III
III
İki Yüz Kırklar madenci mahallesinin kilisesinde saat on biri vuruyordu; Peder Joire'ın pazar ayinlerini yönettiği tuğladan, küçük bir kiliseydi bu. Yine tuğladan yapılmış yan taraftaki okuldan, dışarının soğuğu içeri girmesin diye kapatılmış pencerelere rağmen, ezberlerini tutuk tutuk okuyan çocukların sesleri geliyordu. Tek tip evlerden oluşan dört büyük adanın arasında, yan yana küçük bahçelere bölünmüş geniş yollar bomboştu. Kış mevsiminde harap olan bu bahçeler, son sebzelerin öbekler oluşturarak lekelediği marnlı topraklarıyla hüzünlü bir görüntü sergiliyorlardı. Çorbalar pişiyor, bacalar tütüyor, uzaktaki evlerden birinde bir kadın beliriyor, bir kapıyı açıp gözden kayboluyordu. Yağmur yağmasa da, hava aşırı nemli olduğundan, kaldırımın bir ucundan diğerine kadar sıralanmış oluklardan aşağıdaki fıçılara su damlıyordu. Ve düzlüğün ortasına bir çırpıda inşa edilmiş, bir yas şeridine benzeyen kapkara yollarla çevrelenmiş bu kasabada insanın içini açan tek şey, hiç durmadan sağanaklarla yıkanan ve düzenli bir şekilde sıralanan kırmızı kiremitlerdi.
Maheude mahalleye döndüğünde, elinde hâlâ mahsulü kalmış olan bir gözetmen karısından patates almak üzere bir yola saptı. Bu dümdüz ovadaki yegâne ağaçlar olan cılız kavak ağaçlarının oluşturduğu perdenin ardında, diğerlerinden ayrı duran bir bina topluluğu vardı; bahçelerle çevrili dörder evden oluşan bloklardı bunlar. İşletme bu yeni evleri maden çavuşlarına tahsis ettiği için, işçiler buraya İpek Çorap Mahallesi adını takmışlardı; kendi mahallelerine ise yoksulluklarını alaya alırcasına, Borçlarını Öde Mahallesi diyorlardı.
"Of! Sonunda gelebildik," dedi eli kolu paketlerle dolu olan Maheude, bacaklarında hal kalmamış, çamur içindeki Lénore ve Henri'yi eve sokarken.
Ateşin önünde, Alzire'in kucağındaki Estelle ciyak ciyak ağlıyordu. Şekeri kalmayınca bebeği nasıl susturacağını bilemeyen küçük kız, ona meme verir gibi yapmaya kalkmıştı. Bu numara çoğunlukla işe yarardı. Ama bu sefer, sekiz yaşındaki sakat kızın, elbisesini aralayıp, dümdüz göğsünü bebeğin ağzına dayaması boşunaydı, bebek memeyi dişleyip de ağzına bir şey gelmeyince öfkeleniyordu.
"Bana ver," diye haykırdı ellerindeki paketleri bir kenara bırakan anne. "Yoksa iki çift laf etmemize bile izin vermez."
Tulum gibi şişmiş ağır memesini gömleğinden çıkarıp yaygaracı kızın ağzına dayadığında bebek aniden sustu. Nihayet konuşabildiler. Zaten her şey yolundaydı, küçük ev hanımı ateşi canlı tutmuş, odayı süpürüp toplamıştı. Sessizliğin ortasında, yukarıdan, büyükbabanın bir an bile kesilmemiş olan tekdüze horultusu geliyordu.
"Ne çok şey almışsın!" diye mırıldandı, gülümseyerek erzaklara bakan Alzire. "Anne, istersen çorbayı ben yapayım."
Masanın üstü doluydu: Bir giysi paketi, iki ekmek, patates, tereyağı, kahve, hindiba ve iki yüz elli gram domuz köftesi vardı.
"Ah! Çorba tabii," dedi Maheude yorgun bir tavırla. Kuzukulağı ve pırasa toplamak gerek... Yok, çorbayı sonra erkekler için yaparım... Patatesleri haşla, biraz tereyağıyla yeriz... Kahve de pişir, tamam mı? Sakın unutma!"
