18.Bölüm: "İhanet"
B U R A Y I O K U Y U N N N;;
ben artık ciddili bıktım 150 kişinin görüntülediği bölüme 10 kişinin oy vermesinden yeni bölüm istiyorsunuz ve ben geçte olsa yazıyorum. Yeni bölümün 1 hafta sonra gelmesi için;
BOL YORUM Ve OY İstiyorum.
Siz yapmazsanız bende yapmam (doğal olarak)
Bu kadar şimdi bölüme geçebilirizz;
🥀
18.BÖLÜM: "İHANET"
-iyi okumalarrr🕺🏻🕺🏻
🥀
Ortada bir savaş yok, fakat vurulmuş gibi hissediyorum. Duygularımın arasında kaybolmuştum ve kurtulmaya çalışmak yerine ayağıma zinciri bizzat kendim vuruyorum. Her şey bir kenara, bana iyi gelen insanlar artık eskisi gibi hissettirmiyordu. Bu beni ekstra zedeliyordu çünkü artık bilinmezliğin içerisindeyim ve bu bilinmezlik, kararsızlık beni o kadar çok yoruyor ki, dünya yansa bir kibritte ben atarım.
Parmaklarım taradığım saçlarımın üzerinde turluyor, yıpranmış tutamların arasında geziniyordu. Dalgın bakışlarım aynadaki yansımamdayken, sabah uyandığımda farklı bir yerde olduğumu idrak etmek, kolumu yatağın diğer kısmına atınca Bartu'nun bedeniyle karşılaşmamak beni bir miktar kırmıştı. Buna rağmen, böylesinin etrafımdaki herkes açısından daha iyi olacağını düşünüp ayaklanmıştım. Fakat şimdi, bir kez daha bu evi neden sevmediğimi anladım.
Bu ev, bana başarısız olduğum anları hatırlatıyordu. Lisede, okuldaki öğretmenlerimin toplantıda aileme en ufak kötü bir şey dememesi için çalışarak sabahladığım geceleri hatırlatıyordu. Ve uykusuz geçirdiğim o gecelere rağmen düşük alıp, başarısız olduğum bazı zamanlar. Evde en ufak bir şeye azar işittiğimden midir bilinmez, her gün moralim bozuk evden çıkardım, ama Bartu'yu okulun önünde gördüğümde bütün olumsuzluklar bir anlığına pozitif olurdu. Her gün, kendi okuluna geçmeden önce bizim okulun önüne gelirdi ve eğer şansımız varsa beraber küçük bir kahvaltı yapardık. Kahvaltıdan kastım; kantinde tost yiyerek bir şeyler yudumlamak. Gerçi o zamanlar bunlar pek mühim değildi, çünkü yanımda o vardı. Aradan geçen senelere inat geldiğimiz noktada ise yine yanımdaydı, ama artık aklımızdan geçenler bir değildi.
Saçlarımı sıkıca topladıktan sonra zihnimdeki düşüncelerden silkelenip içeriye geçtim. Annem mutfakta kendi çapında kahvaltı hazırlarken, ona yardım etmek adına tepsideki kahvaltı tabaklarının hepsini masaya bir bir koymaya başladım. Bunu yaparken babamın bakışlarının yüzümde olduğunu hissedebiliyordum ama dönüp ona bakamıyordum. Çünkü onun sert bakışlarının altında ezilmeyi hiç özlemedim.
Annem ise yüzüme bile bakmamaya devam ediyordu. Onu ne kadar kırdığımı, üzdüğümü biliyordum ama geldiğimiz bu noktada hâlâ benim duygularımı hiçe sayıyorlarsa suç bende değil, onlarda.
Çaylarıda doldurup masada her zamanki yerime oturacakken, sandalyemin olmadığını fark ettim. Zaten küçük olan balkona zar zor sığan masanın etrafında dört değil, üç tane sandalye vardı.
"İçeride," dedi abim donuk bakışlarını yüzümde tutarken, "git salondan al."
Dediğini yaptım ve koltuğun yanında sehpah niyetine kullanılmaya başlanan sandalyemi aldım. Tekrar balkona doğru adımlarken sabır diledim. Çünkü şu an yapabileceğim en iyi şey buydu.
"İsmin buralarda çok yandı," dedi babam çayını masaya bırakırken. Ona bakmayıp masadaki zeytin tabağına gözlerimi dikerken, bütün bakışlar üzerimdeydi. "O herifin annesinin arkamızdan söylemediği laf kalmadı."
"Bir daha yapmayacak," diyerek araya girdi abim, "itin kopuğun peşinden koşmayacak."
Başımı kaldırıp ona baktığımda masanın altından ayağı ile ayağıma vurdu. Bir şeyler dememi istiyordu. Belki özür dilememi, ve yalvarıp kendimi affettirmemi.
