V

V

Maheu ceketinin cebinde bıraktığı saatine bakmaya gerek duymadan durdu.

"Saat bire geliyor," dedi, "Zacharie, işin bitmedi mi?"

Genç adam bir süredir payanda vurmaktaydı. İşinin arasında sırtüstü uzanmış, dalgın gözlerle bir gün önceki çomak oyununu düşünüyordu. Kendine gelip yanıt verdi:

"Evet, şimdilik yeterli, yarın tekrar bakarız."

Ocaktaki yerine geri döndü. Levaque ve Chaval de kazmalarını bıraktılar. Bir süre dinlendiler. Çıplak kollarıyla yüzlerinin terini silerken, şistli katmanları çatlayan tavandaki kayaya bakıyorlardı. Konuştukları tek şey işleriydi.

"Şansa bak," diye mırıldandı Chaval, "yine toprak kayması çıktı başımıza!.. Pazarlıkta bunu hesaba katmadılar."

"Dolandırıcılar!" diye homurdandı Levaque. "Tek dertleri bizi kazıklamak."

Zacharie gülmeye başladı. İşe güce aldırdığı yoktu, ama işletmeye sövülmesi hoşuna gidiyordu. Soğukkanlılığını koruyan Maheu, toprağın yapısının yirmi metrede bir değiştiğini söyledi. Haksızlık etmemek gerekiyordu, önceden kimse bir şey bilemezdi. Ama diğer ikisi şefleri çekiştirmeye devam edince endişelenerek etrafına bakındı.

"Şiişşt! Bu kadarı yeter!"

"Haklısın," dedi sesini alçaltan Levaque. "Başımıza bela almayalım."

İşletme ortaklarının yerin dibinde de kulakları varmış gibi, bunca derinlikte bile ispiyonlardan korkuyorlardı.

"Umurumda değil," diye devam etti Chaval meydan okurcasına, "o Dansaert pisliği bir daha benimle geçen günkü ses tonuyla konuşursa, tuğlayı karnına yapıştırırım... Ben, onun gencecik sarışınlarla düşüp kalkmasına bir şey diyor muyum?"

Zacharie bu kez kahkahayı bastı. Pierronne ile başçavuşun ilişkisi madende sürekli bir alay konusuydu. Damarın alt tarafında küreğine yaslanmış olan Catherine bile kasıklarını tuta tuta gülüyordu, bir cümleyle Étienne'e durumu özetledi; artık korkusunu gizleyemeyen Maheu giderek öfkeleniyordu.

"Hey! Susacak mısın artık!.. Başına bela almak istiyorsan tek başına kaldığında konuş."

Sözlerine devam ederken, üst galeriden ayak sesleri duyuldu. Çok geçmeden, işçilerin kendi aralarında Bastıbacak Négrel dedikleri maden mühendisi, beraberindeki İşçibaşı Dansaert'le ocağın yukarısında belirdi.

"Size söylemiştim!" diye mırıldandı Maheu. "Bunlar her delikten çıkarlar."

Mösyö Hennebeau'nun yeğeni olan Paul Négrel yirmi altı yaşında, kıvırcık saçlı, siyah bıyıklı, ince ve yakışıklı bir gençti. Sivri burnu, parlak gözleriyle sevimli bir yaban gelinciğini andırıyor, kuşkucu zekâsı işçiler karşısında ezici bir otoriteye dönüşüyordu. Tıpkı onlar gibi giyinmiş, yüzü kömür tozuna bulanmıştı. Onların saygısını kazanmak için, toprak kaymalarında ve grizu patlamalarında en zorlu geçitleri canı pahasına da olsa herkesten önce aşıyordu.

"Geldik değil mi, Dansaert?" diye sordu.

Ablak yüzlü, şehveti çağrıştıran iri burunlu bir Belçikalı olan başçavuş abartılı bir kibarlıkla yanıt verdi:

"Evet, Mösyö Négrel... İşte bu sabah işe alınan adam."

İkisi de galerinin ortasına kadar gelmişlerdi. Étienne'i yukarı çağırdılar. Mühendis lambasını kaldırıp hiç soru sormadan Étienne'e baktı.

