30|Herkesden Bir Şeyler

PART 1

M: BEKİRHAN

SINIR: 20 OY 250 YORUM (Bölüm çok uzun olduğundan yorum sınırı az bile.)

Bir hafta atlama yapacağım ama o bir haftayı size anlatmak istedim.

Bir güne bir karakter anlatacağım, yani 7 gün 7 karakter olacak ama o gün içinde diğerlerinden de bahsedeceğim. Yani, umarım.

İyi okumalar...^^

1.gün(Enis'in Esva ile konuştuğu günden bir sonraki gün.)

Esneyerek yeşil gözlerini ovaladı, uyanalı fazla olmamıştı. İnel'i uyandırmadan yataklarından ayrılmış, banyoda işlerini hallettikten sonra mutfağa gelmişti. Kendine gelebilmek için her zamanki gibi duş almak istemişti ama buna çok üşenmişti. Sadece ellerini ve yüzünü soğuk suyla yıkamasının yeterli olduğunu bahane etmişti kendine.

Kahvesinin olduğunu belli eden tiz sesle duvardaki raftan beyaz kupasını aldı ve hafif sert kahvesini doldurmaya başladı. Sabahın uyuşukluğundan kurtulmak onun için hep zor olmuştu.

Kahvesini doldurduktan sonra sıcak kupayı kavradı ve balkonun kapalı kapısını aralayarak balkona çıktı, hava soğukluğunu hissettirse de güzeldi. Balkonun duvarına dayalı küçük masanın yanındaki sandalyeye oturdu ve ayaklarını korkulukların arasındaki boşluklara doğru uzatarak rahatça yayıldı. Böyle oturmayı seviyordu.

Kahvesinden dilini yakan bir yudum aldı, tadı acıydı. Dışarıdan acı kahveyi sevecek biri gibi gözükmese de acı kahveyi severdi, şeker kullanmaz veya süt eklemezdi asla. Sütü sade olarak severdi ama ya tam soğuk ya da tam sıcak olacaktı. Birazcık dengesiz zevkleri vardı.

Sandalyesinin arka kısmına dayadığı koluyla saçlarını kaşıdı hafifçe. Enis, dün Esva'yla yaptığı konuşmadan sonra biraz kötü hissetmeye başlamıştı. Bunu yapanın vicdanı olduğunu biliyordu, belki de kendisini kötü hissetmesi gereken en son kişiydi ama buna engel olamıyordu işte. Huyu buydu, ailesi onu böyle yetiştirmişti. Ailesini düşünmesiyle hafifçe gülümsedi.

Ailesi, Eylem Ece ve Emin Keçecizade, Enis'ten desteklerini asla esirgememişlerdi. Oğullarına anlayışla yaklaşmış, kendisi tamamen açıklamasına izin vermiş ve ona sırt çevirmemişlerdi. Amara'nın bir ay boyunca ortadan kaybolduğu zamanlarda yurt dışından geri dönmüştü ailesi, Enis bunun için mutlu olmuştu ama annesinin eve girer girmez kıyametleri koparmasından pek hoşlanmamıştı.

Tolga'nın partisinin olduğu akşam yediği dayağı öğrenmişti annesi, hafifçe güldü. O günün sabahı İnel'le kavga ederken Amara onları görmüştü. Bu işine gelmişti aslında, kendini açıklamak zorunda kalmamıştı.

Annesi onu dövenlere kendince tehditler savurmuş, hepsinin donuna kadar alacağını söylemişti. Eylem Ece, kesinlikle bunu yapabilecek bir kadındı ve bu yüzden babası annesini sakinleştirmeye çalışırken aniden neden dayak yediğini söylemişti ailesine.

İnel'i sevdiği için dayak yemişti. Önce Bekirhan kesmişti yolunu, aslında zaten Bekirhan'ın onu çağırdığı yere gidiyordu. Bekirhan'dan pek hazzetmezdi, nasıl hazzetsindi ki? Sürekli kendisini aşağılayan, hor gören, sırf onun gibi olmadığı için ona şiddet uygulayabileceğini sanan bir boş beyindi Bekirhan, Enis'e göre. Aslında öyle biri değildi ama bundan, Bekirhan'ın, kendisi de dahil kimsenin haberi yoktu, çünkü Bekirhan olduğu kişiyi inkar ediyordu ve bunun sinirini kendisi olabilen insanlardan çıkarıyordu. Öfkesi en çok kendisineydi Bekirhan'ın.

(YN: Bekirhan yavruma küfür etmeyin. Kendisi şimdi aklıma gelen ama hemen aklımda kurgusu doğan bir karakter. Şaka gibi ama gerçek arkadaşlar. Kurgu üretmeden duramıyorum...)

Enis'in annesi ve babası onun aniden kurduğu cümleyle şoke olurken verecekleri tepkiyi beklemişti sakin bir tedirginlikle, önce babası kendine gelmiş ve Enis'e doğru dönmüştü. Adamın şaşkın bakışları oğlundayken, kadın dona kalmıştı.

"Ne?" diye sayıklamıştı adam. Şaşırmakta elbette haklıydı, yıllar tanıdığını oğlunu gerçekten tanımadığı düşüncesi aniden düşüncelerine yayılmıştı.

Sonrasında sakince konuşmuşlardı. Ne bağırış vardı ne de fiziki şiddet. İnel'in yaşadığı anların tam aksiydi.

Esva'nın yaptığından sonra babası İnel'i eve çağırmıştı, daha olanlardan haberi yoktu İnel'in, her şey çok tazeydi. İlk kez tamamen sessiz olan evin içine girdiğinde bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Ailesinin evi asla sessiz olmazdı, kardeşi müzik dinlemeyi severdi, yoga yaparken bile açtığı bir müziği olurdu.

Salona girdiğinde aniden arkasından ittirildiğinde bir şeylerin ters gittiği doğrulanmıştı. Beklemediğinden olsa gerek yere sertçe düşmüştü, elleri acımıştı. Bu hiçbir şeydi, sonrasında gelen darbeler daha da acı doluydu. Yüzüne hiç darbe almamıştı İnel, bu sayede Enis'ten morlukları bir süre saklayabilmişti ama canından, canının acısını saklamak kolay değildi.

Aklına gelen morluklarla vicdanın sesi yok oldu ve derinlerden gelen bir nefret hissetti, Esva'ya üzülmesi aptallıktı. İnel'in o hâle gelmesinin sebebi o kızdı, o kız kendi öz kardeşine bunları yapacak kadar gaddarken vicdan yapmamalıydı. Esva, gerçekten kötü biriydi. Sanem geldi aniden aklına, İnel'i seven ve konuşamayan kız. Sanem neden onları ayırmak için böyle iğrençlikler yapmamıştı. Evet, Sanem de Enis ile İnel'i biliyordu. Enis, bunu fark etmişti. Kız ne zaman ikisini yan yana görse önce İnel'e bakıyor, sonra bakışlarını Enis'e çevirince suçlulukla gözlerini Enis'ten kaçırıyordu.

"Spora gitmeyecek misin?"

Duyduğu sesle irkilirken masaya doğru uzattığı kupa aniden elinden kaymış ve sertçe masaya düşmüştü ama yan devrilmemişti. Yeşil gözlerini kapıdaki İnel'e çevirdi, siyah dağılmış saçları ve şişmiş gözleriyle kendine bakan adama gülümsedi.

"Hayır." Omuz silkti Enis. "Bu sıralar spora gitmek pek işime gelmiyor." Suratını buluşturdu, İnel ona doğru yaklaşırken. "Zaten kütüphaneye de gitmem gerekiyor, birkaç kitap almalıyım."

Kafasını anladığını belirtircesi sallarken Enis'in korkuluklara doğru uzattığı bacaklarına ata biner gibi oturdu İnel, dizlerine denk geliyordu Enis'in. "Sonrasında alışverişe gidelim mi?" diye mırıldandı sakince İnel, çocuksu bir sesle sormuştu. Enis gülümsedi, İnel'in normalde alışverişe gitmekten pek hoşlanmadığını biliyordu ama kafasını dağıtmak istiyor olmalıydı ki bunu teklif etmişti.

Enis, İnel'in dizlerinde duran ellerini soğuk elleriyle tuttu, nedense kendini çok duygusal hissetmişti. "Asla hayır demem," İnel kaşlarını çatarak ellerindeki ellerden kurtuldu ve Enis'in soğumuş yüzünü tuttu. "Hem şu yıl dönümü kutlaması içinde alacağımız şeyleri aradan çıkartırız."

