II

II

Étienne pazar günü karanlık çöker çökmez mahalleden sıvıştı. Yıldızlarla dolu berrak gökyüzü alacakaranlığın mavi ışığıyla yeryüzünü aydınlatıyordu. Kanala inip kıyı boyunca ağır ağır Marchiennes'e doğru yürüdü. Akarsu boyunca erimiş gümüş külçesi gibi göz alabildiğine uzanan, iki fersahlık bu dümdüz çimenli patika onun en sevdiği gezinti alanıydı.

Orada kimseye rastlamazdı. Ama o gün, kendisine doğru birinin geldiğini fark edince canı sıkıldı. Yıldızların solgun ışığı altında yalnız başlarına dolaşan iki adam, birbirlerini ancak yüz yüze geldiklerinde tanıdılar.

"Vay canına! Demek sensin," diye mırıldandı Étienne.

Souvarine karşılık vermeden başını salladı. Bir an kımıldamadan durdular; sonra yan yana Marchiennes'e doğru yürümeye başladılar. Her ikisi de birbirlerinden çok uzaktalarmış gibi kendi düşüncelerine dalmış görünüyordu.

"Gazeteler, Pluchart'ın Paris'teki başarısını yazıyor, okudun mu?" diye sordu sonunda Étienne. "İnsanlar onu kaldırımlarda beklemiş, Belleville'deki şu toplantıdan çıktığında büyük tezahüratlarla karşılamışlar... Soğuk algınlığına rağmen başarıdan başarıya koşuyor. Bundan sonra kimse onu tutamaz."

Makinist omuz silkti. Ağzı laf yapanları, çenesiyle para kazanmak için baroya girer gibi siyasete atılanları küçümsüyordu.

Étienne şimdi sözü Darwin'e getirmişti. Beş meteliklik bir kitaptan, özetlenmiş ve halkın anlayacağı biçimde sadeleştirilmiş bazı yazılarını okumuştu; doğru dürüst anlayamadığı bu metinlerden, hayatta kalmak için verilen mücadeleyi kendince devrimci bir düşünce olarak ele almış, zayıfların şişmanları yemesi, güçlü halkın cılız burjuvaziyi yutması gerektiği sonucuna varmıştı. Ama Souvarine sinirlendi, sadece aristokrat felsefecilerin ekmeğine yağ süren ünlü doğal seçilim kuramıyla bilimsel eşitsizliğin havariliğini yapan Darwin'i benimsedikleri için budala sosyalistlere verip veriştirdi. Yine de, arkadaşı inat ediyor, onu ikna etmeye çalışıyor, kuşkularını bir varsayımla dile getiriyordu: Eski toplumun ortadan kalktığı, en ufak kırıntısına kadar silinip süpürüldüğü varsayılsa bile, yeni düzenin aynı adaletsizliklerle yavaş yavaş yozlaşmasından endişelenmek gerekmiyor muydu? Sağlıklı, becerikli ve zeki olanlar palazlanırken; hastalıklı, ahmak ve tembel olanlar yeniden köleleşmeyecek miydi? Ebedi sefaleti öngören bu düşünce karşısında makinist bas bas bağırmaya başladı; eğer insan adaleti sağlayamayacaksa yok olup gitmeliydi. Toplumlar çürüdükçe, son canlının da kökü kazınana kadar insanlar birbirlerini yer dururdu. Yeniden sessizliğe gömüldüler.

Souvarine uzun süre, başı öne eğik vaziyette yumuşacık otların üzerinde yürüdü; öyle dalgındı ki, çatılardaki yağmur olukları boyunca dolaşan uyurgezer bir adamın güvenli rahatlığıyla akarsuya aşırı yakın yürüyordu. Derken, bir gölgeyle çarpışmış gibi nedensiz yere irkildi. Kafasını kaldırdı, sapsarı yüzü göründü; arkadaşına yavaşça şöyle dedi:

"Sana onun nasıl öldüğünü anlatmış mıydım?"

"Kimin?"

"Rusya'daki karımın."

