Beşinci Bölüm
Beşinci Bölüm
I
Saat dörtte ay batmıştı, ortalık zifirî karanlıktı. Deneulinlerin evinde herkes uyuyordu, Jean-Bart madeninden bakımsız geniş bir bahçeyle ayrılan ve bu bahçenin en dibinde yer alan eski tuğla ev sessizliğe ve karanlığa gömülmüştü, kapı ve pencereleri kapalıydı. Evin diğer cephesi ıssız Vandame yoluna bakıyordu; ormanın ardında ve yaklaşık üç kilometre mesafede bulunan Vandame büyükçe bir kasabaydı.
Önceki günün bir bölümünü ocakta geçirdiği için yorgun düşmüş olan Deneulin yüzünü duvara dönmüş horluyordu, o sırada rüyasında birisi kendisine sesleniyordu. Sonunda uyandı ve gerçekten kendisine seslenildiğini duydu, koşup pencereyi açtı. Maden çavuşlarından biri bahçede dikiliyordu.
"Ne oldu?" diye sordu.
"Ayaklanma çıktı efendim, işçilerin yarısı çalışmak istemiyorlar, üstelik diğerlerinin de ocağa inmesine engel oluyorlar."
Deneulin uyku sersemi olduğu ve dışarının soğuğu üzerinde soğuk duş etkisi yaptığı için söylenenleri tam olarak anlamıyordu.
"Lanet olsun, inmeleri için zorlayın siz de," dedi, lafı ağzında geveleyerek.
"Bu durum bir saattir sürüyor," diye devam etti çavuş. "Bu yüzden size danışmaya geldik. Onları ancak siz ikna edebilirsiniz."
"Tamam, geliyorum."
Hemen giyindi, artık kafasını toparlamıştı, çok endişeliydi. Evini yağmalayabilirlerdi, aşçı kadınla uşak uyanmamışlardı bile. Ama merdiven sahanlığının diğer yanından endişeli fısıltılar geliyordu; odadan çıktığında, kızlarının oda kapısının açıldığını, ikisinin de üzerlerine alelacele geçirdikleri sabahlıklarıyla dışarı fırladıklarını gördü.
"Baba, neler oluyor?"
Büyük kızı Lucie yirmi iki yaşında, uzun boylu, esmer tenli, kibirli bir kızdı; küçük kızı Jeanne ise daha yeni on dokuzuna girmişti, saçları altın sarısıydı, ufak tefek ve güzeldi.
"Önemli bir şey değil," diye karşılık verdi Deneulin, içlerini rahatlatmak için. "Bazı yaygaracılar aşağıda olay çıkarmışlar. Gidip bakacağım."
Ama kızlar karşı çıktılar, sıcak bir şeyler içmeden gitmesini istemiyorlardı. Yoksa midesi her zamanki gibi bozulacak, hasta olup eve dönecekti. Babaları çırpınıyor, çok acelesi olduğuna dair yeminler ediyordu.
"Dinle, baba," dedi Jeanne babasının boynuna sarılarak, "küçük bir kadeh rom içip, iki bisküvi yiyeceksin, yoksa böylece kalırım, beni de yanında götürmek zorunda kalırsın."
Deneulin kabullenmek zorunda kaldı, bisküvilerin boğazına dizileceğini söylüyordu. Kızlar şamdanlarını almış, onun önü sıra aşağı iniyorlardı. Yemek odasında hemen işe koyuldular, biri bardağa rom doldurdu, diğeri kilere koşup bir paket bisküvi getirdi. Küçük yaşta annelerini kaybettikleri için yeterince iyi eğitilememiş, babaları tarafından şımartılmışlardı; büyük kız sahnelerde şarkı söyleme hayalleri kuruyor, resme çok düşkün olan küçükse cesur bir yaklaşımla tuhaf resimler yapıyordu. Ancak işler kötüye gidip masrafları kısmak zorunda kaldıklarında, bu zirzop kızlar, hesap pusulalarını kuruşu kuruşuna inceleyen, derli toplu ve kurnaz ev hanımlarına dönüşmüşlerdi. Artık sanatçılara özgü erkeksi tavırlarıyla para işlerini üstlenip meteliğin hesabını yapıyor, satıcılarla sıkı pazarlık ediyor, yeni tuvaletler almaktansa eskilerini sürekli onarıyor, böylece evin geçim sıkıntısını hafifletmeyi başarıyorlardı.
"Yesene, baba," diye tekrarlıyordu Lucie.