"Öncelikle seni çok pis döverim." dedi sinirle İnel. "Bu gibi olmuşsun be, dün de soğukta dışarıdaydın ve yıl dönümü derken?"

"Dün gece mesaj atmış Amara," dedi kafasını geriye yaslayarak Enis. "Sana da atmıştı ama seninkine de ben baktım." Haylazca sırıttı. "Şimal ve babasının yıl dönümü için beyaz kıyafetler almamızı istemiş," Kıkırdadı. "Aslında konsept siyah kıyafetler falanmış ama Şimal'i delirtmek istiyormuş."

"Daha var diye biliyorum paritye?"

"Var ama aradan çıkartırız işte." dedi Enis alışveriş yapmayı çok sevmesine rağmen, son zamanlarda ruh hali yüzünden sadece boş boş uyumak istiyordu ama bunu yaparsa kendini toparlaması uzun sürebilirdi ve bunu istemiyordu.

Dışarıdan haylaz, eğlenceli ve yerinde duramayan bir tipti Enis, İnel ise sert, soğuk ve yıkılmaz duruyordu ama iç dünyaları görünüşlerinin zıttıydı. İnel incindiği zaman çabuk atlatamazken Enis atlatmaya çalışıyordu. İnel kendi sessizliği içinde boğulurken Enis, espri yapıyor, sürekli gülüyordu bu yüzden insanlar onları hep aynı görüyordu. İnel duygusuz, Enis komik biriydi onların sığ düşüncelerine göre.

İnel'in onu zorla içeriye sokuşundan sonra birlikte kahvaltı hazırladılar ve kahvaltılarını yaptılar, İnel çayına üç kaşık şeker atarken Enis, çayı direkt şeker kasesine döküp içmesini söyleyerek onunla dalga geçmişti.

Sonrasında masayı toplamışlardı, Enis kirli bulaşıkları makineye yerleştirirken İnel duşa girip çıkmıştı. İnel'in girmesi gereken bir dersi vardı, her an Enis'in yanında olmak istiyordu ama bu zordu, çünkü hayat onları hep yan yana kılmıyordu.

"O pezevengi görmüyorsun hiç, değil mi?" diye mırıldandı İnel. Üstüne giydiği kışlık, siyah-yeşil çizgili gömleğin düğmelerini ilikliyordu. Enis'se yatakta oturmuş onu izliyordu, kolları göğsündeydi, çoktan hazırlanmıştı. Üstüne beyaz, göğüs kısmında enine doğru uzanan gökkuşağı renklerinin yer aldığı bir sweat giymişti, altında ise sol baldırına doğru zincirin sarktığı bir siyah kot vardı ve her zamanki uzun çoraplarından giymişti, çıkmadan önce de siyah spor ayakkabılarını giyecekti. Enis, her tarzı denemeyi seven biriydi, giydikleri bazen birbirini tutmazdı. Her tarzı birbirine harmanlamayı severdi. İnel ise daha çok gömlek giymeyi severdi, gömlekleri bazen ona ciddiyet katardı ve bu İnel'in hoşuna giderdi. Ayriyetten kışın sade kazaklar, yazın ise beyaz tişört veya rambo atlet giymeyi severdi.

"Beni dinlemiyor musun?" diyerek yerdeki havluyu fırlattı İnel Enis'e, gömleğini çoktan iliklemişti.

"Hayır, tatlım." diyerek şirince sırıttı, sağ kulağındaki küpeyle oynamaya başlamıştı. "Seni dinlemiyorum, dikizliyorum."

Gözlerini devirerek makyaj masasının üstünde duran yüzüğü aldı İnel ve sol işaret parmağına geçirdi, yüzüğü eski tarz bir yüzüktü, ortasında siyah bir taş vardı ve annesinin hediyesiydi.

"İki dakika ciddi ol desem, zamanı ileriye alabilir miyim diye sorarsın Enis." Gülerek kafasını salladı ve Enis'in yanında duran ceketini alarak yatağa oturdu, komodinin üstüne koyduğu siyah çorapları giymeye başladı Enis'e yandan bir bakış attıktan sonra. "Bekirhan'ı gördün mü hiç?"

Küpesiyle oynarken aniden duraksadı Enis, bu konuda konuşmayı gerçekten sevmiyordu. Bekirhan'ı görmüştü birçok kez, ama adam kendisine sadece dik dik bakmakla yetinmişti ve bu kötüydü. Fırtına öncesi sessizlik olduğunu düşünüyordü Enis ve bu yüzden olabildiğince ondan, onun olabileceği yerlerden uzak duruyordu. Kendisinin ve arkadaşlarının hayatı pek yolunda değildi ve hastanelik olarak her şeyi daha da berbat etmeyi, insanları üzmek istemiyordu.

Afallamış surat ifadesini toparlayarak sırıttı, yeşil gözleri kısılmıştı. "Bekirhan'ı sana kuma olarak aldığımı söylememiş miydim ben, sana?" dedi kaşlarını düşünürmüş gibi çatarken, dudaklarını da büzmüştü. İnel, sağ omuzunun üstünden ona baktı, bakışlarına oturan sinir siyah gözlerinde parladı.

"Haydi ya?" dedi alayla İnel, sonra kaşlarını çattı ve Enis'e doğru uzanarak saçlarını kavradı. Enis canının acısıyla inledi ama hemen sonra gülerek İnel'den kurtulmaya çalıştı. "Saçını tek tek yolarım senin delirtme beni!"

Kısa bir boğuşmadan sonra ikisi de üstünü düzelterek ayaklandı, İnel'in kaşları hâlâ çatıktı ve arada homurdanıyordu, Enis ise sırıtıyor, hatta arada kıkırdıyordu.

En sonunda evden çıkabildiklerinde İnel, Enis'i, kolunun altına çekti ve sokakta ilerlemeye başladılar. Enis üstüne içi yünlü, açık renkli bir kot ceket geçirmişken İnel'in üstünde siyah, kalın bir ceket vardı.

"Benimle gelmene gerek yok." dedi Enis otobüs durağına vardıklarında. İnel'in çocuğunu okula götüren anne gibi davranmasını sevmiyordu, bu kendini güçsüz hissettiriyordu.

Kısa bir tartışmadan sonra Enis kazanan kişi olmanın hazzıyla İnel'in iki yanağından da öptü, hatta otobüse doğru bir adım attıktan sonra vazgeçerek geri döndü ve parmak uçlarında kalkıp İnel'in alnını öptükten sonra hızlıca ondan kaçarak otobüse bindi. Evden çıkmadan önce aldığı sırt çantasından kartını çıkarttı ve okuttuktan sonra içeriye doğru ilerledi.

Otobüste İnel'i görebileceği tarafa geçip ona dil çıkardı ve sevdiğinin kaşları çatılırken etraftaki insanları umursamadan kıkırdadı Enis, mutlu hissediyordu ama bu mutluluk bakışlarını camdan alıp etrafta gezdirene dek sürmüştü.

Fazla kalabalık olmayan otobüste, tam yaslandığı yerin karşısında ona bir adam vardı, suratındaki ifade bocaladı. Karşısındaki adamın karışık, koyu kahverengi saçları vardı, saçları gürdü ve siyaha çalıyordu, oval bir yüzü vardı, koyu renkli sakalı ve bıyığı ona bir ağırlık katıyordu, elmacık kemikleri çillerle süslenmişti. Üstünde yeşil, uzun kollu bir üst vardı, boynunda her zamanki gümüş kolyesi vardı, kolyesi ikiliydi. Eskitilmiş siyah bir kot bacaklarını sarıyordu, bu Bekirhan'dı.

Enis, rahatsızlıkla bakışlarını ondan kaçırdı. Arada onunla aynı otobüse bindiği oluyordu ama neredeyse üç haftadır onunla hiç otobüste karşılaşmamıştı, adama kısa bir bakış attığında soğuk bakışlarının hâlâ kendi üstünde olduğunu fark etti. Suratına yansımasa da tedirgindi, korkmuyordu ama bıkmıştı artık. Dayak yemek istemiyordu, çünkü karşılık veresi geliyordu ve bu kendine tersti. Neyin ne olduğunu kavrayamayan bir aptal çözümü şiddette buluyor diye ona karşılık vermek istemiyordu, zaten karşısındaki kim olursa olsun karşılık alamayınca sıkılıp onu rahat bırakıyordu.

