IV

IV

İşçiler, solgun kış güneşinin altında, dondan bembeyaz kesilmiş düz ovada ilerlemeye devam ediyor, yollardan pancar tarlalarına doğru taşıyorlardı.

Étienne, Fourche-aux-Boeufs'ten itibaren dizginleri ele geçirmişti. Yürümeye ara vermeden emirler yağdırıyor, yürüyüş düzenini sağlıyordu. En önden koşan Jeanlin borusuyla vahşi bir hava tutturmuştu. Kadınlar da en ön sıralardaydı, bazılarının ellerinde sopalar vardı, Maheude vaat edilmiş adalet ülkesini arar gibi vahşi gözlerini uzaklara dikmişti; Yanık, Levaque Kadın ve Mouquette o yırtık pırtık giysilerinin altında bacaklarını hiç kırmadan dümdüz ileri uzatıyor, savaşa giden askerler gibi rap rap yürüyorlardı. Eğer bir terslik olur da karşı karşıya gelirlerse, jandarmaların kadınlara vurmaya cesaret edip etmeyeceklerini göreceklerdi. Erkekler bir sürü karmaşası içinde ve gittikçe genişleyen bir kuyruk halinde kadınların gerisinden yürüyorlardı, kimisinin elinde demir çubuklar vardı, keskin ağzı güneşte pırıl pırıl yanan baltasıyla Levaque hepsinin içinde sivrilmekteydi. Kalabalığın ortalarında bulunan Étienne kendi önünden yürümeye zorladığı Chaval'den gözünü ayırmıyor; onun arkasından gelen Maheu ise, karamsar bir ifadeyle ikide birde Catherine'e bakıyordu, genç kız erkeklerin arasındaki tek kadındı, sevgilisine bir kötülük yapmasınlar diye onun yanında yürümekte diretiyordu. Başı açık olanların saçları rüzgârda dağılıyor; Jeanlin'in borusundan çıkan vahşi ezgiye kapılıp sürüklenen başıboş bir sürünün dörnala gidişini akla getiren pabuç takırtıları dışında bir ses işitilmiyordu.

Ama birden yeni bir haykırış yükseldi:

"Ekmek istiyoruz! Ekmek! Ekmek!"

Öğlen olmuş, altı haftadan beri süren grevin yarattığı açlık, açık havadaki bu koşuyla kendisini iyice hissettirmeye başlamıştı. Sabah yedikleri bir iki lokma kuru ekmeği, Mouquette'in getirdiği birkaç kestaneyi çoktan hazmetmişlerdi; mideler zil çalıyor, hainlere duyulan öfkeye bir de bu acı ekleniyordu.

"Ocaklara! Çalışmaya son! Ekmek istiyoruz!"

Mahallede kendi payı olan ekmeği yememiş olan Étienne midesinde katlanılmaz bir kazıntı hissediyordu. Bu durumdan yakınmıyor, ama ara sıra insiyaki olarak matarasını ağzına götürüp bir yudum ardıç likörü içiyordu; öyle çok üşüyordu ki işin sonuna kadar dayanabilmek için buna ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Çok geçmeden yanakları yanmaya başlamış, gözleri çakmak çakmak olmuştu. Yine de aklı başındaydı, gereksiz zararları önlemek istiyordu.

Joiselle yoluna geldiklerinde, patronuna duyduğu öfke yüzünden aralarına katılmış olan Vandamelı bir kazmacı arkadaşlarını sağa doğru yönlendirmek için bağırmaya başladı:

"Hadi Gaston-Marie'ye! Pompayı durduralım! Jean-Bart sular altında kalıp yok olsun!"

Étienne'in, suyu çekecek olan pompaya dokunmamaları için yalvarıp karşı çıkmasına rağmen kalabalık yönünü değiştirmişti bile. Galerileri kullanılmaz hale getirmekle ellerine ne geçecekti? Duyduğu hınca rağmen işçi yüreği buna isyan ediyordu. Maheu de öfkelerini bir makineden çıkarmayı doğru bulmuyordu. Ama hâlâ intikam çığlıkları atan kazmacının sesini bastırmak için Étienne'in daha yüksek sesle haykırması gerekti:

"Yürüyün, Mirou'ya gidelim! Bazı hainler orada hâlâ çalışıyorlar! Mirou'ya! Mirou'ya!"