Ama aniden aklına çörek geldi. Şimdiden kendilerine gelmiş, neşeyle itişip kakışan Lénore ve Henri'nin boş ellerine baktı. Bu açgözlüler yolda hiç çaktırmadan çöreği yiyip bitirmişler miydi? Çocuklara tokatlar indirirken, tencereyi ateşe koyan Alzire onu yatıştırmaya çalışıyordu.
"Bırak onları, anne. Bana ayırdıysan bilirsin ki, çöreğe pek düşkün değilimdir. Bunca yolu yayan gittikten sonra acıkmış olmalılar."
Saat on ikiyi vurdu, okuldan çıkan yumurcakların ayak sesleri duyuldu. Patatesler haşlanmıştı, bolca hindiba ekleyerek yoğunlaştırılan kahve ahenkli sesler çıkaran iri damlalar halinde filtreden süzülüyordu. Masanın bir köşesini boşalttılar; ama masada anne tek başına yedi, çocuklar dizlerinin üzerinde yerde yediler; açgözlü küçük oğlan, durmadan kafasını çevirip, yağlı kâğıdı ağzını sulandıran domuz köftesine bakıyordu.
Maheude küçük yudumlarla kahvesini içmekteydi, ısıtmak istediği elleriyle bardağı kavramıştı, tam o sırada Bonnemort Baba aşağı indi. Genellikle daha geç kalkardı, yemeği ateşin üzerinde hazır beklerdi. Ama o gün çorbasını göremeyince homurdanmaya başladı. Sonra, gelininin, her zaman her istenenin yapılamayacağını söylemesi üzerine, sessizce patatesini yedi. Ara sıra ayağa kalkıyor, ortalık kirlenmesin diye küllerin üzerine tükürüyor, ardından tekrar iskemlesine çökerek, başı önde, gözlerinin feri sönmüş halde lokmasını ağzında evirip çeviriyordu.
"Ah! Söylemeyi unuttum, anne," dedi Alzire, "komşu kadın geldi..."
Annesi onun lafını kesti.
"Canımı sıkmaya başladı!"
Bu sözler, dün kendisine borç vermemek için zor durumda olduğunu söyleyen Levaque Kadın'a öfkesinin bir ifadesiydi; oysa o sırada kadının parasının olduğunu biliyordu, kiracısı Bouteloup on beş günlük kirayı ödemişti çünkü. Madenci mahallesinde kimse kimseye borç vermezdi.
"Ha! Aklıma getirdin," dedi Maheude, "bir değirmenlik kahve sar... Pierronne'a götüreceğim, geçen gün ödünç almıştım."
Kızı paketi hazırladığında, hemen geri dönüp erkeklere çorba yapacağını ekledi. Sonra, patateslerini ağır ağır çiğneyen yaşlı Bonnemort'u ve yere düşmüş kabukları yemek için kapışan Lénore ve Henri'yi öylece bırakarak, kucağında Estelle'le dışarı çıktı.
Maheude, Levaque Kadın'la karşılaşmak korkusuyla, evlerin etrafından dolaşmak yerine, dosdoğru bahçelerin arasına daldı. Kendi bahçesi Pierronlarınkine bitişikti ve aradaki yıkık dökük çitte bir delik açılmıştı, bu delikten geçerek birbirlerine gidip gelebiliyorlardı. Dört evin ortaklaşa kullandığı kuyu da oradaydı. Kuyunun yanında, birkaç cılız leylak ağacının arkasında, eski alet edevatla dolu alçak bir arabalık vardı; bayram günleri yiyecekleri tavşanları birer ikişer burada beslerlerdi. Saat biri vurdu, kahve saatiydi; hatırlatırcasına biri çaldı. Kapılarda ve pencerelerde kimse görünmüyordu. Yalnızca işbaşı saatini bekleyen tesviyeci bir işçi, başını kaldırmadan sebze tarhını belliyordu. Maheude karşıya geçip, diğer bloktaki evlerin oraya vardığında, kilisenin önünde bir beyle iki hanımın durduğunu görerek şaşırdı. Bir an durup baktığında onları tanıdı: Madam Hennebeau, misafirleri olan madalyalı beyefendiyle kürk mantolu hanıma madenci mahallesini gezdiriyordu.
"Ah! Neden zahmet ettin" diye haykırdı Pierronne, Maheude kahvesini geri verince.