İnel'le tanışmaları aklına geldi bir an, hafifçe gülümsedi. Okul çıkışıydı, proje ödevi için geç saate kadar kalmıştı ve hava kararmıştı. Evi uzaktaydı ama yürümek istemişti ama aniden yolunu kesen Seyit yüzünden bu istediği olmamıştı. Seyit, hem onunla aynı sınıftaydı hem de basketbol takımının yedeklerindendi. Enis'i sevmezdi, çünkü kendisi takımda yedeklere kalmışken Enis takıma girmişti ve takımın en iyilerinden olmuştu. Bu ona göre haksızlıktı, kendisi Enis'ten daha yapılıydı uzundu ki Enis'ten birçok kişi uzundu o zamanlar.

"Takımdan çıkacaksın." diyerek önce onu tehdit etmişti Seyit, sonra istediği cevabı alamayınca sinirlerine hakim olamayarak Enis'in üstüne atlamıştı.

"Beni dövsen de takımdan çıkmayacağım geri zekâlı!" diye bağırmış Seyit üstüne yerleşip ilk yumruğu atmadan önce. Acılı birkaç yumruk yemişti, ama bu İnel'in gelip onu dayaktan kurtarmasına kadar sürmüştü. Aslında Tolga da o gün oradaydı, hatta İnel, Enis'i kendine getirmeye çalılırken Seyit'e birkaç yumruk atmıştı Tolga ama Enis'in dikkati İnel'deydi o anlarda.

"Yüzün çok temiz gözüküyor."

İrkilerek kendine geldi, düşündüğü anlara o kadar çok dalmıştı ki otobüste olduğunu unutmuştu. Bekirhan ise bu sırada ona yaklaşmış ve yukarıdan sarkan tutunma yerlerine tutunmuştu, yüzünde alaylı bir gülümseme vardı adamın. "Olması gerektiği gibi." diyerek sakince cevap verdi Enis ona, terslerse hoşuna giderdi Bekirhan'ın, biliyordu.

"Renklendirmemi istemez misin?" diye sordu Bekirhan, dudağının sağ kısmını hafifçe yukarıya kaldırmıştı.

"Hayır, istemem." diyerek çantasını sıkıca kavradı ve otobüsün durmasıyla hızlıca aradan sıvışarak indi, adımları aceleciydi. Bekirhan'ın peşinden geleceğini ve hızlı olursa yetişemeyeceğini düşünüyordu, yapılı haliyle insanların arasından geçmesi zordu sonuçta adamın.

Yanıldığını çantasından çekilerek ara sokağın birine itildiğinde anlamıştı, çantası çekiştirildiği için yere düşerken sırtı sertçe duvara yaslandı. Suratını buruşturarak ağır bir küfür mırıldandı, sırtı her zaman hassas yeri olmuştu.

"Konuşma bitmeden gitmenin hoş bir şey olmadığını bilmiyor musun?" diye hırladı Bekirhan suratına doğru, adamın kocaman elleri duvara yaslanmış ve kendisini hapsetmişti.

"Peki sen şiddetin hoş bir şey olmadığını bilmiyor musun?" diye karşılık vardı sinirle, sırtı acıdığı için sinirlenmişti. Yumruk yemek sorun değildi ama sırtı hassastı işte.

"Senin dilini koparırım Enis!" diye tısladı Bekirhan, kalın kaşları çatılmış, gür kirpiklerinin çevrelediği gözleri koyulaşmıştı. "Uzun süredir seni okşamıyorum diye cesaretlendin mi?"

Sinirle güldü Enis. "Sen okşamasan da okşayan okşuyor." dedi adamın daha fazla sinirleneceğini bilerek.

Bekirhan afalladı bir an, böyle bir tepkiyi beklemiyordu ama çabucak toparladı kendini ve güldü ona iğrenircesine bakarken. "O yanındaki pezevengin altına yatıyorsun yani." dedi hafifçe suratına doğru eğilerek.

Enis suratını suratına yaklaştırdı ve nefesini onun suratına vererek güldü. "Bu seni ne kadar ilgilendirir Bekirhan? Giren bana, çıkan bana değil mi, sana ne?"

Adam Enis'in sweatinin ön kısmından kavradı aniden ve kendine doğru çektikten sonra tekrar, serçte, duvara vurdu. "İğrençsiniz!" dedi sinirle, yanakları hafifçe kızarmıştı adamın.

"Sen daha iğrençsin." diye fısıldadı Enis, Bekirhan'ın bakışları kısaca dudaklarına düştü onun. "Sen kendine yalan söyleyen iğrenç bir herifsin Bekirhan!"

Bekirhan'ın sağ eli Enis'in yakasını kavrarken sol eli havalandı. "Bana vurman gerçekleri gizleyemiyor Bekirhan," Adamın eli hâlâ havada kalmıştı. "Bana aslında vurmak istemediğini biliyorum." Suratını onun suratına yaklaştırdı Enis. "Aslında ne istediğini biliyorum."

Bekirhan'ın eli hızlıca Enis'in sol yanından geçerek duvara çarptı, seri solukları Enis'in suratına çarparken Enis gayet sakindi. Damarına fazlaca basılmıştı Enis'in, geride durdukça çok gelmişti üstüne, haddini bildirmeliydi.

Enis parmak uçlarında hafifçe yükseldi, Bekirhan'ın bakışları onun yeşillerindeyken dudakları adamın dudaklarına bastırdı. Bu yaptığı şey için dudaklarını fırçalayacaktı.

Bekirhan kalakaldı, Enis bu yaptığı şeyden emin değildi. Belki düşündüğü gibi Bekirhan ondan hoşlanmıyordu, bu bir kumardı, ya düşündüğü gibi olurdu ya daha fazla dayak yerdi.

Bekirhan, dudaklarını aralayarak Enis'e karşılık verdi ve onu duvara itti. Enis buna karşı hafifçe güldü ve uzatmadan onu ittirdi. Adam şaşkınlıkla geriye doğru adımlarken Enis dudaklarını yaladıktan sonra yere tükürdü ve çantasını yerden alarak sırtına geçirdi.

Midesi bulanmıştı, İnel harici birini öpmemişti daha önce ve şimdi öptüğü kişi de Bekirhan olunca, iğrenmişti işte.

"Benden uzak dur Bekirhan," dedi ifadesizce, adamla dalga geçmeyi çok isterdi ama zaten adamın kendi kendini düşüncelere boğacağını biliyordu. "Homofobik bir aptal gibi davranmayı da kes." Bekirhan'ın donuk bakışları ona döndü, hâlâ şaşkındı. Enis ona sırtını döndü. "İnsan kendinden nefret edemez."

Bekirhan'ın üstüne nasıl bir yük bıraktığının farkındalığıyla hüzünle gülümsedi ve kütüphaneye gitti.

Aradığı kitapları buldu, okulundan tanıdığı birkaç insanla karşılaşıp onlarla sohbet etti ve biraz ders çalıştıktan sonra kütüphaneden ayrıldı Enis. İnel'le kısa bir konuşma yaptıktan sonra alışveriş merkezine geçti ve kahve dükkanlarından birine girerek ıslak mendil ve portakal suyu aldıktan sonra boş bir yere oturdu. Dudaklarını kaçıncı silişiydi bilmiyordu ama İnel'i öpene kadar buna devam edeceğini biliyordu.

Sonunda İnel geldiğinde ona sarıldı ve dudaklarını hzılıca öpüp geri çekildi, bunu yapmazsa rahat edemeyecekti. İnel gülerek onun karşısına oturdu. "Beni çok özledin sanırım?" diye sordu, Enis hafifçe gülümsedi. Suçluluk hissetmiyordu, çünkü yaptığı şey önemsiz kısa bir şeydi ama İnel'e her şeyi anlatırdı.

"Seni her an özlüyorum zaten." dedi gülümseyerek, İnel'e doğru uzanarak sağa doğru taralı saçlarını karıştırdı ve eline sertçe bir darbe yedi. "Ama söylemem gereken başka bir şey var." diye ekledi geriye yaslanırken.

İnel, hemen ciddileşti. Enis bununla dalga geçmek istedi ama yapmadı. "Söyle bakalım."

"Bugün Bekirhan sıkıştırdı yine beni." İnel'in kaşları çatılırken araya girmek istedi ama sustu, araya girmesinden Enis'in hoşlanmayacağını biliyordu. "Ben de onu öptüm."

İnel'in suratı ifadesi bocalarken, kaşları sahiden mi dercesine havalandı. "Neden?" diye sordu sakince, ciddiliği yüzünden hafifçe sıyrılmıştı. Sinirli ya da kırgın değildi, Enis'in kendisini sevdiğini ve yaptıklarının bir nedeni olduğunu biliyordu. Aslında sevgilisinin hâlâ tek parça olmasına da şaşırmıştı.

