V
V
On beş gün daha geçti. Ocak ayının ilk günleriydi, uçsuz bucaksız ova buz gibi bir sisle kaplanmıştı. Yoksulluk iyice artmıştı, her geçen saat daha da büyüyen açlık yüzünden işçi mahallelerinde insanlar can derdindeydi. Enternasyonal'in Londra'dan gönderdiği dört bin frank üç günlük ekmek parasını bile karşılamamıştı. Daha sonra hiçbir yardım gelmemişti. O büyük umudun hayal kırıklığıyla sonuçlanması cesaretleri kırıyordu. İşçi kardeşleri bile kendilerini yarı yolda bıraktığına göre şimdi kime güveneceklerdi? Kara kışın ortasında, kendilerini kimsesiz, dünyadan yalıtılmış hissediyorlardı.
Salı günü, İki Yüz Kırklar mahallesi sakinleri varlarını yoklarını tüketmiş durumdaydılar. Étienne temsilcilerle birlikte çırpınıp duruyordu: Komşu şehirlerden, hatta Paris'ten bile yeni üyeler kaydediliyor, yardım toplanıyor, konferanslar düzenleniyordu. Ama bu çabalar sonuç vermiyor, ilk başlarda direnişi coşkuyla destekleyen kamuoyu, grev sessiz sedasız, olaysız bir biçimde uzayıp gittiği için giderek kayıtsızlaşıyordu. Ufak tefek bağışlar ancak en yoksul ailelerin acil ihtiyaçlarının karşılanmasına yetiyordu. Diğerleri giysilerini rehine vererek, evlerindeki eşyaları teker teker satarak geçinmeye çalışıyorlardı. Şiltelerin yünü, kap kacak, hatta mobilyalar dahil her şey eskicilere veriliyordu. Maigrat'nın işlerini baltaladığı Montsoulu küçük perakendeciler müşteri kazanmak için veresiye vermeye başlayınca, mahalleliler bir süreliğine de olsa paçayı kurtardıklarını sanmışlardı; gerçekten de bir hafta boyunca bakkal Verdonck ve fırıncılar Carouble ile Smelten veresiye satış yaptılar; ama işi döndürememeye başlayınca vazgeçtiler. Bu iş icra memurlarını sevindirmiş, madenciler uzun süre altından kalkamayacakları bir borcun altına girmişlerdi. Artık hiçbir yerden veresiye alışveriş edemedikleri gibi ellerinde satacak eski bir tencereleri bile kalmamıştı, artık bir köşeye kıvrılıp uyuz köpekler gibi geberip gidebilirlerdi.
Étienne her şeyini ortaya koymuştu. Maheulerin evinde tencere kaynasın diye aylığını almaktan vazgeçmiş, Marchiennes'e gidip kumaş pantolonunu ve redingotunu rehine vermişti. Bir tek çizmeleri duruyordu, ayakları sağlam kalsın diye onları satmadığını söylüyordu. Üzüntüsü, greve çok erken gitmek zorunda kalmış olmalarıydı, yardım sandığında yeterince para birikememişti bu yüzden. Bu durumu, yaşadıkları felaketin tek nedeni olarak görüyordu, çünkü işçilerin direniş için gerekli paraları olsa mutlaka patronları dize getirirlerdi. İşletmeyi yardım sandığının ilk birikimlerini eritmek amacıyla işçileri greve sürüklemekle suçlayan Souvarine'in sözlerini hatırlıyordu.
Mahallenin görüntüsü, aşsız ocaksız kalmış bu yoksullarının hali yüreğini sızlatıyordu. Evde durmamayı, uzun gezintiler yaparak yorulmayı tercih ediyordu. Bir akşam eve dönerken, Réquillart'ın yakınlarından geçtiği sırada yolun kenarında baygın bir kadın görmüştü. Hiç kuşkusuz açlıktan ölmek üzereydi, onu ayağa kaldırdıktan sonra çitin öte yanında duran bir kıza seslendi.
"Demek sensin!" dedi kızın Mouquette olduğunu fark ederek. "Bana yardım et, ona bir şeyler içirmek gerek."
Gözleri yaşlarla dolan Mouquette, babasının yıkıntıların ortasına yaptığı viran kulübeye koştu. Elinde ardıç likörü ve ekmekle hemen geri döndü. Likörle kendine gelmeye başlayan yaşlı kadın, hiç konuşmadan ekmeğe aç kurt gibi saldırdı. Bir madencinin annesiydi, Cougny tarafındaki bir mahallede oturuyordu, kız kardeşinden on metelik borç almak için Joiselle'e gitmiş, eli boş dönerken orada bayılıp kalmıştı. Ekmeğini bitirdikten sonra sersemlemiş bir halde yürüyüp gitti.
