II

II

İki gündür kar yağıyordu; yağış sabah kesilmiş, şiddetli bir donun etkisiyle uçsuz bucaksız bembeyaz örtü takır takır buz tutmuştu. Yolları mürekkep karası, duvarları ve ağaçları kömür tozuna bulanmış bu siyah ülke göz alabildiğine beyaza kesmişti. İki Yüz Kırklar mahallesi karın altında kaybolmuş gibiydi. Çatılardan tek bir duman bile yükselmiyordu. Yollardaki taşlar kadar soğuk evlerde ateş yanmıyor, kiremitlerin üzerindeki kalın kar tabakası erimek bilmiyordu. Mahalle, bembeyaz ovanın ortasında beyaz taşların çıkarıldığı bir taş ocağına, kefene sarınmış ölü bir köye benziyordu. Sokaklardan geçen askerlerin bıraktığı çamurlu ayak izleri vardı yalnızca.

Maheulerde, geriye kalan bir avuç kömür de yanıp bitmişti; serçelerin bile bir sap ot bulamadıkları bu korkunç havada moloz tepeciğinden kömür parçaları toplamak düşünülemezdi. İnat edip elleriyle karı eşeleyen Alzire ağır biçimde hasta düşmüştü. Maheude, Doktor Vanderhaghen'in gelmesini beklerken onu yırtık pırtık bir battaniyeye sarmak zorunda kalmıştı; doktorun evine iki kez gitmiş, ama onu bulamamış, hizmetçi de doktorun hava kararmadan önce mahalleye uğrayacağını söylemişti. Annesi pencerenin önünde dikilmiş, doktorun yolunu gözlerken, küçük kız sönmüş ocağın yanında o kadar üşümeyeceğini sanarak aşağı inmek istemiş, oturduğu iskemlede tir tir titriyordu. Bacakları yeniden tutulan ihtiyar Bonnemort karşısında uyuklar gibiydi. Jeanlin'le birlikte sokaklarda para dilenen Lénore ve Henri henüz eve dönmemişlerdi. Bomboş odayı ağır adımlarla arşınlayıp duran Maheu ise, artık kafesini seçemeyen bir hayvanın sersemliğiyle her seferinde duvara çarpıyordu. Gazyağı da bitmişti; ama havanın iyice kararmış olmasına rağmen, dışarıdaki bembeyaz karın yansıması içeriyi hafifçe aydınlatıyordu.

Ayak sesleri duyuldu; kapıyı sertçe iten Levaque Kadın, daha eşikten adımını atar atmaz gözü dönmüş halde Maheude'e bağırmaya başladı:

"Benimle her yattığında kiracımdan zorla yirmi metelik aldığımı sen mi uydurdun yoksa?"

Maheude omuz silkti.

"Saçmalama, ben öyle bir şey söylemedim... Hem kim söyledi sana bunu?"

"Bunun önemi yok, ama bana senden duyduklarını söylediler... Hatta yediğimiz haltları duvarın gerisinden işittiğini, kıçımı yerinden kaldırmadığım için evi pislik götürdüğünü de söylemişsin... Bunları söylediğini de inkâr et bakalım!"

Kadınların bitmek bilmeyen dedikoduları yüzünden her gün kavga çıkıyordu. Özellikle kapı komşuları arasındaki dargınlıklar ve barışmalar günlük olaylar haline gelmişti. Yine de, birbirlerine hiç böylesine şiddetle saldırmamışlardı. Grev başladığından beri açlık kinlerini kabartıyor, herkes çatacak yer arıyordu. İki kadının arasındaki bir tartışma erkeklerin gırtlak gırtlağa gelmesine yol açıyordu.

Nitekim Levaque da Bouteloup'yu zorla sürükleyerek çıkageldi.

"İşte arkadaş burda, söylesin bakalım karımla yatmak için yirmi metelik vermiş mi?"

Temiz yüzündeki ürküntü ifadesi gür sakalının ardından pek belli olmayan kiracı kem küm ediyor, suçlamaya karşı çıkıyordu.

"Yok, hayır, böyle bir şey asla olmadı, asla!"

Aniden Levaque gözdağı verircesine, yumruğunu Maheu'nün burnuna doğru salladı.