Yirmi sekiz yaşında olan Pierronne esmer teni, dar alnı, iri gözleri, küçücük ağzıyla mahallenin en güzel kadını olarak görülüyordu; işveli biri olmasının yanı sıra dişi bir kedi gibi temizdi, çocuğu olmadığı için memeleri diri kalmıştı. Madende ölen bir kazmacının dul eşi olan annesi Yanık asla bir madenciyle evlendirmeyeceğine dair yemin ettiği kızını bir fabrikada işe sokmuş, ama onun dul, üstelik sekiz yaşında bir kızı olan Pierron'la evlenmesini içine hiç sindirememişti. Bu arada, kadının âşıklarına, kocanın aşırı hoşgörüsüne dair sürüp giden dedikodulara rağmen, karıkoca çok mutlu bir yaşam sürdürüyordu. Hiç borçları yoktu, eve haftada iki kez et giriyordu, her yer o kadar temizdi ki tencereler bile ayna gibi parlıyordu. Üstüne üstlük, onu himaye eden bazı kişiler sayesinde, işletme Pierronne'a şeker ve bisküvi satma izni vermişti; kadın, şeker ve bisküvü kavanozlarını, pencerenin önüne yerleştirdiği iki rafta sergilemekteydi. Bu işten günde altı yedi metelik kazanıyor bazı pazar günleri ise eline on iki metelik geçtiği oluyordu. Bu mutluluğu yalnızca, ölen kocasının intikamını patronlardan almak isteyen Yanık'ın eski devrimcilere özgü bir öfkeyle bağırıp çağırması ve ailenin günah keçisi olan küçük Lydie'nin zırt pırt yediği tokatlar bozuyordu.
"Şimdiden nasıl da büyümüş!" dedi Estelle'e gülücükler gönderen Pierronne.
"Ah! Nasıl uğraştırdığını hiç sorma!" dedi Maheude. "Çocuğun olmadığı için kendini mutlu saymalısın. En azından evini temiz tutabiliyorsun."
Kendi evinin düzenli olmasına ve her cumartesi temizlik yapmasına rağmen, bu tertemiz odaya kıskanç bir ev kadını gözüyle bakıyordu; oda aynı zamanda şıktı da, bir ayna, çerçeveli üç gravür ve büfenin üzerinde yaldızlı vazolar vardı.
Ev ahalisi madende olduğundan, Pierronne kahvesini tek başına içiyordu.
"Benimle bir fincan kahve içer misin?" diye sordu.
"Teşekkürler, içip geldim."
"Olsun, bir tane daha içersin."
Gerçekten de bir kahve daha içebilirdi. İkisi kahvelerini ağır ağır yudumlamaya başladılar. Bakışları, bisküvi ve şeker kavanozları arasından karşıdaki evlerin pencerelerinde asılı duran ve beyazlık dereceleri ev hanımlarının titizliğini gösteren perdelere takılmıştı. Levaqueların leş gibi görünen perdeleri, tencere diplerini ovalamaya yarayan bulaşık bezlerini andırıyordu.
"Bu pislik içinde nasıl yaşıyorlar, anlamıyorum!" diye mırıldandı Pierronne.
Bu sözler üzerine Maheude'ün açılan çenesi durmak bilmedi. Onun da şu Bouteloup gibi bir kiracısı olsaydı, evini nasıl da çekip çevirirdi! İşini bilen biri için evine kiracı almak çok kârlı bir işti. Ama kiracıyla yatağa girmemek gerekiyordu. Hem kocası içip içip karısını dövüyor, Montsou kahvehanelerindeki şarkıcı kızların peşinde koşuyordu.
Pierronne'un yüzünde derin bir tiksinti ifadesi belirdi. Bu şarkıcı kızlardan her türlü hastalık geçerdi. Hele Joiselle'de bir tanesi vardı ki tüm bir maden ocağına hastalık bulaştırmıştı.
"Beni asıl şaşırtan, oğlunun onların kızıyla birlikte olmasına göz yumman."
"Ah! Evet, engel ol da göreyim!.. Bahçelerimiz bitişik. Yaz boyunca Zacharie ve Philomène leylakların arkasında hep birlikteydiler, hiç sıkılmaları yoktu, kuyudan su çekmeye her gidişimde onları iş üstünde yakalardım.."