Étienne, yıkık hangarları böğürtlen dallarının arasında kaybolan Réquillart'ın boş tarlasında kalakalmıştı.
"Bir kadeh bir şey içmek için içeri gelmez misin?" diye sordu Mouquette gülerek.
Étienne'in tereddüt ettiğini görünce ekledi:
"Demek benden hâlâ korkuyorsun, öyle mi?"
Étienne Mouquette'in ardına takıldı, kızın neşesi ona da geçmişti. Ekmeği büyük bir cömertlikle kadına verişi delikanlıyı duygulandırmıştı. Mouquette onu babasının odasında ağırlamak istemedi, kendi odasına götürüp iki küçük kadehe ardıç likörü doldurdu. Oda tertemizdi, Étienne ona övgüler yağdırdı. Evin hiç eksiği yokmuş gibi görünüyordu: Baba Voreux'de seyis olarak çalışmaya devam ediyor, kız da evde boş oturmamak için çamaşırcılık yapıyor, günde otuz metelik kazanıyordu. Erkeklerle gönül eğlendiriyor olsa da aylak aylak gezecek değildi ya!
"Söylesene, neden beni sevmiyorsun?" diye mırıldandı birdenbire, gelip kibarca delikanlının beline sarılmıştı.
Bu sözleri öyle şirin bir edayla söylemişti ki, Étienne kendini tutamayıp güldü.
"Sevmez olur muyum," diye karşılık verdi.
"Hayır hayır, benim istediğim gibi sevmiyorsun... Senin için ölüp bittiğimi biliyorsun. Ne diyorsun ha? Beni çok mutlu edersin!"
Doğruydu, altı aydan beri bunu istiyordu. Étienne hâlâ ona bakmaktaydı; kız bedenini onunkine yapıştırmış, arzudan titreyen kollarıyla beline sarılmıştı, öyle aşk dolu ve yalvaran gözlerle yüzüne bakıyordu ki delikanlının içi sızladı. Ablak yüzünün güzel bir yanı yoktu, kömür tozları tenini yıpratıp sarartmıştı; ama gözleri parıltılar saçıyor, arzuyla ürperen bedeninden yayılan cazibe ona taptaze ve gencecik bir hava veriyordu. Étienne, kendisini son derece mütevazı ve ateşli bir biçimde sunan genç kızı daha fazla reddedemedi.
"Bak! Sen de istiyorsun," diye kekeledi coşkuyla, "evet, sen de istiyorsun."
Bir erkekle ilk kez beraber olan, hiç erkek tanımamış bir bakirenin beceriksizliği ve kendinden geçişiyle Étienne'e teslim oldu. Bir süre sonra Étienne onun yanından ayrılırken, genç kız minnettarlıkla dolup taşıyordu: Durmadan teşekkür ediyor, delikanlının ellerini öpüyordu.
Étienne ayağına gelen bu kısmetten dolayı biraz utanç duydu. Kimse Mouquette'le birlikte olduğu için övünmezdi. Evden çıkıp giderken, bir daha bunu asla tekrarlamayacağına dair yemin etti. Yine de dostça bir duygu içindeydi, mert bir kızdı Mouquette.