"Haberin olsun, böyle şeylerden hiç hoşlanmam. İnsanın böyle bir karısı varsa kemiklerini kırmalı... Sen de onun söylediklerine inanıyor musun yoksa?"

"Lanet olsun!" diye haykırdı zaten canından bezmiş olan Maheu, "Bu dedikodulardan bıktım usandım! Zaten yeterince sıkıntı çekmiyor muyuz? Beni rahat bırak, yoksa canına okurum!.. Hem söyle bakalım, karımın böyle dediğini kim söyledi!"

"Kim söyledi ha?.. Pierronne söyledi."

Maheude tiz bir kahkaha atarak, Levaque Kadın'ın üzerine yürüdü:

"Ah! Demek Pierronne söyledi... Tamam, o zaman, ben de bana söylediklerinden bahsedeyim. Evet! Bana senin, birini altına diğerini üstüne alıp iki erkekle birden yattığını söyledi!"

Bunun üzerine, ortalık iyice karıştı. Hepsi sinirden kuduruyordu, Levaquelar Maheulere cevap yetiştiriyor, Pierronne'un onlar hakkında daha bir sürü şey anlattığını söylüyorlardı, Catherine'i elleriyle satmışlar, Étienne ise Volkan'da kaptığı hastalığı çocuklara varıncaya kadar tüm aileye bulaştırmıştı.

"Demek bunları söyledi, öyle mi?" diye kükredi Maheu. "Tamam! Şimdi oraya gidiyorum, eğer söyledim derse ağzının ortasına bir tane patlatırım."

Maheu dışarı fırlamıştı, Levaquelar olacakları görmek için onun peşine takıldılar, kavgalardan tiksinen Bouteloup ise gizlice sıvıştı. Bu iftiralarla kanı beynine sıçrayan Maheude de tam kapıdan çıkıyordu ki Alzire'in iniltisiyle geri dönmek zorunda kaldı. Battaniyenin uçlarını küçük kızın titreyen bedeninin altına sıkıştırdı, sonra tekrar pencerenin önünde dikilip, dalgın gözlerle yola bakmaya başladı. Doktor hâlâ gelmemişti!

Maheu ve Levaquelar, Pierronların kapısında karın üzerinde tepinen Lydie ile karşılaştılar. Evin pencereleri kapalıydı, kepenklerin aralığından ince bir ışık sızıyordu. Çocuk önce sorulara kaçamak yanıtlar verdi: Hayır, babası evde değildi, yıkanan çamaşırları getirmek üzere çamaşırhaneye, Yanık Ana'nın yanına gitmişti. Sonra rahatsız oldu, annesinin nerede olduğunu söylemek istemedi. Sonunda kin dolu sinsi bir gülümsemeyle her şeyi itiraf etti: Mösyö Dansaert gelmişti, annesi sohbetlerini engellediği için onu dışarı atmıştı. Dansaert sabahtan beri, iki jandarmayla birlikte mahallede dolaşıyor, işçilere tekrar işbaşı yapmaları için dil döküyor, zayıf gördüklerine gözdağı veriyor, her gittiği yerde pazartesi günü işbaşı yapılmazsa işletmenin Borinagelıları işe almaya kararlı olduğunu söylüyordu. Akşam hava kararırken Pierronne'u evde yalnız bulunca jandarmaları göndermişti; şimdi içerde, gürül gürül yanan ateşin yanında bir kadeh ardıç likörü içiyordu.

"Şiiişşt! Susun, bakalım ne yapıyorlar?" diye mırıldandı Levaque edepsizce gülerek. "Hesabımızı birazdan görürüz... Hadi küçük şıllık, sen uzaklaş buradan!"