Madenci mahallesindeki iç içe yaşamda alışıldık hikâyelerdi bunlar; genç kızlar ve delikanlılar hava kararır kararmaz, kendi tabirleriyle, kapağı alçak ve eğimli arabalık damına atıp oynaşmaya başlıyorlardı. Réquillart'a ya da buğday tarlalarına gitme zahmetine girmek istemeyen vagon sürücü kızların hepsi ilk çocuklarına burada hamile kalıyorlardı. Bu durum fazla sorun yaratmıyor, gençler bir süre sonra evleniyordu, ama oğlanlar bu işe erken başlarsa anneler kızıyordu, çünkü evlenen genç artık eve para getirmez oluyordu.
"Yerinde olsam, bu ilişkiyi bitirirdim," dedi Pierronne sağduyuyla. "Senin Zacharie kızı şimdiden iki kere hamile bıraktı ve bir süre sonra daha da ileri gidip nikâhsız yayşamaya başlayacaklar... Her halükârda sen parayı unut."
Maheude öfkeyle ellerini uzattı.
"Beni dinle, birlikte yaşamaya kalkarlarsa, onları asla affetmem... Zacharie'nin bize hiç saygısı yok mu? Onu büyütmek için nelere katlandık! Bir kadının sorumluluğunu üstlenmeden önce bize borcunu ödemesi gerek... Çocuklarımız paralarını hemen başkalarına yedirmeye başlarsa bizim halimiz ne olur? Ölelim daha iyi!"
Giderek sakinleşti.
"Neyse, ben ortaya konuşuyorum, zamanla ne olacağını göreceğiz... Kahven çok güzel olmuş, elinin ayarını biliyorsun."
On beş dakika daha, başka konulardan konuştuktan sonra, erkeklerin çorbasını henüz pişirmediğini söyleyerek fırladı. Dışarıda çocuklar okula dönüyorlardı; kapılarda beliren birkaç kadın, kaldırım boyunca yürüyerek el kol işaretleriyle konuklarına mahalle hakkında bilgi veren Madam Hennebeau'ya bakıyorlardı. Bu ziyaret mahallede merak uyandırmaya başlamıştı. Tesviyeci bir an için toprağı bellemeye ara verdi, ürken iki tavuk bahçelere doğru kaçıştı.
Maheude geri dönerken, işletmenin doktoru Vanderhaghen'i geçerken yakalamak için dışarı çıkmış olan Levaque Kadın'la karşılaştı. Doktor, ufak tefek, iki ayağı bir pabuçta, işten başını alamayan bir adamdı, hastalarını telaş içinde muayene ediyordu.
"Mösyö," diyordu Levaque Kadın, "uykusuzluk çekiyorum, her yanım ağrıyor... Bunları size anlatmam gerek."
Herkesle senli benli konuşan doktor yürümeye devam ederken yanıt verdi:
"Beni rahat bırak! Fazla kahve içiyorsundur."
"Benim kocamı da muayene etmelisiniz beyefendi... Sürekli bacakları ağrıyor" dedi bu kez de Maheude.
"Beni rahat bırak, onu fazla yoruyor olmalısın!"
Oldukları yerde kalakalan iki kadın hızla uzaklaşan doktora arkadan bakmakla yetindiler.
"Gel içeri," dedi, komşusu gibi umutsuzca omuz silken Levaque Kadın. "Yeni haberler var... Hem bir kahve içersin, şimdi yaptım."
Maheude bir süre dirense de, sonunda kabullenmek zorunda kaldı. Hatır için bir kahve içecekti artık. İçeri girdi.
Salon pislik içindeydi, döşeme ve duvarlar yağ lekeleriyle kaplıydı, büfe ve masa kirden yapış yapıştı; bakımsız evlere özgü ağır bir koku insanın genzini yakıyordu. Otuz beş yaşına rağmen oldukça genç gösteren Bouteloup, ateşin yanındaki masaya dirseklerini dayamış, burnunu tabağına gömmüş bir halde, iriyarı bir çocuğun dingin edasıyla haşlamasını yiyordu. Yanı başında ayakta duran Philomène'in üç yaşına basan ilk çocuğu Achille ona obur bir hayvanın sessizliğiyle yalvarırcasına bakıyordu. Gür siyah sakalıyla oldukça şefkatli görünen kiracı ara sıra çocuğun ağzına bir et parçası sokuşturuyordu.
