III
III
Aradan on beş gün geçmişti; üçüncü haftanın pazartesi günü idareye gönderilen yoklama kâğıtlarından maden ocağına inen işçi sayısının daha da azaldığı anlaşılmıştı. O sabah madencilerin işbaşı yapacağı sanılıyordu, ama yönetim kurulunun talepleri inatla reddetmesi madencileri öfkelendirmişti. Çalışmayan ocaklar Voreux, Crèvecoeur, Mirou ve Madeleine'le sınırlı kalmıyor, Victoire ve Feutry-Cantel'de işçilerin ancak dörtte biri ocağa iniyordu, Saint-Thomas da bu durumdan etkilenmeye başlamıştı. Grev yavaş yavaş yayılıyordu.
Voreux'nün üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü. Kimsenin çalışmadığı boş ve terk edilmiş şantiyeler ölü bir fabrika duygusu uyandırıyordu. Aralık ayının kurşuni gökyüzünün altında, asma köprülerde unutulmuş üç dört kömür vagonu sessiz bir hüzne bürünmüştü. Aşağıda, çatmaların ayaklarının arasındaki kömür stokları eriyip gidiyor, geride çıplak ve kapkara bir toprak kalıyor; payanda direkleri ise sağanak yağmurun altında çürüyordu. Kanalın iskelesinde yarı dolu halde bekleyen mavna, bulanık suyun üzerinde uykuya dalmış gibi görünüyordu; çözülen kükürdün yağmura rağmen tüttüğü ıssız moloz tepeciğinin üzerinde bir yük arabası, kollarını hüzünle yukarı doğru dikmişti. Özellikle binalar uyuşup kalmış gibiydi, ayıklama hangarının kepenkleri kapalıydı, yükleme gürültüleri gözetleme kulesine gelmez olmuş, jeneratör odası soğumuştu, devasa bacadan büyüklüğüne hiç yakışmayan incecik dumanlar yükseliyordu. Kömür çıkartma makinesinin kazanları sadece sabahları yakılıyordu. Seyisler atları beslemek için ocağa iniyor, yeniden işçiye dönüşen çavuşlar giderilmediği zaman büyük zararlara yol açan arızalarla tek başlarına ilgileniyorlardı. Saat dokuzdan sonra ise işler el merdivenleriyle görülüyordu. Kapkara tozdan bir kefene bürünmüş bu ölü binaların üzerinde yaşam belirtisi olarak sadece tahliye pompasının derin ve uzun solukları duyuluyordu, bu soluk kesilirse ocak sular altında kalırdı.
Karşı tepedeki İki Yüz Kırklar mahallesi de ölü gibiydi. Lille valisi hemen olay yerine gelmiş, jandarmalar yolları tutmuş, ama grevcilerin sükûneti karşısında vali ve jandarmalar geri dönmeye karar vermişlerdi. Bu geniş ovadaki madenci mahallesi şimdiye kadar hiçbir zaman böylesine güzel bir örnek teşkil etmemişti. Erkekler meyhaneye gitmemek için bütün gün uyuyor, kahveyi daha ölçülü içen kadınlar, daha makul davranıp, gevezeliklere ve öfkeli tartışmalara girişmiyorlardı; çocuklar bile durumu anlamış gibi görünüyorlardı, öyle usluydular ki çıplak ayaklarla koşturuyor, birbirlerini sessizce tokatlıyorlardı. Ağızdan ağıza dolaşan, sürekli tekrarlanan kural şuydu: Herkes akıllı uslu davranmalıydı.