"Tamam," dedi sonunda. "Yoldan geçen ne idüğü belirsiz kişilerin işe alınmasından hiç hazzetmiyorum. Bir daha sakın böyle bir şey yapmayın."

İşlerin aksamadan yürümesi için bunun gerekli olduğu, vagon sürücüsü olan kızların yerine erkeklerin getirilmeye çalışıldığı açıklamalarına hiç kulak asmadı. İşçiler yeniden kazmalarına sarılırken, o tavanı inceliyordu. Birden haykırdı:

"Baksanıza, Maheu, dünya umurunuzda değil galiba sizin!.. Lanet olsun, hepiniz burada ezilip gideceksiniz!"

"Yoo! Tavan yeterince sağlam," diye karşılık verdi işçi sakince.

"Sağlam, öyle mi?.. Kaya neredeyse çökmek üzere, ve siz lakayt bir havada iki metreyi aşan aralıklarla payanda vuruyorsunuz. Ah! hepiniz aynısınız, payandalama işine vakit ayırmak için kazmayı bırakmaktansa, beyninizin dağılmasına razı olursunuz!.. Buraya hemen payanda vuracaksınız. Kütükleri de iki katına çıkarın, anlaşıldı mı?"

Kendi can güvenliklerini en iyi kendilerinin sağlayabileceğini söyleyerek tartışmaya girişen madencilerin isteksizliği karşısında Négrel öfkelendi:

"Elbette ya! Beyniniz dağıldığında sonucuna siz mi katlanacaksınız sanki? Hiç de değil! Kabak işletmenin başına patlayacak, size ya da karılarınıza maaş bağlamak zorunda kalacak... Söyledim ya, sizi iyi bilirim: İki vagon daha fazla yüklemek için canınızı vermeye hazırsınızdır."

Maheu giderek sinirlenmesine rağmen, soğukkanlılıkla cevap verdi:

"Bize yeterince ücret verilseydi, payandalama işini."

Mühendis hiç yanıt vermeden omuz silkti. Galerinin alt tarafına indi. Aşağıdan son sözünü söyledi:

"Bir saatiniz kaldı, hepiniz işe koyulun; ayrıca haberiniz olsun, ücretinizden üçer frank kesilecek."

Kazmacılar bu sözlere boğuk bir homurtuyla karşılık verdi. Onları alıkoyan tek şey, hiyerarşinin gücüydü, bu askerî hiyerarşi erden başçavuşa kadar herkesi bir üstüne boyun eğdiriyordu. Yine de Chaval ve Levaque öfkeli tavırlar sergilerken, Maheu onları bakışlarıyla sağduyuya çağırıyor, Zacharie ise alaycı bir ifadeyle omuz silkiyordu. Ama aralarında en çok öfkelenen Étienne'di. Bu cehennemin dibine indiğinden beri, içinde ağır ağır bir isyan duygusu yükseliyordu. Başı öne eğik, her şeyi kabullenmiş gibi duran Catherine'e baktı. Bu kahredici karanlıkta bunca ağır bir işte ömür tüketmek ve günlük ekmek parasını bile çıkaramamak olacak şey miydi?

Négrel, sürekli bir baş hareketiyle kendisini onaylamakla yetinen Dansaert'le birlikte yanlarından ayrıldı. Ve biraz ileride sesleri yeniden yükseldi, yine durmuşlardı; damarın geri tarafında kazmacıların elden geçirecekleri, on metrelik galeri bölümünün payandalarını inceliyorlardı.

"Dünya umurlarında değil bunların, söylemiştim size!" diye haykırdı mühendis. "Kahretsin! Peki ya siz, siz onları denetlemiyor musunuz?"

"Denetlemez olur muyum hiç," diye kekeledi başçavuş. "Hep aynı şeyleri tekrarlamaktan dilimde tüy bitti."

Négrel avaz avaz bağırdı:

"Maheu! Maheu!"