Étienne, genellikle başkalarına olduğu kadar kendisine karşı da büyük bir ilgisizlik içinde olan bu duygusuz görünüşlü adamın, titreyen sesi ve sırlarını açma ihtiyacı karşısında şaşırarak belirsiz bir hareket yaptı. Tek bildiği, söz konusu kadının bir sevgili olduğu ve Moskova'da asıldığıydı.

"İşler yolunda gitmemişti," diye devam etti Souvarine; gözleri, mavimtırak iki sıra oluşturan heybetli ağaçların arasında bembeyaz akıp gitmekte olan kanalın sularına dalıp gitmişti. Demiryoluna dinamit döşemek için on dört gün bir delikte kaldık; ama çarın treni değil, bir yolcu treni havaya uçtu... Bunun üzerine Anuşka'yı tutukladılar. Her akşam köylü kıyafetine bürünüp bize yemek getiriyordu. Bir erkek dikkati çekebileceği için fitili de o ateşlemişti... Upuzun altı gün boyunca, kalabalığın arasına gizlenerek yargılanmasını izledim..."

Sesi güçlükle çıkıyordu, bir öksürük nöbetiyle boğulacakmış gibi oldu.

"İki kere haykırmak, insanların üzerinden atlayarak ona ulaşmak için dayanılmaz bir arzu duydum. Ama neye yarardı ki? Bir kişinin daha eksilmesi bir savaşçının daha yitirilmesi demekti; üstelik göz göze geldiğimizde, bana ısrarla bakan iri gözleri hayır der gibiydi."

Yine öksürdü.

"Son gün, ben de meydandaydım... Yağmur yağıyordu, beceriksiz cellatlar bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlardı. Daha önceki dört kişiyi yirmi dakikada asabilmişlerdi ancak: İkide birde ip kopuyor, dördüncüyü bir türlü asamıyorlardı... Anuşka dimdik sırasını bekliyordu. Beni göremiyor, kalabalığın arasında beni arıyordu. Bir taşın üzerine çıktığımda beni gördü, gözlerimiz bir daha da ayrılmadı. Öldüğünde hâlâ bana bakıyordu... Şapkamı sallayıp, oradan uzaklaştım.

Yeniden sessizlik oldu. Kanalın beyaz suları göz alabildiğine uzanıyor, ikisi de tekrar kendi düşüncelerine dalmış gibi bezgin adımlarla yürümeye devam ediyorlardı. Ufkun derinliklerinde, solgun renkli sular incecik bir ışık çizgisi gibi gökyüzünü deliyordu sanki.

"Bu cezayı hak etmiştik," diye devam etti Souvarine sert bir sesle. "Birbirimizi sevdiğimiz için suçluyduk... Evet, ölmesi iyi oldu, onun kanından yeni kahramanlar doğacak, ben de içimdeki korkulardan kurtuldum... Ah! Başkalarının canını almak ya da kendininkini vermek gerektiği gün hiçbir şey elini titretmemeli insanın, ne bir akraba ne bir kadın ne de bir dost olmalı hayatında!"

Gecenin serinliğinde ürperen Étienne durmuştu. Tartışmaya girmeden sadece şöyle dedi:

"Epey uzaklaştık, geri dönelim mi?" dedi.

Ağır ağır Voreux'ye doğru yola koyuldular, birkaç adım sonra tekrar söze girdi:

"Yeni ilanları gördün mü?"

İşletmenin sabah astırdığı büyük sarı ilanlardan söz ediyordu. Bu kez daha net ve uzlaşmacı bir tavır sergileyen yönetim, ertesi gün kuyuya inecek olan madencilerin tekrar işe alınacağına söz veriyordu. Her şey unutulacak, elebaşları bile bağışlanacaktı.

"Evet, gördüm," diye karşılık verdi makinist.

"Peki ne düşünüyorsun?"

"Her şeyin bittiğini düşünüyorum... Sürü tekrar kuyuya inecek. Hepiniz korkaksınız."

