⇝ Gökkuşağı Grisi | 4

-4-

Burada, böyle hastane koridorunda bir haber beklemek insanı oldukça aciz ve çaresiz hissettiriyordu. Üstelik bir süredir böyle bekleyip durmak canımı sıkmaya başlamıştı. Neyse ki beni oyalayan tek bir şey vardı, o da telefonun diğer ucunda bana hesap soran İdil. Anladığım kadarıyla kaza sırasında annem oldukça endişelenmiş, sonrasında başıma gelenlerden ötürü aramalarına yanıt veremediğim için çılgına dönmüş olacak ki İdil'e haber vermişler. Çünkü bizim ailede herkes İdil'in aramalarına yanıt verilmesi gerektiğini bilir. Her neredeyseniz o sizi bulur ve o telefona bakmadığınıza sizi pişman eder kuzey Kutbu'nda bile olsanız gelir, o telefonu sizin ağzınıza sokar. Ben de bu sebepten aramasını bekletmeden yanıtlamıştım. Ayrıca motosikletli çocuktan haber beklerken hapse düşmüş kabadayılar gibi koridorda volta atmak da oldukça sinirlerimi bozmuştu. Kısacası İdil'in araması iyi bile olmuştu diyebiliriz.

"Sevinç teyzemin aklı çıkmış kızım! Alelacele kapatmışsın, yaralandığını ama endişelenmesinler diye bir şey söylemediğini sanmışlar. Delirmişler! Hemen beni aradılar. Zaten kapattıktan sonra bir daha da aramamışsın. Aramışlar, açmamışsın. Sana bir şey oldu sanıp çıldırmışlar."

"Yok, bana bir şey olmadı." dedim soğukkanlı bir ses tonuyla. Sonuçta yalan söylemiyordum. Başıma bir şey gelmemişti. Tabi bindiğim taksinin motosikletli bir çocuğu ezip kaçması başa bir şey gelme kategorisinden sayılmıyorsa. "Zaten anlattım ya, çocuğun durumunu öğrenmek için bekliyorum ben. Başka türlü rahat edemeyeceğim."

"Okulun ilk günü başına gelene bak ya. Kızım var ya resmen belayı çekiyorsun, farkındasın değil mi?"

Herhangi bir cevap vermesem de aşırı derecede haklı olduğunun farkındaydım. İstanbul'daki küçük mahallemizde, şirin kafemizde çalışırken o kadar sıradan ve alelade bir hayat sürüyordum ki, buraya geldiğimin daha ilk günleri bu tarz bir şey yaşamamın başka bir açıklaması olamazdı. Ya İzmir bana uğur getirmeyecekti ve bu bir işaretti, ya da cidden ben belayı çekiyordum. Tabi hangi şıkkın doğru olduğunu da zaman gösterecek.

Benim karşılık vermemem üzerine sevgili adrenalin bağımlısı kuzenimin "Biz de burada sıkıntıdan patlayalım. Valla bu hayatın heyecanı meyecanı yok." diyerek isyanını dile getirmesi elbette bende soğuk duş etkisi yarattı. Ne yani, şuan benim yerimde mi olmak isterdi? Bindiği taksinin bir motosikletliyi ezmesi onun için yalnızca heyecan ve adrenalin mi sayılıyordu? Aslında şaşırmamalıydım, çünkü İdil'in heyecandan anladığı buydu. Başına sayısız skandalların gelmesi onu rahatlatacak belki de tek şeydi. Çünkü o sıkıcılığa ve rutin hayata tepki olarak doğmuştu ve kaostan besleniyordu. Maalesef...

"Başlama yine İdil Allah'ını seversen, bunun neresi güzel şimdi? Taksici adama çarptı, kaçtı gitti. Motosikletli çocuk da arabanın altında kaldı, durumu nedir bilmiyoruz. İnşallah önemli bir şeyi yoktur."