Hepsi aşağıya indi. Mühendis bağırarak konuşmayı sürdürüyordu:

"Şuraya bakın, bu dayanır mı?.. Baştan savma yapılmış. Şu başlık alelacele yerleştirildiği için kazıklar şimdiden taşıyamaz olmuş... Elbette ya! Onarım işinin bize neden bu kadar pahalıya mal olduğunu şimdi anlıyorum. Siz altında çalıştığınız sürece idare etsin yeter, öyle değil mi? Sonra her şey yerle bir olsun isterse, işletme bir alay tamirci tutmak zorunda kalsın... Şuraya bir bakın, tam bir felaket bu."

Chaval bir şey söylemek istedi, ama Négrel onu susturdu.

"Gerek yok, ne söyleyeceğinizi biliyorum. Size daha fazla ücret ödenmeli, değil mi? Öyleyse sizi uyarıyorum, bu durumda yönetimi başka bir karar almaya zorlayacaksınız: Evet, size payandalama için ayrı ücret ödenecek ve vagon başı aldığınız ücret de o oranda düşürülecek. Bakalım bu işten kazançlı çıkacak mısınız?.. Bu arada, şu payandaları hemen takviye edin. Yarın kontrole geleceğim."

Ve tehditlerinin yarattığı şaşkınlık arasında yanlarından uzaklaştı. Onun yanında son derece uysal davranan Dansaert, biraz geride kalarak işçilere sertçe bağırdı:

"Sizin yüzünüzden laf işitiyorum... Ayağınızı denk alın, üç franklık cezayla yetinmeyeceğim!"

Dansaert çekip gittiğinde bu kez Maheu patladı.

"Lanet olsun! Bir şey doğru değilse doğru değildir. Ben bir çözüm yolu bulmak için soğukkanlı olmayı yeğlerim; ama sonunda insanı çileden çıkarıyorlar... Duydunuz mu? Vagon ücretleri düşecek ve payandalama için ayrı ücret ödenecek! İşte bize daha az para vermenin yeni bir yolu!.. Lanet olsun!"

Çatacak birini arıyordu ki, Catherine ve Étienne'in ellerini kollarını sallayarak gezindiklerini fark etti.

"Zahmet edip direk getirir misiniz bana? Umurunuzda değil, öyle mi?.. Şimdi bir yerlerinize tekmeyi yiyeceksiniz."

Kendisi de şeflere karşı büyük öfke besleyen ve madencilerin çok iyi niyetli olduğunu düşünen Étienne bu kaba sözlere hiç gücenmeden söyleneni yaptı.

Ağızlarına geleni söyleyen Chaval ve Levaque biraz olsun rahatlamışlardı. Zacharie de dahil olmak üzere hepsi büyük bir öfkeyle payandaları takviye ediyorlardı. Yaklaşık yarım saat boyunca, balyoz darbeleriyle yerlerine çakılan direklerin çatırtısından başka bir şey duyulmadı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, herkes burnundan soluyordu, ellerinden gelse bir omuz darbesiyle itip yükseltecekleri kayaya lanetler okuyorlardı.

"Tamam, bu kadar yeter!" dedi öfkeden ve yorgunluktan bitip tükenen Maheu sonunda. "Bir buçuk saat olmuş... Ah! Ne de harika bir işgünü, elimize elli metelik bile geçmeyecek!.. Ben usandım artık, gidiyorum."

Paydosa daha yarım saat olsa da, Maheu giyindi. Diğerleri de aynı şeyi yaptılar. Maden ocağının sırf görüntüsü bile onları çileden çıkarıyordu. Catherine vagonunu yeniden itmeye başladığında, gösterdiği çabaya sinirlenerek onu yanlarına çağırdılar: Kömürün ayakları varsa, kendi kendine çıkardı dışarı. Ve altısı birden aletlerini koltuklarının altına alarak, sabah geldikleri iki kilometrelik yoldan kuyuya geri dönmek için yürümeye başladılar.