"Bartu'nun annesi her Allah'ın günü evi basıp, senin oğlunun gözünü boyadığını söyledi." Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp, annemi dinlemeye başladım. "Ne zaman o kadın gelse, komşular bizi şikayet etti. Dışarıya çıkacak yüzümüz kalmadı."
"Kimsenin gözünü boyamadım ben," dedim sonunda konuşarak, "Bartu'yu da hiçbir şeye zorlamadım."
"Nedenini söyle o zaman," bu istek ile dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. "O itin peşinden gittin, şimdide senden sıkılıp seni kapı dışarı etti."
"Ne?" Kaşlarım şiddetle çatıldı. Abim olayı babama nasıl anlattı bilmiyorum ama ortada dönen yanlış anlaşılmaların boyutu oldukça ciddiydi. "Bartu, beni kapı dışarı etmedi. Ben kendi isteğimle döndüm."
Bana inanmayan babam, ortaya savruk bir gülüş bıraktı. Yeme beni der gibiydi.
"Burnu boka batınca eve dönecek demiştim," kopardığı ekmeği ağzına attı, ve şapırdatarak çiğnemeye başladı. "Bir şeyler olmuş ama neyse, yakında her şeyin kokusu çıkar ortaya."
"Ortaya çıkması gereken bir şey yok ki, sadece geri dönmek istedim."
"Çocuk oyuncağı mı bu?" Annemin oldukça sert ve yüksek çıkan sesi yüzünden irkilirken, masada ellerimi kucağıma indirdim ve bir şey yapması için abime baktım. "Sen yokken bizim neler çektiğimizi biliyor musun? Her gün, senin yediğin bu pislik yüzünden herkesten laf işittik. Hastalık hastası olduk senin yüzünden!"
"Anne tamam," dedi abim annemin masadaki elini kavrarken, "akıllanmış belliki. Bir daha yapmaz."
Benim yanımda şeytan, annem ve babamın yanında melek kesilen abime hayretle baktım. Bu iyimser tavırları ile annemi çok güzel kandırsada, aynı tavırlar babama pek işlemiyordu.
Bu konuşmaların daha başlangıç olduğunu biliyordum. Böyle bir ortam ile karşılaşacağımı da çok iyi biliyordum. Şaşırmamıştım yani. Yapmam gereken tek şey onları sakince dinlemekti. Eğer söylediklerine ters bir cevap verirsem, bu onları dahada fitillerdi ve önüme yasakları peş peşe sıraya dizerlerdi. Bu sebeple sakin, hatamı kabul etmiş gibi bir izlenim vermeye çalıştım.
Kahvaltıdan hemen sonra babam, salona geçmiş televizyonunu izlerken, annem ve ben sofrada arta kalanları toplamakla meşgulduk. Açıkcası bu ortamı hiçte özlememiştim. Bu sebeple evden hemen çıkmak ve mümkün olduğunca geç dönmek istiyordum.
Mutfaktaki bulaşıkları sudan geçiren annemi izlerken tezgaha yaslanmıştım.
Benimle konuşmamakta ısrarcıydı.
"Şu okul işi," diye cümleye girerek aramızdaki korkunç sessizliği bozdum. "Bugün kayıt yenilemenin son günüymüş. Bir an önce gidip halletmem lazım. Daha sonrada kütüphanede ders çalışayım diyorum, diğerlerine yetişmem lazım."
"Babana sor."
Mekanik sesi ile gözlerimi devirirken, babama pası atmasıyla mutfaktan ayrıldım ve salona geçtim. Babamdan çekindiğim için midir bilinmez, onunla diyalog kurmak beni geriyordu.
"Baba," hemen çaprazındaki tekli koltukta yerimi buldum ve pürüzlü çıkan sesimi küçük bir öksürük ile düzelttim. "Benim okula uğramam lazım. Kayıt yenileyeceğim."
"Abinle git." Dedi gözlerini televizyondan ayırmadan, "o bıraksın seni."
İstemsizce çatılan kaşlarımı düzelttim. Bir abimin peşime takılması eksikti zaten. Bir nevi haklılardı belki ama bugün, benim peşime birini takmayı düşünmek yerine küçük bir söz ile doğum günümü kutlayabilirlerdi. Gerçi bilmiyorum, belkide ben fazla duyar kasıyorum. Sonuçta hatalıyım ve bu durumda onlardan bir şey beklemek aleyhime olur. Aile kelimesinin kavramını bana pek net öğretememişlerdi.