Lydie'nin birkaç adım geri çekilince, Levaque gözünü kepengin aralığına dayadı. Gülmesini bastırmaya çalışıyor, tüm vücudu sarsılıyordu. Sonra sıra Levaque Kadın'a geldi, bir an baktıktan sonra yüzünü ekşiterek, bunun kendisini tiksindirdiğini söyledi. Neler olup bittiğini merak eden Maheu, kadını kenara itip içeri baktıktan sonra parayı veren düdüğü çalar dedi. Ardından tıpkı bir komedi izler gibi sırayla içeriyi gözetlemeye devam ettiler. Temizlikten ayna gibi parlayan odaya, gürül gürül yanan ateş sayesinde hoş bir hava hâkimdi, masanın üzerinde pastalar, bardaklar ve bir içki şişesi duruyordu, belli ki şenlik vardı. İçerde gördükleri şey iki adamı çileden çıkarmaya yetmişti, başka koşullar altında olsa, altı ay dalga geçip gülerlerdi. Kadının etekleri havadayken böyle tıka basa yiyip yemesi gülünçtü. Ama arkadaşları bir dilim ekmeğe, bir avuç kömüre muhtaçken sıcacık bir odada oynaşmak, bisküvilerle beslenmek alçaklık değil miydi?

"Babam geliyor!" diye bağırdı Lydie, sıvışırken.

Pierron, çamaşır bohçasını omzuna vurmuş, sakin sakin çamaşırhaneden dönüyordu. Maheu hemen ona seslendi.

"Baksana, karın, Catherine'i sattığımı, bizim evdeki herkesin bulaşıcı hastalığa yakalandığını söylüyormuş... Peki ya içeride karını eskitmekle meşgul olan beyefendi buna karşılık sana ne ödüyor?"

Bu sözlere hiçbir anlam veremeyen Pierron şaşkın şaşkın bakarken, kapının önündeki sesleri duyarak korkuya kapılan Pierronne neler olup bittiğini anlamak için kapıyı aralayacak kadar sersemlemişti. Yüzü kıpkırmızı, gömleğinin düğmeleri açıktı, kaldırdığı eteğini beline tutturmuştu, Dansaert ise odanın dibinde telaşla pantolonunu giyiyordu. Böyle bir olayın müdürün kulağına gitmesinden korkan başçavuş tir tir titreyerek tabanları yağladı ve gözden kayboldu. Bunun üzerine, kahkahalar, yuhalamalar, küfürler arasında tam bir kepazelik yaşandı.

"Sen, millete her zaman pasaklı der durursun," diye bağırdı Levaque Kadın Pierronne'a, "kendini şeflere ovdurttuğuna göre, temiz olmana şaşmamak gerek!"

"Arkadan konuşmakta üstüne yoktur onun!" diye ekledi Levaque. "Şu kaltağa bak sen, güya karım birimizi altına birimizi üstüne alıp kiracıyla beni aynı anda yatağa atıyormuş!.. Evet evet, bunları sen söylemişsin."

Ama sakinleşen Pierronne içlerinde en güzel ve en zenginin kendisi olduğunu bilmenin verdiği güvenle, küçümser bir ifade takınmış, bu kaba sözlere pabuç bırakmıyordu.

"Demişsem demişim, defolup gidin, tamam mı!.. Benim ne yaptığım sizi ne ilgilendirir, kıskançlar sürüsü sizi, bir kenara para koyduğumuz için bizi çekemiyorsunuz! Hadi hadi, boşuna uğraşmayın, kocam Mösyö Dansaert'in neden geldiğini iyi biliyor."

Sahiden de Pierron küplere biniyor, karısını savunuyordu. Kavga yön değiştirdi, artık hedef Pierron'du, ona satılmış, ispiyoncu, şirketin köpeği diye bağırıyorlar, kalleşliğine karşılık şeflerin önüne attığı güzel lokmaları mideye indirmek için evine kapanmakla suçluyorlardı. Pierron ise laf yarışında geride kalmıyor; Maheu'nün, kapısının altından, üstünde çaprazlama iki kemik ve bir hançer resminin bulunduğu bir tehdit mektubu attığını iddia ediyordu. Açlığın en uysalları bile çileden çıkarmaya başlamasından beri bütün kadın kavgalarında olduğu gibi, ister istemez bu kavga da erkeklerin gırtlak gırtlağa gelmesiyle sonuçlandı. Maheu ve Levaque Pierron'un üzerine saldırıp yumruklamaya başlayınca onları ayırmak gerekti.

Yanık Kadın çamaşırhaneden geri döndüğünde damadının burnundan oluk oluk kan akıyordu. Neler olup bittiğini öğrenince, "Bu domuz şerefimi iki paralık ediyor," demekle yetindi.