"Çünkü Bekirhan bir aptal," Gözlerini devirdi, bu İnel'e şirin gelmişti. "Kendi olduğu kişiyi reddediyordu, ben de anlamasını sağladım."

"Karşılık verdi mi?"

"Karşılık verdiği an geri çekildim zaten." dedi Enis, İnel nefes verdi. "Karşılık alınca geri çekilmeyeceğim tek kişi sensin."

İnel alayla güldü. "Şu an seni öpmem için kuduruyorsun değil mi?" diye sordu farkındalıkla.

"Hem de nasıl!" dedi hiddetle Enis. "Dudaklarım kirlenmiş gibi hissediyorum."

"Bu sana ceza olsun," diyerek ayaklandı İnel. "Böyle olacağını biliyordun, beni ilk öptüğünde üstüme kusmuştun. Biri görse obsesif olduğunu düşünecek." Kafasını salladı suratını buruşturarak. "Haydi kalk, alışveriş yapalım."

Enis de ayaklandığında alışveriş yapmaya başladılar. Birkaç yeni kıyafetten sonra parti için de bir şeyler aldılar, Enis deneme kabinlerinde İnel'i sıkıştırdı ama istediğini alamadı. Denemekten vazgeçmezken eve dönüş yolunda sürekli İnel'in elini cimcikledi ve laf attı.

"Tip bak, tipe." diye homurdandı sinirle Enis. "Yolda görsem lama gibi tükürürüm suratına."

İnel kafasını sallayarak güldü. "Konuştukça batıyorsun aptal." diye mırıldandı. İkisi de yorgundu, ayriyetten İnel keyifli Enis ise bir çocuk gibi huysuzdu. Eve vardıklarında Enis ve girer girmez ayakkabılarının arkasına bastırarak ayakkabılarını çıkardı ve odalarına yöneldi ama İnel poşetleri bir kenara attıktan sonra onu tuttu. Enis'i kendine çekip derince öptü ve peşetleri alarak odalarına gitti.

Aldıklarını yerleştirdikten sonra dışarıda bir şeyler yedikleri için yemek yemediler ama meyve atıştırdıktan sonra bir şeyler izlerken koltukta uyuya kaldılar. Tatlı yorgunlukları yüzünden birinin beli, birinin boynu tutulacaktı.

(YN: Daha 1.günü yazdım ve 2750 kelime oldu... Genelde bir bölüm 2500-3500 arası oluyordu... Dayan Sıla, stay strong, yapacaksın...)

2.gün (Alin'in Melih'le konuşmasından 2 gün sonrası.)

Naneli şampuanın ferahlığını hâlâ kafa derisinde ve vücudunda hissediyordu. Sabah uyanır uyanmaz bir saat boyunca koşmuş eve geri dönünce kendini hemen duşa atmış ve giyinip saçlarını kuruttuktan sonra bir şeyler atıştırmıştı.

Şimdi de evden çıkmış, okula gidiyordu. Sınavlarını birkaçını vermişti ama pek iyi geçtikleri söylenemezdi finallere çalışarak düzeltmesi gerekiyordu.

Üstünde çiçekli uzun bir elbise vardı, elbisenin yırtmaçları yürüdüğünde hafifçe bacaklarını gösteriyordu. Elbisesinin üst siyah bir ceket geçirmişti, ceket kalın ve kısaydı.

Dersine girip çıktıktan sonra rahatlamak için yakınlardaki bir kafeye gitmeye karar verdi, biraz tatlı yemeyi ve yanında bir şeyler içmeyi istiyordu.

Kucağında birkaç kitap vardı, bir de küçük sade bir kalemlik, yanına normal bir çanta almadığından elinde taşımalıydı.

Yorgundu ama suratındaki hafif makyaj bunu gizliyordu lakin biri dikkatlice yeşil gözlerine baksa aklarında kızarıklığı fark edebilirdi, yanından geçen bir grup erkeğin onu süzdüğünü fark edince istemsizce suratını buruşturdu ve çenesini dikleştirerek onlara aşağılarcasına baktı. Bir tepki vermezse laf atacaklarını düşünmüştü.

"Onların böcek olmadığını biliyorsun değil mi?"

Duyduğu sesle duraksayarak sol tarafına baktı Alin, Tolga kaldırımdaki bir ağaca sırtını vermiş, kolları göğsünde birleşmiş hâldeyken ona bakıyordu. Gün ışığının vurduğu mavi gözleri parlıyordu, havanın soğukluğuna rağmen üstünde sadece siyah renkli bir tişört ve eşofman altı vardı, spor ayakkabıları da ayağındaydı.

"Hatırlattığın için teşekkürler," diyerek küçük ve alaylı bir gülümseme sundu Tolga'ya, Alin. "Böcek olan sendin, değil mi? Nasıl unuturum ki?" diye mırıldanırken yoluna devam etti.

Tolga, kendisine atılan lafı umursamadan ellerini ceplerine sokarak onun yanında yürümeye başladı. Alin ayağındaki postalları yüzünden ondan fazlaca kısa duruyordu, alt dudağını ağzının içine alarak sol omuzu üstünden Tolga'ya baktı.

Tolga'nın bunu yapmak gibi bir planı yoktu, aslında ağacın orada Hür'ü bekliyordu ve o gelince dosyadakilerle ne yapacağını, tüm ayrıntılarıyla, ona da anlatacaktı. Hafifçe gülümsedi Tolga, babasının elinde avucunda bir şey kalmayacaktı yakında. Annesinin üzüleceğini biliyordu ama baba demeye utandığı o adamın annesini de aldattığını biliyordu.

Buna ilk kez on beş yaşındayken şahit olmuştu, o an ondan delicesine nefret etmiş bunu annesine nasıl söyleyeceğini düşünmüştü ama bu yükten, annesinin her şeyi bildiğini anladığında kurtulmuştu. Annesiyle konuşmuş, neden buna katlandığını sormuştu. Annesi bunun bir defalık bir hata olduğunu söylemişti ama biliyordu, bu bir defalık bir hata değildi. Babasının eşyalarını karıştırmıştı bir kere ve boşanmasıyla ilgili eski birkaç kağıt bulmuştu, suratını buruşturdu, nasıl da iğrenç bir herifti. Ona asla acımıyordu, o adam denemeyecek şahıs bunları yaparken utanmamıştı. Beş parasız kaldığında, yanında kimse kalmadığında babasının nasıl da sefil hissedeceğini düşünmek bile ona zevk veriyordu.

Tolga düşüncelere dalmışken Alin arada ona yandan bakışlar atıyordu, aniden duraksadı ve kaşları çatıldı, Tolga'nın hastanede söylediği sözleri hatırlamıştı. Tolga onun durduğunu fark ettiğinde durdu ve ona doğru döndü, kadının bakışlarındaki sinirini görünce kaşlarını kaldırdı.

"Ne oldu?" diye sordu anlamadığından Tolga, sadece yanında yürürken ne yapmış olabilirdi ki?

"Bunu sen söylemelisin Tolga," dedi defterlerini diğer eliyle de kavrarken. "Neden yanımdasın? Yaptığın iğrenç imadan sonra gelip yanımda durman yüzsüzlük değil mi?"

"Özür dilerim, Alin." diye mırıldandı Tolga omuz silerek. "Sadece sinir etmek istemiştim ama biraz ileri gittim."

Ali'in kolları şaşkınlıkla gevşerken kalemliği kucağından düştü, Tolga resmen ondan özür dilemişti. Dudaklarını araladı ama diyecek bir şey bulamadığından geri kapadı, gerçekten çok şaşırmıştı çünkü Tolga'dan asla böyle bir şey beklemezdi. Aklına gelen düşünceyle kendini toparlamaya çalıştı, Agah'la ilgili bir şey öğrenmek istediği için suyuna gittiğini düşündü Alin.

"Pekala." diyerek yerdeki kalemliğini aldı ve yanından geçti Tolga'nın, daha fazla uzatarak onunla uğraşmak istemiyordu ama adam tam tersini düşünüyor olmalı ki tekrar onun yanında yürümeye başladı.