Étienne hararetle arkadaşlarını savundu: Birey olarak hepsi yiğit olabilirdi, ama açlıktan kırılan bir halk güçten düşerdi. Yürüye yürüye Voreux'ye varmışlardı; maden ocağının devasa karaltısı önünde sözünü sürdürdü ve kendisinin asla aşağı inmeyeceğine yemin etti; ama işbaşı yapanları hoş görüyordu. Ardından, marangozların kuyunun iç kaplamalarını onaracak vakit bulamadıkları söylentilerinin doğru olup olmadığını öğrenmek istedi. Kuyu çeperini bir kılıf gibi saran tahta kaplamanın toprağın basıncıyla bel verip kabardığı, kömür çıkarma asansörlerinden birinin beş metre boyunca bu kısma sürtündüğü doğru muydu? Yeniden içine kapanan Souvarine kısa yanıtlar veriyordu. Daha bir gün önce orada çalışmıştı, asansör sahiden de payandalara sürtünüyordu, hatta makinistler bu kısımdan geçilirken hızı artırmak zorunda kalıyorlardı. Ama bütün şefler bu uyarılara sinirlenip hep aynı yanıtı veriyordu: Öncelikli olan, kömürün çıkarılmasıydı; kaplama sonradan onarılıp takviye edilirdi nasıl olsa.

"İster misin ocak çöksün!" diye mırıldandı Étienne. "Ne şenlik olurdu."

Gözlerini karanlıkta belli belirsiz seçilen maden ocağına dikmiş olan Souvarine sakince yanıtladı:

"Arkadaşlarına aşağı inmeyi tavsiye ettiğine göre, bu şenliği onlar yaşayacak demektir."

Montsou çan kulesinde saat dokuzu çalıyordu; arkadaşı gidip yatacağını söylediğinde, makinist elini bile uzatmadan ekledi:

"Peki o zaman, hoşça kal. Ben gidiyorum."

"Nasıl, gidiyor musun?"

"Evet, çalışma karnemi istedim, başka bir yere gideceğim."

Şaşkına dönen Étienne heyecanla ona bakıyordu. İki saatlik gezintiden sonra son derece sakin bir sesle söyleyivermişti, oysa bu ani ayrılık haberini duyunca Étienne' in yüreği sıkışmıştı. Arkadaşlık etmiş, birlikte sıkıntı çekmişlerdi; bir daha görüşememe düşüncesi insanı her zaman hüzünlendirirdi.

"Gidiyorsun, peki ama nereye?"

"Neresi olursa, ben de bilmiyorum."

"Ama yeniden görüşeceğiz, değil mi?"

"Hayır, sanmıyorum."

İkisi de sustu, söyleyecek bir şey bulamadan bir an için karşı karşıya durdular.

"Öyleyse hoşça kal."

"Hoşça kal."

Étienne mahalleye doğru çıkarken, Souvarine arkasını dönüp tekrar kanal kıyısına gitti; başı önde amaçsızca yürüdü, ortalık öyle karanlıktı ki gecenin içinde kıpırdayan bir gölge gibi görünüyordu sadece. Ara sıra duruyor, uzaktan gelen çan vuruşlarını sayıyordu. Saat gece yarısını çaldığında kıyıdan ayrılıp Voreux'ye doğru yöneldi.

O sırada ocak bomboştu, olan madende sadece gözleri uykudan şişmiş bir çavuş dışında kimseyle karşılaşmadı. Kazanlar sabah vardiyası için saat ikide yakılacaktı. Önce, ceketini dolapta unuttuğu bahanesiyle yukarı çıktı. Burgulu bir matkap, çok keskin küçük bir testere, bir çekiç ve bir makastan oluşan birkaç alet bu cekete sarılı durmaktaydı. Sonra oradan ayrıldı. Ama barakadan çıkacak yerde, merdiven bacasına açılan dar koridora girdi. Ceketini koltuğunun altına alıp, lamba yakmadan, merdivenleri saya saya derinliği hesaplayarak ağır ağır inmeye başladı. Asansör kafesinin üç yüz yetmiş dördüncü metrede alt kaplamanın beşinci bölmesine sürtündüğünü biliyordu. Elli dördüncü merdivene geldiğinde eliyle yokladı, kaplamadaki kabarıklığı hissetti. İşte burasıydı.