Kazmacılar hızla bacadan aşağıya süzülürken, Catherine ve Étienne biraz geride kaldı. Küçük Lydie'yle karşılaşmışlardı; durup onlara yol veren kız, burnu kanayan Mouquette'in yüzünü yıkamak için bir yerlere gittiğini ama bir saatten beri ortalıkta gözükmediğini anlattı. Sonra, Lydie'nin yanından ayrıldıklarında, çamur içinde kalmış bitkin çocuk, çok ağır bir yükle cebelleşen cılız siyah bir karınca misali, çırpı gibi kolları ve bacaklarını gererek vagonunu yeniden itmeye başladı. Genç kız ve delikanlı kafalarını yarma endişesiyle omuzlarını zemine iyice yapıştırarak sırtüstü aşağıya kayıyorlardı; kömür kızakları tarafından perdahlanmış kaya boyunda öyle hızlı iniyorlardı ki, ara sıra "Kıçımız alev almasın" diye şakalaşarak direklere tutunmak zorunda kalıyorlardı.

Aşağıya indiklerinde baş başa kalmışlardı. Uzakta, galerinin bir dönemecinde kızıl ışıklar gözden kayboluyordu. Keyifleri kaçtı ve yorgunluktan ağırlaşmış adımlarla, Catherine önde, Étienne arkada, yürümeye koyuldular. Genç adam isli lambaların ışığında, adeta bir sis bulutunun içine ilerleyen kızı güçlükle seçebiliyordu; onun bir kız olduğunu düşündükçe içini bir sıkıntı kaplamaktaydı, çünkü onu öpmediği için kendisini bir ahmak gibi hissediyor; diğer adamın varlığı, önünde bir engel oluşturuyordu. Hiç kuşkusuz kız kendisine yalan söylemişti: Diğer adam onun sevgilisiydi, her kömür yığınının üzerinde sevişiyorlardı, çünkü kız kalçalarını şimdiden bir yosma gibi kıvırıyordu. Étienne sanki kız kendini aldatmış gibi nedensiz yere somurtuyordu. Yine de, Catherine delikanlının neşesini yerine getirmek istercesine sürekli arkasını dönüyor, onu yollarının üzerindeki engellerden haberdar ediyordu. Herkesten o kadar uzaktaydılar ki, sıkı fıkı iki dost gibi gülüp eğlenebilirlerdi! Sonunda vagonların bulunduğu galeriye ulaştıklarında Étienne kararsızlığın verdiği huzursuzluktan kurtulurken, Catherine, bir daha böyle bir fırsatın ellerine geçmeyeceğini belirten hüzünlü bir bakışla onu son kez süzdü.

Şimdi dört bir yanlarında yeraltı yaşamı uğulduyor, çavuşlar sürekli yanlarından geçiyor, atların çektiği katarlar gidip geliyordu. Lambalar geceyi aydınlatan yıldızlar gibiydi. Catherine ve Étienne, soluklarını yüzlerinde hissettikleri hayvan ve insanların geçişine izin vermek için kayalara yaslanmak zorunda kalıyorlardı. Katarının ardından yalınayak koşturan Jeanlin onlara tekerleklerin gürültüsünden duyamadıkları bir lafla sataştı. Yürümeye devam ediyorlardı, şimdi Catherine de sessizleşmişti, sabah geçtikleri kavşakları ve yolları hatırlamayan Étienne ise kızın onu giderek yerin daha derin katmanlarına sürüklediğini düşünüyordu; onu özellikle rahatsız eden şey, ocaktan çıktığı andan itibaren hissetmeye başladığı ve kuyuya yaklaştıkça tir tir titremesine yol açan soğuktu. Hava akımı daracık dehliz duvarlarının arasında yeniden fırtına gibi esiyordu. Étienne asla yolun sonuna varamayacaklarını düşünüp umutsuzluğa kapılmak üzereydi ki, aniden kendilerini yükleme bölmesinde buldular.

