Bölüm 19


"Dede! Bir şeyin yok değil mi?"

Deniz'in sesiydi bu. Nazım Bey'in torunu Deniz'in sesi. Dedesinin odasından gelen gürültüyü duyar duymaz hemen soluğu onun yanında almıştı. Gözlerindeki korkunun sevgi ve merhametten beslendiği o kadar belliydi ki böyle bir torunu olduğu için Nazım kendini gerçekten de çok şanslı hissediyordu.

Nazım ve Deniz. İsimleri bile hoş bir uyum içindeydi. Ve ne garip ki iki ismi de Nazım kendisi seçmişti. Kendine Nazım, torununa Deniz ismini verdiği iki günü de hafızasının tüm bozukluğuna rağmen çok ama çok iyi hatırlıyordu.

23 yaşında soluk beyaz tenli bir delikanlıydı Deniz. Siyah düz saçları alnında ikiye ayrılan bir kâkül halinde yüzüne doğru uzamış, kaşları ince bir çizgi gibi onların ardında kalmıştı. Yaşından 4-5 yaş daha küçük göründüğünü kimse inkâr edemezdi. Sevecen bir ruha sahipti aslında ama bakışları her zaman onu tanımayanlarca karşısındakini küçümseyen bir adamın bakışlarına benzetilirdi.

Zayıf çehresinin gecenin bu saatinde çok daha zayıf göründüğü açıktı. Üstelik dedesinin odasından gelen gürültü onu gerçekten de korkutmuş olmalıydı. Nazım'ın yanına çöküp hemen elini onun sırtına dayadı. Nazım ise Deniz'in gözlerine dalıp gitmişti o saniyelerde. Dede ile torunun neredeyse birebir aynı olan bakışları birbirine kilitlenip kaldı bir süre.

"Dede! İyi misin?"

Daldığı anılardan hızla sıyrılan Nazım belli etmemeye çalışarak cebini kontrol etti. Neyse ki yerdeki resmi torunu fark etmeden cebine yerleştirmeyi başarmıştı. Deniz odaya girdiğinde resim çoktan Nazım'ın cebindeydi hatta. Deniz'in bu resmi en azından şimdilik görmesi içinden çıkılamaz bir felaket olabilirdi. Böyle konulara yıllardır fazlasıyla kafasını yormuştu. En ufak bir değişikliğin, olmaması gerekirken zamanından önce olan herhangi bir şeyin nasıl büyük felaketlere yol açabileceğini tahmin ediyordu. Her şeyin zamanı vardı. Çember kırılmamalıydı. Gerçeklik olduğu şekliyle tekrarlanmalıydı.

"Biliyorsun ya... Şu savaş... Çocuklar... Ve ahh ve annen" dedi çatallı bir sesle. "Yine aklıma geldi işte!"

Deniz dedesinin yanına sokuldu iyice. "Önce şuradan kalkalım hadi." diye gülümseyerek karşılık verdi. Nazım çok kilolu biri değildi belki ama kasları vazifesini yapmaktan çok uzak bir adamı yerden kaldırmak gerçekten de güç isteyen bir şeydi. Yerden tamamen kalkıp odanın köşesindeki koltuğa oturmaları neredeyse yarım saat sürdü.

"Demek annem geldi yine aklına ha?" dedi Deniz. Hiç görmediği annesini düşündüğü o anlarda yüzüne mutlu bir tebessüm yayılmıştı. "Bir tek resmi bile olmaması ne kötü!" dedi sonra. "Onun yüzünü görebilmeyi çok isterdim."

"Çok güzeldi" diyerek torununun saçını okşadı Nazım. "Öyle güzel bir kadındı ki tek bir saniye bile görsen kalbin sımsıcak olurdu. Ne garip... Gerçekten de tatlı bir gün ışığı gibiydi."

"Onu anlatırken hep bu cümleyi kuruyorsun" dedi Deniz. "Tatlı bir gün ışığı."

Deniz annesini düşünürken öyle güzel dalıp gitmişti ki Nazım birden sakladığı o eski resmi cebinden çıkarıp torununa göstermeyi isterken buldu kendini. Bir an neredeyse gösterecekti de. Ama bir eli cebine giderken diğer eli durdurdu bunu.

İmkânsız diye geçirdi içinden. Şimdi görürse asla inanmaz. Doğru anı beklemeliyim! Henüz zamanı değil!

"Senin yarın okulun yok mu? Neden hâlâ yatmadın?" diye sesini huysuz bir ihtiyara benzetmeye çalışarak söylenmeye başladı sonra. Bunu her ne kadar beceremese de yine de Deniz'in daldığı hayallerden çıkmasını sağlamıştı.

"Ben de sana onu soracaktım dede." dedi Deniz. Yüzüne genelde kimsenin pek görmediği tatlı bir gülümseme yerleşmişti "Bu saatte hâlâ neden ayaktasın?"

Nazım'ın kaşları önce sahte bir sinir ile çatıldı. "Hesap mı vereceğim bir de kerkenez!" dedi ciddi kalmayı başaramayarak. Deniz dedesinin bu hallerini öyle seviyordu ki kendini tutamayıp bir kez daha sarıldı Nazım'ın boynuna. Onun gümüş rengi saçlarını kokladı bir süre. Bu hayatta sahip olduğu tek şeydi Nazım. Ve onu hakikaten çok ama çok seviyordu.