Bu durumda bile gülebilecek bir şey bulan kuzenim "Adamın adı motosikletli çocuk olarak kaldı ya iyi mi..." diye söylenirken aniden bir aydınlanma yaşamış gibi meraklı bir ses tonuyla "Çocuk yakışıklı mı peki?" diye sordu.

Çünkü ben her gün bindiğim taksici tarafından ezilen motosikletli bir çocuğu mutlaka hastaneye yetiştiriyorum ve bu konuda idmanlı olduğum için yakışıklı olup olmadığına her daim bakıyorum. Bravo İdil, aynen böyle devam kardeşim. "İdil saçmalama! Çocuk orada canıyla uğraşıyor diyorum, sen hâlâ yok yakışıklı mıydı yok kaslı mıydı?"

"Ay kasları da mı vardı?"

"Kızım ne bileyim, ben öylesine lafın gelişi söyledim. Ben panikten bakmadım zaten yakışıklı mı değil mi diye... Offf... Hem ne saçma sapan sorular bunlar, niye bakacakmışım elin herifi yakışıklı mı değil mi diye?" Tam o esnada motosikletli çocuğun kurtarıcısı olduğu gibi benim de kurtarıcım olan doktorun kapıdan çıkıyor oluşuna can simidi gibi sarılarak "Hadi kapatıyorum ben, doktor çıkıyor." dedim ve kuzenimin cevabını beklemeden kapattım telefonu. "Doktor bey, hasta nasıl acaba bilgi alabilir miyim?"

"Çok ciddi bir durum değil, zaten zamanında müdahalede bulunduk. Başındaki ufak yarayı saymazsak sol bacağında bir çatlak ve hafif boyun zedelenmesi var."

Kaşlarımı kaldırarak ümitle "İyi yani?" diye sordum inanmak ister gibi.

"Evet. Gereken müdahaleler yapıldı, iyi şuan. Hayati tehlikesi yok. Sadece dinlenmesi gerekiyor, hepsi bu."

"Peki, görebilir miyim onu?"

"Tabi, buyurun."

Doktora teşekkür eder etmez ışık hızıyla odanın kapısına asıldım. Sonra içeride az önce yeni kaza atlatmış bir hasta olduğunu hatırlayarak usulca içeri girmeye çalıştım. Adam uyuyordu. Onu öyle o hâlde görünce taksiciye bir kez daha öfkelendim ve söylenmeye başladım. "İnsanlık nereye gidiyor ya... Adam çarptı, kaçtı! Şaka gibi! Neyse ki iyisin, çok şükür."

Uyuduğunu sandığım çocuğun "Bana bir şey olsaydı üzülür müydün?" sorusuna boş bulunarak "Tabi üzülürdüm canım, sonuçta insan-" derken afalladım. O an çocuğun uyuyor numarasına mı daha çok kızmıştım yoksa sorduğu soruya şapşal bir şekilde cevap verdiğime mi bilemiyorum. Numara yaptığını anlayınca kızgınlıkla hafifçe koluna vurdum. "Ya sen ne biçim bir şeysin! Senin hayatın yalan anlaşılan."

"Hayır, sadece benimle ilgilenmen hoşuma gitti."

Onun bu beklenmedik dürüstlüğüyle şaşırmıştım doğrusu. Tanıdığım çoğu erkek -ki ne kadar az erkek tanıdığımı tahmin edersiniz- bu denli dürüstlüğe cesaret edemezdi. Başka Rezzan teyzemi terk eden eniştem. Başkasını sevdiğini söyleyecek cesareti bile yoktu, öylesine çekip gitmişti. Enişte diyorum, çünkü sanırım adını ciddi anlamda unutmuştum. O malûm olay gerçekleştikten sonra onun adı evimizde anılmıyordu, Rezzan teyzem yasaklamıştı. Biz de sürekli 'şşşt' veya 'pişşştt' diyerek kediye seslenir gibi 'o malûm şahıs' ya da 'enişte kişisi' diyerek anıyorduk kendisini. Dolayısıyla bir süre sonra insan adını unutuyor yani! Her neyse, yüzümün utançtan kızarmış olduğunu yok saymak ve konuyu dağıtabilmek adına "Nasıl oldu bu kaza?" diye sordum ona. Aslında görünüşe bakılırsa kaza gayet netti, taksici çocuğun motosikletine çarpmıştı ama... Konuyu değiştirmek adına açtığım yeni konu oldukça esrarengiz çıktı.

