2

Genç adam dükkânın kepenklerini kaldırdığında içeriye giren gün ışığı gözlerine batıyordu. Sevmezdi güneşi. Hâlihazırda karanlığa alışmış hassas gözlerini acıtmaktan başka bir işe yaramıyordu.

“Sizin için hava hoş tabii,” dedi neredeyse dudaklarını kıpırdatmadan. Pencerenin önüne kat kat dizilmiş çiçekler gözüne daha parlak geliyordu şimdi. Başını belli belirsiz bir memnuniyetle salladı. Sıra onları sulamaktaydı. Her birinin yaprağını dikkatle itiyor, eşit zaman ayırarak onları beslemeye özen gösteriyordu. Hatta iddiaya göre her birine ismiyle sesleniyor, hal hatır sorarak kendi gününden de bahsediyordu. Tabii, bu tamamen bir iddia, dediğimiz gibi. Bitkilerin arasında fısıldadıkları minik bir dedikodu sadece.

“Güneşi görmek için tüm gece ağladığınızı duyuyorum neredeyse. Bu yüzden arka taraftakileri daha çok seviyorum, alınmak yok.”

“Bak işte, neredeyse demeseydin tam deli olduğunu düşünmeye başlayacaktım.” İhtiyar çiçekçi koca göbeğini hoplatarak güler, en ufak bir eforda hemen yanakları kızarırdı. Henüz gün yeni doğmuştu fakat o şimdiden kıpkırmızıydı.

“Ha-ha. Teşekkürler ama bir kişinin daha deli olduğumu düşünmesi benden hiçbir şey eksiltmez İhtiyar.” Genç adam şakaları sevmezdi. Belki de onları anlayamadığındandı, kim bilir. Arkalarında hiçbir zaman samimiyet hissetmez, hepsi iğneleme ve alay gibi gelirdi. İhtiyar çiçekçi yapınca öyle olmuyordu, yüzden onun yanında çalışıyordu ya.

Tüm kasaba ondan uzak duruyordu artık. Ufak bir çocukken ona şakalar yapar, onu dürterlerdi fakat o bunların hiçbirine karşılık vermemişti. Mantıksız bulduğu konuşmalara karşı ifadesiz kalmak ve açıklamalar yaparak hataları belirtmek karşılık sayılmıyorsa tabii.

Bu sebeple olsa gerek, kasabanın renksiz delikanlısı, sevgi isteyen bir işe girdiğinde herkes onunla dalga geçer olmuştu. Bitkiler güler yüz ister, demişti balıkçının karısı. Bu suratsızlıkla tüm yaprakları büzüştürecek, diye ritimli bir kahkaha koymuştu ortaya fırıncının ortağı. Güzel sözler gerek, sevgiyi belirtmek bir ihtiyaçtır, demiş ve sokak ortasında fazlasıyla dramatik bir performans sahnelemişti babadan kalan mirasının köşkünde aylakça yaşayan şair (öyle olduğundan değil elbet, kendisine böyle seslenilmesini istiyor, ismini kullananlara rağbet etmiyordu da ondan).

Tepkisizliğini duygusuzluk olarak algıladılar. O geldiğinde kıstıkları seslerini artık korkusuzca yükseltir oldular, artık arkasından konuşmuyorlar hatta onunla bile muhatap olmuyorlardı. Bahsi geçen kişi kimdi, neredeydi unuttularsa şaşmamak gerek. Ondan yakınmak bir alışkanlık olmuştu.

Kasabaya gelen birkaç yabancı- ki kimse isteyerek buraya gelmezdi, araçları bozulmuş veya kaybolmuş olmaları büyük ihtimaldi- birkaç geceden fazla konaklayanı olmadığından sebep eşleriyle kavga ettiğinden yataklarından kovulan kasaba sakinlerine çatı olan bir otelde sabah kahvaltılarını yaparken kasabanın renksiz yaratığından haberdar olurdu.

“Duydunuz mu, Ruma Kasabası’nın Hayalçıvan’ı bugün iki sokak öteden geçecekmiş. Fakat onu görmemizi tasvip etmiyorlar, tüm neşemiz kaçarmış; öyle dediler.”

