IV
IV
Yönetim Kurulu'nu gazetelerden önce durumdan haberdar etmek isteyen Mösyö Hennebeau, Voreux'nün yıkıldığı gece Paris'e doğru yola çıkmıştı. Ertesi gün geri döndüğünde, yüzünde görevini yerine getirmiş bir yöneticinin sakin ifadesi vardı. Belli ki sorumluluğu üzerinden atmıştı, itibarı zedelenmemiş, tam tersine Légion d'Honneur nişanı ile ilgili kararname olaydan yirmi dört saat sonra imzalanmıştı.
Ama müdür bu işin içinden sıyrılmayı başarsa da, işletme bu korkunç darbenin etkisiyle sarsılmıştı. Sorun yitip giden birkaç milyon değil, kuyularından birinin yok olmasıyla bağrında açılan derin yara ve dolayısıyla yarınlara yönelik o sinsi ve daimi korkuydu. Öyle büyük bir yara almıştı ki bir kez daha sessiz kalma ihtiyacı duymuştu. Bu çirkin saldırıyı kurcalamak ne işe yarardı? O haini bulup bir kahraman yaratmanın ve diğerlerinin de kafasını karıştırarak başka kundaklamalara ve suikastlara çanak tutmanın ne anlamı vardı? Aslında işletme gerçek suçluyu bulamıyor, böylesine büyük bir güç ve cesaret gerektiren bir işin tek kişi tarafından gerçekleştirilebileceğine inanamadığından, bunun birçok suç ortağını bir araya getiren örgütlü bir girişim olduğunu düşünüyordu; işte asıl korktukları şey, ocakların etrafında giderek artan bu tehlikeydi. Müdür geniş bir muhbirlik şebekesi oluşturmak ve olaya karıştığından şüphelenilen elebaşlarını sessiz sedasız teker teker işten çıkarmak için talimat almıştı. Yöneticiler büyük bir siyasi tedbir olarak düşündükleri bu temizlik harekâtıyla yetinmeye karar vermişlerdi.
Hemen gönderdikleri tek kişi Başçavuş Dansaert oldu. Pierronne'un evindeki rezaletten sonra onu bu görevde tutmak imkânsız hale gelmişti. Onun tehlike karşısındaki tutumunu, adamlarını yüzüstü bırakıp kaçan bir komutan gibi davranışını gerekçe gösterdiler. Öte yandan böylece, ondan nefret eden madencilerin ağzına bir parmak bal çalmış oluyorlardı.
Yine de, halk arasında bazı söylentiler dolaşıyordu; idare, grevcilerin ocağı bir barut fıçısıyla havaya uçurduklarını yazan bir gazeteye tekzip yazısı göndermek zorunda kaldı. Zaten, hükümetin bilirkişi olarak gönderdiği mühendis, hızlı bir incelemenin ardından, kaplamaların yığılan toprağın basıncı altında parçalandığını bildirir bir rapor hazırlamıştı; işletme de suskunluğunu korumayı ve kendisi için bir utanç da olsa, olayın denetim eksikliğinden kaynaklandığını kabullenmeyi tercih etmişti. Yaşanan felaket, üçüncü günden itibaren, Paris basınında önemli bir yer tutmaya başlamıştı. Madende can çekişen işçilerden başka bir şey konuşulmuyor, her sabah yayımlanan haberler büyük bir ilgiyle okunuyordu. Voreux'nün ismi bile Montsoulu burjuvaların sararıp solmasına, dillerinin tutulmasına yetiyor, en yüreklilerin bile birbirlerinin kulaklarına fısıldarken titredikleri bir efsane doğuyordu. Bütün ülke kurbanlar için büyük üzüntü duyuyor, çöken ocağa geziler düzenleniyor; ailecek bu gezilere katılanlar, yeraltında gömülüp kalan zavallı insanların tepesine olanca ağırlığıyla çöken yıkıntılara dehşetle bakıyorlardı.
Bölge mühendisliğine atanan Deneulin, göreve başlar başlamaz bu felaketin içine düşmüştü; ilk işi kanalı yatağına geri döndürmek olmuştu, çünkü sel gibi akın eden bu su, zararı her saat daha da artırıyordu. Büyük çabalar gerektiren bu iş için hemen yüz kadar işçiyi bir set inşa etmekle görevlendirdi. Taşkın sular iki keresinde ilk setleri önüne katıp sürüklemişti. Şimdi pompalar yerleştiriliyor, suyun altında kaybolmuş toprakları adım adım kurtarmak için amansız bir mücadele veriliyordu.
Ama kuyunun yuttuğu madencileri kurtarma çalışmaları daha büyük bir heyecan yaratıyordu. Négrel olağanüstü bir çaba gösteriyor, bu arada yardımcı eksikliği de çekmiyordu; tüm işçiler kardeşçe bir dayanışma duygusuyla ona yardıma koşuyorlardı. Grevi unutmuşlardı, ücret falan umurlarında değildi, isterlerse onlara tek kuruş verilmesindi, arkadaşları ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna göre canları pahasına onları kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Hepsi içleri titreyerek kazmaları, kürekleriyle orada bekliyor, hangi noktanın kazılacağını öğrenmek istiyorlardı. Birçoğu kazadan sonra, yaşadıkları dehşet şokunu atlatamamıştı; sinirden titriyor, soğuk terler döküyor, sürekli kâbus görüyor, yine de yataklarından fırlayıp, adeta intikam almak istercesine koşa koşa toprakla savaşmaya gidiyorlardı. Ne yazık ki, iş en can alıcı sorulara gelip dayandı mı sıkıntı başlıyordu: Ne yapmalıydı? Aşağıya nasıl inmeliydi? Kayaları kazmaya nereden başlanmalıydı?
