16|Geleceğe Karışan Geçmiş
İdam mahkumunu öldüren cellata, katil denir mi?
----
Şimdiki Zaman...
Geceyi içine işleyen simsiyah gözlerini gezdirdi önünde yürüyen sarışın kadının sırtında.
Gökyüzünden dökülen karanlığın altında yürüyen adamın üstündeki siyah ceketin ince kapüşonu alnına dökülen, aralarında koyu mavi boyalar olan, siyah saçlarını kapatıyordu.
Önündeki kadın sakin adımlarla sol tarafa döndüğünde gülümsedi ve dümdüz ilerlemeye devam etti, kadın izlendiğini fark ederek çıkmaz sokağa girmişti.
Kafasını hafifçe göğe kaldırdı ve gecenin güzel havasını içine çekti, sokak lambalarının loşluğu, griye düşen siyah damlalar gibi yıldızları seriyordu göğe.
Bembeyaz tenine vuran sokak ışıkları onu rahatsız ettiğinde kafasını dümdüz karşıya bakacak şekilde indirdi, kadının onu takip ettiğinin farkındaydı ve oyun oynamayı severdi.
Ceketinin cebinde olan sol elini çıkarıp küçük kağıt parçasını yere bıraktı sonra elinin işaret ve orta parmağını birleştirerek kafasını hafifçe yana çevirdi, parmaklarını küçük bir dikiş izine ev sahipliği yapan sol kaşının bitimine dayadı ve çekti. Kadına böylece selam verdi.
Arkasındaki kadın duraksadı ve yeşil gözleri yerdeki küçük kağıt parçasında takılı kaldı bir süre, soğuk ve şiddetli esen rüzgar onu kendine getirdiğinde etrafa bakındı ama kapüşonlu adamı göremedi. Yutkunarak ince bacaklarını hareket ettirdi, kağıdın yanına vardığında koyu bordoyla boyalı ince parmakları kağıdı kavradı.
İşte tam o an geçmiş geleceğin üstüne yıkıldı.
"Her günahkar aynı ateşte yanmaz ve Tanrı, soğuk sularını sadece cennete saklamaz.
Tanrı'nın ateşinde yanıp soğuk suyuyla yıkandım ama ona asla inanmadım.
Küllerimden doğmadım, küllerimden öldüm.
-Hatırlamadığın biri. "
***
Küçükken annem saçlarımı okşamıştı, babamın yorgun siyahları büyük bir durgunluk ve hüzünle bizi izlerken o saçlarımı okşamış ve bana kısık bir sesle şarkı söylemişti. O benim annem değildi ama annemden daha çok annem değil miydi?
Annem, her zaman katı bir kadın olmuştu, sözünü dinlemediğim zaman çabucak sinirlenirdi. Bazen beni sevmediğini, beni doğurduğu için pişman olduğunu söylerdi, beni istemediğini. Ama sonra, başka bir zaman diliminde saçlarımı okşardı... O, bazen bana sarılırdı.
Sonra beni defalarca bir gökdelenin 22.katından aşağıya iterdi, yüksekten yere çakılırken ölmezdim ama yaşamazdım da. Bu çok zordu. Ondan gelen her şey başım gözüm üstüne, dediğim kadın benim hiçbir şeyimdi.
Karnını dokuz ay benim yuvam yapan kadın da benim hiçbir şeyimdi.
Soğuk havaya rağmen sadece Tolga'nın kazağıyla yürüyordum, peluşum onun arabasında kalmıştı ve ben öğrendiğim her şeyin ağırlığını sırtımda taşırken kimseye görünmek istememiştim.
Esva'nın odasında beklediğim sancılı dakikalardan sonra odasının içindeki özel banyoyu fark etmiş ve içine girerek alafranga tuvalete midemdeki her şeyi çıkarmıştım. Bu beni rahatlatmıştı.
Elimdeki telefonum bilmem kaçıncı kere titrediğinde ekranını kendime doğru çevirdim, kayıtlı olmayan bir numara arıyordu, bomboş yolda durdum. Tolga, İnel ve Enis beni defalarca aramıştı lakin bir süre sonra aramayı bırakmışlardı çünkü Enis'e "Çiçeğin güneşe ihtiyacı var." diye bir mesaj atmıştım.
