16
Porsuk'u ilk gören Mezbek olmuştu. Kızıl'ı kasabada gezinti için yolladığından dakikalar sonra, kendi mezarının önünde dikilirken görmüştü onu. "Porsuk?" demişti usulca arkasından yaklaşarak. Kaybolduğu günden beri onu ilk görüşleriydi.
"Mezbek." Sesi uzaktı; sadece ikisinin olduğu boş bir sokakta birbirlerini duymak ne kadar imkânsızsa o kadar uzaktı. Yakınlığın mesafesinde duruyordu. "Ne kadar da tuhaf, değil mi? Daha, belki de birkaç gün öncesine kadar buraya evim diyordum. Sanki bana ait tek bir özelliği bile varmış gibi... Mezar taşım çatlaklarla kaplı, ismim okunmuyor bile. Ne zaman doğduğumu hatırlamıyorum ve ziyaret edenlerim uzun zaman önce kayıplara karıştı. Neden buraya kök salmış, duruyordum ki?"
Mezbek'in arkasında toplanmış mezarlık halkı merakla onları dinliyordu. Porsuk'un dönüşüne sevinmişler miydi yoksa onca güneşli gün dışarıda nasıl hayatta kalmıştı şaşırmışlar mıydı emin olamıyorlardı. Mezbek yanıt vermeyince omzunun üzerinden bakan Porsuk gülümsedi.
Sonra arkasını dönerek onlarla yüzleşti.
"Güneşe bakmış!" dedi birden fazla ses adımları geriye doğru kayarken.
"Ah, öyle mi yapmışım?"
Ve ağaçların arasından daha fazlası geldi. Her birinin çürümüş ruhlarını görebiliyormuşçasına bakan beyaz gözler üzerlerinde gezindi. Sonra kargaşa.
Kaçışmalar Mezbek'in algısını bozuyordu. Kimin nereye gittiğini takip edemiyor, hangilerinin yardım çığlığı attığını ayırt edemiyordu. Sağa mı gitmeliydi? Soldan mı çağrılıyordu? Kim elini tutup çekiyordu. Porsuk'un sesini duyabiliyordu.
"Kaçmanın anlamı yok. Öldüğümüzü söylüyorlar, artık dünyaya ait olmadığımızı ve bu çukurlarda kalmamız gerektiğini iddia ediyorlar. Neden? Herkes gibi bilincimiz bize bahşedilmeye devam ederken neden çukurlara kapatılıyoruz? Ölüm yok oluş değil miydi? Ya da siz, inançlılar, hani ölümden sonrası gerçekti? O halde neden size verileni reddediyorsunuz? Bu ikinci hayatımız, bize verilen bir şans. Ayağa kalkın ve çukurlarınızdan ayrılın. Güneşe baktığınızda yeni hayatınız başlamış olacak. Kaçmayın kardeşlerim, sizi yüzyılların uykusundan uyandırıyorum!"
Ama kaçtılar. Çünkü her biri beyazlık yaşanırken oradaydı. O çığlıkları hatırlıyorlardı. Mezarlarının içinde yatarken, dışarıda kalmış bahtsızın saklanacak yer bulamadığını, aceleci adımlarını, hırıltıya dönüşmüş korku dolu kelimelerini unutamıyorlardı. Güneş doğduğunda ve gökyüzü aydınlandığında gözlerini istediği kadar kapatmaya çalışsın, içeriye nüfus eden sıcak demetleri hissetmemesi imkânsızdı.
Sadece çığlık vardı. Bir insan duyar da gelir korkusu akıllarına gelmiyordu bile. Yukarıda, onlardan birisinin kendi bedenleri üstünde acı içinde yanışına tanıklık ediyorlardı ama ellerinden gelebilecek hiçbir şey yoktu.
Kızıl onları uyarmıştı oysa. Güneşte kalmayın demişti. Yoksa gözleriniz benim gibi yanar, demişti. O günden sonra hiçbiri Kızıl'ı sorgulamadı ve akşam olup mezarlarından çıktıklarında toprağın üstünde cenin halini almış yatan arkadaşlarının sayıklayan bedenini çukuruna götürdüler. Hala daha sesini duyabiliyorlardı ama bir daha çıkmaya hiç yeltenmemişti.