Bunun üzerine, yapacağı iş üzerinde uzun süre kafa yormuş usta bir işçinin becerikliliği ve soğukkanlılığıyla çalışmaya koyuldu. Kömür çıkarma bölmesine açılacak şekilde merdiven bacasının iç duvarını testereyle kesmeye başladı. Çabucak yanıp hemen sönen kibritlerin ışığında, kaplamaların durumunu ve kısa süre önce yapılan onarımları görebildi.

Calais ile Valenciennes arasında kuyular açılırken, yeraltında, en alçak vadiler seviyesinde birikmiş büyük su kütlelerini aşmakta büyük sıkıntılar çekiliyordu. Sürekli fışkıran suyu zaptetmek, derin ve karanlık dalgaları çeperleri döven yeraltı göllerinin ortasında kuyuları yalıtmak; duvarlar ancak, fıçı tahtaları gibi birbirine geçmiş kalaslarla kaplanırsa mümkündü. Voreux kazılırken kuyuya iki kaplama duvarı yapılmıştı: Üst seviyedeki duvar, bir sünger gibi suyu emmiş, çatlaklarla dolu tebeşirli toprak katmanına yakın kaygan kumlar ve beyaz killerden oluşan tabakadaydı; alt seviyedeki duvar ise, kömür damarının hemen üzerine, bir sıvı kadar akışkan, un gibi incecik sarı kumların bulunduğu tabakaya örülmüştü; işte fırtınaları ve çalkantılı siyah dalgalarıyla Kuzeyli kömür işçilerinin korkulu rüyası olan, gün ışığından üç yüz metre aşağıda bulunan, adeta dipsiz ve meçhul yeraltı denizi tam da bu noktadaydı. Genellikle kaplamalar bu korkunç basınç altında iyi dayanırdı. Madencilerin tek endişesi, suyla dolan eski galerilerdeki göçüklerle sarsılan yakın toprak katmanlarının çökmesiydi. Aşağı doğru yüklenen bu kayalarda bazen çatlaklar oluşuyor, bu çatlaklar yavaş yavaş kaplamalara kadar ilerliyor ve zamanla kaplamaların biçimini bozup, onları kuyunun içine doğru itiyordu; işte en büyük tehlike buydu, kaplamalar göçerse kuyu çığ gibi yağan toprakla ve taşkın kaynak sularıyla dolardı.

Açtığı deliğin üzerinde ata biner gibi duran Souvarine kaplamanın beşinci bölmesinde ağır bir hasar tespit etti. Tahtalar içeriye doğru bel vermiş, hatta birçoğu yerlerinden fırlamıştı. Eklenti yerlerinin katranlanmış kıtıkla doldurulan aralıklarından madencilerin "fışkı" dedikleri tazyikli sular fışkırıyordu. Marangozlar vakit darlığı yüzünden baştan savma bir iş çıkarmış, köşelere demir köşebentler yerleştirmekle yetinerek bazı vidaları sıkmamışlardı. Hiç kuşkusuz, kaplamaların arkasında, yeraltı suyunun kumlarında büyük bir hareketlilik yaşanıyordu.

Souvarine, güçlü bir basınçta yerlerinden fırlayacak şekilde, köşebent vidalarını matkabıyla gevşetti. Çılgınca bir ataklıkla çalışıyordu, belki yirmi kere dibi boylama, yüz seksen derece derinliğe yuvarlanma tehlikesi geçirdi. Asansör kafeslerinin üzerinde kaydığı kalaslara, şu meşe ağacından kılavuz direklerine tutunuyor; boşluğa asılı vaziyette, bu direklerin belirli aralıklarla tutturulduğu kirişlerin üzerinde gidip geliyor; ölüme karşı büyük bir aldırmazlıkla, sadece bir dizine ya da dirseğine dayanarak eğiliyor, oturuyor, ters dönüyordu. Ufacık bir esintiyle bile aşağı uçabilecek haldeydi, tam üç sefer düşmekten kıl payı kurtuldu, umuru bile olmadı. Önce eliyle yokluyor, sonra çalışmaya koyuluyordu, kibriti ancak bu kaygan kirişler arasında yönünü bulamazsa yakıyordu. Vidaları gevşetip kalaslara girişti; karşı karşıya olduğu tehlike daha da artmıştı. Diğerlerini taşıyan ana direği buldu; direncini kaybetmesi için onu oyuyor, testereyle kesiyor, yontup inceltiyordu; deliklerden ve yarıklardan fışkıran incecik ve dondurucu sular gözlerine doluyor, bir yağmur gibi her yanını sırılsıklam ediyordu. İki kibrit söndü. Bütün kibritler ıslanıyordu, artık ortalık zifirî bir karanlığa gömülmüştü.