Ardından, babasının suskunluğunu, düşünceli ve karamsar yüz ifadesini fark ettiğinde korkuya kapıldı.
"Böyle surat astığına göre, durum ciddi demek... O zaman biz de seninle kalırız, öğle yemeğini bizsiz yesinler."
O sabah için yaptıkları plandan söz ediyordu. Madam Hennebeau arabasıyla önce Grégoirelara uğrayıp Cécile'i, ardından da onları alacak ve hep birlikte öğle yemeği için Marchiennes'e, müdürün karısının kendilerini davet ettiği demir fabrikasına yemeğe gideceklerdi. Bu vesileyle de atölyeleri, yüksek fırınları ve kok fırınlarını gezeceklerdi.
"Elbette seninle kalacağız," dedi Jeanne da.
Ama babaları kızmaya başlamıştı.
"Saçmalamayın! Yine söylüyorum, önemli bir durum yok... Beni sevindirmek istiyorsanız, hemen yataklarınıza girin ve kararlaştırıldığı gibi sabah dokuzda yola çıkmaya hazır olun."
Kızları öpüp aceleyle dışarı çıktı. Bahçenin buzlu zemininde yankılanan çizmelerinin sesi giderek uzaklaşıyordu.
Jeanne rom şişesinin tıpasını özenle yerine oturturken, Lucie bisküvileri dolaba kaldırdı. Odada, sofrası zengin olmayan yemek salonlarının soğuk temizliği vardı. Kızlar, sabahın köründe aşağı inmiş olmalarından yararlanarak, bir gün öncesinden dağınıklık kalıp kalmadığını kontrol ettiler. Yerde bir peçete vardı, uşağın kulağı çekilmeliydi. Sonunda odalarına çıktılar.
Deneulin sebze bahçesinin dar patikalarını izleyerek en kestirme yoldan giderken, tehlikeye giren servetini; Montsou İşletmesi'nden, on katına çıkarma hayaliyle aldığı ama şimdi pula dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir milyon franklık hissesini düşünüyordu. Aksilikler üst üste gelmişti, beklenmedik büyük tamiratlar gerekmiş, işletme masrafları artmış, tam kâra geçileceği sırada ekonomik kriz patlak vermişti. Grev kendi ocağına da sıçrayacak olursa, işi biterdi. Küçük kapıyı itti: İşletme binaları, gecenin karanlığında, birkaç fenerin yer yer aydınlattığı koyu gölgeler halinde seçilmekteydi.
Jean-Bart, Voreux kadar önemli olmasa da, yenilenmiş haliyle, mühendislerin dediği gibi, güzel bir ocaktı. Kuyuyu bir buçuk metre genişletip, yedi yüz sekiz metrelik derinliğe ulaştırmakla yetinmemişler, son bilimsel gelişmeler doğrultusunda üretilen yepyeni makinelerle, asansörlerle, araç gereçle donatmışlardı; hatta binaların inşasında bile belli bir zarafet gözetilmişti, ayıklama hangarı tırtıklı saçaklarla süslenmiş, gözetleme kulesi bir saatle süslenmiş, yükleme hangarı ve makine dairesine Rönesans dönemi kiliseleri gibi yuvarlak bir biçim verilmiş, üzerine yerleştirilen baca siyah ve kırmızı tuğlalarla örülerek bir mozaik sarmalı görüntüsüne kavuşturulmuştu. Pompa, sadece su boşaltma işlemi için kullanılan eski Gaston-Marie ocağına yerleştirilmişti. Jean-Bart'da ise, kömür çıkartma kuyusunun sağında ve solunda yer alan, birinde buharlı vantilatörün, diğerinde merdivenlerin bulunduğu iki baca vardı.
Sabah üçte, herkesten önce ocağa gelen Chaval, arkadaşlarını Montsoulu işçileri örnek alıp vagon başına beş santim zam istemeye ikna etmişti. Çok geçmeden, dört yüz işçi ellerini kollarını sallayarak, bağıra çağıra barakadan yükleme hangarına doğru akmıştı. Çalışmak isteyenler lambaları ellerinde, yalınayak, kazmalarını ya da küreklerini koltuklarının altına sıkıştırmış halde bekliyorlardı; diğerleri ise tahta pabuçları hâlâ ayaklarında, hava zehir gibi soğuk olduğundan paltoları omuzlarında, kuyunun ağzını tutmuşlardı. Düzeni sağlamak isteyen çavuşların bağırmaktan sesleri kısılmıştı, direnişçileri sağduyuya davet ediyor, çalışmak isteyenleri engellememeleri için dil döküyorlardı.