Şimdi Porsuk onun mezarını açıyordu. Arkadaşları tutabildiklerini alıp mezarlığı terk ederken ve Mezbek bir yandan kendini korurken öte yandan etrafa saçılmışları kurtarmak için çabalarken Porsuk'un kontrolünü kaybetmişti.
"Hepiniz için geri geleceğiz," dedi bir ses ve
sessizlik.
Hiç var olmamış gibi yok olmuşlardı. Mezarlık darmadağınık, ağaçlar itiş kakıştan hasar almış halde kırıklar içinde... Kaç yıldır ölülerdi? Hiçbiri emin değildi. Yine de kendi hallerinde geçirdikleri ölü zamanları hiç bu kadar sarsılmamıştı.
Nasıl tepki vereceklerini dahi unutmuş halde dört yana dağılmışlardı. Kimisi sessizce yatıyor, karanlık göğü izliyordu. Kimi kırık bacağını düzeltirken yapılacak en normal şeymiş gibi hareket ediyordu, şoktaydı. Bir kısmıysa ağlamayı unutmuş halde tuhaf sesler ile içlerindekini dışarı akıtmaya çalışıyordu.
Mezbek ise herkesi kontrol ediyordu. Sayılar eksik miydi? Köşedeki mezarlığın sakini neredeydi? Bir, iki, üç, ... , yirmi üç... Eksik. Herkes eksik. Hiçbir şey tam değil.
"Kostek," dedi gördüğü ilk kişinin koluna yapışarak. "Herkesi hizaya sok, eksiğiz. Kaçanlar var, götürülenler var. Onları bulmaya gidiyorum." Adamın itiraz etmesine izin vermeden ağaçların arasına dalan Mezbek gözden kaybolmuştu bile.
Sonrasını biliyorsunuz zaten.
Pek fazla kişi bulamadı. Ne de olsa kimse korkup o kadar uzağa gitmemişti. Tam olarak kimi arıyordu kendisi de emin değildi ama oradan uzaklaşmalı, bir şeyler yapmalıydı. Gözleri önünde saldırıya uğramışlardı ve onlardan birilerini alıp götürmelerini engelleyememiş olmak Mezbek'in canını sıkıyordu. Ne biçim bir bekçiyim ben, diye tekrarlıyordu her adımında.
Kasabaya çıkma riskini almadı ama ormanın içinde kalmaya devam ederek etrafını dolandı. Kırık dalları, ezilmiş çimenleri görebiliyordu. İzler birbirine girmişti ama tazeydi. Üstelik yeteri kadar sessiz durursa, sesler duyabiliyordu. Sürtünme sesleri, iteklenmeler, sürüklenmeler... Birkaç ağlama belki? Uyduruyor muydu?
Mezbek kendine gelmek adına başını iki yana sallayarak ağaçların gölgesi altında kalmaya özen gösteren ilerleyişine devam etti. Güneş doğdu doğacaktı. Belki de geri dönmeliydi?
"Bağlayın onları," diyen tanıdık ses ile anında vazgeçti düşüncesinden. Biraz daha yaklaştı, ağaçların tam dibinde başlayan binaların ardına saklanarak açıklığa doğru başını uzattı ve karşısında başka bir mezarlık buldu. Bir de sıraya dizilmiş kendi mezar dostlarını. Şimdi başlarındaki şapkaları açmış ve yüzlerini apaçık ortada bırakan beyaz gözlüler her birinin arkasında duruyor, elleri bağlanmış dahi olsa omuzlarından tutmayı bırakmıyorlardı.
"Güneş doğmak üzere Porsuk," dediğini duydu kendi tanıdıklarından birinin. "Ne yapmaya çalışıyorsun? Bizi zorla güneşe maruz bırakamazsın."