Négrel'in düşüncesine göre, aşağıdaki zavallılardan tek biri bile hayatta değildi, hiç kuşkusuz on beşi de suda ya da havasızlıktan boğularak ölmüştü; yine de maden kazalarında ana kural dipte mahsur kalanların sağ olduklarını varsaymaktı; dolayısıyla Négrel de bu yönde hareket ediyordu. İlk sorun, kazazedelerin nereye sığınmış olduklarını tahmin edebilmekti. Danıştığı çavuşlar ve deneyimli yaşlı madenciler aynı fikirde birleşiyordu: Arkadaşları, sular yükseldikçe bir galeriden diğerine geçerek en üstteki damarlara kadar çıkmış ve nihayet üst galerilerden birinde kısılıp kalmış olmalıydılar. Üstelik bu tespitleri Mouque Baba'nın verdiği bilgiye de uyuyordu; ihtiyarın anlattığı karışık hikâyeye göre, aşağıdakiler kaçışın paniği içinde küçük gruplara ayrılarak farklı katlara dağılmışlardı. Ancak işe nereden girişecekleri söz konusu olduğunda çavuşlar fikir ayrılığına düşüyorlardı. Yüzeye en yakın galeriler yüz elli metre aşağıda olduğuna göre, bir kuyu açmaları mümkün değildi. Ocağa yaklaşılabilecek tek giriş olarak, geriye Réquillart kalıyordu. Ama sular altında kalan eski maden ocağının Voreux ile bağlantısı kesilmişti ve su seviyesi üzerinde olup da kullanılabilecek yegâne yerler, ilk yükleme alanına bağlı galerilerin sağlam kalmış kısımlarıydı. Suların tahliyesi yıllar sürerdi, bu durumda alınacak en doğru karar bu galerileri kontrol etmek, tehlike altındaki madencilerin bir ucuna sığınabilecekleri su altındaki geçitlerin söz konusu galerilere açılıp açılmadığını görmekti. Mantıklıca bu sonuca varmak için çok tartışmışlar, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir sürü tasarıyı elemek zorunda kalmışlardı.
Bunun üzerine, tozlu arşivleri karıştıran Négrel her iki ocağın eski planlarını bulup inceledi, arama çalışmalarının nereden başlatılması gerektiğine karar verdi. Bu iz sürme işi onu giderek heyecanlandırmaya başlamış, insanlara ve nesnelere her zaman alaycı bir umursamazlıkla yaklaşan genç adam bir özveri tutkusuna kapılmıştı. Réquillart'da ilk zorluklar aşağı inerken yaşandı: Önce kuyunun ağzını açmak için üvez ağacını yerinden sökmek, yaban eriklerini ve akdikenleri kesmek, sonra da merdivenleri tamir etmek gerekti. Nihayet araştırmalar başladı. Mühendis aşağı birlikte indiği on işçiye damarın bazı noktalarını gösterip, oralara kazmayla vurmalarını istiyordu; sonra tam bir sessizlik içinde hepsi kulağını kömür damarına dayayıp, uzaktan karşılık verilip verilmediğini anlamaya çalışıyordu. Ama girilmesi mümkün olan tüm galerileri dolaştılar ama boşunaydı, hiçbir yanıt gelmiyordu. Kararsızlık artmıştı: Damarın neresini kazmak gerekiyordu? Kimse yokmuş gibi göründüğüne göre kime doğru ilerleyeceklerdi? Yine de, giderek artan bir endişenin verdiği kızgınlık içinde, inatla aramayı sürdürüyorlardı.
Maheude ilk günden beri sabahtan Réquillart'a geliyordu. Kuyunun başında bir kalasa oturuyor, akşama kadar yerinden kımıldamıyordu. Biri yukarı çıkınca, ayağa kalkıp gözleriyle ona soruyordu: Bir haber var mıydı? Hayır, yoktu! Sonra yeniden yerine oturuyor, sert ve duygularını açığa vurmayan bir yüz ifadesiyle tek kelime etmeden beklemeye devam ediyordu. İninin baskına uğradığını gören Jeanlin, ganimetlerinin ele geçirileceğini anlayan vahşi bir hayvan gibi korku içinde etrafta dolanıp durmuştu: Kayaların altında yatan küçük askeri düşünüyor, onu derin uykusundan uyandıracakları endişesiyle ürperiyordu; ama madenin o bölümü sular altındaydı ve araştırmalar daha sol tarafta, batı galerisinde yapılıyordu. İlk başta, araştırma ekibine katılan Zacharie'ye eşlik etmek için Philomène de oraya gelmiş, bir süre sonra boşuna bekleyip üşümekten bıkmıştı: Evde oturuyor, hiçbir şeyle ilgilenmeyen tembel kadınlar gibi bütün gün pinekliyor, sabahtan akşama kadar öksürüp duruyordu. Zacharie ise tam tersine, adeta yaşamaz olmuştu, kız kardeşini bulabilmek için toprakları avuç avuç yemeye razıydı. Geceleri çığlıklar atarak uyanıyor, kız kardeşinin açlıktan bir deri bir kemik kaldığını görüyor, boğazını patlatırcasına imdat diye bağırdığını duyuyordu. İki kere, işte tam burası, kesinlikle hissediyorum diyerek kafasına göre bir yerleri kazmaya yeltenmişti. Artık mühendis aşağıya inmesine izin vermiyordu; ama o, kovulduğu kuyunun başından ayrılmıyor, bir şeyler yapma ihtiyacıyla etrafta dört dönüyor, annesinin bile yanında oturup bekleyemiyordu.