Yine de Maheulerin evi gelip gidenlerle dolup taşıyordu. Étienne sandık sekreteri sıfatıyla eldeki üç bin frangı en yoksul aileler arasında paylaştırmış; sonradan, sağdan soldan yardım parası olarak birkaç yüz frank gelmişti. Ama artık kaynaklar tükeniyor, grevi sürdürecek paraları kalmayan işçiler için açlık tehdit edici boyutlara ulaşıyordu. Kendilerine on beş günlük kredi açacağını söyleyen Maigrat bir hafta sonra yan çizerek veresiyeyi kesmişti. Genellikle işletmenin talimatlarına göre hareket ederdi, belki de işletme mahalleleri açlığa mahkûm ederek direnişi bir an önce kırmak istiyordu. Adam kaprisli bir zorba gibi davranıyor, ailelerin alışveriş için yolladığı kızların yüzlerine bakarak ekmek veriyor ya da vermiyordu. Özellikle, kin beslediği Maheude'ün suratına kapıyı kapıyor, Catherine'i elde edemediği için onu cezalandırmak istiyordu. Üstelik hava buz gibiydi, kömürlerinin tükenmekte olduğunu gören kadınlar, erkekler ocağa inmedikçe kömür dağıtılmayacağını düşünerek endişeleniyorlardı. Açlıktan ölmeleri yetmezmiş gibi, soğuktan da öleceklerdi bu gidişle.
Maheuler şimdiden sıfırı tüketmişti. Levaquelar, Bouteloup'dan aldıkları yirmi frank borçla idare ediyorlardı. Pierronlara gelince, onlarda her zaman para vardı, ama kendilerinden borç isteneceği endişesiyle, diğerleri gibi görünmek için Maigrat'ya veresiye yazdırıyorlardı, aslında Pierronne biraz eteğini kaldıracak olsa adam tüm dükkânı önüne sermeye hazırdı. Cumartesiden beri, birçok aile akşam yemeği yemeden yatağa girmeye başlamıştı. Ve sıkıntılı günlerin başlaması karşısında tek bir yakınma bile işitilmiyor, herkes sakin bir cesaretle alınan karara itaat ediyordu. Hepsinde mutlak bir güven duygusu, dindarca bir iman, inananlara özgü gözü kapalı bir teslimiyet vardı. Mademki onlara adalet çağı vaat edilmişti, evrensel mutluluğa kavuşmak için çile çekmeye hazırlardı. Açlık zihinlerini harekete geçiriyordu, sanrılara kapılan bu yoksul insanların kapalı ufuklarında şimdiye kadar asla bu denli geniş bir gedik açılmamıştı. Gözleri güçsüzlükten kararmaya başladığında, kardeşliğin hâkim olduğu, her şeyin paylaşıldığı, emeğin altın çağını yaşadığı, düşlerindeki o ideal ülkenin gerçekmiş gibi giderek yaklaştığını görüyorlardı. Sonunda oraya ulaşacaklarına olan inançlarını hiçbir şey sarsamıyordu. Yardım sandığındaki para tükenmişti, işletme geri adım atmayacaktı, her geçen gün durumun daha da kötüye gideceği belliydi, buna rağmen umutlarını kaybetmiyor, olup bitenlere küçümseyici bir gülümsemeyle yaklaşıyorlardı. Altlarındaki toprak göçse bile, bir mucize onları kurtaracaktı. Bu inanç ekmeğin yerini tutuyor, açlıklarını unutturuyordu. Maheuler ya da diğerleri sade suya çorbalarını çabucak mideye indirdiklerinde, yarı sersemlemiş şekilde, daha iyi bir yaşam uğruna kendilerini hayvanların ağzına atmaktan çekinmeyen kurbanlar gibi bu yaşamın hayaliyle yukarı çıkıyorlardı.