Sokak yeniden boşaldı, karın çıplak beyazlığını lekeleyen tek bir karaltı bile yoktu; her zamanki ölüm sessizliğine gömülen mahalle dondurucu soğuğun altında açlıktan inliyordu.

"Doktor geldi mi?" diye sordu Maheu kapıyı kapatırken.

"Gelmedi," diye karşılık verdi hâlâ pencerenin önünde dikilmekte olan Maheude.

"Çocuklar döndü mü?"

"Hayır, dönmediler."

Maheu kafasına balyoz yemiş bir öküz gibi tekrar bir duvardan diğerine gidip gelmeye başladı. İskemlesinde kazık kesmiş gibi oturan Bonnemort Baba kafasını bile kaldırmamıştı. Alzire de tek kelime etmiyor, onları endişelendirmemek için titremesini belli etmemeye çalışıyordu; ama ıstırabına cesaretle göğüs gerse de, kimi zaman öyle şiddetli bir titreme nöbetine tutuluyordu ki, küçük kızın cılız sakat bedeninin sarsılışı battaniyenin üzerinden bile hissediliyordu; o anlarda, fal taşı gibi açtığı gözlerini, salonu ay ışığı gibi aydınlatan beyaza kesmiş bahçelerin tavandaki soluk yansımasına dikiyordu.

Artık yoksulluğun son sınırına gelip dayanmışlardı, tamtakır kalmış evde can çekişmekteydiler. Şiltenin yünlerinden sonra örtüleri de eskiciye gitmiş, ardından çarşaflar, çamaşırlar ve satılacak ne varsa elden çıkarılmıştı. Bir akşam büyükbabanın mendilini iki meteliğe satmışlardı. Bu yoksul evden çıkan her eşya gözlerin yaşlarla dolmasına neden oluyor, kocasının hediye ettiği pembe karton kutuyu eteğinin içine sokarak satmaya götürdüğü günü hatırladıkça annenin yüreği hâlâ sızlıyordu, sanki çocuğunu bir kapının önüne bırakmıştı. Dımdızlak kalmışlardı, vücutlarındaki derilerden başka satacak hiçbir şeyleri yoktu, ama o da öylesine yıpranmış, öylesine bozulmuştu ki, kimse beş para vermezdi. Satacak bir şeyleri kalmadığını bildikleri için evi aramaya bile gerek duymuyorlardı, artık ne bir mum, ne tek bir patates, ne bir parça kömür bulma umudu vardı, yolun sonuna gelmişlerdi; ölmeyi bekliyorlar, sadece çocukları için üzülüyorlardı, nasıl olsa kendi elleriyle öldürecek oldukları küçük kızın daha önce böyle bir hastalığa yakalanmasına ve boş yere ıstırap çekmesine yol açtıkları için deliye dönüyorlardı.

"Nihayet gelebildi!" dedi Maheude.

Pencerenin önünden siyah bir karaltı geçiyordu. Kapı açıldı. Ama gelen Doktor Vanderhaghen değil, yeni rahip Peder Ranvier idi; adam bu ölüm kokan, ışıksız, ateşsiz, ekmeksiz eve girdiğinde şaşırmış gibi görünmedi. Şimdiye kadar üç komşu evi daha ziyaret etmişti, tıpkı jandarmalarla dolaşan Dansaert gibi, o da ev ev gezerek iyi niyetli işçileri ayartmaya çalışıyordu: Kapıdan girer girmez bir softanın ateşli tavrıyla konuşmaya başladı.

"Evlatlarım, pazar ayinine neden gelmediniz? İyi yapmıyorsunuz, sizi sadece Kilise kurtarabilir... Hadi ama, önümüzdeki pazar günü ayine katılacağınıza söz verin."

Maheu ona şöyle bir baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden salonu ağır ağır arşınlamaya devam etti. Yanıtı Maheude verdi.

"Ayine mi, sayın rahip, neden oraya gelecekmişiz ki? Ulu Tanrı bizimle alay etmiyor mu?.. Bakın mesela, orada ateşler içinde titreyen küçük kızım ona ne yaptı? Yeterince sefalet çekmiyor muyduk? Ben kızıma bir fincan sıcak su bile içiremeyecek haldeyken, onu hasta etmesi pek mi gerekliydi!"