Arama çalışmalarının üçüncü gününe gelinmişti. Umudunu kaybeden Négrel o akşam bu işe son verme kararı almıştı. Ama öğle yemeğinden sonra son bir deneme için işçileriyle birlikte geri döndüğünde, Zacharie'nin ocaktan çıktığını görerek şaşırıp kaldı; delikanlı kıpkırmızı bir suratla, elini kolunu sallayarak bağırıyordu:
"Orada! Bana cevap verdi! Hadi gelin, çabuk olun!"
Bekçiyi atlatıp merdivenlerden aşağı inmeyi başarmıştı ve Guillaume damarının ilk galerisinden işaret geldiğine dair yemin ediyordu.
"Ama söylediğiniz yerden iki kere geçtik," dedi inanmamış gibi görünen Négrel. "Neyse, bir kez daha bakarız."
Maheude ayağa kalkmıştı; aşağı inmesini engellemeleri gerekti. Kuyunun kenarında ayakta bekliyor, gözlerini karanlık delikten ayırmıyordu.
Aşağı indiklerinde bizzat kazmayı eline alan Négrel uzun aralıklarla üç kere vurdu; sonra işçilere ses çıkarmamalarını söyleyerek kulağını kömür damarına dayadı. Hiçbir ses duyamayınca başını salladı: Belli ki zavallı çocuk hayal görmüştü. Zacharie de öfke içinde kazmayı vurdu; işareti yine duymuştu, gözleri parlıyor, sevinçten tir tir titriyordu. Bunun üzerine, diğer işçiler de teker teker denemeye başladılar: Hepsi heyecanlanıyor, uzaktan gelen karşılığı açık seçik duyuyorlardı. Mühendis şaşırmıştı, kulağını bir kez daha dayadı; sonunda son derece hafif, belli belirsiz, düzenli aralıklarla gelen bir ses duydu, tehlike anında madencilerin kömür damarına vurarak verdikleri işaretti bu. Maden kömürü, bütün sesleri ta uzaklardan da olsa billur gibi iletirdi.
Orada bulunan çavuşlardan biri, arkadaşları ile aralarındaki kömür katmanının en azından elli metre kalınlığında olduğunu tahmin ediyordu. Ama daha şimdiden ellerini uzatsalar onlara dokunacaklarmış gibi sevinçten deliye döndüler. Négrel, mahsur kalan işçilere ulaşmak için hemen çalışmaları başlattı.
Zacharie yukarı çıkınca Maheude'ü gördü, birbirlerine sarıldılar.
"Bu kadar heveslenmeyin," dedi Pierronne acımasızca, o gün sırf meraktan oraya dolaşmaya gelmişti. "Catherine orada değilse çok üzülürsünüz sonra."
Bu doğruydu, Catherine başka bir yerde olabilirdi.
"Sen işine baksana!" diye haykırdı Zacharie öfkeyle. "Orada olduğunu biliyorum."
Maheude, ifadesiz bir yüzle, sessizce tekrar yerine oturmuştu. Yine beklemeye koyuldu.
Haber Montsou'da duyulur duyulmaz, insanlar yeniden koşup geldiler. Görünürde hiçbir şey olmadığı halde orada durup bekliyorlardı, meraklıları uzakta tutmak gerekti. Aşağıda gece gündüz çalışılıyordu. Bir engelle karşılaşmaktan korkan mühendis, damar boyunca üç geçit açtırıyordu, bu üç geçit mahsur kalan madencilerin bulunduğu tahmin edilen noktada birleşecekti. Kazılan geçitler çok dar olduğundan ancak bir işçi çalışabiliyor, iki saatte bir nöbet değiştiriliyordu. Çıkarılan kömürler sepetlere dolduruluyor, geçit ileriye doğru kazıldıkça uzayan bir insan zinciri sayesinde elden ele geçirilerek dışarıya çıkarılıyordu. İş önce çok hızlı yürüdü, bir günde altı metre kazdılar.