Zaten mahalleye geri döndüğünde aldığı ciddi haberler bu serüveni ona unutturdu. Temsilciler müdürle bir kez daha görüşürlerse, işletmenin bazı tavizler verebileceği söylentileri vardı. Bu söylentiyi çıkaranlar maden çavuşlarıydı. Gerçek şuydu ki, girişilen bu mücadelede, maden madencilerden daha fazla sıkıntı çekmekteydi. Bu inatlaşma her iki tarafın da belini büküyor, işçiler açlıktan kırılırken, sermaye eriyip gidiyordu. İşsiz geçen her gün yüz binlerce franga mal oluyordu. Duran bir makine ölü bir makineydi. Araç gereç ve malzemeler bozulup çürüyor, çalıştırılmayan para kumun emdiği su gibi eriyip gidiyordu. İşletmenin yetersiz kömür stoku erimeye başladığından beri, müşteriler Belçika'ya sipariş vermekten söz ediyorlardı; bu, gelecek açısından büyük bir tehditti. Ama işletmeyi en çok korkutan şey, galerilerde ve damarlarda giderek artan hasarlardı, bu durumu büyük bir titizlikle örtbas etmeye çalışıyorlardı. Çavuşlar onarım işlerine yetişemiyor, payandalar kırılıp duruyor, her gün göçükler oluşuyordu. Kısa süre içinde durum öyle felaket bir hal almıştı ki, kömür çıkarma işlemlerine başlamadan önce aylarca onarım yapmak gerekecekti. Şimdiden söylentiler dört bir yana yayılıyordu: Crèvecoeur'de üç yüz metrelik bir galeri olduğu gibi çökmüş, Cinq-Paumes damarının ağzını tıkamıştı; Madeleine'deki Maugrétout damarı parçalanıp dağılmış, sular içinde kalmıştı. İşletme yönetimi bu durumu kabullenmek istemese de, peş peşe yaşanan iki kazanın ardından her şeyi itiraf etmek zorunda kalmıştı. Bir sabah, Piolaine yakınlarında, Mirou'nun bir gün önce çöken kuzey galerisinin üzerindeki toprağın yarıldığı görüldü, ertesi gün ise Voreux'de meydana gelen göçük, mahallenin bir bölümünde şiddetli bir sarsıntının yaşanmasına yol açtı, iki ev yıkılıp yerle bir olacaktı neredeyse.
Étienne ve temsilciler yönetim kurulunun niyetini öğrenmeden yeni bir görüşme girişiminde bulunmaya çekiniyorlardı. Sorular sordukları Dansaert'den kaçamak yanıtlar alıyorlardı: Anlaşmazlık herkesi rahatsız ediyordu elbette, bir uzlaşmaya varmak için ne gerekiyorsa yapılacaktı; ama Dansaert'in söylediklerinde bir kesinlik yoktu. Nihayet, haksız duruma düşmemek için Mösyö Hennebeau ile görüşmeye karar verdiler, işletmeye hatalarını telafi etme imkânı vermedikleri için suçlanmak istemiyorlardı çünkü. Yine de, hiçbir konuda geri adım atmamaya, haklı oldukları için taleplerinde direnmeye yemin ettiler.
Görüşme, mahallenin üzerine koyu bir sefaletin çöreklendiği salı sabahı yapıldı. İlkinden daha sert geçti. Yine Maheu konuştu, bu beylerin söyleyecek yeni bir şeyleri olup olmadığını öğrenmek üzere arkadaşları tarafından gönderildiklerini söyledi. Mösyö Hennebeau önce şaşırmış gibi göründü: Kendisine herhangi bir talimat verilmemişti, madenciler bu uygunsuz direnişe devam ettikçe hiçbir şey değişmeyecekti; müdürün bu dediğim dedik ve katı tavrı çok büyük bir tepki yarattı, öyle ki temsilciler uzlaşma niyetiyle gelmiş olsalardı bile sırf kendilerini karşılama biçimi yüzünden bu niyetlerinden cayabilirlerdi. Müdür çok geçmeden, karşılıklı tavizlerin verileceği bir zemin yaratmaya çalıştı: İşçiler payandalamanın ayrıca ücretlendirilmesini kabul edecekler, buna karşılık işletme, cebe indirmekle suçlandığı iki santimi bu ücrete ekleyecekti. Aslında teklifin tamamıyla kendisine ait olduğunu, yönetim kurulunun henüz bu yönde bir karar almadığını, ama Paris'tekileri bu anlaşmaya razı edeceğini umduğunu söylüyordu. Ama teklifi geri çeviren temsilciler taleplerinde direndiler: Eski ücret sistemi devam edecek, vagon başına beş santim zam yapılacaktı. Bunun üzerine Mösyö Hennebeau, az önceki teklifini Paris'e danışmadan hemen uygulayabileceğini söyledi, açlıktan ölmek üzere olan karılarını ve çocuklarını hatırlatarak, kabul etmeleri için temsilcileri sıkıştırdı. Ama madenciler gözleri yerde, başlarını sertçe sallayarak bu teklifi bir kez daha reddettiler. Birbirlerinden sertçe ayrıldılar. Mösyö Hennebeau kapıyı arkalarından çarparak kapattı; Étienne, Maheu ve diğerleri sabırları son raddeye kadar zorlanmış yenik insanların sessiz öfkesiyle, kaba saba ökçelerini kaldırım taşlarına vura vura yürümeye koyuldular.