Ve bir el hareketiyle kalabalığı soldaki yola yöneltti. Jeanlin yine baş tarafa geçmiş, borusunu daha güçlü öttürüyordu. Madenciler arasında büyük bir dalgalanma yaşandı. Gaston-Marie şimdilik kurtulmuştu.

Uçsuz bucaksız ovada, Mirou'ya kadar olan dört kilometrelik mesafeyi neredeyse koşarak yarım saatte kat etmişlerdi. Kanal bu civarda ovayı uzun bir buz şeridi gibi ikiye ayırıyordu. Tıpkı açık denizde olduğu gibi ufka doğru uzanarak gözden kaybolan bu dümdüz tekdüzeliği bozan tek şey, kıyılardaki yapraksız ağaçlardı; bu ağaçlar, buz tutmuş dallarıyla, devasa şamdanları andırıyorlardı. Zemindeki hafif yükseltiler Montsou ve Marchiennes'i gözlerden saklıyor, uçsuz bucaksız çıplak ova önlerinde uzanıp gidiyordu.

Maden ocağına vardıklarında, kendilerini karşılamak üzere bir çavuşun ayıklama hangarındaki bir asma köprünün üzerinde beklediğini gördüler. Hepsi Montsoulu çavuşların en kıdemlisi olan Quandieu Baba'yı iyi tanıyorlardı; saçı sakalı bembeyaz olmuş yetmiş yaşlarında bir ihtiyardı, madenciler arasında gerçek bir sağlık mucizesiydi.

"Buraya ne halt etmeye geldiniz, serseriler sizi?" diye haykırdı.

Kalabalık durdu. Bu bir patron değil, bir arkadaştı; bu yaşlı işçiye duydukları saygı ellerini kollarını bağlıyordu.

"Aşağıda çalışanlar var," dedi Étienne. "Onları yukarı çıkart."

"Evet, çalışanlar var," dedi Quandieu Baba, "yetmiş, yetmiş beş kişi kadarlar, diğerleri sizden korktu, lanet herifler!.. Ama size şunu söyleyeyim ki, bir tanesi bile işi bırakmayacak, aksi takdirde karşınızda beni bulursunuz!"

Kalabalıktan bağırış çağırışlar yükseldi, erkekler arkadan itiyorlardı, kadınlar öne doğru ilerlediler. Hemen köprüden aşağı inen çavuş şimdi kapıyı tutuyordu.

Bunun üzerine, Maheu araya girdi:

"Bak dostum, bu bizim en doğal hakkımız, arkadaşları bize destek olmaya zorlamazsak grevi nasıl genelleştiririz?"

İhtiyar bir an sessiz kaldı. Aslında, dayanışma konusundaki cehaleti kazmacınınkinden farksız değildi. Sonunda karşılık verdi:

"Tamam, hakkınız; bir şey demiyorum. Ama ben yalnızca talimatlara uyarım... Burada tek başımayım. İşçiler saate üçe kadar çalışmak üzere kuyuya indiler ve saat üçe kadar da orada kalacaklar!"

Son sözleri yuhalamalar arasında boğulup gitti. Kalabalıktakiler yumruklarını sallayarak gözdağı veriyorlardı, kadınlar bile suratına doğru avaz avaz bağırıyorlar, ihtiyar adam onların sıcak nefesini yüzünde hissediyordu. Ama kar gibi beyaz saçı ve sakalıyla başını dik tutuyor, geri adım atmıyordu; Gösterdiği cesaret sesinin daha da gür çıkmasını sağlıyordu, gürültü patırtıya rağmen sesini açık seçik duyurabildi:

"Şunu iyi bilin ki buradan geçemezsiniz!.. Bu sözlerim güneşin bizi aydınlattığı ne kadar gerçekse o kadar gerçek, halatları kesmenize izin vermek yerine ölmeyi tercih ederim... Daha fazla bana doğru gelmeyin, yoksa gözünüzün önünde kendimi kuyuya atarım!"