Zacharie kazı yapacak seçkin işçiler arasında yer almaya hak kazanmıştı. Bu, paylaşılamayan onurlu bir görevdi. Kurallara uygun olarak iki saatlik çalışmanın ardından işi devralmaya geldiklerinde öfkeleniyordu. Arkadaşlarının sırasını çalıyor, kazmayı bırakmak istemiyordu. Onun çalıştığı galeri kısa süre içinde diğerlerini geride bırakmıştı, kömüre öyle bir gözü dönmüşlükle saldırıyordu ki sanki içinde bir körük varmış gibi, göğsünden çıkan hırıltılı solukları geçidin dışına taşıyordu. Çamur içinde, kapkara, yorgunluktan kendinden geçmiş bir halde dışarı çıktığında olduğu yere yığılıyor, arkadaşları üzerine battaniye örtmek zorunda kalıyorlardı. Çok geçmeden sendeleyerek tekrar geçide dalıyor, boğuk kazma sesleri, bastırılmaya çalışılan iniltiler eşliğinde, müthiş bir başarma azmiyle dolup taşarak yine savaşa başlıyordu. Ama işin kötüsü kömür tabakası giderek sertleşiyordu, daha hızlı çalışamadığı için çileden çıkmış, iki kere kazmasını kırmıştı. Ayrıca sıcaktan da rahatsız olmaya başlamıştı; her metrede biraz daha artan sıcaklık, hava akımının olmadığı bu daracık delikte giderek katlanılmaz bir hal alıyordu. Gayet iyi çalışan küçük bir vantilatör olsa da havalandırma için yetersiz kalıyordu; tam üç kere, havasızlıktan baygınlık geçiren kazmacıları dışarı çıkarmak zorunda kaldılar.
Négrel işçileriyle birlikte kuyuda yaşıyordu. Yemeklerini aşağıya indiriyorlar, bazen paltosuna sarınarak bir saman yığınının üzerinde iki saat kestiriyordu. Zavallıların yalvarışı, bir an önce kendilerini kurtarmaları için verdikleri, giderek daha da belirgin bir biçimde işitilen işaret işçilerin cesaretini artırmaktaydı. Şimdi büyük bir berraklıkla, bir armonikanın tuşlarından geliyormuş gibi müzikal tınılar halinde duyuluyordu. İşçiler yönlerini bu sese göre belirliyor, tıpkı top gürlemelerine doğru ilerleyen askerî birlikler gibi bu billursu tınıya doğru ilerliyorlardı. Kazmacıların her nöbet değişiminde Négrel aşağı iniyor, duvara vuruyor, sonra kulağını yapıştırıyordu; şimdiye kadar her seferinde yanıt hızlı ve ısrarlı bir biçimde gelmişti. Artık hiç kuşkusu yoktu, doğru yönde ilerliyorlardı; ama kazı işi öyle ağır yürüyordu ki, bu gidişle zamanında ulaşmaları mümkün olmayacaktı. İlk iki gün içinde on üç metre kazmayı başarmışlardı, ama üçüncü gün bu mesafe beş metreye, dördüncü gün ise üç metreye düşmüştü. Kömür katmanı öyle sıkışmış ve serleşmişti ki şimdi günde en fazla iki metre kazabiliyorlardı. Dokuzuncu gün insanüstü çabalar sayesinde otuz ikinci metreye ulaşmışlardı ve hesaplarına göre kazmaları gereken aşağı yukarı yirmi metre daha vardı. Tutsaklar için on ikinci gün başlıyordu, dondurucu karanlıkta ekmeksiz, ateşsiz geçirilen, on iki kere yirmi dört saat! Bu tüyler ürperten düşünceyle gözler doluyor, kollar işe daha sıkı sarılıyordu. Tanrı'nın bu kullarının daha fazla dayanmaları mümkün görünmüyordu, zaten son bir gündür uzaktan gelen işaret vuruşları hafiflemişti, sesler her an kesilebilir diye ödleri kopuyordu.
Maheude hiç sektirmeden her gün gelip kuyunun ağzında oturuyordu. Sabahtan akşama kadar evde yalnız kalamayacağı için Estelle'i de kucağında getiriyordu. Çalışmaları saati saatine izliyor, umutları ve hayal kırıklıklarını paylaşıyordu. Burada toplanan insanlar, hatta Montsou halkı bile heyecan içinde bekliyor, sonu gelmeyen yorumlarda bulunuyordu. Bölgedeki bütün yürekler orada, toprağın altında çarpıyordu sanki.
Dokuzuncu gün, öğle yemeği zamanı, çalışmayı bırakması için kendisine seslenilen Zacharie'den yanıt gelmedi. Çılgına dönmüştü, küfürler savurarak kazmaya devam ediyordu. Yanına gelen Négrel de ona söz geçiremedi; o sırada aşağıda bir çavuş ve üç işçi kalmıştı. Zacharie, ortalığı doğru dürüst aydınlatmadığı için işini yavaşlatan o titrek ışığa öfkelenmiş olmalıydı ki tedbirsiz davranıp lambasını yaktı. Oysa bu konuda kesin talimat vardı, çünkü bu daracık ve havalandırma düzeneği olmayan dehlizlerde grizu kaçağı tespit edilmiş ve büyük miktarda gaz birikmişti. Aniden yer gök sarsıldı, topun ağzından fırlayan bir mermi gibi, sıçanyolundan bir alev hortumu fışkırdı. Ortalık alev aldı; hava, galerilerin bir ucundan diğerine kadar barut gibi tutuşmuştu. Bu alev seli çavuşu ve üç işçiyi önüne katarak sürükledi, kuyu boyunca yukarı çıktı, kayalar ve kalas parçaları püskürten bir volkan gibi kuyunun ağzından fışkırdı. Meraklılar kaçışmaya başladılar; Maheude, korkuya kapılan Estelle'i göğsüne bastırarak ayağa kalktı.