Dudaklarını şüpheyle büzen Chaval onlara yan yan baktı. Diğerleri de oradaydı, onlar da, buz gibi esen rüzgârın ortasında ter içinde sessizce beklerken, öfkeli homurdanmalarını bastırmaya çalışıyorlardı. Asansörcüler, çok erken geldikleri için onları yarım saatten önce yukarı çıkarmayı reddediyorlardı, üstelik bir beygiri aşağı indirmek için karmaşık manevralar yapılıyordu. Yükleyiciler demir tekerleklerin kulakları sağır eden gürültüsü altında vagonları yukarı yolluyor; hızla çıkan asansörler kapkara delikten inen sağanak yağmurun ortasında gözden kayboluyorlardı. Aşağıda, sel gibi akan sularla dolmuş on metre derinliğindeki çukurdan çamurlu bir rutubet yayılıyordu. Kuyunun etrafında hiç durmadan dolanan işçiler giysilerini sırılsıklam eden su serpintilerinin altında işaret halatlarını çekiyor, manivelalara yükleniyorlardı. Üç çıplak lambanın kızılımsı ışığı hareketli koca gölgeleri açığa çıkarıyor, bu yeraltı bölmesine, bir çağlayanın yanı başındaki bir eşkıya mağarası, bir haydut yatağı görünümü veriyordu.

Maheu son bir çabayla, saat altıda işbaşı yapmış olan Pierron'un yanına yaklaştı.

"Hadi ama, pekâlâ bizi yukarı çıkarabilirsin."

Ama yakışıklı, yumuşak ifadeli, güçlü kol ve bacaklara sahip yükleyici ürkek bir tavırla teklifini geri çevirdi.

"Mümkün değil, çavuşa sor... Yoksa para cezası alırım."

Homurdanmalar yeniden bastırıldı. Étienne'in kulağına eğilen Catherine, "Gel, ahıra gidelim" dedi. "Orası beklemek için daha uygun!"

Fark ettirmeden sıvışmak zorunda kaldılar, çünkü ahıra girmek yasaktı. Ahır solda, kısa bir galerinin sonundaydı. Yirmi beş metre uzunluğunda, dört metre yüksekliğinde olan, kayaya oyulmuş ve tavanı tuğlayla örülmüş bu galeri yirmi beygiri barındırabiliyordu. Burası daha ılıktı gerçekten de, bir canlı hayvan sıcaklığının, taze ot yataklardan yayılan hoş bir kokunun hâkim olduğu temiz bir yerdi. Ahırdaki tek lamba, kandil gibi solgun bir ışık veriyordu. Dinlenmekte olan beygirler, çocuksu iri gözleriyle başlarını çevirip bakıyor, sonra, herkesin sevdiği besili ve sağlıklı işçiler olarak, sakin sakin tekrar yulaflarını yemeğe koyuluyorlardı.

Yemliklerin üzerinde bulunan çinko levhalardaki isimleri yüksek sesle okuyan Catherine aniden önünde birinin belirdiğini görünce hafif bir çığlık attı. Bu, uyuduğu bir saman yığınının arasından ürkmüş bir halde çıkan Mouquette'ti. Pazartesi günleri, pazar eğlenceleri yüzünden çok yorgun düşmüşse, burnuna şiddetli bir yumruk indiriyor ve yüzünü yıkamak bahanesiyle ocaktan ayrılıp, hayvanlarla birlikte sıcak ot yatağının üzerinde dinlenmek için buraya geliyordu. Kızına çok düşkün olan babası, zor durumda kalmak pahasına onun bu davranışını hoşgörüyle karşılıyordu.

Tam o sırada, yıpranmış olsa da elli yaşındaki eski bir madenciye göre epeyi kilolu olan, kısa boylu, kel kafalı Mouque Baba içeri girdi. Onu seyis yaptıklarından beri, o kadar çok tütün çiğniyordu ki, siyaha kesen ağzında dişetleri sürekli kanıyordu. İkisini kızının yanında görünce öfkelendi.

"Siz burada ne halt karıştırıyorsunuz? Hadi yallah! Aşüfteler, buraya erkek getirmişler bir de!.. Pis işlerinizi görmek için benim samanlarımı mı buldunuz bula bula."