Hayalet ve bahçıvan kelimelerini birleştiren belediye başkanın oğlu, ismi ilk kullandığında çevresindeki çocuklar tarafından en zeki insan ilan edilmesi üstüne buna inanmış, göğsünü kabartarak tüm gün sokakta gezinmiş, hayranları kapı kapı bulunan kelimeyi herkese önden fısıldarken sokak bir geçit törenine dönmüştü adeta. Alkışlar ve bedava ürünlerle ödüllendirilen genç adam o günü oldukça önemli hissederek bitirmişti. Aslında dil bilgisi derslerinde o kadar da iyi sayılmazdı.

Bu esnada kelimenin atfedildiği şahıs birkaç metre ötede, kime ait olduğunu öğrenmeye tenezzül etmediği bir evin bahçesiyle ilgilenmekle meşguldü. Bir ne olduğunu bir tek kendisi bilmiyordu.

“Bugün için planın var mı bakalım?” dedi İhtiyar dükkan kapısındaki tabelayı değiştirirken. İhtiyarın bir rutini vardı: Güneşle beraber uyanır, odasında esneme hareketlerini yapar, bir parça reçelli ekmek yiyerek çiçeklerini selamlar ve aşağı, dükkânına inerdi. Orada da genç adamı selamlar, ona biraz takılır ve o gün için bir planı olup olmadığını sorardı. Şimdiye dek olumlu bir yanıt aldığı hiç olmamıştı.

“Hayır,” dedi genç adam rutinini bozmadan. “Bu aylarda pek bahçelere çağrılmıyorum. Arka tarafla ilgilenirim büyük ihtimalle.”

Öyle de yaptı. Arka taraf uzunca bir bahçe ve sonrasında da serayla devam eden bir araziydi. İhtiyarın nesillerdir çiçekçilikle uğraşan ailesi toprak yatırımı yapmaktan geri durmamış, miras olarak büyük bir bahçe bırakmışlardı. Kasabadakilerin bildiği kelime sayısından bile fazla cinse sahip olan bahçede meyve ve sebze yetiştirmekten de geri durmuyorlardı. İhtiyarın eşi ölmeden önce besin kısımları ile ilgilenirdi, şimdiyse hepsi bizim Hayalçıvan’a kalmıştı.

Halinden şikâyetçi olduğunu herkes iddia eder, kimse kanıtlayamazdı. Belki çiçekler. Neticede Rumalılar için asla değişmeyen yüzündeki ufak hareketlenmeleri bir tek onlar görüyordu. Tıpkı şimdi, genç adamın rahatsız edilmeyi en sevmediği vakitlerde, bahçeyle ilgilenirken, o en sevimsiz tekerlemeyi duyduğunda ifadesiz yüzünün daha da ifadesizleştiğini fark edebilmeleri gibi.

“Ender-mender-birader! Ne eder çiçekler? Hahah! Nasıl ama? Hepsinin sonunu er ile bitirdim, fark ettin mi?”
Sahneye yeni giren fakat Rumalılar'ın doğduğu andan beri tanıdığı bu tekerlemeler dalında ustalaşma niyetli kişi Korkuluk idi. İsminin hakkını verdiğini söylemek gerek. Saatlerce dikilerek durabilir, gözlerini kırpmadan uzun dakikalar bekleyebilirdi. Bir keresinde ayakta öldüğünü sanan çocuklar sayesinde tüm kasabanın başına toplanmasına sebep olmuştu. Fakat Korkuluk'un tekerleme düşünmekten daha çok sevdiği bir şey vardı: Genç bahçıvanımızı rahatsız etmek.

Korkuluk eğer umursayan biri olsaydı, sırtı ona dönük haldeki Ender-mender-biraderin omuzlarının gerildiğini fark ederdi. Ya da konuşmaya devam ettikçe derin nefesler saldığını duyabilir, asla arkasını dönmediğini görüp istenmediğini anlar veya cümlelerinin sonu bir türlü gelmediğinde Ender’in başını eğmiş halde hareketsiz kaldığını görebilirdi.

Ki sondakini fark etmesi onu durdurmamış, aksine çitlerden atlayarak genç adama yaklaşmasına, omzuna dokunup “İyi misin birader? Başına güneş geçti herhalde?” diye sormasına sebebiyet vermişti.