Kalabalıkta bir dalgalanma oldu, işçiler afallayarak geri çekildiler. İhtiyar devam ediyordu:

"Aranızda bunu anlamayacak kadar ahmak olan var mı?.. Ben de sizin gibi işçiyim. Buraya göz kulak olmam söylendi bana, ben de oluyorum."

Yarım asır geçirdiği kuyunun kasvetli karanlığında gözlerinin feri sönen, görevini tam bir askeri disiplinle yerine getiren, esneklikten yoksun, dar kafalı Quandieu Baba'nın zekâsı bundan öteye gitmiyordu. Arkadaşları ona heyecanla bakıyordu; söylediği bütün bu sözler, bu askerce itaat, tehlike karşısında kardeşçe yardımlaşma duygusu ve tevekkül onlara hiç yabancı gelmiyordu. İhtiyar kalabalıktakilerin hâlâ bocaladığını sanarak bir daha tekrarladı:

"Gözünüzün önünde kendimi kuyuya atarım!"

Kalabalıkta büyük bir kaynaşma oldu. Hepsi arkasını dönmüş, tarlaların ortasında alabildiğine uzanan sağdaki yolda yeniden koşmaya başlamışlardı. Yine haykırıyorlardı:

"Madeleine'e yürüyün! Crèvecoeur'e! Çalışmaya son! Ekmek istiyoruz! Ekmek!"

Ama kalabalık yürüyüş coşkusuna kapılmışken, orta taraflarda bir itiş kakış yaşandı. Söylendiğine göre, Chaval durumdan istifade ederek kaçmaya çalışmıştı. Étienne onun koluna yapışmış, bir hainlik planlıyorsa kemiklerini kıracağını söyleyerek tehdit ediyordu. Chaval çırpınıyor, öfkeyle karşı çıkıyordu:

"Nedir bu ya? Özgür değil miyim yoksa?.. Bir saatten beri donuyorum, yıkanmam gerek. Bırak şu kolumu!"

Gerçekten de, terle karışarak derisine yapışan kömür tozları canını yakıyor, yün kazağı onu soğuktan korumaya yetmiyordu.

"Yürü bakalım, yoksa yıkanmak neymiş görürsün," diye yanıtladı Étienne. "Kan isteriz diye çığırtkanlık yapmadan önce düşünecektin."

Hâlâ koşuyorlardı, Étienne yorgunluğa iyi dayanan Catherine'e döndü. Kızcağızı eski erkek ceketi ve çamurlu pantolonu içinde böyle perişan bir halde tir tir titrerken görmek onu üzüyordu. Yorgunluktan ölmüş olmalıydı, yine de koşmaya devam ediyordu.

"Sen gidebilirsin," dedi sonunda.

Catherine duymazlıktan geldi. Étienne'inkilerle karşılaşan gözlerinde yalnızca bir anlık bir sitem parıltısı belirmişti. Koşusuna ara vermedi. Neden erkeğini yalnız bırakmasını istiyordu ki? Chaval'in hiç de nazik olmadığı doğruydu, hatta bazen kendisini dövüyordu da. Ama ne de olsa onun erkeğiydi, ona sahip olan ilk erkekti; bin kişinin birden onun üstüne çullanmasına çok öfkeleniyordu. Sevgisinden olmasa da gururundan dolayı onu savunacaktı.

"Bas git, hadi!" dedi bu kez Maheu daha sert bir ses tonuyla.

Babasından gelen bu emir bir an için yavaşlamasına yol açtı. Titriyor, gözleri doluyordu. Derken, korkusuna rağmen hızlanıp eski yerini aldı. Bunun üzerine onu kendi haline bıraktılar.