Négrel ve işçiler geri döndüklerinde büyük bir öfkeyle sarsıldılar. Acımasızlığının getirdiği budalaca kaprisleri yüzünden çocuklarını öldüren bir üvey anayı dövercesine toprağın üzerinde ter ter tepindiler. Fedakârlık yapıyor, arkadaşlarının yardımına koşuyor, ama yine de yeni kurbanlar veriyorlardı! Üç saat süren büyük çabaların ve atlatılan tehlikelerin ardından galerilere girdiler, kurbanların yukarı çıkarılması yürek paralayıcı oldu. Çavuş da işçiler de ölmemişti, ama bütün vücutları korkunç yanıklarla kaplıydı, ortalığı yanık et kokusu sarmıştı; ateş ağızlarından girmiş, gırtlaklarına varıncaya kadar yakıp kavurmuştu; sürekli acıyla haykırıyor, kendilerini öldürmeleri için yalvarıyorlardı. Bu üç işçiden biri, grev sırasında Gaston-Marie'nin pompasına son kazma darbesini indiren kişiydi; diğer ikisinin ellerinde ise hâlâ askerlere tuğla fırlattıkları sırada oluşan sıyrıklar, kesikler vardı. Sapsarı kesilmiş, ürperen insanlar, yaralılar geçirilirken şapkalarını çıkardılar.
Maheude ayakta bekliyordu. Sonunda Zacharie'nin cesedi göründü. Giysileri yanmış, tanınmayacak haldeki bedeni kavrulmuş, kapkara kesilerek kömürleşmişti. Patlama sırasında başı parçalanıp yok olmuştu. Bu ürkütücü kalıntıları bir sedyeye yerleştirdiklerinde, Maheude, ateş gibi yanan gözlerinden tek damla yaş akıtmadan, kurulmuş bir makine gibi sedyenin peşine takıldı. Uyuyan Estelle'i kucağında taşıyarak yürüyordu, saçları rüzgârda uçuşuyor, görüntüsü yürek paralıyordu. Mahallede haberi öğrenen Philomène bir an için donakalıp iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı, ama çok geçmeden sakinleşti. Ama annesi, aynı ağır adımlarla şimdiden Réquillart'ın yolunu tutmuştu: Oğlunu yolcu etmiş, şimdi de kızını karşılamak için geri dönüyordu.
Üç gün daha geçti. Müthiş güçlükler içinde kurtarma çalışmalarına yeniden başlanmıştı. Neyse ki, kazılan galeriler grizu patlaması sonrasında göçmemişti; ama insanın ciğerlerini yakan hava öyle ağır ve zehirliydi ki başka vantilatörler getirmek zorunda kalmışlardı. Kazmacılar her yirmi dakikada bir nöbet değiştiriyorlardı. Sürekli ilerliyorlardı, arkadaşlarıyla aralarında taş çatlasa iki metrelik bir mesafe kalmıştı. Ama şimdi, yürekleri buz kesmiş vaziyette, sırf intikam alır gibi kazmaya devam ediyorlardı; çünkü gürültüler kesilmiş, imdat işaretinin o hafif, billursu tınısı işitilmez olmuştu. Kurtarma çalışmalarının on ikinci, felaketin on beşinci günündeydiler; sabahtan beri ortalıkta bir ölüm sessizliği vardı.
Yeni kaza Montsouluların merakını iyice artırmıştı, burjuvalar öyle büyük bir coşkuyla geziler düzenliyorlardı ki Grégoirelar da onların yolundan gitmeye karar verdiler. Voreux'ye arabalarıyla gidecekler, Madam Hennebeau da Lucie'yle Jeanne'ı kendi arabasıyla oraya getirecekti. Deneulin onlara çalıştığı ocağı gezdirecekti, sonra Réquillart'a uğrayacak, Négrel'den galerilerin tam durumunu ve hâlâ umudunu koruyup korumadığını öğrenip geri döneceklerdi. Nihayet akşam hep birlikte yemek yenecekti.
Grégoirelar saat üçe doğru göçen ocağın önünde arabadan indiklerinde, daha önce gelen Madam Hennebeau'nun, deniz mavisi tuvaletiyle, solgun şubat güneşinden korunmak için şemsiyesinin altında kendilerini beklediğini gördüler. Gökyüzü pırıl pırıldı, havada bir ilkbahar ılıklığı vardı. Mösyö Hennebeau da Deneulin'le birlikte oradaydı; Madam Hennebeau, kanalın önüne set çekme çalışmalarıyla ilgili açıklamalarda bulunan Deneulin'i dalgın dalgın dinliyordu. Resim defterini yanından hiç ayırmayan Jeanne, karşısındaki manzaranın korkunçluğu karşısında heyecanlanarak çizimlere başlamıştı; onun hemen yanı başına, bir vagon kalıntısının üzerine oturmuş olan Lucie ise bu görüntüyü "muhteşem" buluyor, neşe içinde haykırıyordu. Henüz tamamlanmamış olan setin birçok yerinden sular sızıyor, köpüren bu sular, göçmüş maden ocağının yerindeki devasa çukura dökülüyordu. Yine de bu volkan ağzı giderek boşalıyor, toprak emdikçe suyun seviyesi alçalıyor dipteki ürkütücü karmaşa ortaya çıkıyordu. Pırıl pırıl bir günün masmavi göğü altındaki bu çirkef kuyusu; kırılıp geçirilmiş, çamurlara gömülmüş bir şehrin harabelerini andırıyordu.