O andan itibaren, içini derin bir öfke kapladı. Görünmezliğin soluklarıyla başı dönüyor, bir sağanağa tutulmuş bu deliğin yarattığı dehşet içinde korkunç bir tahrip isteği uyandırıyordu. Kaplamalara rasgele saldırdı, her şeyi bir an önce tepesine çökertme ihtiyacıyla, matkabı, testereyi kullanarak neresi denk gelirse delmeye, kesmeye başladı. Nefret ettiği bir canlının etini deşercesine korkunç bir gözü dönmüşlükle saldırıyordu. Hiç kapanmayan ağzıyla onca insanı yutmuş olan o iğrenç Voreux canavarını gebertecekti sonunda! Aletlerinin delip keserken çıkardığı sesler duyuluyor; Souvarine uzanıyor, sürünüyor, inip çıkıyor, bir çan kulesinin kirişleri arasında uçuşan bir gece kuşu gibi sürekli hareket halindeyken mucizevi bir biçimde tutunup düşmemeyi başarabiliyordu.

Ama kendi haline sinirlenerek sakinleşti. İşleri daha soğukkanlı bir şekilde halledemez miydi? Soluklanıp, acele etmeden tekrar merdiven bacasına girdi, testereyle kestiği parçayı yerine yerleştirip deliği tıkadı. Bu kadarı yeterdi, fazla büyük bir hasar verirse hemen fark eder ve onarmaya girişirlerdi, bunu istemiyordu. Canavarı karnından yaralamıştı, bu geceyi çıkarıp çıkaramayacağı görülecekti, üstelik Souvarine imzasını da atmıştı, insanlar canavarın kendi eceliyle ölmediğini anlayıp dehşete kapılacaklardı. Hiç acele etmeden aletleri düzgünce ceketine sardı, merdivenleri ağır ağır tırmandı. Kimseye görünmeden ocaktan çıktığında, üstünü değiştirmeyi aklından bile geçirmedi. Saat üçü vuruyordu. Yolun üzerinde dikilip beklemeye koyuldu.

Aynı saatte, gözüne uyku girmeyen Étienne odanın zifirî karanlığında hafif bir gürültü duyup endişelendi. Çocukların hafif soluklarını, Bonnemort Baba ve Maheude'ün horultularını ayırt ediyordu; yanında yatan Jeanlin ise flüt gibi ıslığımsı bir ses çıkarmaktaydı. Kuşkusuz kafasından uydurmuştu, tam dalmak üzereyken gürültü yeniden başladı. Ot şilteden gelen bir hışırtıydı bu, birisi ses çıkarmamaya çalışarak yataktan kalkıyor olmalıydı. Catherine'in rahatsızlandığını sandı.

"Sen misin, neyin var?" diye sordu alçak sesle.

Kimse yanıt vermedi, horultular devam ediyordu. Beş dakika boyunca hiçbir kıpırtı olmadı. Sonra yeni bir hışırtı daha duyuldu. Étienne bu sefer yanılmadığından emindi, odanın öbür tarafına gitti, karanlığı elleriyle yoklayarak karşıdaki yatağı bulmaya çalıştı. Genç kızı, soluğunu tutmuş, kulağı kirişte öylece oturur bulunca çok şaşırdı.

"Neden cevap vermiyorsun? Ne yapıyorsun böyle?"

