⇝ Gökkuşağı Grisi | 5

-5-

Yurda girerken kafam allak bullaktı. Ne düşüneceğimi bilemez hâldeyim desem mübalağa etmiş olmam sanırım. Motosikletli playboyun da en az Bay Gizem kadar gizemli bir yanı olduğunu da itiraf etmenin zamanı geldi. Neden alelacele hastaneyi terk etmek istediğine dair en ufak bir fikrim yok. "Suçlu musun?" soruma komik bir şeymiş gibi gülmesi bu ihtimali eliyordu. Zaten konunun bu kadar basite indirgenecek bir durum olmadığını da tavırlarından anlamıştım. Bir mafya lideri olamayacak kadar genç göründüğünü düşünürken hayatımda kaç mafya lideri gördüğüme dair kendimi sorguluyordum. Üstelik hiç yakını olmadığını söylerken oldukça ciddi ve duygularını saklayan bir yüz ifadesi takınmıştı. Bu çocuk hakkında hangi konuyu tutsam elimde kalıyordu.

Tam içeri girmiş koridorda yürürken bileğimdeki boşluk afallamamı sağladı. Adımın baş harfini taşıyan bilekliğim yoktu! Ve o bilekliği düşürdüğüme inanmak istemiyordum çünkü o babamdan bana kalan tek hatıraydı. Her ne kadar tekrar dışarı çıkıp bütün yurdu ve etrafını, yakınlarda geçtiğim yerleri arasam da hiçbir şekilde bilekliğimi bulamamanın verdiği üzüntüyle ayaklarım sürüye sürüye yurda geri dönmek zorunda kalmıştım ve neredeyse ağlamak üzereydim. "Of, inanamıyorum ya!"

Söylene söylene morali bozukluğuyla odama girerken içimden babamın anısını hep kalbimde taşıdığımı, basit bir bilekliğim önemi olmadığını tekrar edip kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Bu ne kadar işe yarıyordu bilmiyordum ama biraz sakinleşmiştim sanırım. Neyse, Rezzan Teyzemin dediği gibi, olanla ölene çare yoktu. İçeri girdiğimde oda arkadaşlarımdan birinin geldiğini fark etmiştim. Artık oda yavaş yavaş doluyordu. Bu normalde insanı geren bir şey olurdu ama beni heyecanlandırıp sevindirmişti sanırım. Renksiz hayatıma daha ilk günlerden renk gelmişti ve belli ki ben ilerleyen zamanlarda bu aksiyonun bağımlısı olacaktım.

Adının Büşra olduğunu öğrendiğim kızla önce gayet rahat bir biçimde tanıştık, sonra oturup okul ve bölümlerimiz hakkında konuşmaya başladık. Adımın Ela olduğunu, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü için kayıt yaptırdığımı anlattım. Her ne kadar başımdan geçen ilginç olayları anlatmasam da şimdiden sohbetimiz muazzam şekilde ilerliyordu. Yarım saat kırk beş dakika sonra birbirimizi sanki kırk yıldır tanıyormuşuz gibi sohbetimiz koyulaşmıştı ve ben bundan zerre rahatsızlık duymuyordum. Büşra Uluslararası İlişkiler bölümünde okuyordu ve çenesi de en az uluslararası ilişkiler kurabilecek kadar kuvvetli olduğu için buna şaşırmadım, tam kendine göre bir meslek seçtiğini düşünürken kıkırdamamaya çalıştım. Bu arada okulda ikinci senesiymiş, bu yüzden bana "Hoş geldin." diyen kendisi oldu.

"Hoş bulduk." İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü neden seçtiğimi sorduğunda omuz silkerek "Öylesine." dedim ve sanki bana uzaydan geldiğimi söylemişim gibi tuhaf bir biçimde baktı.

"Hayalin falan mıydı?"

"Yo, hayır. Öyle rastgele yazdım işte." Anı yaşayan, plan yapmayan biri olduğumu anlatmaya çalıştığımda her ne kadar buna şaşırsa da saygıyla karşılamayı başarmıştı. Aslında bu tepkilere alışıktım çünkü etrafımda herkes bir şeyleri mutlaka planlayarak yapardı. Bense bir maceraperest olduğum ve hayalimde belirli bir iş grubu olmadığı için çoğu şeyi rastgele yapıyordum. Belki de bu kötü bir şeydi, bilmiyorum. İyi veya kötü. Bunu zaman gösterecekti sonuçta. Her insanın dünyaya gelişinin, herhangi bir mekânda bulunmasının belirli bir amacı vardı. Bu okula gelmemi sağlayan kader benim için de bir güzellik düşünmüştür, değil mi? "Hayırlısı artık." diye iç geçirdiğimde her şeyi kadere bırakmışa benziyordum. Odaya ilk girdiğimden beri aklımda oluşan soruyu Büşra'ya sorma gereksinimi duydum. E hazır bir oda arkadaşı kazanmışken sormakta yarar vardı, değil mi? Çünkü belli ki burada herkes okula gelme işini son günlere bırakıyordu. Ya da kayıt işini hallettikten sonra evlerine geri dönüyorlardı. Bilemiyordum. "Diğer oda arkadaşlarımız nerede? Sonradan geliyorlar herhâlde."