Joiselle yolunu geçen grevciler, bir süre Cron yolunu takip ettikten sonra Cougny'ye yöneldiler. Bu tarafta, fabrika bacaları ufuk çizgisini kapatıyor, geniş ve tozlu pencereleriyle kereste depoları, tuğla atölyeleri yol boyunca sıralanıyordu. Art arda iki mahallenin, Yüz Seksenler ve Yetmiş Yediler mahallelerinin basık evlerinin önünden geçtiler; boru sesini, bir ağızdan bağıran işçileri duyan aileler, erkeği, kadını, çocuğuyla dışarı fırlamış, arkadaşlarına katılarak koşmaya başlamıştı. Madeleine'in önüne geldiklerinde sayıları bin beş yüzü bulmuştu. Yol yumuşak bir eğimle aşağı iniyordu, homurdanan grevci kalabalığı, maden ocağının avlusuna doluşmadan önce, moloz tepeciğinin etrafından dolaşmak zorunda kaldı.

O sırada saat henüz iki bile olmamıştı. Ama grevcilerin geldiğini haber alan maden çavuşları işçileri erkenden yukarıya çıkarmıştı; grevciler oraya vardıklarında kuyudan çıkış tamamlanmak üzereydi, sona kalan yirmi kadar işçi de asansörlerden çıktı. Hemen kaçmaya başladılar, grevciler taş atarak onları kovalıyorlardı. İçlerinden ikisini sille tokat dövdüler, birininse ceketinin kolu yırtıldı. Bu insan avı maden teçhizatının kurtulmasını sağladı; ne halatlara, ne de kazanlara el uzatıldı. Şimdiden uzaklaşmaya başlayan kalabalık, komşu maden ocağına yönelmişti.

Bu maden ocağının, yani Crèvecoeur'ün Madeleine'e uzaklığı olsa olsa beş yüz metreydi. Direnişçiler orada da tam çıkış zamanına denk geldiler. Kadınlar vagon sürücü kızlardan birini bir güzel patakladılar, kızcağızın pantolonu yırtıldı ve kıçı ortaya çıktı, bunu gören erkekler gülmeye başladılar. Çıraklar tokatlandı, her yanları moraran, ağızları burunları kan içinde kalan kazmacılar kaçmaya başladılar. Ve giderek artan bu kıyıcılığın, hepsini zıvanadan çıkaran bu eski intikam çılgınlığının ortasında, hainlerin ölümünü isteyen çığlıklar yükseliyor; emeklerinin karşılığını alamamanın, açlıktan zil çalan midelerin doğurduğu kin iyice açığa çıkıyordu. Halatları kesmeye başladılar, ama eğe yeterince keskin değildi, bu iş çok zaman alacak gibiydi; büyük bir susamışlık içinde ileriye, hep daha ileriye gitmeye çalışan kalabalığın ise bekleyecek sabrı yoktu. Kazan dairesinde musluklardan birini kırdılar; ocaklara boca edilen kovalarca su demir ızgaraları çatlatmıştı.

Dışarıda, Saint-Thomas'ya yürümekten söz ediliyordu. En disiplinli ocak olduğu için grev orada etkisini gösterememişti henüz, yedi yüze yakın işçi kuyuya inmiş olmalıydı; bu durum herkesi çileden çıkarıyordu, onlara meydan savaşına çıkar gibi sopalarla saldıracaklar ve kimin ayakta kalacağını göreceklerdi. Ama ortalıkta, sabah dalga geçtikleri jandarmaların Saint-Thomas'ta olduğu söylentisi dolaşıyordu. Bu söylentiyi kimin çıkardığını kimse bilmiyordu. Ama içlerini bir korku sarmıştı, bu yüzden Feutry-Cantel'e gitmeye karar verdiler. Yeni bir çılgınlık nöbetine kapılarak kendilerini bir anda yolda buldular, pabuç takırtıları arasında, "Feutry-Cantel'e! Feutry-Cantel'e!" diye haykırıyorlardı; orada da dört yüz kadar hain olmalıydı, demek kendilerini bir eğlence bekliyordu! Üç kilometre uzaklıktaki maden ocağı, Scarpe yakınlarındaki küçük bir tepenin ardında gizleniyordu. Beaugnies yolunun ötesindeki Plâtrières yokuşunu tırmanıyorlardı ki, nerden geldiği belli olmayan bir ses, süvarilerin Feutry-Cantel'de olabileceklerini söyledi. Derken, süvarilerin orada olduğu söylentisi bir baştan bir başa bütün kalabalığa yayıldı. Bunun üzerine duraksayarak yavaşladılar, saatlerdir taban teptikleri, işsizlikle uyuklayan bu yörede giderek bir panik havası esmeye başlamıştı. Neden hâlâ askerlerle karşılaşmamışlardı? Böyle rahatça at koşturmalarına izin verilmesi kafalarını karıştırıyor, direnişin her an sertçe bastırılabileceğini düşünerek tedirgin oluyorlardı.