"Demek bunu görmek için bunca zahmete giriyorlarmış!" diye haykırdı, hayal kırıklığına uğrayan Madam Grégoire.
Pespembe yanaklarıyla oldukça sağlıklı görünen Cécile içine çektiği bu tertemiz havanın keyfini çıkarıp yanındakilerle şakalaşırken, dudakları tiksintiyle bükülen Madam Hennebeau mırıldanıyordu:
"Doğrusu ya hiç de hoş değil."
İki mühendis gülmeye başladı. İlgilerini çekip hoşnut etmek amacıyla, ziyaretçilere etrafı gezdirmeye koyuldular, pompaların nasıl çalıştığını, şahmerdanın kazıkları nasıl çaktığını anlatıyorlardı. Ama hanımlar yine huzursuzlandılar. Suyun tamamının boşaltılıp kuyunun yeniden inşa edilebilmesi için pompaların yıllarca, belki de altı yedi yıl çalışması gerektiğini öğrendiklerinde ürperdiler. Yo, hayır, başka şeyler düşünmeyi tercih ederlerdi, bu yıkıntılara baktıkça insana olsa olsa hafakanlar basardı.
"Gidelim," dedi, arabasına yönelen Madam Hennebeau.
Jeanne ve Lucie bağrışarak itiraz ettiler. Nasıl, bu kadar çabuk mu geri döneceklerdi! Resim de henüz bitmemişti! Orada kalmak istediler, akşama babaları onları yemeğe getirirdi nasıl olsa. Bunun üzerine, Mösyö Hennebeau karısının arabasına tek başına bindi, çünkü o da Négrel'den durumu öğrenmek istiyordu.
"Tamam, siz önden gidin," dedi Mösyö Grégoire. "Biz de işçi mahallesinde beş dakikalık küçük bir ziyaret yapıp, arkanızdan geliriz... Merak etmeyin, sizinle aynı zamanda Réquillart'da oluruz."
Madam Grégoire'la Cécile'in ardından arabaya bindi, diğer araba kanal boyunca yol alırken, onlarınki yavaşça yokuşu tırmanmaya başladı.
Bu gezintiyi hayırseverce bir ziyaretle tamamlamayı düşünmüşlerdi. Zacharie'nin ölümü, şimdi herkesin dilinde olan şu talihsiz Maheu ailesine karşı büyük bir acıma duygusuyla doldurmuştu içlerini. Babaları olacak o hayduta, bir kurt gibi öldürülmesi gereken o asker katiline üzülmüyorlardı. Ama kocasından sonra oğlunu kaybeden, belki de kızı şu anda toprağın altında cansız yatan o zavallı anne içlerini sızlatıyordu; üstelik sakat bir büyükbabadan, bir göçük sonrasında topal kalan bir çocuktan, grev sırasında açlıktan ölen küçük bir kızdan da bahsediliyordu. Aile bozguncu düşünceleriyle bu felaketleri kısmen hak etmiş olsa da, Grégoirelar merhametlerinin büyüklüğünü, her şeyi unutup arayı düzeltmek istediklerini göstermek üzere onlara kendi elleriyle bir şeyler götürmeye karar vermişlerdi. Özenle hazırlanmış iki paket araba koltuklarından birinin altında duruyordu.
Yaşlı bir kadın arabacıya, ikinci blok 16 numarada oturan Maheulerin evini gösterdi. Ama Grégoirelar ellerinde paketlerle arabadan inip kapıyı çaldıklarında hiçbir yanıt alamadılar, derken kapıyı yumruklamaya başladılar, yine kimse açmadı: Evin iç karartıcı bir görünümü vardı, yas dolayısıyla boşalmış, karanlık ve buz gibi duruyordu, sanki uzun zaman önce terk edilmişti.
"Kimse yok," dedi hayal kırıklığına uğrayan Cécile. "Ne sıkıcı! Şimdi bunları ne yapacağız?"
Aniden yandaki evin kapısı açıldı ve Levaque kadın göründü.
"Ah! Beyefendi, hanımefendi, özür dilerim! Küçükhanım, beni bağışlayın!.. Komşumu arıyorsunuz galiba. Evde yok, Réquillart'a gitti..."
Tam bir laf kalabalığıyla onlara olan biteni anlatıyor, annenin gidip Réquillart'da bekleyebilmesi için Lénore ve Henri'ye kendisinin baktığını söylüyordu; insanların yardımlaşması gerekirdi ne de olsa. Açgözlülükle parlayan gözleri paketlere takılmıştı, dul kalan zavallı kızından, kendi yoksulluğundan söz edip duruyordu. Ardından, tereddütlü bir ifadeyle mırıldandı:
"Bende anahtar var. Eğer beyefendiyle hanımefendi içeri girmek isterlerse... Büyükbaba orada."
Grégorielar şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı. Nasıl olurdu! Büyükbaba içerdeyse neden kimse cevap vermiyordu? Uyuyor muydu yoksa? Levaque Kadın kapıyı açtığında, gördükleri manzara karşısında zınk diye durdular.