Bunun üzerine, ayakta dikilen rahip uzun uzun anlatmaya başladı. Grevi, bu korkunç yoksulluğu, açlığın yarattığı bu müthiş kini kullanarak, dinini yüceltmek için vahşilere vaaz veren bir misyonerin coşkusuyla konuşuyordu. Kilise'nin yoksulların yanında olduğunu, günün birinde Tanrı'nın gazabını zenginlerin üzerine çekerek adaleti sağlayacağını söylüyordu. Üstelik o günün doğuşu çok yakındı, çünkü zenginler Tanrı'nın yerini almış, Tanrı'yı hiçe sayarak gücü ellerine geçirip dünyayı tek başlarına yönetmeye başlamışlardı. Ama işçiler dünya mallarının hakça paylaşılmasını istiyorlarsa, tıpkı İsa' nın ölümünden sonra havarilerin etrafında toplanan yoksullar ve halktan insanlar gibi, kendilerini hemen rahiplerin eline teslim etmeliydiler. Büyük emekçi kitlelerine sözü geçtiği gün papa nasıl da büyük bir güce kavuşacak, din adamları ne müthiş bir orduya sahip olacaktı! Dünya bir haftada kötülerden arındırılacak, namussuz efendiler kovulacak, sonunda gerçek Tanrı egemenliği kurulacaktı, böylece herkes hak ettiği ölçüde ödüllendirilecek, iş yasası evrensel mutluluğu sağlayacaktı.

Maheude rahibi dinlerken, sonbahar gecelerindeki sohbetlerde, sıkıntılarının yakında sona ereceğini söyleyen Étienne'i dinler gibiydi. Ama rahiplere hiçbir zaman güvenmemişti.

"Güzel şeyler söylüyorsunuz, sayın peder," dedi. "Ama bunun nedeni, burjuvalarla aranızın iyi olmaması... Diğer rahiplerimiz yemeklerini müdüriyette yer, ne zaman ekmek istesek gözümüzü şeytanla korkuturlardı."

Rahip yine lafı aldı, kilise ve halk arasındaki o üzücü yanlış anlamadan söz etti. Şimdi üstü kapalı cümlelerle şehirlerdeki rahiplere, piskoposlara saldırıyor; zevke sefaya dalmış, sahip oldukları nüfuzla kendilerinden geçmiş, dünya egemenliğini ellerinden alanın işbirliği yaptıkları o liberal burjuvazi olduğunu göremeyecek kadar körleşip sersemlemiş yüksek din adamlarına veryansın ediyordu. Kurtuluş kırsal kesim rahiplerinden gelecekti; yoksulların da yardımıyla, İsa'nın krallığını kurmak için hep birden ayağa kalkacaklardı; şimdiden yoksulların başına geçmiş gibiydi, bir halk önderi, bir İncil devrimcisi edasıyla kemikli bedenini dikeltiyor, ışıl ışıl parlayan gözleri karanlık odayı neredeyse aydınlatıyordu. Bu ateşli vaaz giderek gizemli bir konuşmaya dönüşmüştü, öyle ki zavallı ev halkı uzun bir süredir onun ne dediğini anlamıyordu.

"Bu kadar söze gerek yok," diye homurdandı birden Maheu, "bize biraz ekmek getirmekle işe başlasaydınız daha iyi olurdu."

"Pazar günü ayine gelin," diye haykırdı rahip, "Tanrı her şeye kadirdir!"

Böylece çekip gitti, vaaz vermek üzere bu sefer de Levaqueların evine girdi; Kilise'nin nihai zaferine dair düşler kurarken kendisini öyle yücelmiş hissediyordu ki, dünyevi sıkıntıları alabildiğine küçümsüyor, acı çekmeden kurtuluşun mümkün olmadığına inanarak, açlıktan kırılan işçi mahallelerinde eli boş, sadaka vermeden dolaşıyordu.

Maheu odayı arşınlamaya devam ediyordu, döşeme taşlarını titreten düzenli ayak seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Paslanmış bir makara gürültüsü duyuldu, Bonnemort Baba soğumuş ocağa tükürdü. Ardından düzenli ayak sesleri yeniden duyulmaya başlandı. Ateşi iyice yükseldiği için kendinden geçmiş olan Alzire alçak sesle sayıklıyor, güneşin altında oyun oynadığını sanarak gülüyordu.