Catherine'i üzerinde iş pantolonu ve ceketi, başında mavi başlığıyla gören Chaval öfkeden deliye döndü. Uyandıklarında, ona sertçe, yatağından çıkmamasını söylemişti. Ama iş duracak diye umutsuzluğa kapılan kız kalkıp onun peşinden gelmişti, çünkü Chaval ona hiç para vermiyor, ikisinin masraflarını çoğunlukla Catherine karşılamak zorunda kalıyordu; para kazanamazsa hali ne olurdu? Aç açık kalan vagon sürücü kızlar gibi Marchiennes genelevine düşmekten ödü kopuyordu.
"Lanet olasıca!" diye haykırdı Chaval, "Ne halt etmeye geldin buraya?"
Catherine kekeleyerek, kendisine bir yerlerden para gelmediğini, çalışmak zorunda olduğunu söyledi.
"Kaltak, demek bana karşı geliyorsun!.. Hemen geri dön, yoksa seni tekme tokat götürürüm!"
Catherine ürkerek gerilese de, olayların nasıl gelişeceğini görmeye kararlı olduğu için oradan ayrılmadı.
O sırada Deneulin ayıklama hangarının merdivenlerini çıkıyordu. Fenerlerin solgun ışığına rağmen bir bakışta durumu kavradı; karanlıklar içindeki bu kalabalık yabancısı değildi, kazmacısı, yükleyicisi, tumbacısı ve vagon sürücüsünden çırağına kadar hepsinin yüzlerini teker teker tanıyordu. Yepyeni ve hâlâ temiz olan hangarda durdurulmuş olan iş öylece bekliyordu: Basınç altındaki kazan hafif ıslıklarla buhar salıyor, asansörler hareketsiz halatlara asılı duruyordu, gelişigüzel bırakılmış vagonlar demir döşemede geçecek yer bırakmamıştı. Olsa olsa seksen lamba alınmıştı, diğerleri lambahanede yanık vaziyette duruyorlardı. Ama hiç kuşkusuz Deneulin'in bir sözü yetecek ve herkes işbaşı yapacaktı.
"Pekâlâ çocuklar, neler oluyor?" diye sordu gür bir sesle. "Canınızı sıkan nedir? Anlatın bana, konuşup anlaşırız."
İşçilerini çok çalıştırsa da onlara genellikle babacan bir tavırla yaklaşırdı. Sert, otoriter bir adamdı; onları önce borazan gibi gürleyen sesi ve iyi niyetiyle ikna etmeye çalışır, sıklıkla da kendini sevdirirdi, işçiler ona yürekli bir adam olmasından dolayı saygı duyuyorlardı, her gün onlarla birlikte ocağa iniyor, bir kaza meydana geldiğinde en önce o koşuyordu. İki grizu patlaması sırasında, en gözüpekler bile tereddüt ederken, o koltukaltlarına halat bağlatarak kendini aşağıya sarkıttırmıştı.
"Hadi ama, size güvendiğime pişman etmeyeceksiniz beni umarım. Bildiğiniz gibi buraya bir jandarma karakolu kurulmasına karşı çıktım... Derdinizi rahat rahat anlatın, sizi dinliyorum."
Bütün işçiler sıkıntı içinde susuyor, onun yanından kaçmaya bakıyorlardı; sonunda Chaval söze girdi:
"Mösyö Deneulin, bu koşullarda çalışmaya devam edemeyiz, vagon başına beş santim ücret artışı talep ediyoruz."
Deneulin şaşırmış göründü.
"Nasıl! Beş metelik mi? Neye dayanarak böyle bir talepte bulunuyorsunuz? Ben yaptığınız payandalama işinden şikâyetçi değilim ki, size Montsou Yönetim Kurulu gibi yeni bir ücret tarifesi de dayatmıyorum."
"Olabilir, ama yine de Montsou'daki arkadaşlarımız haklı. Tarifeyi reddedip beş santimlik ücret artışı istiyorlar, çünkü şu anki ücretlerle hakkını vererek çalışmak mümkün değil... Biz de beş santim zam talep ediyoruz, öyle değil mi arkadaşlar?"
Onaylayıcı sesler yükseldi, itiş kakış arasında ortalık yine karıştı. Yavaş yavaş hepsi yaklaşıp dar bir çember oluşturdular.