"Öyle. Fidan birkaç güne gelir, Nur zaten varla yok arasıdır. Genelde dışarıda hovarda arkadaşlarıyla takılır, onlarda kalır falan."

"Anladım." desem de pek anlamamıştım. Sanırım buradaki çoğu insan gereğinden fazla rahattı. Kayıt yaptırmak, ders çalışmak, sınavlardan yüksek almak gibi gayeleri, hırsları yoktu bazılarının. Ya da ben ilk defa üniversite gibi bir ortama girdiğim için her şeyi oldukça tuhaf bulup abartıyordum. Yine bilemediğim bir konu daha... Büşra'nın sorusuyla bugün yaşadıklarımın muhakemesinden ayrılıverdim.

"Senin yüzün bembeyaz, hasta mısın?"

"Yok, ilk günden başıma küçük bir kaza geldi de..." Sonradan kurduğum cümleden pişmanlık duydum. Çünkü karşımdaki kız eğer İdil kadar meraklı Melahat ise -ki gerçekten öyle görünüyordu- bu işin peşini bırakmaz, irdeleyip dururdu. Ağzımdan kaçırdıklarımı toparlamak için "Boş ver ya, önemli değil. Bak tek parçayım."

Konuyu böyle apar topar kapatmam onda daha büyük bir ilgi uyandırmış olacak ki "Aaa ama önce anlatıyorsun, sonra da devamını getirmiyorsun. Olmuyor böyle ama. Ben merak ederim." diyerek isyanını dile getirdi.

Ben de her ne kadar anlatmak istemesem de yemiştim bir halt, bu İdil gibi modellerin de anlatmadan susmayacağını bildiğim için isteksizce başımdan geçenleri özetledim.

Şaşkınlıkla başını sallayarak "Vay canına, ilk günden olanlara bak..." diye sayıkladı.

"Sorma, ben de şaşırdım."

"Peki, adam iyi miydi?"

"Gayet iyiydi bıraktığımda. Doktor da zaten önemli bir şey yok dedi."

"Öyle değil canım, yakışıklı mıydı yani?"

Dudaklarımın arasından istemsizce bir kıkırtı yükseldi ve onun soru dolu bakışlarına cevap olarak "Biliyor musun, şuan kuzenim İdil gibi konuştun." diye açıkladım. "O da böyle bıcır bıcır, meraklı konuşur hatta bu mevzuyu anlattığımda da seninle aynı tepkiyi verdi."

"E ne güzel işte, bol bol sana kuzenini hatırlatırım. Sen de yabancılık çekmezsin."

Gülüşmeye başlamıştık. Daha ilk günlerim olmasına rağmen hem aksiyonu hem de neşeyi bir arada tatmıştım. Ben okul ve yurt ortamına bu kadar kolay alışamayacağımı düşünüyordum ama beklediğimden iyi görünüyor her şey. Ne diyelim, Allah bozmasın.

Ben konuyu kapatmışız gibi unutup hayatıma devam ederken Büşra'nın "E sorumun cevabı?" diyerek tepemde dikilmesiyle ellerimi iki yana açtım.

Afallamıştım. Çünkü hiç dikkat etmemiştim. Hoş çocuk muydu, değil miydi, yakışıklı mıydı... Daha çok sinir bozucu bir biçimde çapkındı, Tek bildiğim buydu ama bu detayı kendime saklamayı düşünüyordum çünkü Büşra'ya bahsedersem konu istemeyeceğim kadar fazla uzayabilirdi. "Ben ne bileyim, o an yakışıklı mı değil mi diye hiç bakmadım." Sonuçta her gün trafik kazası geçirmiyordum ve bu konuda idmanlı değildim. Ama Allah korusun bir dahakine geçirirsem mutlaka bakacaktım, çünkü etrafımdaki insanların ilgilendiği tek konu buydu. Diğer yandan da yüz hatlarını net hatırlamasam da aklıma düşen adamın yakışıklı olup olmadığını düşünmeye başlamıştım istemsizce. Bu konuyu bu kadar da uzatmaya gerek yoktu, ben sağlamdım ve adam da kurtulmuştu. Mutlu son.

Hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ediyordum. Eşyalarımı dolaba yerleştirdim, duşumu aldım ve yatağıma uzandım. Bir süre uyumayı denedim fakat başaramayınca yatakta doğrulup kitap okumaya karar verdim. İşte tam da o an hayatımdaki tüm bilinmezlikler benim kitap okumamı bekliyormuş gibi aklıma doluşmaya başladılar. Bilekliğimi nerede düşürmüş olabilirdim? Motosikletli playboy iyi miydi? Acaba Bay Gizem şuan ne yapıyordu? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?

Akşam olunca o kadar yorulmuştum ki, kendimi yatağa atar atmak uykuya dalmıştım. Gün boyunca koşuşturmaktan nefes alacak vaktim bile olmamıştı doğrusu. Güzel bir uyku çekip ertesi sabaha daha pozitif uyanmayı planlıyordum.

Sabah uyandığımdaysa her şey eski, normal hâline dönmüş gibiydi. Odama dalan bir taksi veya motosikletli kazazede yoktu. Her şey yolundaydı. Telefonum dışında. Dün yaşananlardan sonra annemlere dönmediğim için telefonumda sayısız cevapsız çağrı vardı ve kardeşleri arasında en naif olan annem beni öldürecekti. Bu durumda Rezzan ve Gülben teyzelerimi düşünmek dahi istemiyordum. Üstelik cevapsız aramaların içinde İdil de vardı. Nasıl böyle bir sorumsuzluk yapıp annemi haberdar etmeyi unutmuştum bilmiyorum. Panikle hemen kendisini aradım.

Telefonu endişeli ses tonuyla açan annemin nasıl sabahı sabah ettiğini canlandırdım gözümde. Kendime bir kere daha kızdım. "Kızım! Sen nerelerdesin? Dün hiç aramadın, meraktan öldük! Neredeyse atlayıp orya geliyorduk, biliyor musun? Sonra İdil'le konuştuk, biraz rahatladık ama..."

"Anneciğim, çok özür dilerim. Günün yorgunluğuyla uyuyakalmışım. Gerçekten sizi aramayı unuttuğum için kendime çok kızıyorum. Ben çok iyiyim, inan bana."

"Neler oldu, bana tüm detaylarıyla anlat şimdi."

Ve işte sorgu başlamıştı. El mahkûm, yaşadığım o kâbusu baştan aşağı anneme rapor şeklinde sunmam gerekiyordu, zira diğer türlü onu elimden Birleşmiş Milletler bile alamazdı. Tabi olayı biraz daha yumuşatarak anlatsam iyi olurdu. "Bak şimdi ben taksiye bindim, yurda gidiyordum. Taksi birden ani fren yaptı, meğer motosikletli birine çarpmış. Sonra indim, baktım. O esnada taksici korkup kaçtı, mecbur ben de çocuğu hastaneye yetiştirdim işte. Olan biten bu, valla."

"Sana bir şey olmadı yani."

"Hayır. Dedim ya, iyiyim."

İkna olmaya razı bir ses tonuyla "Her şey yolunda." diyerek teyit etmemi bekledi.

Ben de tereddüt bile etmeden "Her şey yolunda, tabi ki." diye onayladım. Fakat yine de arkada yönetim kurulu toplantısı yapılıyormuş gibi gidip gelen mırıltılar tam ikna olmamış gibiydi. Teyzeler Kurulu'ndan tam geçememiştim galiba.

Annem "Akşam görüntülü konuşalım. Ancak o zaman tam anlamıyla ikna olurum. deyince uslu bir çocuk oldum ve sanki o görebilecekmiş gibi başımı salladım.

"Tamam anneciğim."

"Bak Gülben teyzen seninle konuşmak istiyor."

"Versene bir konuşalım."

Annem telefonu teyzeme verince hemen savunmaya geçtim. "Valla iyiyim teyze, yemin ederim bak. Bomba gibiyim."

"Tamam, onu anladık prensesim. Gerekli açıklamaları annenden dinledik. Ben sorgu için aramadım zaten, sana havadislerim var." Ses tonu şıkır şıkır, fıkır fıkır geliyordu. Gerçi bu çok anormal bir şey değildi, çünkü kendisi hep deli dolu ve çılgın olduğu için şaşılacak bir şey yoktu ortada. Fakat bu sefer daha bir farklıydı sanki. Neşesinin yanında büyük bir heyecan da vardı anladığım kadarıyla.

"Ne havadisi teyzeciğim?"

"Belki merak edip soramıyorsundur, Bay Gizem yine aksatmadan her gün geliyor kafeye."