Babasının tepkisini gülünç bulan Mouquette karnını tuta tuta gülüyordu. Ama bozulan Étienne dışarı çıktı, Catherine ona gülümsüyordu. Üçü birlikte yükleme bölmesine geri dönerlerken, Bébert ve Jeanlin de katarlarıyla oraya gelmekteydiler. Asansörlerin manevrası için mola verilmişti, genç kız beygirlerinin yanına yaklaşıp okşadı, bir yandan da beygir hakkında arkadaşına bilgi veriyordu. Yerin altında on yıl geçirmiş, madenin en kıdemlisi olan bu beyaz beygirin adı Savaş'tı. On yıldan beri bu delikte, hiç gün ışığını görmeden, karanlık galerilerde hep aynı işi yapıyor, ahırda hep aynı köşede duruyordu. Çok besili, parlak tüylü, babacan tavırlı bu hayvan, yeryüzünün kirliliklerinden uzakta bilgece bir yaşam sürdürür gibiydi. Üstelik bu karanlıklar âleminde epeyce kurnazlaşmıştı. Çalıştığı galeriyi o kadar iyi bellemişti ki, artık havalandırma kapılarını başıyla itiyor, çarpmamak için alçak yerlerde başını eğiyordu. Yaptığı seferleri de sayıyor olmalıydı, çünkü gerekli sefer sayısını tamamladığında vagon taşımayı reddediyor ve seyis onu yemliğinin başına götürmek zorunda kalıyordu. Artık ihtiyarlamaya başlamıştı, kedininkini andıran gözleri bazen hüzünle buğulanıyordu. Belki de karanlık düşlerinin derinliklerinde, doğmuş olduğu değirmeni görür gibi oluyordu; Marchiennes yakınlarında, Scarpe Nehri kıyısında bulunan bu değirmen, geniş yeşil alanlarla çevrili ve daima rüzgârlıydı. Havada, hayvan hafızasında tam olarak canlandıramadığı devasa bir lamba yanıyordu. Ve yaşlı ayaklarının üzerinde titrerken başını öne eğiyor, güneşi hatırlamak için boş yere çabalıyordu.

Bu arada, kuyudaki manevralar devam etmekteydi, işaret çekici dört kez vurmuştu, beygiri aşağıya indiriyorlardı; bazen büyük bir korkuya kapılan hayvan asansörde can verdiği için bu indirme işlemi sırasında herkesi bir heyecan alırdı. Beygir yukarıda ağın içinde çılgınca debelenir, ardından ayaklarının yerden kesildiğini hissedince, adeta taş kesilerek, sabit ve büyümüş gözlerle, teninde en ufak ürperti olmaksızın gözden kaybolurdu. Bu seferki beygir kılavuz direklerinin arasından geçemeyecek kadar iri olduğundan, kafası yan yatırılarak bağlanmış ve asansörün altında askıya alınmıştı. İndirme işlemi yaklaşık üç dakika sürdü, tedbir olarak ara sıra asansörün hızını düşürüyorlardı. Bu yüzden, aşağıda heyecan artmaktaydı. Neler oluyordu? Hayvanı karanlıkta asılı bir halde yarı yolda mı bırakacaklardı? Sonunda, taş kesmiş vaziyette, dehşetten irileşmiş, sabit gözlerle beygir göründü. Bu, olsa olsa üç yaşlarında, Trompet isimli, doru bir beygirdi.

"Dikkatli olun!" diye haykırıyordu, beygiri karşılamakla görevli Mouque Baba. "Onu getirin, henüz iplerini çözmeyin."