Çok küçükken, bizi derince üzücek bir olay olduğunda böyle derdik, tabii o zamanlar bizi üzecek en büyük olay oyuncağımızın filan kırılmasıydı sanırım. Her neyse, bu cümleyi okuduğum bir kitapta görmüştüm, kitap büyüklerin okuduğu bir kitaptı ve ben okumamı geliştirmek için ne bulduysam okuyordum. Kadın karakter yalnız kalmak istediğinde böyle söylüyordu ve diğer herkes onu yalnız bırakıyordu.
Sonra her şey kaldığı yerden devam ediyordu, büyüdükçe kitabın ne kadar mantıklı olduğunu anlamıştım ve kitaptaki karakterle kendimi benzetmiştim. Düşüncelerimizin zihnimize saplanmasını seviyorduk, yalnızlık bizim için bir kusur değil, kusursuzluktu.
Yalnızlık size tüm gerçekleri sunardı, size toz pembe yalanları değil katran karası gerçekleri verirdi.
Düşüncelere daldığımı yanımdan geçen araba beni kendime getirdiğinde anladım ve çalan telefonu açarak kulağıma dayadım, sol elimle saçlarımı geriye ittirdim.
"Merhaba."
Dudaklarımı büzdüm, telefondan gelen erkek sesini tanıyordum ama bu tanışıklık yoldan geçerken hayatınızda ilk defa duyduğunuz bir şarkıya hissettiğiniz tanışıklıkla aynıydı.
"Merhaba?" diye mırıldandım, ağır ağır yürüyordum, biraz sonra eli bıçaklı bir katil gelip beni yirmi iki yerimden bıçaklasa cesedimi saatler sonra bulurlardı.
"Benim," dedi kalın erkek sesi, sol elimin avuç içini kazağa sürterek ısıtmaya çalıştım. "Agah."
Adımlarım kesildi, soğuktan kuruyan dudaklarımı yaladım ve tekrar yürümeye başladım.
"Hatırlıyorum." dedim bakışlarımı yolun sonunda gözüken karanlığa dikerek, bakışlarıma yamalanan saf kırgınlık vardı.
"Seni rahatsız etmek istemezdim," mahçup sesiyle kaşlarım çatılırken mavilerim sol tarafımda yürüyen küçük Ayşin'e döndü, üstünde beyaz elbiselerinden biri vardı. "Ama Alin çok sarhoş oldu ve bizim mekandı sızdı, aklıma sen geldin."
"Yalan söylüyor." küçük Ayşin zıplarken, sanki söylediği şey ona dünyanın en mutluluk veren şeyiymiş gibi gülüyordu. "O bir yalancııııı."
"O hep sızar," dedim, hâlâ yürüyordum, Ayşin de hâlâ benimle yürüyordu. Küçük ayaklarındaki beyaz babetleriyle zıplıyor, arada kıkırdıyor ve iki yandan at kuyruğu olan saçları suratına çarpıyordu. "Eminin yanında ilk defa sarhoş olup sızmıyordur Agah."
"Alin, onunlaydı," küçük elleriyle dudaklarını örterek kafasını bana çevirdi, artık gülmüyordu, yanakları kızarmıştı ve adımları sakindi. "Biz onunla değildik Amara, Alin onunlaydı. Bize söz verdi," hıçkırdı. "Bize söz verdi."
"Benimle birlikte değildi, geldiğini sonradan öğrendim Amara." derin bir soluk alıp verdi, bir kaç ses ve sonrasında boğuk bir müzik sesi duydum. "Ailevi ya da kızsal bir sorunu olabilir, diye seni aradım."
Ayşin'in gözlerinin içine baktım, parmakları hâlâ dudaklarını örtüyordu ve yanaklarından bir iki damla yaş kaymıştı, iç çektim.
"Konum at."
***
Yarım saat boyunca beklediğim taksi beni Eminönü'nde indirdi, tam olarak nerde olduğumu bilmiyordum ama etraftaki bir kaç eğlence mekanının tıklım tıklım dolu olması beni endişelendirmiyordu. Sonuçta, iyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere giderdi.
Telefonumun çantamdan çıkararak aradığım barın adına baktım, adı Faith'di. Agah'ın hangi duygu ve düşünceyle bir barın adını inanç koyduğunu deli gibi merak ediyordum.