Saat ikiye doğru, mahallenin kadınları da kendi paylarına Maigrat ile görüşmeye gittiler. Tek umutları bu adamı biraz yumuşatmak ve bir hafta daha veresiye vermeye ikna etmekti. Bu fikir, insanların iyi niyetine fazlasıyla güvenen Maheude'den çıkmıştı. Yanık Kadın'la Levaque'ı da kendisiyle gelmeye ikna etmiş, Pierronne ise özür dileyerek, hastalıktan hâlâ kurtulamayan Pierron'u yalnız bırakamayacağını söylemişti. Başka kadınlar da kafileye katılmış, böylece sayıları yirmiyi bulmuştu. Montsoulu burjuvalar bu sefil ve acınacak durumdaki kadınların yolu kaplayarak yürümekte olduğunu görünce kafalarını endişeyle salladılar. Kapılar kapandı, bir kadın gümüş takımlarını sakladı. Onları bu şekilde ilk kez görüyorlardı ve bu durum hiç de hayra alamet değildi: Kadınların sokağa dökülmesi genellikle işin çivisinin çıktığını gösterirdi. Maigrat'nın dükkânında kıyamet koptu. Önce, borçlarını öyeyeceklerini sanır gibi yaparak sırıta sırıta kadınları içeri almıştı; parayı hep birlikte getirmeleri ne kadar nazik bir düşünceydi. Ama Maheude konuşmaya başladığında öfkelenmiş gibi göründü. Kendisiyle dalga mı geçiyorlardı? Hâlâ veresiye istediklerine göre niyetleri ona topu attırmak olmalıydı! Hayır, tek bir patates, ufacık bir ekmek parçası bile vermeyecekti bundan böyle! Onlara bakkal Verdonck'a, fırıncı Carouble ve Smelten'e gitmelerini söyledi, zaten bir süredir onlardan alışveriş etmiyorlar mıydı? Kadınlar onu alttan alarak korkuyla dinliyor, özürler diliyor, acaba duygulanır mı diye gözlerinin içine bakıyorlardı. Maigrat yine çirkin şakalarına başladı, sevgilisi olmayı kabul ederse, dükkânını Yanık Kadın'a bırakacağını söyledi. Kadınlar öyle bir bezginlik ve ürküntü içindeydiler ki bu sözlere güldüler; Levaque Kadın ise işi daha da ileri götürerek, bu teklifi seve seve kabul edeceğini belirtti. Ama yeniden kabalaşan Maigrat onları kapıya doğru itmeye başladı. Yalvararak ısrar etmeyi sürdürdüklerini görünce, içlerinden birini tartakladı. Diğerleri kaldırımda ona satılmış herif diye bağırırlarken, intikamcı bir öfkeyle iki kolunu havaya kaldırmış olan Maheude Maigrat'ya lanetler yağdırıyor, bas bas bağırarak, böyle bir adamın yaşamaya layık olmadığını söylüyordu.
Mahalleye dönüşleri bir yas havası içinde gerçekleşti. Kadınların eli boş geldiğini gören erkekler başlarını öne eğdiler. Her şey bitmişti, o gün bir kaşık çorba içemeden yatacaklardı; tek bir umut ışığının görünmediği kapkara günler onları bekliyordu. Bunu kendileri istemişlerdi ve kimse geri adım atmaktan söz etmiyordu. Yoksulluğa gömüldükçe direnme istekleri daha da artıyordu, sindikleri delikten çıkmaktansa orada ölmeyi tercih eden kıstırılmış hayvanlar gibi sessizce bekliyorlardı. Boyun etmekten söz etmeyi kim göze alabilirdi? Arkadaşlarla hep birlikte direnmeye yemin etmişlerdi, madende bir göçük olduğu zaman nasıl dayanıyorlarsa, şimdi de öyle dayanacaklardı. Başka çare yoktu, maden ocağı onlara tevekküllü olmayı öğreten iyi bir okuldu; on iki yaşından itibaren ateş ve suyla iç içe yaşayan bu insanlar, açlığa bir hafta daha dayanabilirlerdi; bu özveri duygusu, her gün yaşadıkları ölüm kalım savaşında kendilerini feda etmekle övünen askerlerin gururu gibi giderek artıyordu.