"Motosikletin freni tutmadı. Muhtemelen boşalmıştı ya da boşaltılmıştı desek daha doğru olur."

Adamın bu konudaki soğukkanlılığı beni şaşırtmıştı. Acaba palavra mı sıkıyor yoksa gerçekten frenler mi boşalmıştı anlamak için göz temasımı kesmedim ve iç sesimde bu gri gözlerin sahibine sürekli adam veya çocuk deyip durmanın beni allak bullak ettiğini fark ettim. Bir çocuk gibi haylaz konuşmaları gerçek bir adam gibi ciddiyete bürünen yüzüyle tezat oluştururken onun kim olduğuna dair merakın artsa da herhangi bir soru sormadım. Fakat merakımı başka bir yana toplayarak "Nasıl boşaltılmıştı?" diye sordum. Çünkü eğer söylediği doğruysa bu çok ciddi bir suçtu. "Düşmanın falan mı var?"

Tek kaşını kaldırmış "Herkesin en az bir düşmanı vardır." derken oldukça iddialı ve çokbilmiş görünüyordu. Ve de gizemli.

"Ama motosikletinin frenleri boşaltılan sensin."

"Aynen öyle."

"Yani senin düşmanın daha..."

"Bu konuyu hastane yetkililerine açmazsan çok mutlu olurum. Ben kendim halledeceğim."

"Nasıl yani, şikâyette bulunmayacak mısın?" Şaşırmıştım. Neredeyse ölümden dönmüştü ve herhangi bir şikâyette bulunmayacak mıydı? Sanırım delireceğim. "İyi de neredeyse ölüyordun!"

"Ama ölmedim."

Omuz silkerek rahatça söylediği cümleye inanamamıştım. "Sen tam bir kaçıksın." dedim kendimi tutamayarak. Anladığım kadarıyla hayatının hiç değeri yoktu gözünde.

"Genelde beni tanımlamak için daha farklı kelimeler kullanırlar ama bunu sevdim."

"Ne gibi?"

"Kızlar pislik, yakışıklı, hayvan ve playboy kelimelerini daha çok kullanır mesela."

İddialı ve ukala bakışlarına bir süre odaklandıktan sonra buradaki görevimin son bulduğunu kendime hatırlattım. "Her neyse, iyi olduğunu görmek güzel. Artık bana müsaade, geçmiş olsun..." Tam kapıya yöneldiğim sırada çocuğun seslenişiyle duraksamak zorunda kaldım.

"Dur!"

Arkama dönüp yüzüne baktığımda yine o haylaz çocuk geri gelmişti anlaşılan. Bakışlarındaki muzırlık ve o çocuksu ifade ne yalan söyleyeyim, biraz... Tatlıydı. Kendisine 'ne var' dercesine bakarken başını hafifçe yana yatırdı. Tıpkı bir çocuk gibi.

"Biraz daha kal."

"Neden?"

"Belki tam iyi değilimdir. Yani sonuçta üstümden taksi geçti, düşünsene! Yine sana ihtiyacım olabilir."

Yine içinde bir yerlerde saklanan o çapkın playboyun su yüzüne çıkması benim burada gereğinden fazla durduğumu gösteriyordu. "Saçmalama, doktor gayet iyi olduğunu söyledi. Ayrıca da abartma, üstünden taksi falan geçmedi. Sadece hafif çarptı." Ancak yine de onu burada yalnız bırakmak içime sinmiyordu, sonuçta bir kaza geçirmişti. Parlak bir fikir bulmuş gibi telefonuma uzandım ve "Bir yakının yok mu?" diye sordum. "Gitmeden arayayım da yanına biri gelsin. Yalnız kalma böyle."