Bonnemort orada, soğuk şöminenin önünde, bir iskemleye mıhlanmış vaziyette oturuyordu; fal taşı gibi açtığı gözlerini bir noktaya dikmişti. Bir zamanlar salonu canlandıran guguklu saat ve cilalı köknar mobilyalar olmadığı için içerisi daha geniş görünüyordu; çiğ bir yeşile boyanmış duvarlarda, pembe dudakları resmî ve lütufkâr bir tebessümle kıvrılmış imparator ve imparatoriçenin portrelerinden başka bir şey kalmamıştı. İhtiyar yerinden kımıldamıyor, kapıdan giren ışık yüzünden gözlerini kırpıştırmıyor, hatta içeri girenlerin hiç farkında değilmiş gibi bön bön bakmaya devam ediyordu. Ayağının dibinde kedilerin pisleme kabına benzeyen kül dolu bir tabak vardı.
"Nazik davranmadığı için kusuruna bakmayın," dedi Levaque Kadın kibarca. "Galiba kafasında birkaç tahta eksildi. On beş gün oldu tek kelime etmedi."
Ama Bonnemort, ciğerlerinden yükselen derin bir hırıltıyla tepeden tırnağa sarsıldı; tabağın içine kapkara ve yoğun bir balgam tükürdü. Küller balgama bulanmış, bir kömür bulamacına dönüşmüştü, sanki maden ocağının tüm kömür tozu yaşlı adamın göğsünde birikmiş, şimdi dışarı çıkıyordu. Çoktan eski hareketsizliğine dönmüştü bile. Sadece ara sıra tükürmek için kıpırdıyordu.
Allak bullak olan, mideleri bulanan Grégoirelar, yine de dostane ve cesaret verici bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı.
"Pekâlâ, dostum," dedi baba, "üşütmüşsünüz galiba?"
Gözlerini duvara dikmiş olan ihtiyar kafasını bile çevirmedi. Odaya tekrar ağır bir sessizlik çöktü.
"Size sıcak bir şeyler içirmek gerek," diye ekledi anne.
Bonnemort kaskatı ve sessizce oturmayı sürdürdü.
"Baba, bize onun sakat olduğunu söylemişlerdi aslında," diye mırıldandı Cécile. "Ama sonradan akıl edemediğimiz..."
Sıkıntıyla lafını yarıda kesti. İçinde sebzeli sığır haşlaması bulunan tencereyi ve iki şişe şarabı masanın üzerine bıraktıktan sonra, ikinci paketi açıp içinden bir çift kocaman ayakkabı çıkardı. Bu, büyükbabanın hediyesiydi. Ayakkabılardan her birini bir elinde tutan Cécile şaşkın şaşkın, bir daha yürüyemeyecek olan zavallı adamın şişmiş ayaklarına bakıyordu.
"Hey, dostum, bu hediye biraz geç geldi, değil mi?" dedi Mösyö Grégoire, ortamı neşelendirmek için. "Olsun, yine de işe yarar."
Bonnemort ne işitti, ne de yanıt verdi, korkunç yüzü taş gibi soğuk ve katıydı.
Bunun üzerine Cécile ayakkabıları usulcacık duvarın dibine bıraktı. Ama ses çıkarmamak için o kadar dikkat etmesi bir işe yaramadı, kabaralar yine de çınlamıştı; kocaman ayakkabılar bu odada sırıtmaktaydı.
"Teşekkür beklemeyin!" diye haykırdı, ayakkabılara büyük bir kıskançlıkla göz atan Levaque Kadın. "Affınıza sığınıyorum ama kıymet bilecek durumda mı o!"
Konuştukça konuştu, Grégoireları kendisine acındırmak için evine götürmeye çalışıyordu. Sonunda bir bahane bulmuştu, onlara çok uslu ve sevimli olan Lénore ve Henri'yi övmeye başladı: Öyle zeki, çocuklardı ki ne sorsanız güzel güzel cevap veriyorlardı. Beyefendiyle hanımefendi öğrenmek istedikleri her şeyi onlara sorabilirdi.
"Kızım, geliyor musun?" diye sordu, evden çıkacağına sevinen baba.
"Evet, hemen geliyorum," dedi Cécile.
Cécile, Bonnemort'la yalnız kaldı. Ürpertiler içinde, büyülenmiş gibi onu orada alıkoyan şey, bu ihtiyarı bir yerlerden tanıyor gibi olmasıydı. Kömür lekeleriyle dolu, bu sapsarı, köşeli suratı nerde görmüş olabilirdi? Aniden hatırladı, avaz avaz bağırarak çevresini saran kalabalık geldi gözlerinin önüne, buz gibi ellerin boğazını sıktığını hissetti. Bu oydu, o adamla yine karşılaşmıştı işte, Cécile onun dizlerinin üzerinde duran, tüm gücü bileklerinde toplanmış o işçi ellerine bakıyordu; adam yaşlıydı ama bilekleri hâlâ sağlamdı. Yavaş yavaş Bonnemort da kendine gelir gibi oldu, kızı görüyor, şaşkın bir ifadeyle onu inceliyordu. Yüzünü ateş basıyor, kenarından incecik siyah bir salyanın sızdığı ağzı sinirli sinirli seğiriyordu. İkisi de bir gücün çekimine kapılmış gibi karşılıklı bakışıyorlardı: Genç kız soyunun gereği tembellik ve refah içinde geçen uzun yılların ardından kanlı canlı ve çiçek gibi tazeyken; adam, babadan oğula süregelen yüz yıllık ağır çalışma koşulları ve açlığın etkisiyle yıpranmış, tüm vücudu ödemlerle şişmiş, sakat bir hayvanın acınası çirkinliğine sahipti.