Maheulerin akşamı berbat geçti. Son kömür parçalarının tüttüğü, sönmek üzere olan ateşin başında hiç konuşmadan oturuyorlardı. Şiltelerdeki yünü avuç avuç elden çıkardıktan sonra, önceki gün de guguklu saati üç franga satmaya karar vermişlerdi. Kulaklarının alıştığı tiktakların artık yankılanmadığı salon sanki bomboş kalmış ve bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Yemek dolabının üstünde, Maheu'nün karısına hediye aldığı ve Maheude'ün bir mücevher gibi değer verdiği pembe karton kutudan başka bir süs kalmamıştı artık. Sağlam kalan son iki iskemleyi de sattıklarından, Bonnemort Baba ve çocuklar bahçeden içeri alınan yosun tutmuş bir sıranın üzerinde sıkış sıkış oturuyorlardı. Çökmekte olan kurşuni alacakaranlıkla birlikte hava daha da soğuyor gibiydi.
"Ne yapmalı?" deyip duruyordu, ateşin kenarına çömelmiş olan Maheude.
Ayakta duran Étienne, imparator ve imparatoriçenin duvarda asılı duran resimlerine bakıyordu. Aile süs olarak korumak istemese, onları çoktan fırlatıp atacaktı. Sıktığı dişlerinin arasından mırıldandı:
"Varsan görsen, açlıktan ölmemizi seyreden bu gerzekleri satmaya kalksan iki metelik bile etmezler!"
"Kutuyu götürüp satsam mı?" diye sordu sapsarı kesilmiş olan Maheude, biraz tereddüt ettikten sonra.
Masanın kenarında, bacaklarını aşağı sarkıtmış, başı öne eğik halde oturan Maheu yerinden doğruldu.
"Hayır, istemem!"
Maheude güçlükle ayağa kalkıp odayı arşınlamaya başladı. Tanrı adına, insan bu hale düşebilir miydi? Dolapta bir lokma ekmek, evde satacak tek bir eşya kalmamıştı, nereden yiyecek bulabileceklerine dair bir fikir bile gelmiyordu akıllarına! Üstelik ateş de sönmek üzereydi! Sabah kömür parçaları toplamak için moloz tepeciğine gönderdiği Alzire'in işletme yasaklamış diyerek elleri boş dönmesi üzerine tepesi attı. İşletme kimin umurundaydı ki? Birkaç parça kömür toplamakla hırsızlık mı yapmış sayılacaklardı? Küçük kız, üzüntü içinde, adamın birinin kendisini tokatlamaya kalktığını söylüyordu; dayak yeme pahasına da olsa ertesi gün oraya yeniden gideceğine söz verdi.
"Ya o Jeanlin olacak hayırsız nerede?" diye haykırdı anne. "Salata getirecekti güya: Hiç değilse koyunlar gibi otlardık! Görürsünüz geri dönmeyecek. Dün akşam da dışarıdaydı. Ne haltlar karıştırdığını bilemiyorum, ama hergelenin karnı tok herhalde."
"Belki de yoldan geçenlerden para topluyordur," dedi Étienne.
Öfkeden gözü dönen Maheude, yumruklarını sallamaya başladı.
"Böyle bir şeyi öğrenecek olursam!.. Benim çocuklarım dilenecek, öyle mi? Önce onları, sonra da kendimi öldürürüm."
Maheu yeniden masanın başına çökmüştü. Sofranın kurulmamasına şaşıran Lénore ve Henri sızlanmaya başlamışlardı; sessiz duran ihtiyar Bonnemort ise açlığını bastırmak için bilgece bir tavırla dilini ağzının içinde yuvarlıyordu. Artık kimse konuşmuyordu, giderek artan sıkıntıları karşısında hepsi uyuşup kalmıştı; Öksürdükçe simsiyah balgam tüküren büyükbabanın romatizmaları azmış, vücudu su toplamaya başlamıştı, babanın astımı tutmuş, dizleri su toplayıp şişmişti, anne ve çocuklar kalıtımsal olan sıraca hastalığı ve kansızlıktan mustariptiler. Bu hastalıklar meslek gereği olmalıydı; ancak açlık katlanılmaz boyutlara geldiğinde durumlarından şikâyet ediyorlardı, mahalleli şimdiden hastalıktan kırılmaya başlamıştı. Mutlaka yiyecek bir şeyler bulmaları lazımdı. Ne yapmalı, nereye gitmeliydiler?
Alacakaranlığın kasvetli hüznü içinde oda giderek karanlığa gömülürken, bir süredir tereddüt eden Étienne sonunda kararını verdi.