"Önce şekeri atayım," dedi cezveye ham şeker koyan Levaque Kadın.
Kiracısından altı yaş büyük olan Levaque çirkin, yıpranmış bir kadındı, memeleri karnına, karnıysa dizlerine sarkmıştı. Basık bir yüzü, hiç taranmayan kırlaşmış saçları vardı. Bouteloup onu tıpkı içinden saçlar çıkan çorbası, çarşafları üç ayda bir değişen yatağı gibi ince eleyip sık dokumadan öylece kabullenmişti. Kira bedeline o da dahildi; kocası sürekli olarak, herkes hesabını bilirse, dostluklar asla bozulmaz sözlerini tekrarlamaktan hoşlanırdı.
"Dinle bak," diye devam etti Levaque Kadın, "dün akşam Pierronne'u İpek Çorap Mahallesi civarında görmüşler. Tahmin edeceğin bey onu Rasseneur'ün evinin arkasında bekliyormuş. Birlikte kanal tarafına gitmişler... Ne dersin? Evli bir kadının yediği naneye bak!"
"Öyle ya!" dedi Maheude, "Pierron onunla evlenmeden önce başçavuşa tavşan verirdi, şimdi karısını vermek ona daha ucuza geliyor."
Bouteloup bu sözlere kahkahalarla güldü ve yemeğin suyuna batırdığı bir lokma ekmeği Achille'in ağzına tıktı. İki kadın Pierronne'u çekiştirmeye devam ediyorlardı; pek de güzel olmayan süslü kokananın tekiydi, bütün gün kendisiyle uğraşır, ha bire yıkanıp her yanına kremler sürerdi. Yine de durumu kabullendiğine göre, bu kocasının bileceği işti. Öyle hırslı adamlar vardı ki, sadece kuru bir teşekkür duymak için şeflerinin kıçlarını yalamaya hazırdılar. Bir komşu kadın dokuz aylık bir çocukla çıkagelene kadar böylece devam ettiler. Bu bebek Philomène'in ikinci çocuğu olan Désirée idi. Öğle yemeğini ayıklama hangarında yiyen Philomène, bebeğini oraya getirmesi için bu kadınla anlaşmıştı, bir ara kömür yığınlarının üzerine oturup bebeği emziriyordu.
"Benimkini bir dakika yalnız bıraksam hemen ağlamaya başlıyor," dedi Maheude kucağında uyuyan Estelle'e bakarak.
Ama bir süreden beri suçlayıcı bir ifadenin yer ettiği Levaque Kadın'ın gözlerinden kaçamadı.
"Baksana, artık bu işe bir çare bulmamız lazım."
İlk başlarda, iki anne, üzerinde konuşmaya bile gerek duymadan evlilik konusunda acele etmemek üzere anlaşmışlardı. Zacharie'nin annesi nasıl oğlunun on beş günlük kazancından olabildiğince uzun süre yararlanmak istiyorsa, Philomène'in annesini de kızının kazancından mahrum kalma düşüncesi sinirlendiriyordu. Hiç aceleleri yoktu, hatta Levaque Kadın, tek çocukken küçüğe bakma görevini bile üstlenmişti, ancak çocuk büyüyüp sofraya ortak olunca, üstelik ikincisi de dünyaya gelince masraf artmıştı. Şimdi, özveride bulunmak istemeyen bu kadın iki gencin bir an önce evlenmeleri için ısrar ediyordu.
"Zacharie şöyle ya da böyle yolunu çizdi," diye devam etti, "bu işin dönüşü yok, ne zaman nikâhlıyoruz bunları?"
"Bu işi bahara kadar erteleyelim," dedi canı sıkılan Maheude. "Bunlar hiç de hiç açıcı konular değil! Birlikte olmak için evlenecekleri güne kadar bekleyemezler miydi?.. Yemin ederim, Catherine'in böyle bir aptallık yaptığını öğrenirsem onu boğazlarım."
Levaque Kadın omuz silkti.
"Boşversene, onun da yolu diğerlerininkinden farklı olmayacak."