Sonunda Catherine yanıt verdi:

"Kalkıyorum."

"Bu saatte kalkıyorsun ha!"

"Evet, ocağa çalışmaya gidiyorum."

İçi sızlayan Étienne, şiltenin kenarına oturmak zorunda kaldı, bu arada Catherine de ona gerekçelerini açıklıyordu. Böyle aylak aylak oturmak, kendisine yöneltilen sitemkâr bakışlar çok ağırına gidiyordu; Chaval'den dayak yeme pahasına orada çalışmayı tercih ediyordu; annesi getireceği parayı reddederse kendine ayrı ev tutardı, başının çaresine bakacak kadar büyümüştü.

"Şimdi git, giyineceğim. Bana yardımcı olmak istiyorsan hiçbir şey söyleme."

Ama Étienne kızın yanından ayrılmıyordu, keder ve merhamet duygularıyla onun beline sarıldı. Hâlâ gece uykusunun ılıklığını koruyan şiltenin kenarında yatak kıyafetleriyle birbirlerine sokulmuşlardı, çıplak tenlerinin sıcaklığını hissetmekteydiler. Catherine önce delikanlının kollarından kurtulmaya çalıştı, ardından o da Étienne' in boynuna sarıldı, umutsuz bir kucaklayışla onu kendine çekerek sessizce ağlamaya başladı. Başka hiçbir arzuya kapılmadan, bir türlü yaşayamadıkları mutsuz aşklarının geçmişiyle baş başa, öylece durdular. Aralarındaki her şey bitmiş miydi? Şimdi ikisi de yalnız olduğuna göre günün birinde birbirlerini sevebilecekler miydi? Kendilerinin bile açıkça anlayamadığı bir yığın düşünce yüzünden birlikte olmalarını engelleyen şu huzursuzluktan, şu utançtan kurtulmaları için ufacık bir mutluluk yeterdi aslında.

"Sen yat," diye mırıldandı Catherine. "Annemi uyandırmamak için ışık yakmayacağım... Hazırlanmam lazım, bana izin ver."

Yüreği derin bir kederle sızlayan Étienne onu dinlemiyor, kendinden geçmişçesine bağrına bastırıyordu. Bir huzur isteği, karşı konulmaz bir mutluluk ihtiyacıyla yanıp tutuşmaktaydı; evlendiklerini, birlikte yaşayıp birlikte ölmekten başka bir şey istemedikleri tertemiz, küçük bir evde oturduklarını hayal ediyordu. Kuru ekmekle bile yetinirlerdi, hatta bir lokma yiyecekleri olsa onu da karısına verirdi. Başka bir şey istemenin anlamı var mıydı? Yaşam daha fazlasına değer miydi?

Ama Catherine çıplak kollarını genç adamın boynundan çekmişti.

"Yalvarırım, bırak beni."

Bunun üzerine Étienne içten gelen bir coşkuyla kızın kulağına fısıldadı:

"Bekle, ben de seninle geliyorum."

Bunu söylediğine kendisi de şaşırdı. Ocağa inmeyeceğine yemin etmişti, peki ama bir an bile üzerinde düşünmeden, hiç kafa yormadan ağzından çıkıveren bu ani kararın sebebi de neydi? Ama öyle bir rahatlamış, kuşkuları öyle bir silinip gitmişti ki, şans eseri ölümden dönmüş ve acılarına son verecek tek çareyi bulmuş bir adam gibi kararında diretiyordu. Onun kendisi için fedakârlıkta bulunduğunu anlayan ve ocakta hakaretlere maruz kalacağından endişelenen Catherine'in itirazlarına da aldırmadı. Hiçbir şey umurunda değildi, ilanda herkesin bağışlanacağı sözü verilmişti, bu kadarı yeterliydi.

"Çalışmak istiyorum, bu benim kararım... Hadi gürültü yapmadan giyinelim."