Kimin verdiği belli olmayan yeni bir talimatla başka bir ocağa yöneldiler.

"Victoire'a! Victoire'a!"

Victoire'da süvari ve jandarma yok muydu peki? Bunu kimse bilmiyordu. Hepsi rahatlamış görünüyorlardı. Gerisingeriye dönerek Beaumont tarafına doğru indiler. Yeniden Joiselle yoluna çıkmak için tarlaların arasından geçtiler. Tahta perdeleri yıkarak demiryolu engelini aştılar. Şimdi Montsou'ya yaklaşıyorlardı, arazideki hafif tümsekler giderek kayboluyor, pancar tarlaları denizi Marchiennes'in kapkara evlerine doğru alabildiğine genişliyordu.

Bu kez önlerinde beş kilometrelik bir yol vardı. Öyle büyük bir çoşkuya kapılmışlardı ki müthiş yorgunluğu, yara bere içindeki ayaklarının acısını hissetmiyorlardı bile. Kalabalık giderek büyüyor, mahallelerden geçerken yeni işçilerin katılmasıyla sayıları artıyordu. Magache Köprüsü üzerinden kanalı geçip Victoire'ın önüne geldiklerinde iki bin kişiyi bulmuşlardı. Ama saat üç olmuş, işçiler çoktan paydos etmiş, kuyuda tek bir adam bile kalmamıştı. Hayal kırıklıklarını boşa tehditler savurarak açığa vurdular; tek yapabildikleri, işi devralmaya gelen tesviye işçilerini kırık tuğla parçalarıyla karşılamak oldu. Tesviyeciler tabana kuvvet kaçtılar, bomboş maden şimdi onlara aitti. Sille tokat girişecekleri bir hain bulamadıklarından, öfkelerini eşyalardan çıkarmaya başladılar. İçlerinde yavaş yavaş büyümüş olan o zehirli nefret çıbanı şimdi patlıyordu. Yıllar boyunca çektikleri açlık yakıp yıkmak, yok etmek için duyulan büyük bir isteğe dönüşmüştü.

Étienne bir hangarın arkasında, iki tekerlekli bir yük arabasına kömür dolduran işçiler gördü.

"Defolup gidin!" diye haykırdı. "Buradan tek bir kömür parçası bile çıkmayacak!"

Bir emriyle, yüz kadar grevci koşup geldiler; yükleyiciler kaçacak zamanı ancak bulabilmişlerdi. Birkaç kişi atların koşumlarını çözdü, sağrılarına şaplağı yiyen hayvanlar ürkerek kaçtılar; bazı grevciler ise devirdikleri arabanın oklarını kırıyorlardı.

Levaque, asma köprüleri yıkmak için, baltasını hırsla köprü ayaklarına indiriyordu. Ayakların hakkından gelemeyeceğini anlayınca, aklına yükleme hangarını baştan başa kat eden rayları sökmek geldi. Çok geçmeden, grevcilerin tamamı bu işe koyulmuştu. Maheu eline geçirdiği demir çubuğu bir kaldıraç gibi kullanarak, dökme demirden yastıkları söktü. Bu sırada, kadınları peşine takan Yanık Kadın lambahaneye dalmış, havada uçuşan sopalar zemini lamba kırıkları içinde bırakmıştı. Maheude'ün gözü dönmüştü, indirdiği darbelerin şiddeti, Levaque Kadın'ınkilerden geri kalmıyordu. Hepsinin üstü başı yağa bulanmıştı. Ellerini eteğine silen Mouquette böyle yağ içinde kalmış olmasına gülüyordu. Jeanlin, sırf şaka olsun diye, bir lamba yağı kızın ensesinden aşağı boca etmişti.