Evindeymiş gibi rahat davranan Bouteloup ekmek bulmak için büfeyi karıştırıyordu. Sonu gelmeyen dedikodular yüzünden, Levaque'ın çorbasına katacağı, on kere ayıklamaya yeltenip de bıraktığı sebzeler, patatesler, pırasalar yarı soyulmuş bir halde masanın bir köşesinde duruyordu. Kadın bir kez daha işe koyulmuşken, yine bırakıp pencerenin önüne gitti.
"O da nesi... Şuraya bak! Madam Hennebeau, yanında da birileri var. Pierronne'un evine giriyorlar."
Birdenbire yeniden Pierronne'u çekiştirmeye başladılar. Ah! İşletme birilerine madenci mahallesini gezdirecek olsa, onları tertemiz olduğu için hemen onun evine götürürdü. Elbette ki, bu kişilere onun başçavuşla olan ilişkisini anlatmıyorlardı. İnsanın üç bin frank kazanan bir sevgilisi olursa, iyi ısınan konforlu bir evde oturur, evi de tertemiz olurdu, aldığı hediyeler de işin tuzu biberiydi. Dış görünümü temiz olsa da, bunun altında ne çirkinlikler yatıyordu. Madam Hennebeau ve misafirleri karşı evden çıkana kadar çekiştirmeye devam ettiler.
"İşte çıkıyorlar," dedi nihayet Levaque Kadın. "Mahalleyi dolaşıyorlar... Baksana tatlım, galiba sana gidiyorlar."
Maheude birden paniğe kapıldı. Alzire masanın üstünü silmiş miydi? Ya çorba, çorba da hazır değildi! "Hoşça kal," deyip sağına soluna bakmadan eve doğru koştu.
Ama ev tertemizdi. Güvenilir bir kız olan Alzire annesinin dönmediğini görünce beline bir önlük bağlayıp çorbayı hazırlamaya koyulmuştu. Bahçedeki son pırasaları koparıp, kuzukulağı toplamış, sebzeleri temizliyordu, erkekler döndüğünde yıkanmaları için ateşin üzerinde büyük bir kazan su ısınmaktaydı. Nasıl olduysa bu kez didişmeyen Henri ve Lénore eski bir takvimin yapraklarını yırtmakla meşguldüler. Bonnemort Baba sessizce piposunu tüttürüyordu.
Maheude'ün soluklanmasına zaman kalmadan Madam Hennebeau kapıyı vurdu.
"Girebilir miyiz, canım?"
Uzun boylu, sarışın, kırk yaşın gösterişli olgunluğu içinde biraz kilolu bir kadındı; siyah kadifeden mantosunun altındaki bronz renkli ipek tuvaletinin kirlenmesinden korktuğunu pek belli etmeden, nezaketle gülümsemeye çalışıyordu.
"Girin girin," diyordu misafirlerine. "Kimseyi rahatsız etmeyiz, meraklanmayın... Bakın burası da temiz, öyle değil mi? Üstelik bu yürekli hanımın yedi çocuğu var! Evlerimiz hep böyle... Dediğim gibi, işletme evlerden ayda altı frank kira alıyor. Zemin katta geniş bir salon, yukarıda iki oda, en altta da bir mahzen ve bir bahçe var."
Sabah Paris treninden inmiş olan madalyalı beyefendi ve kürk mantolu hanımefendi kendilerine peş peşe verilen bu bilgiler karşısında afallamış halde boş gözlerle etraflarına bakıyorlardı.
"Bir de bahçe var demek," dedi kadın. "Ama böyle sevimli bir yerde yaşamak çok keyifli olmalı!"
"Onlara ihtiyaçlarından fazla kömür dağıtıyoruz," diye devam etti Madam Hennebeau. "Doktor muayene için haftada iki kez evlerine uğrar, ücretlerinden hiç kesinti yapmadığımız halde yaşlandıklarında onlara emekli maaşı öderiz."
"Burası Thebai'ye benziyor! Tam bir yeryüzü cenneti!" diye hayran hayran mırıldandı madalyalı bey.