Gerçekten merak ettiğim bir konuydu, bunu iç sesimden saklayamazdım ama teyzemden ölümüne saklayabilecek bir inada sahiptim. Umursamaz bir ses tonuyla "İyi." dedim, çünkü bu iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi tam karar verememiştim. Geliyor olması, beni çok da umursamadığını gösteriyordu. Yani elbette "Ela yoksa ben de yokum, ederim bu kafenin içine!" gibi bir tepki beklediğim yoktu, ama en azından yokluğumun farkında olmasını beklerdim. Beni sormasını... Offf, neler saçmalıyordum ben ya. Adam varlığımdan bile haberdar değildi ki, niye beni sorsundu?

"Her gün aynı yere oturup yine o bilgisayarında harıl harıl bir şeyler yazıyor."

"Güzel." Cevaplarımı tek kelimeye indirgemeye çalışıp ilgisiz görünmeye devam ediyordum ama içimdeki o meraklı ve heyecanlı kız telefonun içinden oraya girip teyzemin yakalarına yapışarak "Beni hiç sormadı mı o vicdansız ha, söyle!" diye haykırmak istiyordu. Yani hislerim bu yöndeydi. Tabi yine de cool duruşumdan asla ödün vermiyordum.

Teyzem de bunu fark etmiş olacak ki "Anlaşılan artık o kadar da merak etmiyorsun onu." deyivermişti. "Söylesene, yeni okulunda çok daha yakışıklıları var, değil mi?"

"Teyze, daha okul başlamadı bile."

"Olsun, kayıt sırasında falan bakınsaydın şöyle George Clooney gibi biri vardır belki."

"O sizin dönemlerde kaldı artık teyzoş ya."

"Aman tamam canım, Tom Cruse da olur! Tamam, adam yaşlandı maşlandı ama hâlâ gideri var yani. Sen de herkese burun bükme, evde kalacaksın benim gibi!"

Neyse ki beni benden bile çok düşünen, onun gibi evde kalmayayım diye kendini paralayan vefakâr, cefakâr ve de fedakâr bir teyzem vardı. Fakat bilmesi gereken bazı şeyler vardı, mesela benim Biscolata erkekleriyle Miami'ye değil de Ege Üniversitesi'ne okumaya geldiğim gibi şeyler. Her neyse, bu ilk günlerin heyecanı bitince o da okulun sıradanlığına alışırdı. Sonuçta her gün motosikletli bir çapkınla kaza geçirecek kadar aksiyonlu günler yaşamayacaktım. İlk günden beklentiyi bu kadar yükseltmeyelim. "Aman teyze ne alakası var, yakışıklı var mı yok mu diye dikkat etmedim bile."

Bomba bir haber veriyormuş gibi "O zaman sıkı dur!" derken çığlık atmak istiyor fakat yeri dar olduğu için kendini sıkıyormuş gibiydi. "Bay Gizem bugün o meşhur Ela'nın Keki'ni istedi!"

"Ne?" Kusura bakmayın, kimse kusura bakmasın artık ilgisiz rolü yapamayacaktım. Bay Gizem... Ela'nın Keki... İstemek... Aklımdan cümleyi Google Translate'den çeviriyor gibiydim ve sanırım tam da şuan mavi ekran veriyordum.

"Evet, aynen öyle söyledi! 'Sizin şu meşhur Ela'nın Keki'nden istiyorum,' dedi!"

Bu keki ancak kafenin müdavimleri bilir ve isterdi. Yani menünün öyle çok da star bir parçası değildi, daha yeni sayılırdı. Benim özel tarifimdi ve benim dışımda sadece Gülben teyze bilirdi. Ama benim yaptığım bir başkaydı tabi, o konuya girmeyelim. Ben şapşal şapşal göz kırpıştırırken "Ela'nın Keki mi? adımı nereden biliyormuş ki?" diye saçma bir soru yönelttim ve bunun saçmalığının farkına bile varamayacak kadar mutluluk sarhoşuydum.

"Kekin adını Ela'nın Keki koymadık mı, şapşal! Başka nereden bilecek?"

Evet, haklıydı. Yani sonuçta bu kadar heyecanlanmamı gerektirecek bir şey yoktu. Hem beni istememişti ki, kekimi istemişti. Onca şeyin içinden Bay Gizem yemek için Ela'nın Keki'ni istemişti. Sevgi neydi, sevgi emekti! Sevgi kekti!

Ne saçmalıyordum ben ya?

Abartıyordum ben ya. Sonuçta Bay Gizem o kafedeki sıkıcı zamanlarımın eğlencesi değil miydi? Öyle dememiş miydik? Bir güncelleme mi geldi aşk programıma? Ne oluyordu? Kendime gelmeliydim çünkü bunun küçük bir eğlenceden başka bir anlamı yoktu.

...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top