Artık Étienne'in önderliği tartışılmazdı. Akşam sohbetlerinde, okudukça derinleşen ve her konuda çözüm üretmesini sağlayan bilgileri sayesinde çok yerinde tespitlerde bulunuyordu. Gecelerini okumakla geçiriyor, giderek daha fazla mektup alıyordu. Belçika'da yayımlanan Vengeur adlı sosyalist bir gazeteye de abone olmuş, mahalleye giren bu ilk gazete sayesinde arkadaşları arasındaki saygınlığı iyice artmıştı. Giderek artan nüfuzu her geçen gün onu biraz daha fazla heyecanlandırıyordu. Bir sürü insanla yazışmak, bölgenin dört bir yanındaki emekçilerin gelecekleri üzerine tartışmak, Voreuxlü madencilere tavsiyelerde bulunmak, bilhassa da bir çekim merkezine dönüşmek, dünyanın kendi etrafında döndüğünü hissetmek, bu eski makinistin, eli yağa ve kapkara tozlara bulanmış bu kazmacının gururunu okşuyordu. Toplumsal anlamda bir basamak atlıyor, kendi kendine bile itiraf edemediği bir arzuyla o iğrenç burjuvazinin anlayışını ve refahını benimsemeye başlıyordu. Canını sıkan tek şey hâlâ yeterince donanımlı olmamasıydı, redingotlu bir beyefendiyle karşılaştığında çekingen davranıyor, utangaçlığa kapılıyordu. Kendisini eğitmek için harıl harıl okusa da, yöntem eksikliği yüzünden zihni karışıyor, okuduklarını tam olarak özümseyemiyor, kafası anlamadığı bir sürü bilgiyle doluyordu. Bu yüzden, kendisiyle hesaplaştığı bazı anlarda, görevinin hakkını veremediği, aslında ümit bağlanması gereken kişinin kendisi olmadığı endişesine kapılıyordu. Belki de bir avukata, arkadaşlarını tehlikeye atmadan konuşup hareket edebilecek bir bilim insanına ihtiyaç vardı. Ama çok geçmeden bir isyan duygusuyla kendine geliyordu. Yo, hayır, avukat olmazdı! Avukatların hepsi alçaktı, bilgilerini halkın sırtından geçinmek için kullanıyorlardı. Ne olursa olacaktı, madenciler kendi sorunlarını kendileri çözmeliydiler. Étienne yeniden, sevilen bir önder olma düşlerine kaptırıyordu kendini: Montsou ayağının dibinde, Paris ise uzaklarda, sisler arasındaydı; kim bilir günün birinde milletvekili de olabilirdi, görkemli bir salonun kürsüsünde görüyordu kendisini, parlamentoda yer alan ilk işçi olarak, yaptığı ilk konuşmada burjuvalara yıldırımlar yağdırıyordu.
Birkaç günden beri, Étienne'in kafası çok karışıktı. Mektup üzerine mektup yazan Pluchart, grevcileri gayrete getirmek üzere Montsou'ya gelmeyi teklif ediyordu. Makinistin başkanlık edeceği özel bir toplantı düzenlenecekti; bu tasarının altında grevden yararlanılarak şimdiye kadar Enternasyonal'e kuşkuyla bakan işçileri örgütleme düşüncesi yatıyordu. Étienne gürültü patırtı çıkmasından ürkse de, Rasseneur şiddetle karşı çıkmasa Pluchart'ı davet edecekti. Genç adam onca nüfuzuna rağmen, bu davaya kendisinden önce baş koymuş ve müşterileri arasında sadık grevciler bulunan meyhaneciyi ciddiye almak zorunda kalmıştı. Bu yüzden, ne yanıt vereceğini bilemeden hâlâ tereddüt ediyordu.
Pazartesi günü saat dörde doğru, alt kattaki salonda Maheude'le yalnız olan Étienne, Lille'den bir mektup daha aldı. İşsizlikten canı sıkılan Maheu balığa çıkmıştı: Şansı yaver gider de kanal ağzında iri bir balık tutabilirse, satar ve parasıyla ekmek alırdı. İhtiyar Bonnemort ve küçük Jeanlin artık kullanabildikleri bacaklarını açmak için evden çıkmışlar; çocuklar da, moloz tepeciğinde kömür parçaları toplayarak saatler geçiren Alzire'le birlikte gitmişlerdi. Üzerine kömür atmayı göze alamadıkları cılız ateşin başında oturan Maheude, gömleğinin önünü açmış, karnına kadar sarkan memesini sutyeninden çıkarmış, Estelle'i emziriyordu.
Mektubu okuyup katlayan genç adama sordu:
"Haberler iyi mi? Bize para gönderecekler mi?"
Étienne başını hayır anlamında sallayınca, sözüne devam etti:
"Bu haftayı nasıl çıkaracağımızı bilemiyorum... Yine de dayanacağız. İnsan bir davada haklı olduğuna inandığında, daha yürekli ve daha güçlü oluyor, öyle değil mi?"
Artık, aşırılığa kaçmadan grevi destekliyordu. İşletmeyi işi bırakmadan yola getirebilselerdi daha iyi olurdu. Ama greve gidildiğine göre, haklarını almadan işbaşı yapmamalıydılar. Bu konuda sarsılmaz bir kararlılık gösteriyordu. Haklıyken haksız duruma düşmektense ölmeyi tercih ederdi!