Maheude iskemle getirmeye kalkıştığında hanımlar oturmayacaklarını söylediler. Sürgün yerinin sıkıntısı içinde bir süreliğine hayvan göstericisi rolüne bürünmenin mutluluğunu yaşayan Madam Hennebeau, seçtiği evlerin temizliğine rağmen yoksulluğun yavan kokusundan çok çabuk tiksinmeye başlamıştı. Zaten bilgiççe cümleler kurarken, burnunun dibinde çalışıp didinen ve acı çeken işçi ahalisini hiç umursamıyordu.
"Ne güzel çocuklar!" diye mırıldandı kürklü hanım; aslında saman renkli darmadağın saçları, kocaman kafalarıyla çok çirkin bulmuştu onları.
Bunun üzerine, Maheude çocukların yaşlarını söylemek zorunda kaldı, onlar da nezaket icabı Estelle'le ilgili sorular sordular. Bonnemort Baba saygı icabı piposunu ağzından çekmişti; yine de, madende geçirdiği kırk yılın ardından kaskatı kesilmiş bacakları, harap olmuş bedeni, kara sarı benziyle öyle yıpranmış bir görüntüsü vardı ki herkeste kaygı uyandırıyordu; şiddetli bir öksürük nöbetine tutulduğunda, siyah balgamının insanları rahatsız edeceğini düşünerek, tükürmek için dışarı çıktı.
En büyük övgüyü Alzire aldı. Belindeki önlüğüyle ne şirin bir ev hanımıydı! Bu yaşta böylesine becerikli bir kız yetiştirdiği için anneye iltifatlar yağdırıldı. Kimse kamburundan söz etmiyor, huzursuzluk dolu bir merhameti barındıran bakışlar sürekli olarak zavallı sakata yöneliyordu.
"Artık," dedi Madam Hennebeau, "Paris'te mahallelerimizin durumu sorulduğunda, rahatlıkla cevap verebilirsiniz. Burası hep böyle sakindir, hepsi gördüğünüz gibi geleneklerine bağlı, mutlu, sağlıklı insanlardır. Biraz kafanızı dinlemek istediğinizde, bu havası temiz, huzur verici yere gelebilirsiniz."
"Harika harika!" diye haykırdı beyefendi, son bir coşku hamlesiyle.
Panayırlarda yaratığımsı insanların sergilendiği bir barakadan çıkarcasına pek memnun evden çıktılar; kapıya kadar onları geçiren Maheude eşikte dikildi; ziyaretçiler yüksek sesle sohbet ederek ağır ağır gidiyorlardı. Yollar kalabalıklaşmıştı; ziyaretçiler, mahalleyi gezdikleri haberi evden eve yayıldıkça merakla toplanan kadın gruplarının arasından geçmek zorunda kalıyorlardı.
Levaque Kadın merak içinde koşturan Pierronne'u evinin önünde durdurdu. İkisi de fesatça bir şaşkınlık içindeydiler. Bu da neydi böyle, bu insanlar geceyi Maheulerde mi geçireceklerdi yoksa? Pek de hoş bir yer değildi halbuki.
"O kadar kazanıyorlar, yine de hep meteliksizler! Elbette ya! İnsanın bu kadar çok kötü alışkanlığı olursa!"
"Demin, bu sabah Piolaine'deki burjuvalara dilenmeye gittiğini öğrendim. Maigrat onlara veresiyeyi kesmişti, ama yine de erzak vermiş... Maigrat'nın tahsilatı nasıl yaptığını herkes bilir."
"Maheude'den ha! Yoo! Midesi kaldırmaz. Hesabı Catherine'e ödetir."
"Ah! Dinle, bir de bana az önce Catherine'in biriyle birlikte olduğunu öğrenirse onu boğazlayacağını söyledi!.. Sanki sırık Chaval'in ne zamandan beri onu sundurmanın üstünde becerdiğini kimse bilmiyor!"
"Şiişşt!.. Geliyorlar."
Bunun üzerine, Levaque Kadın ve Pierronne, sakin bir ifadeyle, nezaketsizce bir merak göstermeden, çıkan ziyaretçilere göz ucuyla bakmakla yetindiler. Ardından, kucağındaki Estelle'le dolaşmaya devam eden Maheude'ü bir el işaretiyle yanlarına çağırdılar. Üçü birlikte, hiç kımıldamadan, şık giysiler içindeki Madam Hennebeau ve konukları uzaklaşırken, arkalarından baktılar. Ziyaretçiler otuz adım kadar uzaklaşınca, daha da hararetli bir dedikodu başladı.