Yaklaşık bir saat sonra abim beni arabayla okula bırakmış ve kapının önünden ayrılmıştı. O ayrılır ayrılmaz, ters istikamete doğru yol alırken derin bir nefes aldım. Abuk subuk laflar işitmemek için evden resmen çapulcu gibi giyinip çıkmıştım. Altımda dizlerimin bir kaç parmak üstünde biten siyah taytım, üstümde ise havanın serinliğine kanıp giyindiğim gri düz bir sweat vardı. Yüzümde sıfır mimikle, tıpkı bir ruh gibi insanların arasından geçip gidiyorum.
İçimde varlığını koruyan sıkıntı bana belirli aralıklarla derin nefesler aldırıyordu. Ama buna rağmen, aldığım nefes yetmiyormuş gibi daralıyordum. Bu sıkıntının sebebinin altında yatan en büyük neden ailemdi aslında. Uzun bir aradan sonra onların arasına yeniden girmiştim, ve daha kaç sabah ya da gece azar işiteceğimi bilmiyordum. Bu sabah işittiklerim ise sadece buzdağının görünen kısmıydı.
Kısa bir minibüs turundan sonra Tarlabaşı yokuşunun başında indim ve seri adımlarla yokuşu çıktım. Etraftaki yabani bakışlar hâlâ ilk kez gelmişim gibi beni korkutmaya devam ederken, kendimi hızlıca apartmana attım.
Bu sokak ve insanları beni o kadar çok ürkütüyordu ki, resmen damarlarımdaki kan geri çekiliyor. Burada, bu evde yaşadığım kötü anılardan mıdır bilinmez geldiğim yolu geri dönmek istedim. Çünkü artık Bartu'yu görmek beni geriyordu.
Oflayarak zili çaldım. Zaten düşük olan modum, her saniyede ekstra zedelenirken tek umudum Bartu'nun üzerinde kilitleniyordu. Doğum günü mü hatırlayacak mı bilmiyorum ama, belki eskisi gibi yine bir kaç güzel sözle beni mutlu edebilirdi.
Çok fazla vakit geçmeden kapı beklediğim kişi tarafından açıldı.
Bartu'ya uzanan kollarım onun boynuna dolandığı sırada aynı şekilde bana karşılık verdi.
"İğrenç bir geceydi." Diye söylendim sitemle.
"Benim gecemde pek farklı sayılmaz. Uykuda tutmadı zaten. Boş boş oturdum."
Sarılmamıza son verip, içeriye girdim. Evin içerisi resmen duman altıydı. Sanki tüm gece boyunca sigara içilmiş ve cam açmak yasakmış gibi bu dumanda oturmuştu.
"Keşke etrafı havalandırsaydın," dedim yüzümü istemsizce buruştururken, "her yer duman resmen."
Bartu, dediğimi yapıp camları ve perdeleri açtı. İçeri giren güneş ışığı ve hava, ortamı tamamiyle değiştirirken içeri dolan temiz hava sayesinde derin bir nefes aldım.
"Nasıl geçti?" Diye sordu koltuğa otururken, "çok kızdılar mı?"
"Biraz söylendiler işte." Onun aksine oturmadım ve ayakta kalmayı tercih ederek cama doğru yönelip, Tarlabaşı'nın çöp dolu sokağına gözlerimi diktim. "Annen de boş durmamış, sürekli bizimkileri rahatsız etmiş."
Omzumun üzerinden ona baktığımda, zaten üzerimde olan bakışları sayesinde göz göze geldik. "Anneni ara Bartu," dedim açık bir dille, "arkamdan konuşup, olup olmadık iftiralar atıyormuş. Konuş onunla, iftira atmayı kessin."
"Ne diyormuş?"
"Senin gözünü ben boyamışım güya, yoksa sen evden kaçacak çocuk değilmişsin falan. Kim bilir başka neler söyledi arkamdan."
Sinirle kurduğum cümlelerin arasına yanlış kelime sıkıştırmamaya özen göstersemde, Bartu'nun annesinin arkamdan söylediğini tahmin edebiliyordum. Çünkü annesi, çok kindardı. Bartu, tek çocuk olduğu için mi bilmiyorum ama onu benden kıskanıyordu ve bu kıskançlık pekte normal seviyede değildi.
Bartu'nun bana yaklaşan adımlarına karşın sessiz kalıp omzumu cama yasladım.
"Bu gece," elleri belimi sarmaladı. "Çok düşündüm."
Konuyu değiştirmesiyle gözlerimi devirdim ama arkamda olduğu için o bunu görmedi.
"Neyi?"
"Sana nasıl bir hediye alacağımı."
Açıkcası, bu keyfi çakır kafayla doğum günümü hatırlaması beni şaşırtmıştı.
"Gerek yok hediyeye," dedim içten bir dille, "ufak bir pasta keseriz biter."
"Olmaz," elleri bel boşluğuma yerleşti. "Sana yakışacak bir hediye almam lazım."