"Ah!" diye haykırdı Étienne, "Bir kolera salgını baş gösterseydi de bizi işletmenin o kan emicilerinden kurtarsaydı!"
"Hayır hayır," diye karşılık verdi Maheude, "kimseye beddua etmemek lazım. Çözüm bu değil, onların yerini başkaları alır... Ben sadece akıllarını başlarına toplamalarını istiyorum, bundan da umutluyum, çünkü dürüst insanlar tükenmedi daha... Bildiğiniz gibi şu sizin siyasetiniz benim hiç hoşuma gitmiyor."
Gerçekten de, Étienne'in şiddet içeren sözlerini tasvip etmiyor, onu kavgacı buluyordu. Emeğin karşılığını almaya çalışmak doğruydu, ama başka şeylerle, burjuvalar ve hükümetle uğraşmaya ne gerek vardı? Başkalarının işlerine burnunu sokup başına bela almanın âlemi var mıydı? Yine de içip sarhoş olmayan ve kırk beş franklık kirasını düzenli ödeyen bu delikanlıya saygı duyuyordu. Bir erkeğin ahlakı düzgünse bazı kusurları hoş görülebilirdi.
Bunun üzerine Étienne, herkesin yiyecek ekmek bulacağı Cumhuriyet'ten söz etti. Ama Maheude başını olumsuz anlamda iki yana salladı, o rezil 48 yılını hatırlıyordu, evliliklerinin ilk zamanlarında kocası ve kendisi dımdızlak ortada kalmışlardı. Kederli bir ses ve dalgın gözlerle çektikleri sıkıntıları anlatıp dururken, açıkta duran memesini ağzından bırakmamış olan kızı Estelle kucağında uyuyordu. Étienne de dalıp gitmişti, kadının perişan ve sapsarı yüzüyle tezat oluşturan gevşemiş ve bembeyaz o iri memeye bakıyordu.
"Tek kuruşumuz, ağzımıza koyacak bir lokma ekmeğimiz bile yoktu, bütün ocaklarda iş durmuştu," diye mırıldandı. "Kısacası, tıpkı bugünkü gibi, olan yoksullara oldu!"
Ama o sırada kapı açıldı, Catherine'in içeri girdiğini görerek afalladılar. Chaval'le kaçtığı günden beri mahalleye hiç uğramamıştı. Öyle ürkmüş görünüyordu ki kapıyı kapatmayı bile akıl edemedi, hiç konuşmadan, tir tir titriyordu. Annesini yalnız bulacağını ummuş, ama genç adamı görünce yolda hazırladığı sözleri unutmuştu.
"Buraya ne halt etmeye geldin?" diye bağırdı Maheude iskemlesinden kalkmadan. "Seni bu evde görmek istemiyorum, defol git!"
Bunun üzerine, Catherine söyleyeceklerini hatırlamaya çalıştı.
"Anne, kahve ve şeker getirdim... Çocuklar için... Onları düşünerek fazla mesai yaptım..."
Ceplerinden yarım kilo kahve ve yarım kilo şeker çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Kendisi Jean-Bart'da çalışırken Voreux'deki grev onu üzüyor, ailesine biraz destek olabilmek için başka yol bulamayıp, çocukları bahane ediyordu. Ama bu iyi niyeti annesinin öfkesini yatıştıramamıştı.
"Şeker getireceğine evinde kalıp ekmek parası kazansaydın."
Bir aydan beri arkasından söylediği ne varsa kızının yüzüne vurarak rahatladı. Sıkıntı içinde yaşayan bir ailesi varken, on altı yaşında bir kız herifin tekine kaçıp onunla yaşamaya mı başlardı! Bunu yapmak için evlatların en hayırsızı olmak gerekirdi. Bazı hatalar affedilebilirdi, ama bir anne böyle bir alçaklığı asla unutmazdı. Üstelik kimse onu eve hapsetmemişti! Alabildiğine özgürdü, sadece yatmak için eve gelmesi yeterliydi.
"Söylesene, bu yaşta derdin neydi?"