"Size inatla kaçtığınız hayatı sunuyorum. Sonrasında bana teşekkür edeceksiniz." Daha fazla dinlemedi ve onları orada bırakarak uzaklaştı. Mezbek ne yapabilirdi? Hiçbir şey. Ortaya atlasa kimi kurtaracaktı ki? Gücü hiçbirine yetmezdi. Hem ışığın kırılmasına dakikalar vardı, bir an önce kendini güvenceye almalıydı. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti demek isterdik ama Mezbek de ölümden önceki yaşamına dair pek bir anıya sahip değildi. Birkaç gülümseyiş ve koşturan minik bedenlerin hayaleti belki ama o kadar.
"Eve gitmek istiyorum," diye ağladı birisi ve Mezbek'in geriye attığı adımı yarım kaldı. Nasıl gidebilirdi? Yardım edecek gücü olmasa bile nasıl arkasını dönebilirdi?
Kızıl, kalabalıklaştıkça dışlanmış hissettiği mezarlıktan uzaklaştığında onu geri getiren yıllar sonra gelen Mezbek olmuştu.
Güneş hakkında uyarılarını dikkate almayanlara karşı konuşan ve Kızıl'a inanmalarını sağlayan da, beyazlık olayında herkesi toparlayan, Kızıl'a destek çıkıp mezarlığı tan ve gurup saatlerine göre senkronize eden de Mezbek idi.
Şimdi terk etme düşüncesi canını yakıyordu.
Fakat işte, güneş doğmuştu ve acı çığlıklar her yerdeydi. Kasabadakiler evlerini sıkıca kapatmış, yorganları altından çıkmamak için bahaneler üretirken çığlıklara sağırlardı.
Onlardan biri mi öldürülüyor, gezinen bir katil mi var umurlarında bile değildi; kendi evlerinin sayısı tamdı ne de olsa.
Yanıyorum, diyordu biri. Gözlerim, diye ağlıyordu öteki.
Elini dayadığı binanın arkasından dolandı, kapıdan içeri girdi ve kendisini bir anıtkabirde buldu. Duvarların içinde cesetler vardı ve Mezbek sırtını dayayarak yardım edemediği çığlıkları dinliyordu.
Sesi çıkmıyordu ama o da acılarına ortak oluyordu. En azından kendine söylediği buydu.
Oysa her biri nefret kusuyordu. Acı hissedeli yıllar olmuştu; ölü bedenlerindeki her bir hücre çürüyüp gitmiş, varlıkları doğa tarafından bile unutulmuştu. Derileri artık işlevsizdi ve onlar yaşamıyorlardı.
Oysa gözleri eriyordu. Geriye doğru akan bir lav misali yayılan sıcaklık, kurumuş kan kaplı damarlarını tekrar canlandırıyordu. Bu acı hayatta olduklarının bir göstergesi miydi? Tekrar mı ölüyorlardı?
Ne zaman bitecekti?
Sesler kesildiğinde bile Mezbek kabirde kalmaya devam etti. Kıpırdamak için güç bulamıyordu. Yanaklarında hissettiği ıslaklık bir hayalden ibaretti nitekim bedeninde canlı ne vardı ki gözyaşları kalsın?
Güneş tekrar battığında ve etrafta hiç ses olmadığından emin olduğunda dışarı çıktı. Etrafına göz attı ama hiçbir şey ya da birini görmedi. Dolanmak, nerede olduklarını öğrenmek istiyordu ama itiraf etmekten utansa da korkuyordu. Tüm günü mezarlığından uzakta geçirmişti, daha fazla endişelenmemeleri ve olanları anlatmak için bir an önce geri dönmek en iyisiydi.
Öyle de yaptı. Kabirden çıktığında ve arkasına bakmadan hızlı adımlarla ormanın içerisinden ilerlediğinde dahi sırtındaki gözlerin varlığı tüm bedenine bir ürperti yayıyordu. Olmayan sinirlerini uyaran bir ürperti. Ölü bir ürperti.
Kabrin üstünde, aşınmaktan neredeyse tekrar bir bütün haline gelmiş yazılar altında, günün ilk ışıklarının vurduğu bir güneş sembolü vardı. Tıpkı birkaç adım ötede, saklanmak gibi bir niyet gütmeden açıkta, birkaç mezar taşı ve seyrek ağaçların kuru dalları ardında dikilen Kont'un beyaz ceketinin üzerine dökülen siyah saçları altındaki tek renkli broş gibi: Sarı güneş broşu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top