"Tolga-" derken Alin, adam onun lafını kesti. "Tolga değil, Teoman de." diyerek. Alin derin bir nefes verdi Tolga'nın ikinci adını daha çok sevdiği bilmeyerek, adam nedensizce ikinci ismini duymak istemişti kadının ağzından oysa bu adla çok sevdiği insanların seslenmesini isterdi. İki adını da annesi koymuştu ama ilk adını pek sevmezdi bu yüzden Agah'ın, ilk adını babasının koyduğu sanmasını istemişti, böylece Agah ona Teoman diyecekti. Babası ona Tolga derdi, annesi Teoman.

"Teoman," derken kendini garip hissetti. "Beni rahat bırakmayacak mısın?"

Karşı kaldırıma geçmek için yoldaki arabanın geçmesini beklediler, Tolga omuzunun üstünden ona baktı bu sırada, kafasını da hafifçe eğmişti. Kızın boyunun çok kısa oldığunu düşündü, yüzü de minikti.

"Sen çok minikmişsin." diye mırıldandı kendi kendine, alnına düşen kıvırcık saçları alnını kaşındırdığından suratını ekşitti ve alnını kaşıdı. Alin onun bu dediğini duyduğunda göz devirdi.

"Miniksem miniğin sana ne be?" diye çıkıştı ona karşıya geçerken.

Tolga, olduğunu yerde durarak arkasından baktı kadının, sarı saçları omuzlarının biraz altına geliyordu ve dalgalanmışlardı.

"Minik ama asi." diye mırıldandı peşinden ilerlerken. Sonunda kafeye vardıklarında Alin o yokmuş gibi davranarak istediği şeyleri sipariş etti ve gelmesini beklerken telefonuyla ilgilendi, aniden telefonu elinden çekildiğinde afalladı. Tolga, Alin'in telefonunun ekranına bakmadan telefonu kitledi ve cebine koydu. "İnsanlarla beraberken telefon kullanmak ayıp."

"Hani?" diyerek geriye yaslandı ve etrafına baktı. "Ben masamda, kendim hariç, insan göremiyorum?"

Tolga nefes vererek güldü, kızın zıttına gitmesi hoşuna gitmişti ve sınırını geçmediği sürece sorun yoktu. "Agah'la da böyle konuşuyor musun?" diye sordu garson siparişlerini getirdiğinde, kendisi sadece çay istemişti. Tolga garsona teşekkür ederken Alin'in bakışları ondaydı, bakışları az önce gibi parlamazken suratı ifadesizdi kadının.

Alin onu cevaplamadan tatlısından küçük bir çatal aldı, iştahı kalmamıştı ve boğazına dizilmiş bir şeyler hissediyordu. Tolga'nın telefonu çaldı çay bardağını eline aldığında, arayan Hür'dü, telefonu sessize alarak çayından bir yudum aldı. Bakışlarını ısrarla Alin'in suratından çekmiyordu o anlarda, hafifçe gülümsüyordu da kadına bakarken.

Alin'in, Agah'ın adı geçtiği zaman çıkardığı tırnaklarının bir anlamı kalmıyordu çünkü bir anda yerle bir oluyordu o güçlü görüntüsü. Dikleştirdiği çenesi titriyor, bakışlarındaki üstünlük yok oluyordu, Tolga bunu fark ettiği zaman nedenini çok merak ediyordu. Alin, neden Agah'ın yanındaydı? Neden?

"Susman daha çok merak etmemi sağlıyor aslında." dedi dirseklerini masaya yaslayarak sakallarını kaşırken, Alin ona bakmadan pastasından yiyordu.

Yine cevaplamadı onu Alin, Tolga'nın bir şeylerden şüphelendiği için sorduğu biliyordu ve bu bariyerlerini yıkıyordu. Başka biri ona bu soruları sorsa onu rezil ederdi ama karşısındaki Agah'ın kardeşiydi, damarlarında aynı kan vardı ve yapacağı yanlışın, özellikle şimdilerde, çok büyük sorunlara yol açabileceğinin farkındaydı. Pastaya diktiği gözleri yavaşça buğulandı, duygularına pranga vurmakta daha çok zorlanıyordu artık ama buna engel olmalıydı.

Gözlerini kırpıştırarak kendini toparlamaya çalıştı ve meyve suyuna uzanarak kocaman yudumlar aldı, yanakları kızarmıştı kendini sıktığı için. Tolga'nın ise bakışları hâlâ onun üstündeydi, her hareketini izliyor ve aklına kazıyordu.

Ağlamamak için kendini sıktığında yanakları kızarıyor ve sol elinin işaret parmağıyla, baş parmağının derisi tırnaklıyor.

Belki yanlış düşünüyordu, belki bunlar kızın her zamanki haliydi ama aklına yazmaktan zarar gelmezdi.

Alin sonunda kafasını pastasından kaldırarak ona baktığında gözlerinin etrafı hafifçe kızarmıştı, kadının beyaz tenli olmasının dezavantajı buydu. "Bunu sorma Tolga," diye mırıldandı güçlü tutmaya çalıştığı sesiyle. "Sorma artık." Çatalını tabağın kenarına bıraktı ve Tolga'nın gözlerinin tam içine baktı. Beni anla, dedi gözleriyle. Bak beni ben anlamıyorum ama sen anla işte, lütfen.

Birbirlerinin gözlerinin içine baktılar bir süre ve gözlerini ilk kaçıran Tolga oldu, göğsüne, suçluluk olduğunu tahmin ettiği, bir şey oturmuştu. "Öyle olsun." dedi çay bardğını hafifçe sallarken.

Sonrasında ikisi de konuşmadı, bir ara Tolga, Alin'in telefonunu geri ona verdi. Alin ne pastasını bitirdi ne de içeceğini, tadı kalmamıştı, karşısına Tolga çıkmasaydı güzel olurdu ya da kendisiyle gelmeseydi. İç çekerek ayaklandı, Tolga da ona uydu, ama Alin masadaki defterlerini kucağına alırken Tolga ondan hızlı davranarak önünden ilerledi. Alin'in onun gideceğini düşünerek rahatladı ama yanlış düşündüğü adamın hesabı ödediğini görünce anladı, kaşları çatılırken Tolga'yla münakaşaya girme gereksimi duymadı ve onu beklemeyerek adımlarını hızlandırdı.

Eve gidip birkaç bölüm dizi izlemeyi düşündü Alin, markete uğrayarak yiyecek bir şeyler alırdı ve eğlenceli bir dizi açardı. Kalemliğini unuttuğunu fark etmeyerek kitaplarına sarıldı ve otobüs durağına ilerledi, kendisine doğru koşan ayak seslerini duyduğunda adımlarını hızlandırdı.

Tolga koşarak ona doğru gelirken sırıttı ve onun boştaki sağ elini kavrayarak, "Koş!" diye bağırdı. Alin'in ayakları birbirine dolanırken dudaklarından dökülen şaşkınlık nidasıyla geriye bakmak için dönecekken Tolga tekrar onu çekti ve koşmaya başladılar.

Alin'in eli, Tolga'nın avucundaydı ve birlikte koşuyorlardı. "Neden kaçıyoruz?" diye bağırdı sola doğru saptıklarında kadın, Tolga'ya uyuyordu çünkü kendisinden hızlı koşuyordu adam.

Neredeyse iki sokak boyunca koştular, en sonunda nefes nefese durduklarında Alin'in ciğerleri yanıyordu. Aslında ikisinin de ciğerleri yanıyordu. Sokak lambasına sırtını vererek dizlerine avuçlarını yaslamıştı Tolga soluklanırken, Alin'se tam onun önünde kaldırıma oturmuştu.

"Neden koştuk?" diye sordu Alin nefesini düzene sokabildiğinde, günü sakince bitirmek istediği anlarda hep bir pürüz çıkıyordu.

Tolga gülümseyerek yere eğili kafasını kaldırdı ve kadına baktı, birazdan söyleyeceği şeyin kadını sinirden delirteceğini düşünüyordu."Eğlencesine."

Alin, duyduğu şeyi kavramak istercesine biraz bekledikten sonra kocaman bir kahkaha patlattı, hatta o kadar çok güldü ki ellerini karnına bastırdı karnı ağrıdığından. Kahkahaları azalırken defterlerini bir araya attığını hatırladı ve "Şaka gibi!" diyerek tekrar gülmeye başladı. Sinirleri bozulmuştu ama koşmak iyi hissettirmişti.

Tolga'nın gülümsemesi yavaşça solarken Alin, nefesi vererek kaldırma uzandı kirlenmek umrunda değildi. Sokak lambasının ışığı Alin'e vuruyordu, gözlerini kapadı ve hafifçe kıkırdadı kadın, hiçbir şey yüzünden koşmuştu resmen.