"Kahpe felek!" diye mırıldandı Maheude, küçük kızın yanaklarına dokunduktan sonra, "Şimdi de alev alev yanıyor... Bu domuz herifin geleceği yok, o haydutlar gelmesini yasaklamış olmalılar."

Doktordan ve işletmeden söz ediyordu. O sırada kapının yeniden açıldığını görüp bir sevinç çığlığı attı. Ama kolları iki yana düştü, umutsuz bir yüz ifadesiyle olduğu yerde kalakaldı.

"İyi akşamlar," dedi Étienne, kapıyı dikkatlice kaparken alçak sesle.

Sıklıkla hava iyice karardığında geliyordu. Maheuler saklandığı yeri daha ikinci gün öğrenmişlerdi. Ama bu sırrı kimseyle paylaşmadıkları için, mahallede kimse genç adamın akıbetini bilmiyordu. Bu durum, hakkında bir efsane doğmasına neden olmuştu. Hâlâ ona güvenmeye devam ediyorlardı, ortalıkta gizemli söylentiler dolaşıyordu: Bir orduyla ve sandıklar dolusu altınla geri dönecekti. Bir mucizenin ilahî beklentisiyle hayallerinin gerçekleşeceğine, Étienne'in kendilerine vaat ettiği adalet ülkesine birdenbire kavuşacaklarına inanıyorlardı. Kimileri onu Marchiennes yolunda üç beyefendiyle birlikte bir arabanın içinde gördüğünü söylüyor, kimileriyse iki gün daha İngiltere'de kalacağını iddia ediyordu. Yine de zaman geçtikçe, güvensizlik baş göstermekteydi; saygınlığını zedeleyen ilişkisi herkes tarafından bilindiğinden, dalgacılar onun bir mahzende, Mouquette'in sıcacık koynunda gizlendiğini ileri sürüyorlardı. İtibarı yavaş yavaş sarsılıyor, ona en çok güvenenler bile içten içe umutsuzluğa kapılıyor, bu insanların sayısı her geçen gün artıyordu.

"Ne berbat bir hava!" diye ekledi Étienne. "Peki ya sizde yeni bir haber yok mu, her şey yine kötüye mi gidiyor?.. Bastıbacak Négrel'in Belçika'ya Borinagelı madencileri getirmeye gittiği söyleniyor. Lanet olsun! Bu doğruysa işimiz bitti demektir!"

Bu buz gibi ve karanlık odaya girince içi ürpermişti, artan karanlığın ortasında varlıklarını hissettiği bu zavallı insanları görebilmek için gözlerinin karanlığa alışması gerekti. Eğitimle incelip gelişmiş, gözünü yükselme hırsı bürümüş, sınıfından kopmuş bir işçinin tiksinti ve huzursuzluğunu hissediyordu. Bu kokunun, bu tıkış tıkış bedenlerin sergilediği sefalet karşısında korkunç bir acıma duygusuna kapılıyor, boğazı düğümleniyordu! Can çekiştiklerini seyretmek onu öyle allak bullak ediyordu ki, boyun eğmelerini tavsiye etmek için sözcükler arıyordu.

Ama hışımla önüne dikilen Maheu haykırdı:

"Borinagelılar ha! O ahmaklar buna cesaret edemezler!.. Hele bir onları kuyuya indirmeye kalksınlar, o zaman ocakları başlarına yıkarız!"

Étienne sıkıntılı bir ifadeyle ellerinden hiçbir şey gelmeyeceğini, ocakları bekleyen askerlerin aşağı inerlerken Belçikalı işçileri koruyacaklarını söyledi. Maheu yumruklarını sıkıyor, kendi deyimiyle süngüleri sırtında hissettiği için çileden çıkıyordu. Demek artık kömür işçilerinin kendi memleketlerinde bile sözü geçmiyordu! Çalıştırmak için enselerine silah dayıyor, onlara kürek mahkûmları gibi davranıyorlardı! Maheu ise çalıştığı kuyuyu seviyor, iki aydan beri inememiş olmak ona büyük bir üzüntü veriyordu. Bu yüzden de, işe alacaklarını söyleyerek gözdağı verdikleri o yabancıları, bu büyük hakareti düşündükçe, gözünü kan bürüyordu. Sonra, tezkeresinin eline verildiğini hatırlayınca yüreği sızladı.