Güçlü bir yönetimden yana olan Deneulin'in gözlerinde şimşekler çaktı, içlerinden birinin boğazına sarılmamak için kendisini zor tutup yumruklarını sıktı. Sonunda mantıklı bir şekilde konuşup tartışmaya karar verdi.
"Beş santim zam istiyorsunuz, işin hakkının bu olduğunu kabul ediyorum. Ama bu artışı yapacak durumum yok. Bu parayı verirsem topu atarım... Anlasanıza, sizin var olmanız için önce benim var olmam gerek. Oysa sıfırı tüketmek üzereyim, maliyet fiyatlarındaki en ufak artış iflas etmem anlamına gelir... Hatırlarsanız, iki yıl önceki son grevde isteklerinizi kabul ettim, çünkü o zaman buna gücüm yetiyordu. Ama o zam beni çok sarstı, iki yıldan beri belimi doğrultmak için didiniyorum... Gelecek ay nereden para bulup da ücretlerinizi öderim diye düşünmektense, kuyuya bugün kilit vurmayı tercih ederim."
Chaval, işlerinin durumunu onlara son derece açık yüreklilikle anlatan patronunun karşısında sinsi sinsi sırıtıyordu. Diğerleri ise inatçılık ve kanmazlıkla başlarını öne eğiyorlardı; bir patronun işçilerinin sırtından milyonlar kazanamasını akılları almıyordu.
Bunun üzerine, Deneulin devam etti. Her dakika pusuda bekleyen, ilk tökezlediği anda kendisini yutmaya hazır Montsou İşletmesi'ne karşı verdiği mücadeleyi anlatıyordu. Bu vahşi rekabet onu tasarrufa zorluyordu, üstelik Jean-Bart'ın çok derin bir kuyu oluşu kömür çıkarma masraflarını artırıyordu, neyse ki kömür katmanları çok kalındı da bu olumsuzluğu bir ölçüde dengeliyordu. Son grevde, işçilerinin kendisini bırakıp gitmesinden korkmasa, Montsou'yu örnek alıp ücretleri asla yükseltmezdi. Onlara gelecek günler konusunda gözdağı veriyordu, kendisini madeni satmaya mecbur ederlerse, Montsou İşletmesi'nin korkunç boyunduruğu altına girmek onlar için ne güzel bir sonuç olurdu ya! Kendisi, uzaklarda, o bilinmeyen tapınakta hüküm sürmüyordu; madenciyi soyup soğana çevirmek için müdürlere para ödeyen, işçinin yüzünü bile görmediği hissedarlardan değildi; bir patrondu, sadece parasını değil, zekâsını, sağlığını, hayatını da ortaya koyuyordu. İşin durması kendisinin ölümü demekti, çünkü elinde stoku yoktu ve siparişleri karşılaması gerekiyordu. Diğer yandan, araç gerece yaptığı yatırım atıl kalamazdı. Verdiği sözleri nasıl tutardı o zaman? Dostlarından aldığı borçların faizini kim öderdi? Kesinlikle iflas ederdi.
"İşte böyle, dostlarım," dedi sözünü tamamlarken. "Sizi ikna edebilmek isterdim... Bir insandan kendisini boğazlamasını isteyemezsiniz değil mi? Ha size beş santim zam yapmışım, ha siz greve gitmişsiniz, iki durumda da gırtlağımı kendi elimle kesmiş olurum."
Sustu. İşçiler arasında homurdanmalar duyuldu. Madencilerin bir kısmı kararsız görünüyordu. Birçoğu kuyuya doğru yönelmişlerdi.
"En azından, herkes kendi kararını kendi versin..." dedi bir çavuş. "Kimler çalışmak istiyor?"
Catherine ilk öne çıkanlardan biriydi. Ama öfkelenen Chaval onu geri iterek haykırdı:
"Hepimiz aynı görüşteyiz, arkadaşlarını yüzüstü bırakanlar sadece alçaklardır!"
O andan itibaren uzlaşmak imkânsız görünüyordu. Yeniden bağırışmalar başlamıştı; grev yanlısı işçiler, duvara sıkıştırıp ezme pahasına diğerlerini itip kakarak kuyudan uzaklaştırıyorlardı. Bir an umutsuzluğa kapılan müdür tek başına karşı koymaya, bu kalabalığı sertçe yola getirmeye niyetlendi; ama boşuna bir çılgınlıktı bu, geri çekilmek zorunda kaldı. Kayıt bürosuna girip bir iskemleye çöktü, birkaç dakika soluk soluğa öylece oturdu, çaresizliği yüzünden öyle perişandı ki aklına hiçbir şey gelmiyordu. Sonunda sakinleşti; bir gözetmene, gidip Chaval'i çağırmasını söyledi, Chaval kendisiyle görüşmeyi kabul edince, odadakilere dışarı çıkmalarını işaret etti.