Gözlerini açtığında gülümsüyordu ama bu Tolga'nın bakışlarını fark ettiğinde yavaşça değişti, gülümsemesi soldu ama tamamen kaybolmadı. "Aptalsın." diye mırıldandı Tolga'ya. "Çok aptalsın Teoman."

"Kim akıllı ki?" derken kendini zar zor toparlamıştı. Yerdeki kadına elini uzattı ama kadın elini tutmayarak kendisi kalktı ve üztünü silkeledi. Bir süre ne yapacaklarını bilemeyerek birbirlerine boş boş baktılar, sonrasında ikisi de bir şeyler saçmaladı ve farklı yönlere ilerlediler. Alin geldikleri yolu geri dönerken Tolga, tersi yolda ilerliyordu.

Defterlerini attığı yerden toplarken kalemliği olmadığını fark etti Alin, buna dudak büktü üzülmüştü çünkü uğurlu bilekliği kalemliğinin içindeydi. Zaten uğurlu olmadığı söyleyerek kendi moralini düzeltmeye çalıştı otobüs durağında beklerken.

Beyaz taşlı bir bileklik, normal bir şey işte. Herkes de var, boş ver.

Sonunda eve vardığında hızlıca rahat bir şeyler giydi ve dağınık evi toplayarak televizyonun karşısına geçti. İnternete bağlı televizyondan sevdiği bir diziyi açtı ama aklında Tolga'yla olan koşması dönüp durdu ve bu uyuyana kadar sürdü.

Tolga eve vardığında üstündeki tişörtü ensesinden çekerek çıkardı ve kendini koltuğun üstüne attı, eşofmanın cebine uzandı ve cebindeki bilekliği çıkardı. Alin kendinden önce kafeden çıkmıştı ve kalemliği getiren garsonu görmemişti, Tolga da kalemliğin içine bakmış, kalemleri es geçerek bileği almış ve kalemliği garsona vermişti.

Beyaz bilekliği inceledi, taşlardan birinin hafif grimsi olduğunu ve üstünde AY harfleri olduğunu fark etti. "Alin Yaz." diye mırıldandı kısıkça.

Elini karnına koyarak gözlerini kapadı ve gülümsediğinin farkında olmadan uykuya daldı.

3.gün

Bak vurdular seni, düşünce kalkma diye kestiler bileklerini.
Ağlama diye güldüler, ağladığında gömdüler seni.
Yıktılar seni, enkazında nefes alamadın, boğdular seni.

Çakmaktan çıkan ateşin gölgesi yüzünü aydınlatırken derince sigarayı çekti ciğerlerine, hava daha tam olarak aydınlanmamıştı ama yeni güne gireli saatler olmuştu ve onun gözüne tek gram uyku girmemişti.

Babasının gözlerine benzeyen yeşil gözlerini akı kızarmış, kumral saçları birbirine girmişti. Abisiyle fazla benzemediğini düşündü, kaşları çatıldı, küçük kardeşiyle daha fazla benzemiyordu aslında. Hafifçe güldü, abisi annesine çekmişken küçük kardeşi kendi annesine çekmişti ama o, sanki babasının oğlu olduğunu belli edercesine babasına çekmişti.

Babasına benzediği için annesinin kendisini sevmediğini düşünürdü bazen, sonra aklına annesinin babasına olan aşkından nasıl da çöktüğünü hatırlar, annesinin sadece babasını sevdiğini düşünürdü. Bu sonu gelmez, acısı değişmez, yadsınamaz döngü içinde dönüp dururdu düşünceleri.

Gözlerini ovdu sigarayı tuttuğu sol eliyle, uzun kirpikleri gözlerine batıyordu sanki, kalın kaşları çatıldı. Hayır, gözlerine batan şey gür kirpikleri değil, acısıydı. Soğuktan kızarmış dudaklarını yalayarak kuruluklarına son verdi ve sigarayı dudakları arasına yerleştirdi.

Altında sadece gri bir eşofman vardı, üstünde ise beyaz bir rambo atlet, abisinin onu böyle görürse kızacağını biliyordu ama umursamadı. Onu bir abisi önemsiyordu zaten, bu düşüncesine hafifçe güldü ama birkaç gün önce yediği dayaktan kalan dudağının kenarındaki yarası sızladı. Gülmeyi kesti, teni soğuktan beyazlamıştı ve sol elmacık kemiğindeki morluk, dayak yemesinin üstünden neredese dört gün geçmesine rağmen hâlâ dikkat çekiyordu.

Onu görünce şaşırıp kalan kız geldi aklına, sanki hayatında hiç dayak yemiş birini görmemiş gibi kalakalmıştı. Biten sigarasını küllüğe bastırarak söndürdü ve verandaya bıraktığı paketin içinden bir dal daha aldı, dalı dudakları arasına sıkıştırdı ama yakmadı. Abisinin ona sürekli hatırlattığı beş dakika kuralı yüzündendi bu. Beş dakika arayla iç, beş dakika geç öl.

Hafifçe sırıttı dirseklerini dizlerine yaslarken, abisinden daha fazla sigara içiyordu ve abisi bunun farkında değildi. Elbette abisinin kendine verdiği değerin farkındaydı, ama Amara'ya daha çok değer verdiğini düşünüyordu Akut.

Ona göre, Agah, Amara'nın ne zaman yanına gitse geçmişinin tek güzel kısmını hatırlıyor ve diğer kısımlarını unutuyor. Bu unuttuğu kısma Akut da dahildi işte.

Sigarasını yakmayarak ayaklandı, dalı kutuya koyduktan sonra içeriye girdi ve sessizce kapıyı kapadı, salondan kısık sesli televizyonun sesi geliyordu. Salonun kapısından içeri kısa bir bakış attı ve koltuğun üstündeki çifti kontrol etti, üstlerinin açılmış olduğunu fark ettiğinde onlara doğru ilerledi.

Amara ile Agah, üçlü, büyük koltukta uyuya kalmışlardı. Son günlerde Amara buraya çok uğruyordu, Akut bunu hiç sorun etmiyor, onları rahatsız etmemek için ya dışarıda ya da odasında takılıyordu. İkilinin bir şeyler peşinde olduğunu biliyordu ama pek umrunda değildi.

İkisinin üstünü örtüp geriye doğru çekildiğinde Amara'nın telefonuna gelen mesaj sesiyle duraksadı, saat sabahın altısında kim mesaj atardı ki?

Onu ilgilendirmese de merakına yenik düşerek telefonun ekranına eğildi ve bildirim panelinden mesajı okudu, mesajı gönderen kişiyi tanıyordu.

Leyla'cım Lilen: Bugün Solmuş Sayfa'da olacağım, Neon'un karşısındaki kitap evi. Kafana eserse gelirsin tatlım ve evet, hâlâ uyumadım çünkü malım. Sabah sekizden, akşam dokuza kadar oradayım uğramazsan bozuşuruz xoxo.

"Akut?" Duyduğu boğuk sesle hızlaca doğrulurken gözlerini hafifçe aralamış abisine baktı. "Uyusana oğlum."

"Tamam, tamam." diyerek orta sehpadaki kumandayı aldı ve televizyonu kapattı. O salondan çıkarken Agah, Amara'yı uyandırmamaya dikkat ederek kadının boynunu düzeltti, öyle uyumaya devam ederse boynunun ağrıyacağını düşünmüştü.

Salondan çıktıktan sonra merdivenlerden indi ve sol taraftaki kapıyı açtı, evin düzeni garipti. Üst katta fazla oda yoktu, alt kat ise iki kısma ayrılmıştı, bir kısım Agah'ın, bir kısım Akut'un odasıydı. Agah'ın odasına gitmek için tüm merdivenleri inmeli ve koridorun sonundaki kapıdan girmeliydiniz. Oysa Akut'un odasına girmek için holun sonundaki beş altı basamağı inmeli, sonra soldaki kapıdan geçmeli ve tekrar birkaç basamaktan inmeliydiniz. Akut'un odasının kapısı aşağı kata devam eden merdivenlerin karşısındaydı. Garip bir düzendi işte.

Odasına girer girmez tavana yakın olan küçük camlardan içeriye taşan güneşi fark etti, camlar arka bahçeye bakan küçük camlardı. Camların olduğu duvara dayalı büyük bir şifonyer vardı, şifonyerin hemen üstünde ise büyük bir ayna. Nefessiz kaldığını hissettiği çoğu anda camların hepsini açıyordu, bazen bu yetmiyordu ama önemli değildi, hallediyordu bu şekilde.