Masanın yanında kımıldamadan duran Catherine, başını öne eğmiş, annesini dinliyordu. Ergenliği gecikmiş zayıf genç kız bedeni tir tir titriyor, kopuk kopuk cümlelerle annesine cevap vermeye çalışıyordu.
"Sanki benim kararımdı, sanki güle oynaya gittim!.. Beni o zorladı. O istedi mi ben de istemek zorundayım, öyle değil mi? Çünkü benden daha güçlü... Olayların nasıl gelişeceğini bilmek mümkün mü? Neyse olan oldu, artık geri dönüşü yok, çünkü ha o olmuş ha bir başkası. Benimle evlenmesi gerek."
Erkeklere erken yaşta itaat etmeye alışmış kızların boyun eğişiyle, hiç isyan etmeden kendini savunuyordu. Hep böyle olmuyor muydu? Moloz tepeciğinin arkasında tecavüze uğramak, on altı yaşında çocuk doğurmak, sevgilisi kendisiyle evlenirse yoksulluk içinde bir aile yaşamı sürdürmek dışında bir şey düşlememişti. Utançtan yüzünün kızarmasının, titremesinin nedeni, varlığıyla kendini huzursuz eden genç adamın önünde fahişe durumuna düşmesiydi.
Bu arada, Étienne, daha rahat konuşmaları için ayağa kalkıp, sönmekte olan ateşi canlandırma bahanesiyle ocağın yanına gitmişti. Ama bir an için göz göze geldiler; genç adam, yüzü solgun ve yorgun görünse de, duru gözleri, esmerleşmiş yüzüyle onu hâlâ güzel buluyordu, garip bir duyguya kapıldı, ona karşı olan kızgınlığı geçivermişti, kendisine tercih ettiği bu erkekle mutlu olmasından başka bir isteği yoktu. Onunla ilgilenmek ihtiyacı duyuyor, Montsou'ya gidip sevgilisini Catherine'e daha saygılı davranması konusunda uyarmak istiyordu. Ama Catherine her zamanki gibi şefkatle bakan bu gözlerde sadece bir acıma duygusu gördü, kendisini bu şekilde süzdüğüne göre küçümsüyor olmalıydı. O an, yüreği öylesine daraldı ki boğulacak gibi oldu, kendisini bağışlatmak için başka söz bulamadı.
"İşte böyle, sussan daha iyi edersin," dedi öfkesi dinmeyen Maheude. "Kalmak için geldinse girebilirsin, aksi takdirde bir an önce çek git, dua et ki kucağımda bebek var, yoksa şimdiye kadar kıçına tekmeyi yerdin."
Sanki bu tehdit gerçekleşmiş gibi Catherine kıçına ani bir tekme yiyip, acıdan neye uğradığını şaşırdı. Chaval açık duran kapıdan içeri dalıvermiş, vahşi bir hayvan gibi kıza tekmeyi basmıştı. Bir süreden beri Catherine'i dışarıdan gözlüyordu.
"Orospu!" diye haykırdı, "seni takip ettim, kendini düzdürmek için buraya geleceğini biliyordum! Onun parasını da sen ödüyorsun ha? Benim paramla ona kahve getiriyorsun!"
Afallayan Maheude ve Étienne kıpırdamadan duruyorlardı. Chaval, öfke içinde, Catherine'i kapıya doğru sürükledi.
"Lanet olası, çık dışarı!"
Kız bir köşeye sığınınca, bu sefer annesine hakaret etmeye başladı.
"Fahişe kızın yukarda bacaklarını havaya kaldırmış yatarken eve bekçilik etmek de güzel iş!"
Sonunda Catherine'i bileğinden kavrayıp, tartaklayarak dışarı sürükledi. Kapıda arkasına dönüp, iskemlesine çakılıp kalmış Maheude'e bir kez daha baktı. Kadıncağız memesini gömleğinin içine sokmayı unutmuştu. Yüzünü yün eteğe gömmüş olan Estelle uyumaktaydı, Maheude'ün güçlü bir ineğinkini andıran çıplak ve iri memesi aşağıya sarkıyordu.