"Bizi yalnız bırakın."
Deneulin'in niyeti bu gencin aklından neler geçtiğini anlamaktı. Daha ilk sözlerinden, onun kendini beğenmiş biri olduğunu, içini büyük bir kıskançlık duygusunun kemirdiğini hissetti. Bunun üzerine Chaval'i pohpohlamaya başladı, onun gibi yetenekli bir işçinin geleceğini böyle tehlikeye atmasına şaşırmış gibi göründü. Dediğine bakılırsa, uzun süreden beri ondaki bu hızlı gelişmeyi takip ediyordu, sonunda açıkça kendisini bir süre sonra çavuş yapacağını söyledi. Chaval onu sessizce dinlerken, sıkılı yumrukları giderek gevşiyordu. Kafasında bin bir düşünce vardı: Grevde ısrar edecek olursa Étienne'in yardımcısı durumuna düşecekti, oysa önünde yeni bir ufuk açılıyordu, yönetici takımına dahil olabilirdi. Gururdan yüzüne ateş basıyor, başı dönüyordu. Zaten sabahtan beri beklediği grevciler bu saatten sonra hiç gelmezdi, bir engelle karşılaşmış olmalıydılar, belki de jandarma önlerini kesmişti: Boyun eğmenin tam zamanıydı. Ama yine de başını hayır anlamında sallıyor, dürüstlükten şaşmayan bir adam gibi görünmeye çalışıp, böyle bir teklife gücenmişçesine göğsüne vuruyordu. Nihayet patrona, Montsou'dakilerle bir buluşma ayarlamış olduğunu söylemeden, arkadaşlarını sakinleştirip ocağa inmeye ikna edeceğine söz verdi.
Deneulin bürodan çıkmadı, çavuşlar da bir kenarda duruyorlardı. Bir saat boyunca, bir vagonun üzerine çıkıp nutuk atan Chaval'i dinlediler. İşçilerin bir kısmı onu yuhaladı, içlerinden yüz yirmi kadarı öfkeyle çekip gittiler, bizzat Chaval'in önayak olduğu direniş kararında direniyorlardı. Saat yediyi geçmişti, pırıl pırıl bir gün başlıyordu, hava güneşli ama buz gibiydi. Birdenbire ocak yine hareketlendi, durdurulan iş tekrar başlamıştı. Önce makinenin kolu çalışmaya başladı, halatlar makaralara sarılıp boşalıyordu. Ardından, işaret tokmaklarının gürültüsü arasında aşağı iniş başladı, asansörler doluyor, dalışa geçiyor, sonra yine yukarı çıkıyordu; kuyu çıraklardan, vagon sürücü kızlardan ve kazmacılardan oluşan günlük tayınını yutmaktaydı; tumbacılar demir döşeme üzerinde gümbür gümbür sesler çıkaran vagonları itiyorlardı.
"Lanet olasıca, orada ne halt ediyorsun?" diye haykırdı Chaval, asansör sırasını bekleyen Catherine'e. "Oyalanıp duracağına, aşağı insene!"
Saat dokuzda, arabasında Cécile'le birlikte çıkagelen Madam Hennebeau Lucie'yle Jeanne'ı hazır buldu, defalarca onardıkları tuvaletlerine rağmen kızların ikisi de çok şıktı. Ama arabanın yanında kendilerine atla eşlik eden Négrel'i görünce Deneulin şaşırdı. Yemeğe erkekler de mi davet edilmişlerdi? Bunun üzerine, Madam Hennebeau anaç bir tavırla, yollarda çapulcu kılıklı herifler geziyor dedikleri için ürktüğünü ve yanlarına bir koruyucu almaya karar verdiğini söyledi. Négrel gülüyor ve içlerini rahatlatmaya çalışıyordu: Endişelenecek bir şey yoktu, her zamanki gibi yaygaracıların kuru gürültüsüydü bu, içlerinden hiçbiri cama bile tek bir taş atmaya cesaret edemezdi. Hâlâ sabahki başarısının sevincini yaşayan Deneulin, Jean-Bart'daki ayaklanmanın nasıl bastırıldığını anlatıyordu. Artık içi rahattı. Küçük hanımlarsa Vandame'a gidecek olan arabaya binerken, bu muhteşem günün etkisiyle neşe içindeydiler; ta uzaktaki kırlarda giderek kabaran öfkenin, kulaklarını yere dayasalar ayak seslerini işitebilecekleri yürüyüşe geçmiş insanların farkında bile değillerdi.