Yatağına atlamadan önce cebindeki sigara pakedini çıkardı ve öyle atladı yatağa, sırtı üstü dönerken çift kişilik yatağın sağ tarafındaki komodine, telefonun yanına koydu sigarasını.

Odası normal bir genç odası gibiydi, fazlasıyla genişti. Yatağı hemen merdivenlerin hizasında duvara dayalıydı, yatağının karşısında ise kıyafetleri vardı. Kıyafetlerini dolapta bulmakta dürekli zorlandığı için duvara yaptırdığı askılara asıyordu, ayakkabıları da kıyafetlerinin alt tarafında yere diziliydi, böylece zorlanmıyordu.

Kollarını iki yana açarak gözlerini kapadı ve uyumaya çalıştı ama bu konuda pek başarılı olamadı. Uyku ilacı alamadığı sürece güzel bir uyku çekemiyordu ama haftada bir kullanıyordu uyku ilacını, bağımlı olmak istemiyordu Akut.

Üç saat boyunca uyudu, ama asla tam uykuya dalamadı, odası normal bir sıcaklıkta olmasına rağmen terleyip durdu. Saç dipleri sırılsıklam olmuştu.

En sonunda daha fazla dayanamayarak uyandı ve oturur pozisyon alarak yüzünü ovuşturdu, soğuk bir duş almalıydı belki de. Ayaklanarak yatağın etrafından dolandı ve yatağın solunda kalan ikinci değil ilk kapıya yöneldi, orası banyoydu. Rambo atletini çıkarıp kirli sepetine fırlattıktan sonra tamamen soyundu ve duşa kabine girerek kısa bir duş aldı ama hemen çıkmadı suyun altından. Biraz oyalandı.

Suyun teninde süzülüşünü seviyordu.

En sonunda çıktı, beline bir havlu sardı ve çekmecelerden saçları için de bir havlu aldı, saçlarını serçe kurularken çıktı banyodan. Yatağının ucuna, kıyafetlerinin hemen karşısına geçti, gözleri kısa bir süre kıyafetlerinin sol tarafında kalan çizim masasına çarptı ama gözlerini hemen aldı ordan.

Saçlarının fazlaca uzadığını fark ederken havluyu bir kenara bıraktı. Ne giymesi gereltiğine karar verememişti, hem nereye gidecekti ki?

Arkadaşlarıyla kahvaltı için buluşabilirdi, bunu çok yaparlardı ya da çizgi romanılya ilgili şeyleri kontrol etmek için yayınevine gidebilirdi, seçeneği çoktu ama bunlardan hiçbiri ilgisini çekmiyordu.

Aklına gelen şeyle gülümsedi, bunu yapmasından bir zarar gelmezdi. Dudaklarını büktü, asi mi olmalıydı yoksa daha mülayim mi?

Kulağının arkasını kaşıyarak ayaklandı, siyah, düz bir gömlek aldı ve Yatağının üstüne koydu, herhangi siyah bir kemerini de onun yanına. Siyah düz bir pantolon aldı ve koyu yeşil konversleri de ekledi onun yanına, koyu yeşil kışlık ceketini giyecekti bunların üstüne. Böylece gözleri öne çıkacaktı.

Şifonyerin üstündeki aynanın karşısına geçti ve saçlarına baktı, saçları gerçekten uzamıştı. Elleriyle saçlarını dağıttı ve ön tarafını biraz düzelttikten sonra çekmecelerden birini açarak her zaman taktığı zincirlerden bir tanesi çıkardı, zincir gri renkliydi.

Yavaş hareketlerle, ceket hariç onu çıkmadan önce giyecekti, her şeyi giydi ve zinciri de taktıktan sonra ceketini alarak odadan çıktı. Abisi ile Amara çoktan uyanmışlardı ve mutfakta beraber kahvaltı hazırlıyorlardı, saatin gideceği yere gitmek için erken olduğunu düşündüğünden onlara katılmaya karar verdi.

"Agah," diye mırıldandı Amara Akut'u görünce, kalçasını tezgaha yasladığı için kapıya doğru dönüktü, Akut ona göz kırptı. "Sanırım kardeşin kız avlamaya gidiyor."

Amara'nın dedikleriyle omuzunun üstünden kardeşine baktı Agah, Akut o sırada ada tezgahın önündeki taburelere oturdu. Tezgahın üstü kahvaltılık doluydu ve üç servis açılmıştı. "O kız avlamaz, kızlar onu avlar güzelim." Hafifçe sırıttı Agah. "Sonuçta hayvan olan o."

"Ha ha ve ha." dedi Akut ceketini yanında boş tabureye bırakırken. "Deli konuşuyo susun, konuş deli."

Önündeki tabağa bir şeyler eklerken abisinin ona ettiği küfürü umursamadan güldü, sonunda diğerleri de oturduklarında o çoktan yemeğe başlamıştı.

İkisinin arasında dönen sohbeti dinlemeye başladı.

"Kağıtlar yukarıdan düşse çok saçma olmaz mı, ya?" dedi Amara, Agah'a itfahen. "Film çekmiyoruz ki canım."

Akut neyden bahsettiklerini anladığında sırıttı, o gece o da orada olacaktı ve eğleneceğine emindi. Beyaz giyecek olmasını bile görmezden geliyordu bu yüzden.

"Başka nasıl olacak, bunu netleştirmeliyiz." derken Amara'nın tabağına birkaç şey ekledi Agah.

"Babama konuşmamdan sonra ben vereceğim işte, ben konuşmaya başladığım sırada da diğerlerine garsonlar dağıtacak." Hafifçe gülümsedi Amara, düşüncesi bile ona zevk veriyordu. "Herkes onun gerçek yüzünü görecek," Duraksadı. "Alin'e de mesaj attım, onun da sırasının geleceğini bilsin diye partiye çağırdım."

Akut ile Agah göz göze geldiklerinde nefes vererek güldü Akut, gözleri tabağındaydı. Agah'ı her zaman desteklerdi ama Alin sevdiği biriydi ve yaşadıklarını hak ettiğini düşünmüyordu. Yine de sustu.

Kahvaltısını bitirdikten sonra hemen kalkmadan onların sohbetine katıldı ve bulundukları kattaki ortak banyoya giderek dişlerini fırçaladıktan sonra evden çıktı.

Telefonundan gideceği yerin adresini düzgünce öğrendikten sonra otobüsle uğraşmak istemediğinden bir taksi çevirdi, gideceği yere kadar telefonundan birkaç tane e-posta cevapladı ve geriye yaslanarak taksinin geçtiği yerleri izlemeye başladı.

Asıl mesleği mimarlık olmasına rağmen yirmi yaşından beri çizgi roman yazar-çizerliği yapıyordu, bu ona daha eğlenceli geliyordu. Bazenleri girdiği depresif halinden böyle kurtuluyordu, göğsüne oturan ağırlıktan ve göz yaşlarında da.

Abisi sayesinde hiçbir işte çalışmasa çok iyi bir şekilde yaşamaya devam edebileceğini biliyordu ama bu umrunda değildi, yutkundu, abisi her zaman yanında olamazdı.

Sonunda taksi ağır hareketlerle durduğunda ücreti ödeyip indi, kaldırıma çıkarken güneşin artık olmadığı fark etti ama bunu görmezden geldi, güneş bu aylarda hep böyleydi.

Saçlarını elleriyle taradıktan sonra ellerini ceketinin cebine sıkıştırdı ve Solmuş Sayfa yazan tabelada gözlerini gezdirdikten sonra dikkandan içeriye girdi. Suratına hemen kitap sayfalarının kokusu çarparken gözlerini sakince eteafta gezdirdi. İki katlı bir yerdi, üst kattan baktığınızda alt katı görevileceğiniz şekilde tasarlanmıştı. Giriş iki yanında küçük kitaplıklar vardı, fazla uzamıyordu ama kitaplıklar bir süre sonra bitiyor, onlar yerie yuvarlak masaların üstüne dizilmiş birkaç yeni çıkmış kitap vardı. Yeni çıkan kitaplar girişin iki yanındaki kitaplıkların en üstüne de dizilmişti. İçerisi pek dolu değildi, girişin hemen karşısındaki kasada iki kişi sırada bekliyordu ve bir çalışan onların aldıklarıyla ilgileniyordu.