"Beni biraz bekleyin," dedi. "Bir yere gidip geleceğim."
Ve evden çıktı. Aklına Mouquette gelmişti. Ekmeği varsa seve seve verirdi. Yeniden Réquillart'a gitmek zorunda kalışı canını sıkıyordu: Kızcağız, âşık bir köle gibi, ellerine sarılıp öpecekti yine; ama insan dostlarının çektiği acıya gözlerini yumamazdı, gerekirse kızın gönlünü hoş edecekti.
"Ben de çıkacağım," dedi Maheude. "Böyle boş oturmakla olmayacak."
Genç adamın ardından kapıyı açtı ve evdekileri Alzire'in yakmış olduğu mumun solgun ışığında sessiz ve hareketsiz bir halde bırakarak kendini dışarı attı, kapıyı sertçe çekip kapadı. Kısa bir süre düşünceli düşünceli durdu. Sonra Levaqueların evine girdi.
"Sana geçen gün ödünç ekmek vermiştim. Eğer şimdi iade edebilirsen çok makbule geçer."
Ama lafı yarım kaldı, gördüğü manzara hiç de cesaret verici değildi; evde kendilerininkinden daha beter bir sefalet hissediliyordu.
Levaque Kadın gözünü dikmiş, sönmüş ateşe bakıyordu; boş midesiyle çivicilerle kafa çekip sarhoş olan Levaque ise masanın üzerinde sızıp kalmıştı. Sırtını duvara yaslamış olan Bouteloup, varını yoğunu başkalarına yediren, sonra da beş parasız kaldığına şaşıran iyi niyetli bir adamın saflığıyla, omuzlarını ovuşturup duruyordu.
"Ekmek ha, şekerim!" diye karşılık verdi Levaque Kadın. "Ben de senden bir tane daha istemeyi düşünüyordum!"
Sonra, kocası uykusunda acıyla homurdanınca, onun yanına gidip suratını masaya sürttü.
"Kes sesini, domuz herif! Bağırsakların cayır cayır yansın!.. Kendine içki ısmarlatacağına bir arkadaşından yirmi metelik borç alamaz mıydın?"
Uzun süredir hiç el değmediği için döşemelerinden dayanılmaz bir koku yayılan pis odanın ortasında sövüp saymaya, içini boşaltmaya devam etti. Hiçbir şey umurunda değildi artık, isterse dünya batsındı! Oğlu olacak o haylaz Bébert sabahtan beri ortalıkta yoktu, keşke hiç dönmese de ondan kurtulsam diye avaz avaz bağırıyordu. Sonra, gidip yatacağını söyledi. Hiç değilse yatakta ısınırdı. Bouteloup'yu sarstı.
"Hadi kalk da yukarı çıkalım! Ateş söndü, boş tabakları seyretmek için mum yakmaya gerek yok... Hadi, Louis, geliyor musun? Yatalım diyorum sana... Birbirimize sarılır, biraz hafifleriz... Bu lanet olası ayyaş da burada tek başına soğuktan gebersin!"
Dışarı çıkan Maheude, kararlı adımlarla bahçelerin arasından geçerek, kestirmeden Pierronlara gitti. İçeriden gülüşme sesleri geliyordu. Kapıyı vurduğunda ani bir sessizlik oldu. Kapıyı ancak bir dakika sonra açtılar.
"Bak hele! Sen misin?" diye haykırdı şaşırmış gibi yapan Pierronne. "Ben de doktor geldi zannetmiştim."
Maheude'ün konuşmasına fırsat tanımadan sözünü sürdürdü, gürül gürül yanan kömür ateşinin önünde oturan Pierron'u işaret etti.
"Hâlâ kötü, bir türlü iyileşmiyor. Yüzünün rengi yerinde, ama midesi düzelmek bilmiyor. Onu sıcak tutmak için, elimizdeki bütün kömürü yakıyoruz."
Sahiden de Pierron pembe teni, kanlı canlı yüzüyle oldukça sağlıklı görünüyordu. Hasta görünmek için zor nefes alıyormuş gibi yapıyor, ama bu bir işe yaramıyordu. Üstelik Maheude içeri girerken burnuna buram buram tavşan yahnisi kokusu çarpmıştı: Elbette ki yemek tabağını ortadan kaldırmışlardı. Sofrada yemek artıkları duruyordu, masanın tam ortasında da unutulmuş bir şarap şişesi vardı.