Gergin bir ifadeyle "Yok... Yakınım falan." cevabını verdi. Bakışları hiç görmediğim kadar soğuk ve uzak bir hâl aldı. Yüzündeki ifade ne karakterindeki o haylaz çocukla ne de çapkın playboyla uyuşmuyordu. Bu bambaşka bir karakterdi. Su yüzüne çıkarılmamış, arkalara itilmiş, susturulmuş... Ya da ben çok fazla iyi kız kötü çocuk romanları okuyordum. Bunu biraz kessem iyi olacaktı. Ancak yüzündeki o sahici ifade bir kırılganlığı gizliyor gibiydi. Gri gözlerinde dipsiz bir kuyunun karanlığı ve hüznü gizliydi.

Bu cevap üzerine ben de fazla üstelememek adına "Anladım." diye mırıldandım. O an gitmem gerektiğini biliyordum, bunun farkındaydım ama içimde mantıktan nasibini almamış bir yanım vardı ve o da bu yalnız kovboyu böylece bırakıp gitmememi söylüyordu. Onu böyle bir başına bırakmak hiç içimden gelmiyordu. Onu hiç tanımıyordum, evet ama sanki bana ihtiyacı varmış gibi hissediyordum. Belki de hislerim yalnızca bir saçmalıktan ibaretti.

Ben düşüncelerimin arasında gidip gelirken yalnız kovboyumuzun aniden bir şey hatırlamış gibi doğrulmaya çalışıp boynundaki ağrıyla oturduğu yere sinmesi üzerine ani bir hamleyle hafifçe onu yatağa iterek tekrar kalkmaya çalışmasını engelledim. "Hop hop hop, nereye?"

"Benim kalkmam lazım, yardım eder misin? Gitmeliyim."

"Hey, saçmalama! Hiçbir yere gitmiyorsun, dinlenmen lazım." Anaç ve ilgili tavrım hoşuna gitmiş gibi sıcacık gülümsediğinde "Yani, doktor öyle söyledi." diyerek düzelttim.

"Burada kalamam, kimliğimi sorarlar."

"Niye, hapishane kaçkını mısın?"

Komik bir espri yapmışım gibi güldü ve "Hayır. Uzun hikâye, bos ver." diyerek gülüşünü solduran hafif acılarına sessiz bir küfür savurdu.

"Üzgünüm ama sağlık her şeyden önemli. O yüzden kır kıçını, yat dinlen. Ben gidiyorum." Bu defa kararlı adımlarım kapıyı bulduğunda tekrar sesiyle duraksamak kendime kızmama sebep olmuştu. Neden her durdurduğunda duruyordum ki?

"Dur! Seni bir daha nasıl bulabilirim?"

Hazırcevaplığım ilk defa bir işime yarayacaktı sanırım. "Bulamazsın, çünkü bulmanı gerektirecek bir sebep yok. İki yardım ettik diye yüz bulma." Bizim mahallenin jargonunu kullanma vakti gelmişti bence.

Oysa sözlerimden hiç etkilenmemiş gibi hayran bakışlarıyla "İn misin, cin misin, peri misin? Adın ne?" sorusunu yöneltti. Bu sahte hayranlık bakışları için çok çalıştığına eminim. Çünkü çapkın playboylar hep böyle yapar. Strateji.

"Cadıyım. Sana ne? Hem sen bu kızlara asılma çabanı iyileşmek için harcasan iyi edersin." Ellerimi iki yana açarak "Benden bu kadar." diyerek bu defa kararlılığımı sonuna kadar korudum ve kapıyı açıp dışarı çıkarken her ne kadar bizim çapkının "O zaman yarın, aynı saatte bir kamyon kazasında görüşmek üzere..." dediğini duymazdan gelsem de istemsizce gözlerimi devirerek güldüğümü fark ettim. Hastaneden çıkarken onun açık sözlülüğünün ne kadar etkileyici olduğunu düşündüm ama beni dizginleyen tek şey onun çapkınlığının her hâlinden belli olmasıydı.

...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top