Bakışlarım gezindiği üç bar isminin ardından koyu mavi neon ışıklarla yazılmış ismin üstünde duraksadı ve adımlarım oraya yöneldi, kapıda duran iki korumaya kimlik göstermeye zaman harcamadan ilerledim, beni durdurmadılar. Açık mavi ışıkların aydınlattığı kısa koridorun tavanı ve iki duvarıda aynalarla kaplıydı, koridorun sonundaki kapıyla aramada üç adımlık bir mesafe varken kapı kayarak açıldı ve kulaklarıma bangır bangır müzik sesi doludu. Keşke kulaklarımda ses geçirmez olsaydı.
Merdivenleri inerken kapı tekrar kaydı ve kapandı, içerde bir şarkının remiksi olduğunu düşündüğüm şey çalıyordu ve daha önce geldiğim hiçbir yere benzemiyordu.
Fazla büyük bir yerdi, dans pistinin tam önünde ve yüksekte duran Dj delicesine zıplıyordu. Dj kabininin sol tarafında yukarıya doğru çıkan merdivenler, sağ tarafında ise aşağıya inen merdivenler vardı. Yüksek tavandaki kocaman Ay'a kaşlarımı kaldırarak baktım, ay üç boyutluydu ve hemen yapışıkmış gibi durduğu duvara boyalarla ışığı resmedilmişti.
"Hayranlığın gözlerinden akıyor."
Kulağımın dibindeki Agah'ın sesiyle olduğyn yerde zıplayarak ona döndüm, ödüm patlamıştı.
"Güzel mekan." diye bağırdım ona doğru, teşekkür edercesine kafasını eğdi ve gülümseyerek gelmemi işaret etti.
Bana arkasını dönerek ilerlemeye başladığında göz devirdim ve onu takip etmeye başladım. İnsanların kendini kaybettiği dans pistinin yanından geçerek üst kata çıkan merdivenlere yürüdük, merdivenleri çıkarken aslında merdivenlerin ikinci katta son bulmadığını, bir kat daha olduğu fark ettim.
İkinci kat insanların alt katı izleyebileceği gibi tasarlanmıştı, hatta alt kattakiler kafalarını kaldırdığı an locaları görüyordu. İkinci kata çıkan merdivenler dümdüzken, üçüncü kata çıkan merdivenler sarmaldı.
"Aynı kendisi gibi değişik." diye homurdandım hoşnutsuzlukla. Merdivenlerin sonu direkt olarak demir bir kapıya çıktığında şaşırdım ama kendimi toparlayarak bunu surat ifademden sildim ve benim için açtığı kapıdan içeriye girdim. Kapıyı kapattığı anda müzik sesi kesildi.
Hızlıca etrafa göz attım ve tekrar ona baktım, sanki az önce bir barın içerisinden geçip buraya çıkmamıştık da bir apartmanın herhangi bir dairesine çıkan mrdivenleri geçerek buraya gelmiş gibi hissettim. Tam olarak böyle hissediyordum, bir apartman dairesinde gibi.
Üstündeki ceketi çıkarıp salon olduğunu düşündüğüm yere doğru ilerledi ve odaya girmeden ceketi içeriye doğru attı.
"Uyandı mı hiç?" diye sordum sadece sessizliği bozmak için, holün sonundaki odaya ilerledi. Spor ayakkabılarını çıkarmadığından direkt peşinden ilerledim, annesini takip eden yavru gibiydim.
"Sen gelmeden on dakika önce uyudu zaten."
Sesindeki ton geç geldiğimi surayıma vuruyordu ama bunu umursamadım, hiç gelmeye de bilirdim.
Odanın açık kapısının önünde durduğumuzda içeriye girmedik, Alin'in yatakta uzanan siületine baktık.
"Herhangi bir şey söyledi mi?"
Alkolle yıkandığına emin olduğum için fısıldama ihtiyacı duymadan konuşuyordum, Agah omuzunu kapının sağ pervazına yaslayarak kollarını göğsünde bağladı. Bu hareketiyle pazuları şişmişti, ilk okuldaki uzun ve sıska çocuk Ayşin'in şu an benim yanımda durduğu gibi onun yanında durmaya başladı. Ben de onun gibi omuzumu pervaza yasladım.
