanımıza vardığında birkaç sepet bile zor doldurmuş olurduk. Bundan sebep kaç kez azar işittiğimizi anımsamıyorum bile.
Mutluyduk, bunu söylemem gerek. Belki bilmek istersin. Çiçekleri çok severdin, en sevdiğin aktivite çiçek tarlasının arasında uzanarak sana kitap okumamı dinlemekti. En azından, ben öyle olduğuna inanıyorum. Umarım öyledir.
Uzun bir süre, gerçi artık uzunluk ne demek bilmiyorum bile, huzurla vaktimizi geçirdik. Ailelerimiz memnundu, biz de öyle. O zamanlar, birbirimize eş olmak için sözlerimizi vermiştik. Gelecek, sürprizlere yer vermeyecek kadar netti derken yağmacılar geldi. İlk başta istediklerini alınca giderler sandık ama durmadılar. Açgözlülükleri doymak bilmedi, besinlerden ve eşyalardan sonra başka şeylere de dadanır oldular. Sıra bize gelmeden birkaç tanıdıkla beraber oradan ayrıldık. Nereye gittiğimizi bilmeden gece gündüz yürüyor, ormanın içinde derinlere ilerliyorduk." Kont'un sesi, üzerine oturduğumuz devasa ağaç köklerinde tam yanımdan geliyordu, hem de bir o kadar uzaktan. Elimi avuçları içinde tutuyor, bir an bile bırakmazken sanki benimle olan bağı geçmişi gözlerinin önünde canlandırmasına yarıyor gibi, sıkıyor, hafifçe, çok değil; olsa da hissetmezdim zaten.
"Henüz kalacak bir yer bulamamıştık, kendimize minik çadırlar yapabilecek malzemeler almak için birkaç eşyadan fedakârlık etmek zorunda kalmıştık ama sorun değil. Herkes sağlıklıydı, bir aradaydı.
Fakat sonra, ansızın hasta olduğunda tüm ömrüm bir anda un ufak olmuş gibiydi. Sadece seninle ilgileniyor, etrafta yaşayan kişiler var mı diye keşfe gidip doktor bulmaya çalışıyordum. Bir gün geri geldiğimde... Artık yoktun.
Ayrılmadan önce elimi tutarak bana gülümsemen seninle geçirdiğim son anımdı. 'Sorun yok,' diyordun bana. 'Seni tekrar göreceğim.'
'Bunu bilemezsin,' diye karşılık vermiştim. Ne aptalım ama. Karşımda ölmekteydin ve korktuğunu bilmeme rağmen benim için saklıyordun. Ben ise aptal gibi korkumu sana gösteriyor ve tutunmaya çalıştığın umudunu kırıyordum.
Seni öldüğün yere gömdük ve geride sadece ben kaldım. Sadece çadırla birkaç ay geçirdim, ardından kulübe inşa etmeye karar verdim, hiçbiri fazla dayanmadı; mezar taşını diktik, genç yaşta ölen kızların mezarına kırık gül koymak geleneğimizde vardır, seni bundan mahrum bırakamazdım.
Yalnızdım. Vaktimi etrafta dolanarak, yabani meyveler ve avlayacak hayvanlar arayarak geçiriyordum. Yakın yerlerde insanlar var mı diye de arada keşfe çıkıyordum ama dönüş noktam hep aynıydı. Bir gün, mezarından çok da uzak olmayan bir açıklık keşfettim ve unutulmuş yaşlı bir ağaç. Gece olduğunda topraktan çıkan insanların etrafında uyuduğu bir ağaç.
Akıllı bir insan, belki de, kaçardı. Benim ilk dürtüm mezarını korumam gerektiği oldu. Geri kaçtım ve yattığın yerin önünde nöbet tuttum. Beni izlediklerini hissedebiliyordum, hepsi ormanın içinde geceye karışmıştı.