"Anlaştık o zaman," diye tekrarladı Madam Hennebeau. "Akşama küçükhanımları almaya geliyor ve bizimle yemeğe kalıyorsunuz. Madam Grégoire da gelip Cécile'i almaya söz verdi."
"Tamam, geleceğim," diye karşılık verdi Deneulin.
Araba Vandame'a doğru yola çıktı. Jeanne ve Lucie hâlâ yolun kenarında duran babalarına gülümsemek için başlarını pencereden uzatmışlardı; Négrel ise hızla dönen tekerleklerin ardından zarifçe atını sürüyordu.
Ormanı geçip Vandame'dan Marchiennes'e uzanan yola girdiler. Tartaret'ye yaklaştıklarında Jeanne, Madam Hennebeau'ya Côte-Verte'e gidip gitmediğini sordu, kadın bu bölgede beş yıl geçirmiş olmasına rağmen, o tarafa hiç gitmediğini söyledi. Bunun üzerine oraya yöneldiler. Ormanın kenarında yer alan Tartaret, altında yüzlerce yıldır bir kömür madeninin için için yandığı, volkanik, çorak ve işlenmemiş bir araziydi. Bölgedeki madenciler burayla ilgili olarak eski bir efsaneden söz ederlerdi: Sürücü kızların sefih bir yaşam sürdüğü bu yeraltındaki Sodome şehrine gökyüzünden ateşler yağmış, kızlar yukarı çıkacak zaman bile bulamamıştı; bugün bile bu cehennemin dibinde yanmaya devam ediyorlardı. Koyu kırmızı renkteki kireçli kayalar, cüzam yaralarını andıran şap oyuklarıyla kaplıydı. Yarıkların aralarından sarı çiçekler gibi kükürt fışkırıyordu. Geceleri bu deliklere gözünü dayayacak kadar cesaretli olanlar, alevleri, kor ateşte kavrulmakta olan günahkâr ruhları gördüklerine yemin ederlerdi. Toprağın üstünde ışıklar oynaşır, şeytanın bu lanetli ve pis mutfağından leş gibi kokan sıcak buharlar tüterdi. İşte bu uğursuz Tartaret topraklarının ortasında, her zaman yemyeşil çimenleri, yaprakları sürekli yenilenen gürgenleri ve yılda üç kez ürün alınabilen bereketli tarlalarıyla Côte-Verte sonsuz bir ilkbahar mucizesi gibi dikilmekteydi. Burası toprağın derinliklerindeki ateşle ısınan doğal bir seraydı. Asla kar tutmazdı. Bu aralık gününde, don, ormanın yaprakları dökülmüş ağaçlarının yanı başındaki bu devasa yeşilliğin yanına bile yaklaşamamış, en dıştaki otları bile solduramamıştı.
Biraz sonra araba ovada hızla ilerlemeye başladı. Négrel efsaneyle dalga geçiyor, maden ocaklarındaki yangının genellikle kömür tozlarındaki kızışma sonucu ortaya çıktığını anlatıyordu; kontrol altına alınmayacak olursa bu ateş sonsuza dek yanardı; Belçika'daki bir maden ocağını, yatağını değiştirdikleri bir derenin suyunu kuyuya akıtarak söndürmüşlerdi. Ama çok geçmeden sustu, bir süreden beri sürekli olarak madenci gruplarıyla karşılaşıyorlardı. İşçiler yanlarından sessizce geçerken, kendilerini kenara çekilmeye zorlayan bu ihtişamlı arabaya dik dik bakıyorlardı. Sayıları giderek arttığından, Scarpe köprüsünden geçerken atlar adım adım ilerlemeye başlamıştı. Neler olmuştu da bunca insan sokaklara dökülmüştü? Küçükhanımlar korkmaya başlamış, Négrel için için çalkalanan kırlarda bir çatışma kokusu almıştı. Nihayet Marchiennes'e vardıklarında rahat bir nefes aldılar. Güneşin altında sönükmüş gibi görünen kok fırınlarıyla yüksek fırın bacalarından dumanlar çıkıyor, kurumlar her zamanki gibi havaya savruluyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top