"Annem ekmek bulabilmek için Montsou'ya gitti. Sıkıntı içinde onu bekliyoruz," diye devam etti Pierronne.
Ama lafı boğazında düğümlendi, komşusunun baktığı yöne bakınca o da şarap şişesini görmüştü. Hemen kendini toparlayıp bir hikâye uydurdu: Evet, şaraptı bu, doktor kocasına Bordeaux şarabı içmesi gerektiğini söyleyince, Piolaine'deki burjuvalar bu şişeyi getirmişti. Ha bire onlara büyük bir şükran duyduğunu söylüyordu, ne iyi yürekli burjuvalardı bunlar; bilhassa da o küçükhanım yok muydu, hiç kibirli biri değildi, işçilerin evlerine giriyor, yardım paketlerini kendi elleriyle dağıtıyordu!
"Biliyorum," dedi Maheude, "onları tanıyorum."
Yardımların hep daha az ihtiyacı olanlara yapıldığını düşününce yüreği sıkışıyordu. Bu değişmez bir kuraldı, Piolaine'deki burjuvalar suyu hep nehre akıtırlardı. Nasıl olmuş da onlara mahallede rastlamamıştı? Belki bu insanlardan bir şeyler koparabilirdi.
"Bana verecek bir şeyleriniz olup olmadığını sormaya gelmiştim..." diye itiraf etti sonunda. "Biraz şehriyen var mı, geri veririm, merak etme."
Pierronne sızlanmaya başladı:
"Ne gezer şekerim, bir irmik tanesi bile yok... Annem hâlâ dönmediğine göre, ekmek bulamamış olmalı. Bu gece bir şey yemeden yatacağız."
O sırada, mahzenden ağlama sesleri geldi, Pierronne öfkelenip kapıyı yumrukladı. Bütün gün aylak aylak dolaşıp saat beşte eve dönen Lydie haylazını cezalandırmak için oraya kapatmıştı. Onu zaptedemez olmuşlardı, ikide birde ortadan kayboluyordu.
Bu arada, Maheude ayakta dikiliyor, gidip gitmemeye karar veremiyordu. Bu gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı acılı bir huzur duygusuyla içine işliyor, bu evde yemek yendiğini düşündükçe midesi daha da beter kazınıyordu. Hiç kuşkusuz tavşanı rahat rahat mideye indirmek için ihtiyar kadını kapı dışarı etmiş, küçük kızı da mahzene kapatmışlardı. Ah! Kim ne derse desin, bir kadın yoldan çıktı mı, evine bereket geliyordu!
"İyi akşamlar," dedi aniden.
Dışarıda hava kararmıştı, bulutların ardındaki ay donuk bir ışıkla yeryüzünü aydınlatıyordu. Eve dönmeye cesaret edemeyen Maheude bahçelerden geçip kestirmeden gitmek yerine mahallenin etrafından dolandı. Evlerin tamtakır olduğu dışarıdan belli oluyor, ölüm sessizliğine bürünmüş cepheler boyunca kapılardan açlığın kokusu sızıyordu. Bütün bu kapıları çalmak neye yarardı? Herkes aynı sefaletin pençesindeydi. Evlerde haftalardan beri yemek pişmediğinden, işçi mahallesinin varlığını ta uzaktan, kırlardan belli eden o keskin soğan kokusu bile hissedilmez olmuştu. Artık sadece eski mahzenlerin, içinde hiçbir şeyin yaşamadığı kovukların rutubet ve küf kokusu duyuluyordu. Belli belirsiz gürültüler kesiliyor, hıçkırıklar boğulup gidiyor, küfürler duyulmaz oluyordu; giderek derinleşen sessizliğin ortasında, açlık uykusunun bastırdığı hissediliyor, yataklara serilip kalan bitkin insanlar boş mideleri yüzünden kâbuslar görmeye hazırlanıyorlardı.
Maheude kilisenin önünden geçerken, bir gölgenin hızla geçip gittiğini gördü. Umutlanarak, adımlarını sıklaştırdı, çünkü mahallede pazar ayinini yöneten Montsou rahibi Peder Joire'ı tanımıştı: Kuşkusuz bazı işleri halletmek için uğradığı kiliseden çıkıyordu. Herkesle iyi geçinmeye çalışan, rahatına düşkün ve yumuşak başlı bir adamdı, kamburunu çıkarmış koşuyordu. İşini gecenin karanlığına bırakması, işçilerin arasında görünüp tehlikeye atılmamak için olmalıydı. Zaten terfi aldığı söyleniyordu. Hatta kendi yerine atanan, gözleri kızıl korlar gibi yanan, zayıf bir rahiple dolaştığı görülmüştü.