Aradığı kişi göremediğinden yeni çıkmış kitaplardan birine uzandı, kitabın adı Gölgesinde Şeytan'dı. Herhangi bir sayfayı açtı, gözlerini satırlarda gezdirdi. Kitap ona pek hitap etmiyordu, o daha çok fantastik veya aksiyon okumayı severdi.

"Düşürdüğümü sandığımda düştüm," diye sayfanın ortasından bir yeri kısıkça mırıldandı. "En çok yara vereceğimi sanarken en çok yarayı alıyordum. Gözlerinin içine baktım ve kulağımda çınlayan bağırışları gözlerindeki hazda gördüm. Kaybetmişti ama tek kaybeden o değildi."

Elindeki kitabın aniden çekilmesiyle irkilerek kafasını kaldırdı, Leyla Lilen karşısındaydı. Saçlarını tepeden toplamıştı, siyah saçlarındaki kısa tutamlar suratına düşmesin diye siyah bir bandana takmıştı ve yüzünde hafif bir makyaj vardı. Esmer teniyle bir melek gibiydi, rimellediği uzun kirpikleri büyük ela gözlerini çevrelerken sizi içine çekiyordu sanki. Üstünde krem rengi bir kazak vardı, altında da mavi kot pantolon ve boyundan geçirmeli siyah bir önlük takıyordu.

"Joe* satın almadan okuyanları pek sevmez." derken kitabı eski yerine koydu Lilen, suratında sahte bir tebessüm vardı.

(YN: Joe, You adlı bir diziden karakter. Bahsettiğim dükkan dizide geçiyor ve Joe da orada çalışıyor.)

Omuz silkti Akut ve gülümsedi. "Burayı satın alırsam bu benim için geçerli olmaz, değil mi?" Gülüşüne muziplik bulaştı gözleri yaka kartındaki isme kaydığında. "Leyla Lilen?"

Lilen gözlerini devirdi, iki ismini de öğrenmişti işte, içinden Joe'ya hafif bir küfür etti çünkü iki adını yazmasını o istemişti, müşteriler istediği gibi seslenebilsin diye. "Hangi kitabı arıyorsun?" diye mırıldandı kasadaki adama göz ucuyla baktıktan sonra, Akut'un çalıştığı yerde olmasını sevmemişti. Bu kendisi için tehlikeliydi, Lilen'in gözünde tüm erkekler şerefsizdi. Elbette hepsinin öyle olmadığını biliyordu ama yeni birine kapılmamak için kendine sürekli bunu diyordu.

Gülümsemesine takılma Lilen, erkekler şerefsizdir. Paul da böyle gülümseyerek sana seni seviyorum derdi, sonrası tırt.

"Baba," derken duraksayarak dilini ısırdı Lilen ve yaptığı gafı toparlamaya çalıştı. Amara'nın anlattıkları çıkmıştı bir an aklından. "Abi parasıyla konışmak çok kolay tabii."

Ortada öylece durarak çok dikkat çektiklerini düşündüğünden dükkanın arkasına doğru ilerledi kadın, Akut'un peşinden gelmeyeceğini düşünmüştü ama hayır, peşinden geliyordu. Kasanın arkasında kalan kolilere doğru ilerledi, önceden açtığı kolinin içinden yeni gelen kitapları çıkarmaya başlarken bakışları Akut'taudı, ne istediğini söylemesini bekliyordu.

Akut'un gözleri kızın yuvarlak masa üstüne, üst üste dizdiği kitaplara takıldı. Bunlar kendi çizgi romanlarıydı, gülümseyerek sessizce öksürdü, öksürüğünü gizlemek için. Arkasındaki masanın boş kısmına kalçasını yaslayarak kollarını göğsünde kavuşturdu.

"İnsanları tanımadan yargıya varmak çok kolaydı, Yıkık Kız." Dudaklarını yaladı. "Her neyse, bana önerebileceğin bir kitap var mı?" diye ekledi, ne yapacağını bilemiyordu aslında. Gelmişti işte ama ne olacağını düşünmüştü ki?

Sanırım biraz eğlenebileceğini düşünmüştü.

Akut'un dedikleriyle gözlerini ondan kaçırdı ve elindeki kitaba düşürdü, ön yargılı insanları kınardı çoğu zaman ama şimdi onlardan biriymiş gibi davranmıştı. Elindeki kitabı masaya koyacakken fark ettiği ayrıntıyla duraksadı, yazar-çizerin adına baktı şaşkınlıkla. En çok sattıkları kitaplardan biriydi bu kitap, stokları daha iki gün önce bitmişti ve şimdi tekrar gelmişti kitaplar.

"Bu?" diye mırıldadı dikelip Akut'a bakarken, şaşırmıştı. Akut, yere sabitlediği bakışları kafının suratına kaldırdı. "Akut Ak, bu senin kitabın mı?"

İstemsizce sağ eliyle, sağ kulağının arkasını kaşıdı Akut, kafının yüzünden şaşkınlığı okunuyordu. Neden bu kadar şaşırmıştı ki? Bu olabilitesi yüksek bir şeydi, kendine göre.

"Sanırım öyle." diyerek kaçamak bir cevap verdi.

"Şaka gibi." diye mırıldandı bakışları tekrar kitaba düşerken, bu kitabı okuduğunda çok sevmişti. Basılan serinin beşinci kitabıydı ve serinin altıcı kitabı da yakında tüm kitapçılarda satışa sunulacaktı. "Resmen yanımda."

Lilen'in tepkilerini samimi bir gülümsemeyle izledi Akut, ilk kez bir okuruyla yan yana duruyordu, daha önce hiç bunu yaşamamıştı. Elbette birkaç kişiyi bahsederken duymuştu ama bunları duymamazlıktan gelmişti hep.

Kitabın kapağını okşadı istemsizce Lilen, dudağını ısırırken kitabın devamında ne olacağını sormak için yanıp tutuşuyordu. Hem böylece kitap evindeki çalışan diğer çalışanlara da nispet yapardı, bu düşünce hoşuna gitti.

"Kitap alacak mısın?" diye sordu en sonunda ona bakarak Lilen, Joe'nun arada onlara baktığını görüyordu ve o adamın çenesini çekmek istemiyordu. İyi, güzel adamdı ama konuşmasıyla sizi öldürebilirdi.

"Elindeki kitabı bana satabilir misin?" diyerek kolarını çözdü ve masaya tutundu, kadının kalkan kaşlarına baktı.

"Senin kitabını sana satmamı mı istiyorsun?"

Omuz silkti adam. "Evet."

Kaşlarını çattı aniden, adam resmen onunla flört ediyordu. Adamın bakışlarının kendinde olduğunu fark ettiğinde surat ifadesini toparladı, kitap hakkında konuşmak istiyordu onunla, derince nefes verdi ve kitabı tanıttı kısaca. Kendi yorumlarından da bahsetti ve çizimleri de övdü.

Akut bazen onu bölerek fikirlerini belirtmiş, bazen de sinirlendirmişti. Joe yüzünden arada başka müşterilerle de ilgilenmişti Lilen. Şimdi ise daha fazla çalışmasına gerek kalmadığından Akut'la beraber kitap evinden çıkmış, kaldırımda yan yana yürüyorlardı. Lilen içinden bu durumun garipliğini sorguluyordu.

Daha doğru düzgün tanımadığı bir adam aniden çalıştığı dükkanda beliriyordu ve şimdi beraber yürüyorlardı.

Sonunda otobüs durağına vardıklarında durağın önünde yan yana durdular, durak fazla dolu değildi. Akut sol omuzunun üstünden kadına baktı, kadın fazla kısa değildi, hafifçe güldü, sanırım çenesine geliyordu.

Kısa bir vedalaşma yaşadalılar ama ikisi de tekrar görüşeceklerini biliyordu.

***

Bitti

Ben de bittim

Öldüm

Ayyyy 6685 kelime arkadaşlar anlıyor musunuz???

Neyse ki şu son üç gündür moralim iyi, neden acabaaaaa

Neyse sorulara geçeyim... Ballarım.

Ve şunu da not düşeyim, fark etmeden ikili ikili yazmışım ama çift olacaklar diye bir şey yok. Belki olurlar belki olmazlar...

Enis'in ailesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Peki ya İnel'in?

Sizce İnel annesiyle görüşmeli mi?

Tolga'nın amacı ne?

Alin, Tolga'dan uzak durmalı mı?

Akut'un bir amacı var mı sizce yoksa can sıkıntısı mı?

Lilen Akut'la arasına mesafe koymalı mı?

Yoksa koymamalı mı?

Part 2'de görüşürüz, sizi seviyorum. Mutlu kalın. ♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top