"Hayır, sadece 'Zarf...' diye mırıldanıp duruyordu. Uyanınca öğreniriz."
Küçük Agah, yüzündeki tebessümle Ayşin'e bakıyordu, Ayşin'se gülerse kan kusacağını hissediyordu.
"Nasıl bana gülümsersin?" dehşet kokan sesiyle Ayşin, küçük Agah'a yakınıyordu. Ayşin'e bakmadım, küçük Agah'tan ayırmadım bakışlarımı, Ayşin'e cevap vermedi. Sadece duruyor, tebessümü suratından silmiyor, bakışlarını Ayşin'den ayırmıyordu.
Ayşin, sessizce ağlıyordu.
"Amara?"
Yüzümün önündeki heybetli göğüsü bakışlarım kavrarken irkilerek geriye çekildim ve kafamı kaldırarak Agah'a baktım, aramızda bir adımlık bir mesafe vardı.
"Daldın." diye mırıldandı, parfümüyle kendi kokusunun harmanlanmış hali ciğerlerime dolduğumda aramızdaki mesafeyi daha da büyütmek için bir adım geriledim.
"Güzel bir gün değildi." diye itiraf ettim. Bu tamamen istemsizceydi, çocukluğumun em güzel yıllarını boynuma geçirdiği için onun karşısında kemdimden çözüleceğimi tahmin etmiştim.
Bunu istemiyordum. Ona sımsıkı sarılarak boynuna gömülmek ve ağlamak da istemiyordum. O gitmişti, ben çocuktum ama o değildi, neyin ne olacağını bilecek yaştaydı. O çok zekiydi. Ne kadar kırılacağımı bilecek kadar da zekiydi.
"İyi bir dinleyiciyimdir."
"Hayır," diye fısıldadı Ayşin, çehresini esiri altına alan hüzün ve bitaplık beni alaşağı etti. "Sen sadece çok iyi bir yalancısın."
"Şimdilik teşekkür ederim."
Ellerini altındaki gri eşofmanın ceplerine soktu, üstünde de gri bir tişört vardı. "Onu uyandırmak ister misin?" derken, bakışları tam kapının önünde olduğu için içeriye doğru kaydı, bense içeriyi göremiyordum çünkü onun sayesinde kapıdan uzaklaşmıştım.
"Bilmiyorum. " dedim sakince. Onun neyin bu hale getirdiğini öğrenmek istediğime pek emin değildim, yeterince şey öğrenmiştim.
"Pekala," dedi saçlarımı karıştırarak. "Bir şeyler içmek ister misin?"
Kafamı dağıtacak bir şey içmeyi elbette isterdim ama ne olursa olsun onun yanında sarhoş olmak istemiyordum, ağzından kaçan kelimelere engel olamayan bir budala olmak istemiyordum.
"Kahven varsa içebilirim."
Beni onayladıktan sonra salona yönlendirdi, ceketinin olduğu tekli koltuğun yanındaki tekli koltuğa oturdum.
Agah kimdi?
Enis, bana onun çok iyi işler yapmış bir iş adamı söylemişti, araştırdığıma göre de öyleydi. Peki ama tam üstünde bulunduğumuz bu bar neyin nesiydi, belki bir arkadaşınındı ve bu yüzden bizim mekan demişti.
Tekli koltuğun sağ tarafındaki üçlü koltuğun üzerinde Alin'in büyük bez çantası vardı, spor giyindiği zaman bu çantayı takmayı çok seviyordu.
Gözlerim kısaca kapıya kaydıktan sonra çantayı aldım ve kucağıma koydum, bez çantanın içindeki hardal sarısı zarf hemen gözüme çarptığında zarfı çıkardım. Üstünde hiçbir şey yazmayan dikdörtgen zarfı büyük bir dikkatle açtım.
İçindeki kağıtları çıkardım ve incelemeye başladım, bunlar benim doğum kayıtlarımdı. Diğer kağıtlara baktım hızlıca, aşı karnemin fotokopisi, kimliğimin fotokopisi, gerçek annemin kimliğinin fotokopisi ve daha bir çok şey. Bu kağıtlar benim gerçek hayatımdı.