Çok geçmeden, Trompet dökme demirden döşemenin üzerine bir külçe gibi yığıldı. Hâlâ kımıldamıyordu; o karanlık, uçsuz bucaksız deliğin, sağır edici gürültülerin yankılandığı o derin bölmenin neden olduğu karabasanı yaşıyor gibiydi. Hayvanı çözmeye başladıklarında, koşum takımları az önce çıkarılmış olan Savaş, yaklaştı ve yeryüzünden düşen bu arkadaşını koklamak için boynunu uzattı. Beygirlerin etrafındaki çemberi neşeyle genişleten işçiler işi şakaya vurdular. "Hey! Nasıl, güzel kokuyor mu?" diye laf atıyorlardı. Ama alaycılara aldırmayan Savaş giderek coşuyordu. Arkadaşında, açık havanın güzel kokusunu, otların üzerine sinmiş güneş kokusunu alıyordu besbelli. Aniden içinde bir hıçkırığın hüznünü de barındıran coşkulu bir nidayla kişnedi. Bu, eski anıların yarattığı neşe ile ölmeden önce bir daha gün ışığına asla çıkamayacak olan bir mahkûmun kederinin iç içe geçişiydi.

"Ah! şu Savaş!" diye haykırdı gözde beygirlerinin komik oyunlarıyla neşelenen işçiler. "İşte bakın, arkadaşıyla sohbet ediyor."

Trompet çözülmüştü ama hâlâ kımıldamıyordu. Sanki kendisini hâlâ ağın ipleriyle sımsıkı sarmalanmış, korkudan bütün uzuvları felce uğramış gibi hissediyordu. Nihayet bir kamçı darbesiyle, sersemlemiş halde ayağa kalktı, bacakları tir tir titriyordu. Ve Mouque Baba, yarenlik etmekte olan iki hayvanı ahıra götürdü.

"Şimdi tamam mıyız?" diye sordu Maheu.

Asansörleri boşaltmak gerekiyordu, üstelik yukarı çıkma vaktine daha on dakika vardı. Yavaş yavaş şantiyeler boşalıyor, madenciler galerilerden geri dönüyorlardı. Asansörün önünde şimdiden, dört bir yandan esen ciğerleri harap edici rüzgârın altında, sırılsıklam ve tir tir titreyen elli kadar işçi birikmişti. Pierron, yüzünün yumuşak ifadesine rağmen, ocağı zamanından önce terk eden kızı Lydie'yi tokatladı. Zacharie ısınmak bahanesiyle çaktırmadan Mouquette'i çimdikliyordu. Ama hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı. Chaval ve Levaque mühendisin tehdidini, vagon ücretlerinin düşürüleceğini, payandalama ücretlerinin ayrıca ödeneceğini anlatıyorlardı; yerin yaklaşık altı yüz metre altındaki bu daracık mekânda, söz konusu tasarıya karşı hoşnutsuzluk nidaları yükseliyor, bir isyan filizleniyordu. Kısa süre sonra sesler bastırılamaz hale geldi; kömüre bulanmış, beklemekten buz kesmiş bu adamlar, işletmeyi madencilerin yarısını kuyunun dibinde, diğer yarısını da açlıktan öldürmekle suçladılar. Étienne titreyerek dinliyordu.

"Acele edelim! Acele edelim!" deyip duruyordu Çavuş Richomme, yüklemecilere.

Yukarı çıkma işlemini hızlandırmaya çalışıyor, kimseye sert davranmak istemediği için, yükselen sesleri duymamazlıktan geliyordu. Ama homurdanmalar öyle bir hale geldi ki müdahale etmek zorunda kaldı. Arkasından bağırıyorlar, bunun böyle sürüp gitmeyeceğini, insanların sabırlarının da bir sınırı olduğunu haykırıyorlardı.

"Sen makul bir adamsın," dedi Maheu'ye, "onları susturmalısın. Yeterince güçlü olunmadığında, akılcı davranmak gerekir."

Ama öfkesi yatışan ve endişelenmeye başlayan Maheu'nün müdahalesine gerek kalmadı. Birdenbire sesler kesildi: İncelemelerini tamamlayan Négrel ve Dansaert, ter içinde kalmış bir halde bir galerinin ağzında belirmişlerdi. Mühendis tek laf etmeden yanlarından geçerken, işçiler disiplin alışkanlığıyla kenara çekildiler. Mühendis bir vagona, başçavuş ötekine yerleşti; şefler için dendiği gibi, ensesi kalınların gelişini belirtmek için beş kez işaret verildi ve asansör kasvetli bir sessizliğin ortasında yukarı doğru yükselmeye başladı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top