"Yatıyorum dede. Ama sen de yat artık. Haydi..." dedi Deniz kollarını dedesinin boynundan çözerken. Nazım'ın yanağına bir öpücük kondurup kendi odasına doğru gitti sonra.

Torunu odadan çıktıktan hemen sonra Nazım ayağa kalkıp pencereyi açtı. Kafasını dışarı uzatıp derin derin nefes aldı önce. Gökyüzüne baktı uzun uzun. Anıları tıpkı o karanlık gecede parlayan yıldızlar gibi parça parça ve sisli karanlıklarla doluydu.

Deniz'in uykuya dalmasına yetecek kadar zaman geçtiğine emin olur olmaz çalışma masasının başına oturdu yeniden. Çekmecesinin kilitli gözünden eski bir kartpostal çıkardı. 1977 yılından kalma bir kartpostal. 46 yıl önce yazıp hazırladığı, zamanın ötesine gölgelerini düşürmek üzere hazır bekleyen bir kartpostal.

Tekrar okudu yazılanları. Hafızasının zayıflığına küfür etti. Sol göğsünün üstünde kalbinden bağımsız bir sızı hissetti birden. Daha çok şey hatırlamayı isterdi aslında.

Faydasızdı. Hatıraları sahiden de sisli bir gecede parlayan sönük yıldızlar gibiydi.

Yıllar önce başına gelen o felaketler zinciri beyninde var olan anıların çoğunu alıp götürmüştü Nazım'ın. 46 yıl öncesine uzanan o acı dolu günler... O günlerde kendisine yapılan işkencelerin tedavi olduğu söyleniyordu ona. Harlan Akıl Hastanesi Nazım'ın hafızasını ve anılarını yok eden yer olmuştu. O binadan ve orada yaşadıklarından o kadar korkuyordu ki Harlan Akıl Hastanesi diye fısıldasaydınız Nazım'ın yanında, gözleri dehşetle açılırken kendini bir köşeye atar hıçkırıklarla ağlamaya başlardı. Orada gördüğü tedavileri de diğer anıları gibi unutabilmeyi ne çok dilerdi.

Deniz diye mırıldandı birden. Nazım dedi daha sonra ve bir şey daha söylemek ister gibi açtı ağzını ama pili bitmiş bir oyuncak gibi donup kaldı elinde olmadan. "Zamanı geliyor!" dedi sonra neredeyse kekeleyerek. "Ne... ne yapmam lazım?"

O eski kartpostalda yazılanları okudu bir kez daha. Başının ağrımaya başladığını hissetti. Hem yaşadığı o acı tedaviler hem de yaşlılığı yüzünden günden güne öldüğünü bildiği beyni bu kadar karışık şeyleri düşünüp de bir sonuca varacak halde değildi artık. En azından Deniz'i doğru zamanda ve doğru yerde bulup kurtarmıştı öyle ya!

Torununu ilk kez ellerinde tuttuğu o yağmurlu geceyi düşündü birkaç saniye. Nasıl da ağladığını hâlâ dün gibi hatırlıyordu. Ve kucağında Deniz varken o ormanın içinde nasıl koşturup durduğunu.

Göğsü sızladı yeniden. Kalbi ya da ciğerleri ile hiç alakası yoktu.

Eski bilgisayarına uzandı parmakları kartpostalı yerine yerleştirirken. Sesini iyice kıstığına emin olduktan sonra birkaç rastgele şarkı arasında dolaştı usul usul. Hoşuna giden bir şey aradı ama bu yüzyılı da onun müziklerini de hiç sevememişti. Yaşıtlarının sıkça yaptığı gibi ama onlarınkinden biraz daha farklı olduğunu sadece kendisinin bildiği bir şekilde geçmişine yeniden acı bir özlem duydu. Az önce dinlediği eski şiirin bestesini açtı yeniden. Nazım Hikmet'in kız çocuğu şiiri hem söylediği sözlerle hem de Nazım'ın aklından geçen ve sözlerle hiç alakası olmayan düşüncelerle birleştiğinde yüreği hüzünle attı. Değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağı ne çok acı vardı dünyada. Gerçi... Gerçi belki de birini değiştirebilirdi. Bu şansı var mıydı sahiden?

Şanslı olduğuna hiç şüphesi yoktu gerçi. 21. yüzyılda doğup 20. yüzyılda yaşamak sonra da doğduğu tarihten önce ölecek olmak pek fazla kimseye nasip olacak bir ayrıcalık değildi ne de olsa.

Elini cebine götürdü sonra. O eski polaroid fotoğrafı çıkarttı yeniden.

40 yıldan fazladır saklıyordu onu. Uzun uzun baktı gözleri kilitlenmişçesine. "Ne kadar da güzelsin" diye mırıldandı. "Gördüğüm en güzel şeydin. Ve hâlâ öylesin. Tıpkı gün ışığı gibi."

Son sigarasını bitirip boş paketi masanın üzerine bıraktığında resmin arkasını çevirdi. Yüzüne mesut bir tebessüm yayıldı.

Fotoğrafın arkasında 21 Temmuz 2024 tarihi yazılıydı.

Henüz çekilmesine 9 ay vardı.

---------------------------

Lütfen yorum ve beğenilerinizi hikayemden esirgemeyin. Ve tabii arkadaşlarınıza önermeyi de unutmayın.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top