Ender neden kendisiyle konuşmayı hiç kesmediğini merak ediyordu doğrusu. Kasabadaki herkes umursamazca varlığını görmezden gelirken ve kendisi de açıkça kimse ile konuşmaya tenezzül etmezken her gün neredeyse aynı saatlerde gelen bu elemanın vazgeçmeyişine akıl sır erdiremiyordu. Acaba akılsal problemleri mi var diye düşündüğü bile olmuştu.

“Ah, bakıyorum yine gelmişsin Korkuluk.” İhtiyar ellerindeki toprağı çırpıştırarak arka kapıda dikiliyordu. Severdi Korkuluk’u, Ender’in aksine. Aslına bakarsanız, ihtiyarın sevmediği birisi yoktu. O herkese gülümser, herkesi severdi. Kimseyle kavga etmez, kibarlığından asla ödün vermezdi.

“Nasıl yapıyorsun anlamıyorum,” demişti genç adam bir keresinde. “Nasıl aptallık ettiklerini anlamana, kabalıklarını görmene ve saygısızlıklarına şahit olmana rağmen hala güler yüzlü, kibar ve iyilikle karşılık veren kişi kimliğinden ödün ver(e)miyorsun, aklım almıyor.”

“Kendisine kibar olanlara karşı ifadesizliğinden ödün vermeyen birisinin, bana kaba olanlara bile kibar davranmamı tuhaf bulduğunu söylemesi bir hayli ilginç doğrusu,” demiş gözlüğünün üstünden imalı imalı bakarken (bunu yapmaktan ayrı bir zevk alıyordu) ve “Olumsuzlukları korumak kolaydır; maksat güler yüzlülüğünü kaybetmeden devam edebilmekte,” diye bitirmişti. Ender’in cevap vermeden düşüncelere daldığı birkaç dakika sonrasında ise “Ayrıca aptallıklarını eğlendirici buluyorum ve gözümde kaba davranılmayacak kadar değersizler,” demiş ve içeri giren muhtara samimiyetle yaklaşıp hal hatır sormaya gitmişti.

Ender’in güldüğü nadir anlardan biriydi bu.

Gerçi her şeyin aksine; İhtiyar, Korkuluk’u gerçekten seviyor gibiydi. Pekala düşünecek olursa, onu sürekli sohbetlerine dahil etmesi, içeri davet etmesi ve hatta birkaç kez akşam yemeklerine de katmasının başlıca sebebinin Ender'in tekerleme elemandan haz etmediğini bilmenin zevki olduğuna da inanıyordu.. Sosyal yetersizliğinin üstüne gitmekten hep keyif almıştır.

"Son zamanlarda pek yoksun? Neler yapıyorsun bakalım?" Herkes Korkuluk'un hiçbir şey yapmadığını bilirdi. Ayrıca herkes Korkuluk'un eve para getirmek için çok şey yaptığını da bilirdi. Ender bu denklemi hiç anlamamıştı zaten; pek üstünde durduğu da söylenemezdi ya.

"Orada burada dikiliyorum işte İhtiyar, ne olsun?"

"Madem işsizsin biraz burada dikil bari, hayvanları uzak tutacak bir şeye ihtiyacımız vardı zaten," dedi İhtiyar ve Ender'in yüzünde sadece çiçeklerin görüp İhtiyar'ın tahmin edebileceği bir gülümseme belirdi. Dudağının tek kenarının yukarı kalkıp hemen inmesine gülümseme denebilirse tabii.

"Bu ciddi bir iş teklifiyse eğer hayır demem. Hem Hayalçıvan'ım ile daha çok vakit geçirme fırsatım olur."

Bu İhtiyar'a koca bir kahkaha attırmıştı. Öyle ki; Ender'in yavaşça arkasını dönüp adama bakmasıyla öksüreğe dönüşerek devam etmiş ve Korkuluk'u omzundan ittirerek dükkana sokmasıyla da bitmişti. "Gel seninle içeride konuşalım."

Güneş batmak üzereydi diye belirtmiş miydik? O halde kasabanın bitimindeki ormanın derinliklerinde bir yerlerde olan mezarlığı hatırlatmakta fayda var. Ender son çiçeğiyle de ilgilendiğinde ve Korkuluk onları terk ettiğinde, kuşlara farklı isimler takan, keçeli saçları içinde dallar ve yapraklardan kurtulmakta pek de başarılı olamayan bir kız da kasabaya girmek üzere hazırlanıyordu.. Hatırladınız mı?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top