"Kızı olmayınca anası kendini düzdürüyor," diye haykırdı Chaval. "Haydi, göster ona her yanını! Nasıl olsa senin o rezil kiracın müşkülpesent biri değil!"
Étienne o anda arkadaşına bir yumruk indirmek istedi. Mahalleyi ayağa kaldırma korkusuyla Catherine'i onun elinden çekip alamadı. Ama kabaran öfkesini bastıramıyor, gözlerini kan bürüyen iki erkek karşı karşıya duruyorlardı. Eski bir kin, uzun zamandır bastırılmış bir kıskançlık açığa çıkıyordu. Artık biri diğerinin hakkından gelmeliydi.
"Sözlerine dikkat et!" dedi Étienne dişlerini sıkarak. "Yoksa canına okurum."
"Denesene!" diye karşılık verdi Chaval.
Birkaç saniye bakıştılar, birbirlerine öyle yakın duruyorlardı ki yakıcı soluklarını yüzlerinde hissediyorlardı. Catherine, yalvararak sevgilisinin eline yapıştı ve onu sürüklemeye başladı. Arkasına bakmadan koşuyor, sevgilisini mahalleden uzaklaştırmaya çalışıyordu.
"Tam bir hayvan!" diye homurdandı Étienne kapıyı sertçe kaparken. Öfkeden yerinde duramaz haldeydi, sakinleşmek için oturmak zorunda kaldı.
Karşısında oturan Maheude yerinden kıpırdamamıştı. Elini lanet olsun dercesine salladıktan sonra birbirlerine söyleyemedikleri can sıkıcı şeyleri düşünerek sessizliklerini korudular. Étienne kendini ne kadar zorlasa da, gözlerini artık kendisini rahatsız etmeye başlayan o bembeyaz, sarkık et yığınından alamıyordu. Kadın kırk yaşındaydı, bedeni fazla doğum yapan her dişi gibi yıpranmıştı, ama etli butlu vücudu, eskiden bir hayli güzel olan uzun ve geniş yüzüyle hâlâ birçok erkeği cezbediyordu. Memesini iki eliyle kavrayıp sakin sakin içeri soktu. Girmemekte ısrar eden pembe ucunu parmağıyla iterek elbisesinin düğmelerini ilikledi, memesi şimdi eski siyah yeleğinin içinde pörsükçe yayılmıştı.
"Domuzun teki," dedi sonunda Maheude. "Böylesine iğrenç şeyleri düşünebilmek için ancak pis bir domuz olmak gerekir... Umurumda değil! Ona cevap vermeye bile değmez."
Sonra bakışlarını genç adamdan ayırmadan samimi bir ses tonuyla devam etti:
"Benim de hatalarım oluyor elbet, ama söylediklerinin benimle hiç ilgisi yok... Hayatım boyunca yalnız iki erkeğin eli elime değdi, on beş yaşındayken vagon sürücü bir çocukla birlikte olmuştum, sonra da Maheu'yle. O da ilki gibi beni terk etseydi halim nice olurdu bilemiyorum. Evlendiğimiz günden beri kocama sadık kaldım diye övünecek değilim, çünkü insan bir halt etmemişse genellikle fırsat bulamadığı içindir... Ama ben bunu açıkça söyleyebiliyorum, bazı komşularım bu kadarını da söyleyemez, öyle değil mi?"
"Çok doğru," dedi ayağa kalkan Étienne.
Ve o dışarı çıkarken, uyuyan Estelle'i iki iskemlenin üzerine yerleştiren Maheude ateşi canlandırmaya çalışıyordu. Baba bir balık yakalayıp satarsa çorba pişirebilirdi.