Neden bilmiyorum, ne gördüler, ne düşündüler bilmiyorum, hiç sormadım; içlerinden biri, yaşlı denebilecek miktarda kırışıklığı olan bir kadın öne çıkarak kendisini ay ışığı altında görünür kıldı. 'Birini kaybetmişsin,' dedi başını yana eğip, ardımdaki mezar taşına bakarak, gözleri kocamandı, deli miydi bilmiyorum, tuhaf olduğu kesindi. 'Tuhaf, insanlar genelde ölülerini yabancı topraklara gömmek istemezler.'
'Yabancı olmayan hiçbir yer yok,' diye karşılık verdim. 'Ben de onun olduğu yeri kendime tanıdık yaptım.' Bu onu gülümsetmişti. 'Şanslısın,' demişti bana; arkamda sevdiğimin mezarı dururken bu kelime bana o kadar komik gelmişti ki gülmek ve öfkelenmek ve ağlamak arasında yeni bir tepki oluşturdum kendime. Bekle dediler bana. Onunla konuş ve bekle. Yakında anlayacaksın.
Beklemek dışında yapabileceğim pek bir şey yoktu ya. Yanında duruyordum. Aklımda olan hikayeleri sana tekrar tekrar anlatıyordum, bazen uydurduğum da oluyordu. Sonunu sevmediklerimi biraz değiştiriyordum. Bekledim. Altı ay geçti, beni her gün izlediklerini biliyordum ama bir daha kimse konuşmaya tenezzül etmemişti. Bir yıl tamamlandı, sonunda ağacın yanına gittim.
'Bekledim! Ne olduğunu bilmeden bekledim ve sessiz kelimelerinizle bana umut aşıladınız. Neyi beklediğimi bile bilmiyorum! Göster kendini, nesin sen?'
'Sabır, insan. Daha sabırlı olmalısın.'
'Sabır mı? Buraya bir yuva kurmak istiyordum, etrafına evler döşeyip yanında bir hayat olsun istiyordum ama sizin yüzünüzden hepsini kenara bırakıp sadece bekledim. Bir aptal gibi! Ne olacağını umuyordum bilmiyorum, sizin ne olduğunuzu da bilmiyorum ya hoş. Doğa bana oyun oynuyor, ben de buna kanıyorum.'
Onlarla bir daha konuşmadım. Birtakım kötücül ruhlar olduğuna ikna olarak kendimi açıklıkta bir hayat kurmaya adadım. Yakınlarda kurulan kasabaları keşfediyor, insanlarla tanışıyordum. Kendime bir iş bile bulmuştum fakat orada fazla vakit geçirmiyordum. Kazandıklarımla daha çok malzeme alıp mezara geri dönüyordum.
İnsanlar gelmeye başladı, daha çok ev inşa edildi, daha çok ihtiyaç giderildi. Artık komşularımız vardı. Onlara seni anlattım. Mezar taşındaki gülden bahsettim. Senin için yas tuttular.
Sonra bir gün, onları tekrar gördüm. Kasabada şenliğin olduğu bir gündü. Diğerlerine katılmayı hiçbir zaman tercih etmemişimdir. Evimde oturarak, huzurla yalnız kalmayı tercih ederdim. Eskiden bu vakitleri senin yanında geçirirdim, neden bunu yapmayı bıraktığımı bilmiyorum.
Başından beri benimle konuşan kadın, evimin içindeydi. 'Onu ziyaret etmelisin,' demişti bana usulca. Cevap bile veremedim, beklemedi zaten.
Kasabayı kurmakla ilgilenirken seni ihmal etmiştim. Yanına vardığımda... Toprak yarılmıştı. İlk başta birisinin mezarına saldırdığını düşündüm. Ardından bir hayvan olması daha mantıklı geldi fakat derinlerde bir yerlerde beni dürtükleyen fısıltılar gittikçe yükseliyordu.
'Neler oluyor?' dediğimi hatırlıyorum boşluğa ama arkamda olduklarını da bilerek.