"Üzerlerindeki giysiler tam bir servet tutar, içindekilerden daha fazla para ediyordur!"
"Hiç kuşkusuz... Diğerini tanımıyorum ama Madam Hennebeau o etli gövdesine rağmen beş metelik etmez. Hakkında neler anlatılıyor neler..."
"Ne diyorsun? Neler anlatıyorlar?"
"Erkeklerle düşüp kalkıyormuş, en başta da mühendisle..."
"O sıska bücürle mi?.. Ah! o kadar ufarak bir şey ki, çarşafların içinde kaybolur."
"Onun hoşuna gidiyorsa, bundan sana ne?.. Ben müşkülpesent tavırlar takınıp bulunduğu yerden hoşlanmıyormuş havalarına giren bir kadın gördüm mü, ona hiç güvenmem... Şuna baksana, hepimizi küçümsermiş gibi nasıl da sırtını dönüp gidiyor. Bu hoş bir davranış mı?"
Konuklar ağır adımlarla konuşa konuşa yürürlerken, kilisenin önündeki yolda bir araba durdu. Yaklaşık kırk sekiz yaşında, siyah redingotu üzerine sıkı sıkı oturan, bayağı esmer tenli, yüzünde otoriter ve dürüst bir ifade bulunan bir adam arabadan indi.
"Kocası!" diye mırıldandı Levaque Kadın, on bin işçisinde çekingenlik duygusu uyandırmış olan müdür kendisini duyabilirmiş gibi sesini alçaltmıştı. "Sahiden de bu adamda tam bir boynuzlu görünüşü var!"
Şimdi tüm mahalle sokağa dökülmüştü. Kadınların merakı artıyordu, insan grupları birbirine yaklaşıyor, giderek büyük bir kalabalık oluşuyordu; bir sürü sümüklü çocuk, ağızları açık bir halde kaldırımlarda geziniyorlardı. Okul duvarının gerisinde, parmaklarının ucunda yükselerek neler olduğunu görmeye çalışan ilkokul öğretmeninin soluk yüzü bir an için görünüp kayboldu. Bahçelerin arasında toprağı belleyen adam ayağını küreğinin üzerine dayamış, iri iri gözlerle olan biteni izliyordu. Ve dedikodu mırıltıları, kuru yapraklar arasında esen rüzgâr misali, kaynana zırıltısı gibi giderek yükseliyordu.
Kalabalık özellikle Levaqueların evinin önünde yoğunlaşmıştı. Önce iki kadın gelmiş, arkasından toplananların sayısı onu, yirmiyi bulmuştu. Herkes birbirinin ne söylediğine kulak kabarttığı için Pierronne tedbirli davranarak susmayı tercih etmişti. Mahallenin en aklı başında kadınlarından biri olan Maheude olan biteni izlemekle yetiniyordu; ağlayarak uyanan Estelle'i susturmak için sokak ortasında kimseye aldırmadan, sütle ağırlaşıp sarkan sağmal inek memesini çıkarmıştı. Mösyö Hennebeau kadınlara arka koltuğa yerleşmeleri için yardım ettikten sonra Marchiennes'e doğru yola koyulan arabanın ardından çeneler iyice düştü; bütün kadınlar kalabalığın curcunası içinde ellerini kollarını sallıyor, bağıra çağıra konuşuyordu.
Saat üçü vurdu. Bouteloup ve diğer tesviyeciler maden ocağına gitmişlerdi. Birden kilisenin dönemecinde, kapkara suratları, ıslanmış giysileri ile sırtlarını kamburlaştırıp kollarını kavuşturmuş halde geri dönen ilk madenciler belirdi. Bunun üzerine kadınlar çil yavrusu gibi dağıldılar, kahve içip dedikoduya daldıkları için işlerini ihmal eden ev kadınlarının ürküntüsü içinde evlerine koşturuyorlardı. Şimdi mahallede, büyük kavgaların habercisi olan şu kaygılı çığlık duyuluyordu yalnızca:
"Ah! Tanrım! Çorbam! Çorbam hâlâ hazır değil!"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top