Dışarıda hava şimdiden kararmıştı, buz gibi bir gece onları bekliyordu; içini bir hüzün kaplayan Étienne başı önde yürüyordu. Artık ne Chaval'e öfke duyuyor, ne de hırpalanan genç kıza acıyordu. Zihninden silinmeye başlayan o kavga sahnesi onu insanların çektikleri çileyi, yoksulluğun iğrençliğini düşünmeye yönlendiriyordu yeniden. Açlık çeken mahalle, akşam yemek yiyemeyecek olan kadınlar ve çocuklar, boş midelerle mücadele eden tüm bu halk gözlerinin önüne geliyordu. Ara sıra kapıldığı şüphe alacakaranlığın ürkütücü hüznünde yeniden canlanıyor, hiç olmadığı kadar şiddetli bir huzursuzluğa sürüklüyordu onu. Ne korkunç bir sorumluluk üstlenmişti! Artık ne paraları ne de veresiye alma imkânları kalan bu insanları hâlâ direnmeye ikna edebilecek miydi? Hiçbir destek gelmezse, açlık cesaretleri kırarsa bu işin sonu nereye varacaktı? Aniden, yaşanacak felaketi görür gibi oldu: Çocuklar ölüyor, anneler hıçkırıklara boğuluyor, beti benzi solmuş ve kadidi çıkmış erkekler yeniden ocaklara iniyorlardı. Étienne yürümeye devam ediyor, ayağı taşlara takılıyor, işletmenin üstün geleceğini, kendisininse arkadaşlarının mahvına sebep olacağını düşündükçe içi katlanılmaz bir endişeyle doluyordu.
Başını kaldırdığında Voreux'nün önüne geldiğini gördü. Siyah bir kütle oluşturan binalar, giderek kararan gecede daha da hantal görünüyorlardı. Hareketsiz koca gölgelerle dolu ıssız kömür yükleme hangarı terk edilmiş bir kaleyi andırıyordu. Kömür çıkarma makinesi çalışmadığında madende hayat bitiyordu. Gecenin bu saatinde canlı hiçbir şey kalmıyordu, ne bir fener yanıyor, ne bir ses işitiliyordu; tüm maden ocağının içine gömüldüğü bu yok oluşta, tahliye pompası bile, nereden geldiği belli olmayan uzak bir hırıltıdan ibaretti.
Étienne etrafına bakınıyor, kan beynine sıçrıyordu. İşçiler açlıktan inlerken işletme milyonlarının ucundan yiyordu. Emeğin sermayeye karşı verdiği bu mücadelede güçlü taraf neden işletme olsundu ki? Her halükârda zafer ona pahalıya patlayacaktı. Ardından cesetlerini sayacaklardı. Étienne yeniden savaşma hırsına kapılmıştı, ölüm pahasına da olsa sefaletin hakkından gelmek için vahşi bir arzu duyuyordu. Açlık ve adaletsizlik yüzünden her gün azar azar öleceklerine mahallece toptan ölüme gitmeleri daha iyiydi. Okuyup da iyice özümleyemediği kitaplarda yazanlar aklına geliyor, düşmanı durdurmak için şehirlerini ateşe veren halkların, çocuklarını kölelikten kurtarmak uğruna kafalarını taşa vura vura öldüren annelerin, zorbaların ekmeğini yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanların hikâyelerini hatırlıyordu. Giderek coşuyor, o kapkara hüznün içinden kıpkızıl bir neşe fışkırıyordu; kuşkuları kaybolmuştu, bir saatlik ödlekliğinden dolayı kendinden utanıyordu. Yeniden uyanan inancı sayesinde kavuştuğu gururu onu daha yukarılara taşıyor, önder olmanın, kendisine sonuna kadar itaat edilmesinin, giderek artan gücünün, zafer gecesinin sevincini yaşıyordu. Daha şimdiden, sade bir yücelik sahnesi canlanıyordu gözünde; efendi olduğunda iktidarı reddedeceğini, yönetim yetkisini halka bırakacağını hayal ediyordu.
Ama birden, Maheu'nün sesiyle irkilerek gerçeğe döndü; Maheu şansının yaver gittiğini, koca bir alabalık yakalayıp üç franga sattığını anlatıyordu. Akşama çorba içebileceklerdi. Bunun üzerine Étienne, arkadan geleceğini söyleyip arkadaşını eve yolladı; Avantage'a gidip bir masaya oturdu, içerdeki müşterinin çıkmasını bekledikten sonra, Rasseneur'e, hemen gelmesi için Pluchart'a mektup yazacağını söyledi. Kararını vermişti, gizli bir toplantı düzenlemek istiyordu, çünkü Montsou kömür işçileri toplu halde Enternasyonal'e katılırlarsa zaferin kesin olacağına inanıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top