Ama bu intikam karın doyurmuyordu. Mideler giderek daha fazla guruldamaktaydı. En büyük yakıntıları acı bir çığlığa dönüşerek tüm hengâmeyi bastırdı:

"Ekmek! Ekmek! Ekmek!"

Victoire'da eski bir maden çavuşu bir kantin işletiyordu. Adam korkmuş olmalıydı ki dükkânını öylece bırakmıştı. Kadınlar geri gelip, erkekler de rayları söktükten sonra, hep birlikte kantine saldırdılar; kepenkler çabucak kırıldı. İçerde hiç ekmek yoktu, sadece iki parça çiğ et ve bir çuval patates vardı. Ama sağı solu didik didik ederken elli şişe kadar ardıç likörü buldular; içkiler kumun emdiği bir su damlası gibi anında yok oluverdi.

Étienne boşalan matarasını doldurabilmişti. Açlığın etkisiyle içki yavaş yavaş başına vuruyor, kötü bir sarhoşluğun pençesine düşüyordu; gözleri kan çanağına dönmüştü, solgun dudaklarının arasından görünen dişleri bir kurdun dişlerini andırıyordu. Aniden, bu hengâmenin ortasında Chaval'in tüymüş olduğunu fark etti. Küfrü bastı; sağa sola koşturan işçiler, istiflenmiş kerestelerin arkasına Catherine'le birlikte gizlenmiş olan kaçağı yakalayıp yaka paça getirdiler.

"Pis herif seni, başına iş açılmasından korkuyorsun demek!" diye haykırdı Étienne. "Ormandayken, pompaları durdurmak için makinistlerin greve gitmesini isteyen sendin; şimdi de bize oyun oynamaya kalkıyorsun ha!.. Tamam o zaman, lanet olasıca! Gaston-Marie'ye geri dönüyoruz, pompayı kendi ellerinle kırmanı istiyorum. Evet, alçak herif! Pompayı sen kıracaksın!"

İyice sarhoş olmuştu, birkaç saat önce kırılmaktan kendisinin kurtardığı pompanın üzerine şimdi adam salıyordu.

"Gaston-Marie'ye! Gaston-Marie'ye!"

Hepsi sevinç çığlıklarıyla ileri atıldı. İki işçinin omuzlarından tutup, tartaklayarak sürüklediği Chaval hâlâ yıkanmasına izin vermelerini istiyordu.

"Defolup gitsene sen!" diye bağırdı Maheu, yine kendileriyle birlikte koşmaya başlayan Catherine'e.

Catherine bu kez aldırmadı bile, babasına kızgın bir bakış yönelttikten sonra koşmaya devam etti.

Kafile yeniden düz ovada ilerlemeye başladı. Uzun dümdüz yollardan, sürekli genişleyen tarlalardan geçerek geri dönüyorlardı. Saat dört olmuştu, ufka doğru alçalan güneş elini kolunu öfke içinde sallayan bu insanların upuzun gölgelerini donmuş toprağa düşürüyordu.

Montsou'ya uğramayıp, daha yukarıdan geçerek Joiselle yoluna çıktılar. Fource-aux-Boeufs dönemecini dolaşıp yolu uzatmamak için Piolaine'in duvarlarının dibinden geçtiler. Grégoirelar az önce çıkmışlardı, notere uğradıktan sonra, Cécile'i almak için Hennebeaulara gidecek, akşam yemeğini de orada yiyeceklerdi. Malikâne, iki tarafı ıhlamur ağaçlarıyla kaplı ıssız giriş yolu, kış mevsiminin çırılçıplak bıraktığı sebze ve meyve bahçeleriyle uykuya dalmış gibiydi. Kapalı pencereleri içerdeki sıcağın etkisiyle buğulanmış olan evde hiçbir hareket yoktu; bir huzur ve sadelik duygusu veren bu derin sessizlik, sıcak yatakları ve zengin sofralarıyla ev sahiplerinin dingin ve mutlu yaşam tarzını yansıtır gibiydi.