'Tam olarak beklediğin şey, istediğin, umduğun. Ne olduğunu biliyorsun. Git, bul onu.'
Yetişemedim. Kasabaya döndüğümde insanların neşelerinin kırıldığını ama geri kazanırken yüzlerindeki tiksinti ifadesi ile gördükleri şeytandan bahsettiklerini dinledim. Dinledikçe daha çok inandım. Seni bulduğumda mezarının başında ağlıyordun. Güneş neredeyse doğmak üzereydi. Yanına gidemedim.
Neden diye sorma lütfen. Cevap veremeyecek olmak ruhuma acı veriyor.
'Neden şimdi?' diye sordum ağacın yanına gittiğimde, beni orada bekleyen kadına. 'Onca zaman geçti, neden şimdi ortaya çıktı?'
'Ölmüş birisinin zihnini buna adapte etmek, kolay bir iş değil çocuk. Uyandığında bunun farkında olduğunu bile sanmıyorum. Bir süre sadece gözleri açık halde durmuştur, cesetten farksız.
Köklerin nereye kadar ulaştığını bilmiyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse, ilklerden beri bir yabancının uyandığını ilk kez görüyoruz. Yine de, sorgulamak değil, memnun duyman gereken bir zamandasın. Kaç kişi ölen sevdiklerinin dirilişine sahip olacak kadar şanslıdır ki?'
Fakat şanslı değildim, biliyorsun. Beni hatırlamıyordun. Hala daha, kim olduğun hakkında hiçbir fikrin yok ve işte, sana ben anlatıyorum. Bu durumu birçok şeye bağlıyordu: Genç oluşuna, ölümü kabullenerek yitirdiğine, aslında hatırlanacak kadar değer verdiğin hiçbir anın olmadığına... Sonuncusunun gerçekliği ihtimalini düşünerek kaç gece kalbimi kırdığımı sana anlatmam yararsız, hala daha bana yabancı gözlerle bakıyorsun. Özür dilerim, seni duygularımla boğuyorum sanırım.
Sonrasında neler olduğunu zaten biliyorsun. Benim açımdan ise... Yanına gelmeye çalıştığım sonraki seferde beni hatırlamadığını, hiçbir şeyi hatırlamadığını fark edince uzak durmaya karar verdim.
Kökleri öğrendim ve dedim ki, burayı yaşayabileceğimiz bir yuva haline getireceğim, ölerek yanına geleceğim ve beraber yaşayabileceğiz, en sonunda.
Sanırım yolumdan oldukça şaşmış vaziyetteyim. Ne kasabayı ölülerle doldurmayı başarabildim ne de seni..." Sustu. Gözleri tüm bu süre boyunca bana bir kez bile bakmamışken başını çevirdi ve ilk kez bembeyaz boşlukları ile benim puslu gözlerime baktı. Tuhaf diye düşündüm. Hiçbir şey olmamasına rağmen duygularını görebiliyorum.
"Seni geri kazanamadım."
Bana hislerini vermişti. Elimi tutan parmaklarından bunu hissedebiliyordum fakat orada kalıyorlardı çünkü ben, anlattığı kişiyi tanımıyordum ve ölü kalbimde hiçbir şeyin hareket etmiyor oluşu—Yanlış kişiyle konuşuyor olabilir miydi? Gerçekten ben miydim bu bahsettiği kişi? Anılarım geri gelir diye ummuştum ama hiçbir şey hissetmiyordum.
Karşımdaki bu adama üzülmek dışında, hiçbir şey.
Ve onu hayal kırıklığına uğrattım.
"Bahsettiğin kişiler... Bizlere anlattığın hikâyedeki ilk ölenler miydi?"
Evet, onu hayal kırıklığına uğrattım. İlk birkaç saniye, hiç beklemediği bu soru karşısında kaşları kalkarken, gözlerin büyüdü ve dudaklarının aralanışını izledim. Sonrasında oldukları sakinliğe geri döndüler ve dudakları tekrar gülümsemesine büründü.