"Neden öfkelendiğimi bilmiyorum," diye mırıldandı. "Artık onlar için çalışmıyorum... Beni buradan da kovarlarsa, pekâlâ sokakta da geberebilirim."

"Bırak bunları!" dedi Étienne. "İstersen yarın işbaşı yapabilirsin. İyi işçileri geri çevirmiyorlar."

Ateşten sayıklayan Alzire'in hafifçe güldüğünü duyunca şaşırıp sözünü yarıda kesti. Henüz sadece Bonnemort Baba'nın kıpırtısız karaltısını fark edebilmiş, hasta çocuğun bu neşesi karşısında ürkmüştü. Çocuklar da ölmeye başladığına göre bu kadarı fazlaydı. Titreyen sesiyle kararını açıkladı:

"Bu durum daha fazla süremez, hapı yutmuş haldeyiz... Vazgeçmek gerek."

O ana kadar kıpırdamadan sessizce duran Maheude aniden parlayarak, bir erkek gibi sövüp saymaya, Étienne'e bağırmaya başladı:

"Ne diyorsun sen? Lanet olasıca, bunları sen mi söylüyorsun?"

Genç adam gerekçelerini sıralamak istese de, kadın konuşmasına izin vermiyordu.

"Lanet olsun, aynı şeyleri tekrarlayayım deme! Yoksa bu kadın halimle yüzüne tokadı indiririm... Biz iki aydır açlıktan kıvranalım, evin bütün eşyalarını satalım, çocuklarım hastalıktan kırılsın ve hiçbir sonuca ulaşamadan pes edelim ki haksızlık da sürüp gitsin, öyle mi? Baksana sen, bunu düşünmek bile kanımın beynime çıkmasına neden oluyor. Hayır! Hayır! Teslim olmaktansa her şeyi yakıp yıkmayı tercih ederim."

Tehditkâr bir el hareketiyle, karanlıkta duran Maheu'yü işaret etti.

"Şunu iyi dinle, eğer kocam ocağa dönecek olursa karşısında beni bulur, suratına tükürür, alçaklığını yüzüne vururum!"

Étienne onu göremese de, yüzünde, havlayan bir köpeğin soluğuna benzer bir sıcaklık hissediyordu; kendisinin sebep olduğu bu öfke patlaması karşısında şaşırıp gerilemişti. Maheude öyle değişmişti ki, artık onu tanıyamıyordu; eskiden son derece aklı başında olan, kendisini şiddet yanlısı olmakla suçlayan, kimsenin ölmesini istememek gerekir diyen bu kadın şimdi mantığının sesine kulağını tıkamış, her şeyi yakıp yıkmaktan söz ediyordu. Artık politikadan söz eden, burjuvaların kökünün bir çırpıda kazınmasını isteyen, açlıktan ölenlerin emeğiyle semiren hırsız zenginlerden dünyayı kurtarmak için cumhuriyeti ve giyotini talep eden kendisi değil, oydu.

"Evet, kendi ellerimle parçalarım onları... Artık canımıza tak etti! Şimdi sıra bizde, bunu sen söylüyordun... Babamın, büyükbabamın, büyükbabamın babasının bu acıları çektiğini ve oğullarımızın, torunlarımızın aynı sıkıntıları yaşayacağını düşündükçe çılgına dönüyor, bıçağa sarılmak istiyorum... Geçen gün az bile yaptık. Montsou'yu son tuğlasına kadar başlarına yıkacaktık. Neye yanıyorum biliyor musun? İhtiyarın Piolaineli kızı boğmasına engel olmayacaktım... Benim çocuklarım açlıktan ölürken hiçbirinin kılı kıpırdamıyor!"

Sözleri karanlığın ortasında balyoz gibi iniyordu. Kapalı ufuk açılmak istememişti, o gerçekleşmesi mümkün olmayan ideal ıstırabın kemirdiği bu beyinde zehire dönüşüyordu.