Parmaklıklardan içeriye ters ters bakan grevciler, güvenlik önlemi olarak şişe kırıkları yerleştirilmiş duvarın dibinden geçerek, hiç durmadan yollarına devam ettiler. Haykırış tekrar başladı:

"Ekmek! Ekmek! Ekmek!"

Bu çığlıklara yalnızca, ayakları üzerinde dikilip dişlerini göstererek vahşice havlayan, Danimarka cinsi kızıl tüylü iki iri köpek karşılık verdi. Kapalı bir kepengin ardında sadece iki hizmetçi vardı; haykırışların etkisiyle korkudan ter içinde kalıp sapsarı kesilen aşçı kadın Mélanie ve oda hizmetçisi Honorine bu vahşilerin geçişini izliyorlardı. Yan pencere camının atılan bir taşla kırılması üzerine öleceklerini sanıp dizüstü yere çöktüler. Bu, Jeanlin'in küçük bir şakasıydı: Bir parça iple bir sapan yapmış, geçerken Grégoirelara küçük bir selam göndermişti. Tekrar borusunu çalmaya başlamıştı bile, işçi kalabalığı uzakta gözden kayboluyor, haykırışlar giderek zayıflıyordu:

"Ekmek! Ekmek! Ekmek!"

Giderek daha da kalabalıklaşıyorlardı; yuvarlandıkça gücü artan bir çığ gibi önüne ne çıkarsa ezip geçen, her şeyi kırıp döken öfkeli grevcilerin sayısı Gaston-Marie'ye gelindiğinde iki bin beş yüzü geçmişti. Bir saat önce buraya uğrayan jandarmalar, köylülerin yanıltıcı bilgi vermesi üzerine Saint-Thomas tarafına gitmişler; telaştan, maden ocağına göz kulak olacak birkaç nöbetçi bırakmayı bile akıl edememişlerdi. On beş dakikaya kalmadan ateşler söndürülüp, kazanlar boşaltılmış, binalar istila edilerek her şey kırılıp dökülmüştü. Ama gözlerini özellikle pompaya dikmişlerdi. Buharın boşalıp pompanın durması onlara yeterli gelmemiş, öldürmek istedikleri canlı bir insan gibi üzerine saldırmışlardı.

"İlk darbeyi sen indireceksin!" dedi, Chaval'in eline bir çekiç tutuşturan Étienne. "Hadi bakalım! Sen de herkesle birlikte ant içmedin mi!"

Chaval titriyor, geri geri gidiyordu; itiş kakış arasında elindeki çekici yere düşürdü, arkadaşları hiç beklemeden demir çubuklarla, tuğlalarla, ellerine ne geçirirlerse onunla pompaya saldırdılar. Hatta bazıları üzerinde sopa kırıyorlardı. Somunlar yerinden fırlıyor, çelik ve bakır parçalar koparılan uzuvlar gibi sağa sola saçılıyordu. Sertçe indirilen bir kazma darbesi dökme demirden gövdeyi parçaladı, sular fışkırmaya başlayıp boşaldı; can çekişen bir insan hırıltısı gibi, son bir gurultu duyuldu.

Pompanın işi bitmişti, grevciler kendilerini dışarıda buldular; deli gibi, adeta birbirlerini çiğneyerek, Chaval'i yanından ayırmayan Étienne'in arkasında toplandılar.

"Haine ölüm! Onu kuyuya atalım! Kuyuya atalım!"

Beti benzi atan sefil adam kekeliyor, sabit fikre dönüşmüş aptalca bir inatla, ha bire yıkanmak istediğini söylüyordu.

"Demek bu kadar rahatsız oluyorsun," dedi Levaque Kadın. "Al sana banyo teknesi!"

İleride pompadan sızan suların oluşturduğu bir birikinti vardı. Üzeri kalın bir buz tabakasıyla kaplıydı, Chaval'i oraya doğru ittiler, buzu kırdıktan sonra, başını bu dondurucu suya daldırmaya zorladılar.