"Sayın peder, sayın peder," diye kekeledi Maheude.
Ama adam durmadı.
"İyi akşamlar, iyi akşamlar, kızım."
Maheude evinin önüne gelmişti. Bacakları kendisini taşımaz olmuştu, içeri girdi.
Kimse yerinden kımıldamamıştı. Maheu perişan bir halde masanın kenarında oturuyordu. İhtiyar Bonnemort ve çocuklar daha az üşümek için sıranın üzerinde birbirlerine sokulmuşlardı. Kimse tek bir söz bile etmemişti, sadece mum yanmaya devam etmiş, ama artık öylesine küçülmüştü ki yakında ışıkları da kalmayacaktı. Açılan kapının sesiyle çocuklar başlarını çevirip baktılar; ama annelerinin eli boş geldiğini görünce, azarlanma korkusuyla gözyaşlarını bastırarak yeniden yere bakmaya başladılar. Maheude sönmekte olan ateşin yanındaki yerine çöktü. Kimse ona bir şey sormadığı için sessizlik devam etti. Hepsi durumu anlamıştı, konuşarak kendilerini yormayı gereksiz buluyorlardı; şimdi pek de bel bağlamadan Étienne'i bekliyorlardı, belki de bir yerlerden bulup getireceği yardım onların son umuduydu. Dakikalar akıp geçiyor, umutları iyice kırılıyordu.
Étienne geri döndüğünde, elinde bir beze sarılı bir düzine kadar haşlanmış soğuk patates vardı.
"Ancak bunları bulabildim," dedi.
Mouquettelerde de ekmek kalmamıştı: Kız onu büyük bir sevgiyle öperek, bezin içine koyduğu kendi akşam yemeğini zorla eline tutuşturmuştu.
"Teşekkür ederim," dedi kendisine payını uzatan Maheude'e. "Ben orada yedim."
Yalan söylüyor, hüzünlü bir ifadeyle patateslerin üzerine atılan çocuklara bakıyordu. Anne ve baba da çocuklar daha fazla yiyebilsin diye ağırdan alıyorlardı. Ama ihtiyar oburca her şeyi silip süpürüyordu. Alzire'e vermek için bir patatesi önünden almak zorunda kaldılar.
O sırada Étienne, yeni haberler aldığını söyledi. Grevcilerin inatla direnmesine sinirlenen işletme, elebaşıları işten çıkarmayı düşünüyordu. Belli ki savaş istemekteydi. Ortalıkta çok daha kötü bir söylenti vardı, işletme çok sayıda işçiyi ocaklara inmesi için ikna ettiğini ileri sürüyordu: Ertesi gün Victoire ve Feutry-Cantel'de tam kadro işbaşı yapılacak; hatta Madeleine ve Mirou'da bile işçilerin üçte biri çalışıyor olacaktı. Maheuler öfkelendiler.
"Lanet olsun!" diye haykırdı baba, "aramızdan hainler çıkarsa haklarından geliriz!"
Çektiği acı yüzünden daha da celallenerek ayağa fırladı.
"Yarın akşam ormana gidelim!.. Madem Pür Neşe'de toplanmamıza izin vermiyorlar, biz de ormanda yaparız toplantımızı."
Bu haykırış patatesleri oburca mideye indirdikten sonra uyuklamaya başlayan ihtiyar Bonnemort'u uyandırmıştı. Eski bir toplanma narasıydı bu, kralın askerlerine karşı bir direniş örgütleyen eski madencilerin buluşma zamanını haber veriyordu.
"Evet evet, Vandame'da buluşulsun! Eğer oraya gidilirse ben de gelirim!"
Maheude kararlı bir ifadeyle başını salladı.
"Hepimiz orada olacağız... Bu haksızlıklara, bu hainliklere bir son vermek gerek!"
Étienne ertesi akşam toplanmak üzere bütün mahallelere haber ulaştırılmasına karar verdi. Ama Levaquelarda olduğu gibi, ateş geçmiş, mum ise birdenbire sönmüştü. Ne kömürleri, ne de lambayı yakacak gazları kalmıştı, ısırıcı soğukta el yordamıyla yataklarına gitmeleri gerekti. Çocuklar ağlıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top