"Beni yanlış anladınız," diyebildi sonunda, geriye çark eden Étienne. "İşletmeyle uzlaşmaya varılabilir, kuyuların perişan durumda olduğunu biliyorum, kuşkusuz bizimle anlaşmaya çalışacaklardır."

"Hayır, hiç sanmıyorum!" diye gürledi Maheude.

O sırada, Lénore ve Henri elleri boş geri dönüyorlardı. Bir beyefendi onlara iki metelik vermiş, ama ablası küçük kardeşini sürekli tekmelediği için para karların arasına düşmüştü; Jeanlin'le birlikte arasalar da bulamamışlardı.

"Jeanlin nerede?"

"Gitti anne, işi olduğunu söyledi."

Étienne bu konuşmaları yüreği sızlayarak dinliyordu. Bir zamanlar, çocukları dilenecek olursa onları öldüreceğini söylüyordu. Şimdi ise çocukları kendi elleriyle sokaklara gönderiyor, hatta Montsoulu on bin kömür işçisinin yoksul ihtiyarlar gibi bir baston ve heybe alarak dehşetin hâkim olduğu ülkeyi bir baştan bir başa dolaşmaları gerektiğinden söz ediyordu.

Karanlık odada tedirginlik daha da artmıştı. Eve aç dönen yavrucaklar yemek istiyorlardı, neden yemek yenmiyordu ki? Mızıldanıp tepindiler, sonunda can çekişmekte olan ablalarının ayağını ezdiler, Alzire acıyla inledi. Gözü dönen anneleri karanlıkta onlara rasgele tokatlar indirdi. Sonra çocuklar ekmek istediklerini söyleyip daha da güçlü haykırmaya başlayınca, gözyaşlarına boğularak yere çöktü, ikisiyle birlikteküçük sakat kızı da kucaklayarak bağrına bastı. Onu halsiz bırakıp tüketen bir sinir boşalmasıyla uzun süre ağladı, bir yandan da kekeleyerek hep aynı şeyi tekrarlıyor, ölümden medet umuyordu: "Tanrım, neden canımızı almıyorsun? Tanrım, bize acı, kurtar bu işkenceden!" Büyükbaba yağmur ve rüzgârın eğdiği yaşlı bir ağaç gibi hiç kımıldamadan otururken, baba başını bile çevirmeden ocakla yemek dolabı arasında gidip gelmeye devam ediyordu.

O sırada kapı açıldı, bu kez gelen Doktor Vanderhaghen'di.

"Lanet olsun!" dedi, "Mum yaksanız gözleriniz mi bozulurdu?.. Çabuk olalım, acelem var."

Her zamanki gibi işten canı çıkmış, söylenip duruyordu. Neyse ki, doktorun yanında kibrit vardı, hastayı muayene edebilsin diye baba altı kibriti arka arkaya yakmak zorunda kaldı. Örtüsü üstünden alınan Alzire titrek ışıkta tir tir titriyor, karın içinde can çekişen cılız bir kuşu andırıyordu, öyle zayıftı ki sadece kamburu seçilebiliyordu. Yine de, gözlerini koca koca açmış, can çekişenlerin dalgın tebessümüyle gülümsüyor, sıska elleri içe göçmüş göğsünün üzerinde kasılıp duruyordu. Zorla soluk alan anne, Tanrı'nın, ev işlerine ona yardımcı olan, bu akıllı, uysal evladı kendisinden önce almasının doğru olup olmadığını sorduğunda doktor sinirlendi.

"Al işte, göçüp gidiyor... Evladın açlıktan öldü. Üstelik sadece o değil, az önce yandaki evde bir çocuğun daha öldüğünü gördüm... Hepiniz beni çağırıyorsunuz ama elimden bir şey gelmez, sağlığınıza kavuşmanız için et yemeniz gerek."

Parmakları yanan Maheu kibriti elinden atmıştı; henüz sıcak olan minik ceset tekrar karanlığa gömüldü. Doktor koşa koşa gitmişti. Étienne kapkaranlık odada o kasvetli ölüm çağrısını tekrarlayıp duran Maheude'ün hıçkırıklarından başka bir şey duymuyordu.

"Tanrım! Sıra bende, benim de canımı al!.. Tanrım, bize acı, kocamın, diğerlerinin de canını al ki kurtulalım!"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top