"Hadi, sok bakalım başını!" diye tekrarlıyordu Yanık Kadın. "Lanet olasıca! Sokmazsan biz sokarız, ona göre... Şimdi de su içeceksin, evet evet! Tıpkı suratını yalağa daldıran hayvanlar gibi!"

Chaval, emekler durumda suyu içmek zorunda kaldı. Hepsi acımasızca gülüyordu. Kadının biri kulaklarını çekti, bir diğeri yolun üzerinden aldığı bir avuç at pisliğini suratına fırlattı. Eski kazağı lime lime olmuş, üzerinden dökülüyordu. Chaval ürkmüş halde sağa sola çarpıyor, kaçmak için debelenip duruyordu.

Maheu onu suya itmişti, Maheude ise tartaklayanlar arasındaydı, ikisi de eski hınçlarını çıkarıyorlardı. Genellikle eski sevgilileriyle dost kalan Mouquette bile ona öfkeleniyordu, beş para etmezin biri olduğunu söylüyor, pantolonunu indirip hâlâ erkek olup olmadığını görelim diyordu.

Étienne onu susturdu.

"Bu kadarı yeter! Herkesin burnunu sokmasına gerek yok... İstersen bu işi aramızda halledelim."

Yumruklarını sıkıyor, gözleri bir katilinki gibi öfkeyle parlıyordu; sarhoşluğu bir öldürme ihtiyacına dönüşmekteydi.

"Hazır mısın? İkimizden birinin ölmesi gerek... Şuna bir bıçak verin, bende var."

Yorgunluktan tükenmiş olan Catherine dehşet içinde ona bakıyordu. Kendisiyle paylaştığı sırları hatırlıyordu, ayyaş ana babasının onu alıştırdıkları bu zehir üçüncü kadehle birlikte içinde öldürme isteğini canlandırıyordu. Birdenbire yerinden fırladı, küçük elleriyle delikanlıyı tokatlayarak, öfkeden boğulan bir sesle yüzüne haykırdı:

"Alçak! Alçak! Alçak!.. Bunca iğrençlik yetmedi mi? Ayakta duracak hali kalmamışken onu öldürmek istiyorsun!"

Ana babasına ve diğerlerine doğru döndü:

"Hepiniz alçaksınız!.. Beni de onunla birlikte öldürün öyleyse. Ona bir daha dokunursanız, parçalarım sizi. Pis alçaklar!"

Yediği dayakları, çektiği sıkıntıları unutarak erkeğinin önüne siper olmuş, onu savunuyordu; çünkü kendisiyle yattığı için ona ait olduğunu düşünüyor, sevgilisini bu şekilde aşağılamalarını kendisi için bir utanç kabul ediyordu.

Kızın attığı tokatlar yüzünden Étienne sapsarı kesilmişti. Az kalsın onu tepeleyecekti. Sonra ayılmaya başlayan biri gibi elini yüzünde gezdirip,derin sessizliğin ortasında Chaval'e şöyle dedi:

"Doğru söylüyor, bu kadarı yeter... Hadi, bas git!"

Chaval hemen tabanları yağladı, Catherine de arkasından koşmaya başladı. Şaşırıp kalan grevciler yolun dönemecinde gözden kaybolana kadar onları izlediler. İçlerinden sadece Maheude'ün mırıldandığı duyuldu:

"Hata ettiniz, onu salmamalıydık. Mutlaka bir kalleşlik yapar şimdi."

Ama işçiler yeniden yürüyüşe geçmişti. Saat beş olmak üzereydi, ufukta kor gibi kıpkızıl bir renge bürünmüş olan güneş uçsuz bucaksız ovayı yangın yerine çeviriyordu. Yanlarından geçen bir seyyar satıcı, süvarilerin Crèvecoeur tarafından inmekte olduğunu söyledi. Bunun üzerine geri çekildiler, ağızdan ağıza bir emir dolaştı:

"Montsou'ya! İdare binasına!.. Ekmek! Ekmek! Ekmek!"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top