Kimliğimin fotokopisi olan kağıt harici diğer kağıtları kucağıma, bez çantanın üstüne koydum, içinde yükselen alevler damarımdaki kanı kaynatırken sol gözümden düşen sıcak yaş yanağımı kavurdu.
Anne adı: Aysun.
Kağıdı göğsüme bastırdım, sımsıkı sarıldım ona, anneme sarılırmışçasına.
Sessiz ağlayışlarım kendini canhıraş hıçkırıklara bıraktığında Agah, sol elindeki sarı kupayla içeri girdi, diğer elinde ise bira şişesini tutuyordu.
"Hey, hey, hey," derken elindekileri orta sehpaya koydu ve tam önümde diz çöktü, suratıma gelen saçları geriye ittirdiğinde ağlamam daha çok arttı. "Sakin ol Amara."
"Olamam ki." diye hıçkırdım.
Olamazdım, nasıl sakin olurdum?
Elimdeki kağıdın kucağıma düşmesini umursamadan, diğer kağıtların altında kalan zarfı aldım. İçindeki ağırlık yapan şeyleri fark etmiştim.
Bunlar fotoğraftı, daha çok fotoğraf.
Annem ve ben. Annem, babam ve ben. Babam ve ben. Sadece ben. Ve bir koltuğun üstünde oturmuş çocuğun kucağına bırakılan ben.
Erkek çocuğuna baktım, fotoğrafın arkasında yazı olduğunu fark ettiğimde hızlıca arkasını çevirdim. Buğulanan gözlerimi bileklerimle silerken Agah sadece beni izliyordu.
İnci gibi güzel yazıyı okudum.
"Annelerinin güzel çocukları,
Benim ilk göz ağrım ve ilk prensesim, size sahip olmanın ne kadar güzel bir şey olduğu tüm dillerdeki hiçbir kelime anlatamaz. Annesinin zeytin gözlü oğlu, hayat bize ne zaman neyin olacağını söylen bir kitap olmadığı için size ve bu fani dünyaya ne zaman veda edeceğimi bilmiyorum bu yüzden bunu yazıyorum, kız kardeşini hayatının her anında koruyacağına adım kadar eminim oğlum ve güzel kızım, düştüğünde seni kaldıracak bir abim olduğu asla unutmamanı istiyorum. Benim kalbimin iki parçası, babanız ve ben sizi sonsuz bir aşkla seviyoruz."
Ağladım, fotoğrafları göğsüme bastırdım ve daha çok ağladım.
Annem, diye haykırmak istiyordum. Abim...
"A-abim."
Agah, kafamı göğsüne doğru çektiğinde kollarımı boynuma sardım, fotoğraflar düştü. Kollarında titriyordum, kollarında ölüyordum ve kollarında yeniden doğuyordum.
"Agah, a-annem, a-ab-bim."
Saçlarımı okşamaya başladı, sustum ağlamam iç çekmelere dönene kadar boynunda kaldım. Göz yaşlarım üstündeki tişörtün bir kısmını ıslattı.
Geriye çekildiğim zaman elleri sırtımdan ayrılarak, ellerimi kavradı.
"Daha fazla ağlama." diye fısıldadı. "Canımdan can kopuyor Ayşin'im, lütfen ağlama."
Mavilerim, topraklarına yağarken burnumu çektim.
"Ağlatıyorlar," diye fısıldadım, gözlerim yanıyordu. "Ağlatıyorsun."
Ellerimi kendine doğru çekerek öptü, parmak uçlarımdan öptü. Geçmişimden öptü, geleceğime karıştı.
"Özür dilerim." dediğinde suratımda manidar bir tebessüm belirdi, içimdeki leza tüm hücrelerime işlemişti sanki.
"Herkes gitti benden Agah," dedim alnımı alnına yaslarken, gözlerimi kapattım. "Sen de gitmiştin, neden geri geldin?"
Sustu, cevap vermedi. Oysaki cevap vermesini isterdim, beni zihnimin her yerini tırnaklarıyla deşen vavelyadan kurtarmasını isterdim. Ama o sadece sustu.
Geçmiş tekrar geleceğe karışırken, bir adam geleceği düzeltmeye çalışıyordu. Bilmediği şeylerden bir ise geçmişe yardım ettiğiydi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top