Hayal kırıklığının anlayışına büründü.
"Öyle olduklarını düşünüyorum, evet."
"Hala oradalar mı?"
Bu soru karşısında hızlı bir cevap vermedi. Yavaş da değildi. Aslına bakarsanız, cevap vermeye hiç niyeti yok gibiydi. Kararsızdı, ne yapacağından emin değilmişçesine oturuyordu.
"Emin değilim," diyebildi en sonunda. Ona inanmadım. Ona inanmadığımı biliyordu.
Elimi kendime çekerek bedenimi önüme doğru düzelttim. Hala yanındaydım fakat uzaktaydım da.
"Henüz uyanmadan önce sana anlattığım hikâyeleri anımsıyor musun?" dedi.
"Evet," diyebilirdim. "Evet, hatırlıyorum." O kadar da zor olmazdı. Buna inanırdı da ama boş gözlerinde bir umut yakmak istemiyordum.
"Hayır," dedim doğruyu söyleyerek. "Topraktan çıkana dek pek bir şey anımsamıyorum." Ama bir başkasının okuduğu hikâyelere dair anılarım var.
Yanımda hayal kırıklığını belirtmekten kaçınmayan bir ses çıkarttı, ayağa kalktım. "Gitmem lazım," dedim. "Anlattığın için teşekkürler, yalnız kalmalıyım."
Uzaklaşmaya başladığımda arkamdan doğrulduğunu duyabiliyordum. Tek tük laflarını da. Hızlandım, koştum ve onu orada bıraktım.
Sanırım yine kaçıyordum.
Onu tanımıyordum. Onu tanımıyordum. Onu tanımıyordum.
Öyleyse neden kalbimin olduğu yerde dehşet bir acı hissediyordum? Orası boştu. Bedenim sadece bir kabuktan ibaretti. Acı hissedemiyordum ben. Hiçbir şey hissedemiyordum. Doğru değildi bu. Böyle olmaması gerekiyordu.
Bu acıyı hissetmiyor olmam gerekiyordu.
Çiçeklerin olduğu bahçenin önünde durduğumda daha da şiddetlenmemesi gerekiyordu.
En sevdiğin aktivite çiçek tarlasının arasında uzanarak sana kitap okumamı dinlemekti.
"Merhaba çiçekler," dedim dizlerim üzerinde aralarına çökerken. "Lütfen sesleri susturmama yardım eder misiniz?"
Bahçeye açılan kapı şiddetle sarsıldı, korkuyla, aceleyle, bir şeylerden kaçarcasına savruldu. İçinden çıkan kişi önündeki taşları, çiçekleri, toprak çuvallarını, çiti göremeyecek kadar kör olmalı diye düşündüm; güneş doğmak üzereydi, hava o kadar da karanlık değildi.
Evde gördüğüm iki kişi olurdu hep: İhtiyar adam ve Ender. Bunu ise tanımıyordum. Fazla uzaklaşmadı, birkaç adım sonra yere yığıldı. Hızlı soluklarını duyabiliyordum; ondan kaçmak ister gibi nefesi bedenini terk ediyordu.
Ve güneş doğuyordu.
Fazla oyalandığımı fark edemeyecek kadar zaman geçmişti ve geri dönmek için çok geçti. Ben de... Ben de ölümle burun buruna gelen birisini telaşla yapabileceği tek şeyi yaptım ve eve girdim.
Dükkânın camlarından kaçmak için merdivenlerden tırmandım, evin sessizliğine usulca sızan hayattan kaçmak için kapısı açık ilk odaya daldım; yaptığım düşüncesizlikti, biliyorum.
Fakat içerisi boştu. Perdeleri çektim, kapıyı örttüm, gördüğüm bir çift kapıyı daha açtım ve küçük, kapalı, tahta kutuyu görünce içeri girdim.
Dediğim gibi, içerisi boştu. İlk başta. Sonra o girdi: Ender.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top