On dakika sonra Cécile'in yanlarına gelmeyişine şaşıran Grégoirelar Maheulere geri döndüklerinde, korkunç bir çığlık attılar. Kızları morarmış bir suratla yerde yatıyordu, boğulmuştu. Boynunda kocaman ellerin bıraktığı kıpkırmızı parmak izleri vardı. Cansız bacakları üzerinde sendeleyen Bonnemort onun yanı başına düşmüş ve bir daha da kalkamamıştı. Elleri hâlâ çengel gibi duruyor, fal taşı gibi açılmış gözleriyle bön bön bakıyordu. Düşerken tabağını kırmış, küller ortalığa yayılmış, siyah balgam bulamacı odanın her tarafına sıçramıştı; Kocaman ayakkabılar ise hâlâ sapasağlam, duvarın dibinde duruyorlardı.
Olayın nasıl gerçekleştiği hiçbir zaman tam olarak anlaşılamadı. Cécile neden ona yaklaşmıştı? İskemlesine mıhlanmış olan Bonnemort onun boğazına nasıl yapışabilmişti? Belli ki kızcağızın gırtlağına yapıştığında var gücüyle sıkmış, çığlık atmasına bile imkân tanımamış, birlikte yere yuvarlandıklarında Cécile son nefesini verinceye kadar da sıkmaya devam etmişti. Komşu evin incecik duvarından ne bir ses ne de bir inilti duyulmuştu. İhtiyarın, o bembeyaz genç kız boynu karşısında ani bir cinnet geçirip, anlaşılmaz bir öldürme arzusuna kapıldığına inanmak zorunda kaldılar. Hayatı boyunca yeni fikirlere karşı çıkarak itaatkâr bir hayvan gibi yaşayan bu ihtiyar kötürümün böyle bir vahşet sergilemesi herkesi çok şaşırttı. Kendisinin de farkında olmadığı, içini yavaş yavaş zehirleyen bir nefreti mi kusmuştu yoksa? Yaşananların dehşeti karşısında, bunun, bilincini kaybeden bir alığın işi olduğuna karar verildi.
Bu arada, Grégoirelar diz çökmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, duydukları acı yüzünden boğulacak gibi oluyorlardı. Taparcasına sevdikleri, yıllarca bekledikleri, doğduktan sonra el bebek gül bebek büyüttükleri, uyurken ayaklarının ucuna basa basa yatağının başına gidip seyrettikleri, yediğini içtiğini, kilosunu hiçbir zaman yeterli bulmadıkları kızları artık yoktu! Kendilerini hayata bağlayacak hiçbir şey kalmamıştı, o olmadan yaşamalarının ne anlamı vardı?
Levaque Kadın, çılgına dönmüş, haykırıyordu:
"Ah! Sefil ihtiyar, o mu yapmış bunu? Böyle bir şey kimin aklına gelirdi?.. Maheude akşamdan önce gelmez! İsterseniz koşup onu çağırayım."
Acıdan kahrolan anne ve baba yanıt vermiyorlardı.
"İyi olur değil mi?.. Gidip çağırayım."
Ama çıkmadan önce, Levaque Kadın'ın gözüne ayakkabılar ilişti. Mahalle ayağa kalkmış, evin önünde şimdiden bir kalabalık birikmişti. Birileri bu ayakkabıları çalardı nasıl olsa. Üstelik Maheulerde onu giyecek erkek de kalmamıştı. Levaque Kadın ayakkabıları usulca alıp götürdü. Görünüşe bakılırsa, tam Bouteloup'nun ayağına göreydi.
Réquillart'da Hennebeaular Négrel'le birlikte uzun süre Grégoireları beklediler. Kuyudan yukarı çıkmış olan mühendis onlara ayrıntılı açıklamalar yapıyordu: Aşağıda mahsur kalanlara bu akşam ulaşmayı umuyorlardı; ama belli oradan ancak cesetlerini çıkaracaklardı, çünkü ölüm sessizliği devam ediyordu. Mühendisin arkasındaki bir kalasa oturmuş olan Maheude bembeyaz bir yüzle konuşulanları dinliyordu; tam o sırada Levaque Kadın gelip ihtiyarın marifetini anlattı. Maheude, öfke ve sabırsızlıkla elini sallamakla yetindi. Yine de Levaque Kadın'ın peşine takıldı.
Madam Hennebeau ayılıp bayılıyordu. Bu nasıl bir vahşetti! O gün o kadar neşeli, daha birkaç saat önce o kadar yaşam dolu olan zavallı Cécile ölmüştü ha! Mösyö Hennebeau karısını bir süreliğine ihtiyar Mouque'un kulübesine sokmak zorunda kaldı. Beceriksiz elleriyle kadının giysisinin kopçalarını açıyor, ortaya çıkan göğüslerinden yayılan misk kokusuyla altüst oluyordu. Ama onun, evliliğini suya düşüren bu ölüm karşısında şaşkına dönen Négrel'e sarılarak iki gözü iki çeşme ağladığını, ikisinin birlikte yanıp yakıldıklarını görünce, büyük kaygısından kurtuldu. Bu felaket her şeyi yoluna koymuştu; karısının arabacıyla düşüp kalkmasından korktuğu için, yeğeninin yanlarında kalmasını tercih ediyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top