Karanlıkta hiç ses çıkarmamak için ellerinden geleni yaparak giyindiler. Catherine madenci giysilerini akşamdan gizlice hazırlamıştı; Étienne ise dolaptan bir ceketle bir pantolon aldı, leğeni yerinden oynatıp gürültü çıkarmaktan çekinerek ellerini yüzlerini yıkamadılar. Herkes uykudaydı, ama annenin yattığı dar koridordan geçmeleri gerekiyordu. Geçerken aksi gibi bir iskemleye çarptılar. Maheude uyandı, uyku sersemliği içinde seslendi:

"Hey, kim o?"

Tir tir titreyen Catherine zınk diye durmuş, Étienne' in elini sıkıyordu.

"Merak etmeyin, benim," dedi Étienne. "Daraldım, biraz hava almak için dışarı çıkıyorum."

"Tamam, tamam."

Maheude yeniden uykuya daldı. Catherine kıpırdamaya cesaret edemiyordu. Nihayet aşağı indi, Montsoulu bir kadının verdiği ekmekten kesip kenara ayırmış olduğu bir dilimi Étienne'le kendisine pay etti. Ardından kapıyı yavaşça kapatıp dışarı çıktılar.

Souvarine yolun köşesinde, Avantage'ın yanında dikilmiş duruyordu. Yarım saatten beri, bir koyun sürüsü gibi ağır aksak yürüyerek işlerine dönmekte olan ve karanlıkta zar zor seçilen kömür işçilerine bakıyordu. Mezbahanın kapısında durup hayvanları sayan bir kasap gibi onları tek tek sayıyordu; dönenlerin sayısının çokluğu karşısında hayrete düştü, tüm karamsarlığına rağmen içlerinden bu kadar kalleş çıkacağını kestirememişti. Kuyruk sürekli uzuyordu, Souvarine bunu gördükçe kaskatı kesiliyor, dişlerini sıkıyor, yüzünde buz gibi bir ifadeyle, gözleri çakmak çakmak öylece duruyordu.

Birdenbire ürperdi. Önünden geçip giden ve yüzlerini seçemediği bu adamlar arasından birini yürüyüşünden tanımıştı. Öne çıkarak onu durdurdu.

"Nereye gidiyorsun?"

Afallayan Étienne cevap vermek yerine kekelemeye başladı.

"Bak şu işe! Demek hâlâ gitmedin ha!"

Sonra itiraf etti, ocağa geri dönüyordu. Yemin ettiği doğruydu, ama belki de yüz yıl sonra gerçekleşecek şeyleri kollarını kavuşturup bekleyemezdi; üstelik kendine ait başka gerekçeleri de vardı.

Souvarine onun söylediklerini ürpererek dinlemişti. Omzuna yapışıp mahalleye doğru itti.

"Eve geri dön, öyle istiyorum, duyuyor musun?"

Ama Catherine yanlarına yaklaştığında, Souvarine onu da tanıdı. Étienne karşı çıkıyor, kimsenin onun tutumunu yargılamaya hakkı olmadığını söylüyordu. Makinist gözlerini genç kızdan arkadaşına çevirdi, ne halin varsa gör der gibi bir hareket yaparak bir adım geri çekildi. Yüreğini bir kadına kaptıran erkeğin işi bitmiş demekti, artık ölebilirdi. Belki de bir an için gözlerinin önünden Moskova'da asılan sevgilisi geçmiş, hayatla olan o son bağlantısı da koptuktan sonra başkalarının ve kendisinin yaşamıyla ilgili karar vermekte özgür kalışını hatırlamıştı.

"Git, o zaman," demekle yetindi.

Tedirgin olan Étienne, oyalanıyor, bu şekilde ayrılmamak için dostane bir söz arıyordu.

"Gitmekte kararlı mısın?"

"Evet."

"Öyleyse elini ver dostum. Yolun açık olsun, gücenmek yok."

Souvarine elini uzattı, eli buz gibiydi. İnsanın hayatta ne bir karısı, ne de dostu olmalıydı.

"Bu sefer cidden hoşça kal."

"Tamam, hoşça kal."

Karanlıkta hiç kımıldamadan duran Souvarine, Voreux'ye girmekte olan Étienne'le Catherine'i gözleriyle izledi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top