Onun bu sözü derin bir iç çekmemi sağladı. Demek ki hâlâ beni düşünüyordu.
"Bartu, yapmasak mı bir şey? Zaten annemleri biliyorsun hep evde olmamı istiyorlar."
"Sadece bir gün onlarda kaldın," belimdeki elleri sıkılaştı. "Oysa beni ihmal etmeyeceğine söz vermiştin."
"İhmal etmiyorum," kollarının arasında ona doğru döndüm, "durumları biliyorsun. İstiyorsan, akşam bir yer ayarlayalım orada kendi çapımızda hem küçük bir pasta keser, hemde beraber vakit geçirmiş oluruz."
Bartu, bir müddet yüzüme baktı. "Peki."
Bu ufak kabullenişinin ardından gelen telefonla, yine teslim yapmaya çağrıldı ve biz daha doğru düzgün vakit geçiremeden evden ayrıldı.
Onun evden çıkmasıyla ortadaki küçük masada biriken çöpleri topladım ve aynı şekilde evden çıktım. Biraz laflamak, ve kafamdaki labirentten kurtulmak adına Cemre'nin bulunduğu evin yolunu tuttum. Aslında amaç sadece laflamak değil, aynı zamanda Göktuğ'u da görmek istiyordum. Bu yüzden Nehle, yerine Cemre'nin sohbeti şu anlık benim için daha idealdi.
Yaklaşık bir saat sonra Cemre, ile beraber derin bir sohbetin en kuytu kısmındayken oturmaktan ve kambur durmaktan sırtım ağrımıştı. Bedenimi saran bu ufak sızı, pek umrumda olmasada oturduğum yerde omuzlarımı dikleştirip duruşumu düzelttim.
Sayamadığım zaman dilimi kadar sohbet ederken, eve geldiğimden beri Göktuğ'u görmemiştim. Bunun sebebide odasında eşyalarını toplamasaymış yani Cemre'nin bana dediğine göre öyle.
"Ben artık kimseyi anlamıyorum," dedi Cemre anlattığım şeylerin ardından, "hele Bartu'yu asla. Onun yaptıklarını anlamak için kırk fırın ekmek falan yemem lazım."
"Bende anlamıyorum ki zaten. Birsen'i neden hâlâ eve getirdiğini özellikle." Derin bir nefesimi sertçe dışarı üfledim. "Bazen bilerek, inadıma yaptığını düşünüyorum. Başka bir açıklaması olamaz çünkü."
"Ayrıl," küllükte ki sigarasını parmaklarının arasına aldı. "O senden ayrılmadan, ayrıl. Yoksa başın daha çok ağrayacak."
"Bartu bu haldeyken nasıl ayrılayım ondan?" diye yanıtladım onu. "O kullandığı şeyler yüzünden berbat halde. Hem," derin bir iç çekip yarım kalan cümleme devam ettim: "ayrılmak isteyip istemediğimi de bilmiyorum."
"Normal. İki sene boyunca birbirinize alışmışsınız. Şu an bu hislerinin sevgi olduğunu düşünebilirsin ama ona çok alıştığın için böyle hissediyorsun. Ortada sevgi falan yok."
Cemre'nin yüzü, kendi söylediklerine inanamıyormuş gibi bir hale büründüğünde dalgayla karışık bir dille söylendi.
"Ay yuh, bende mübarek ilişki terapisti falanım herhalde ya," sigara dumanını dışarı üfledi. "Başka bir açıklaması olamaz bu tavsiyelerimin."
Yüzümde ufak bir tebessüm oluştuğunda duvardaki saate gözlerim ilişti. Gereğinden uzun bir zamandır buradaydım. Oturduğum koltuktan sonunda kalkıp ayaklandığımda, uzun süre hareketsiz kalmama isyan eden kemiklerim çıtırdadı.
"Gitmeden bir Göktuğ'a bakacağım," dedim ve saçlarımdaki lastiği çıkarıp, saç tutamlarımı gerilmekten kurtardım, "akşam kesin geliyorsun, değil mi?"
Cemre, başını aşağı yukarı sallayıp beni onayladı ve kumandayı eline alıp televizyonu açtı.
"Göktuğ'da gelsin mi?"
"Hayır," diye söylendim net bir dille, "sakın ona bir şey söyleme. Bartu'da orada olacak, kavga çıkmasın."
Cemre, bana cevap vermeyip omuzlarını umursamazca silktiğinde benim aldığım kararlara karışmakta oldukça ısrarcıydı ve açıkçası bu huyunu hiç sevmiyordum.
Yinede ağzımı açıp bir şey söylemedim ve koridora doğru yöneldim. Kötü anılardan başka hiçbir şey barınmayan bu evde Göktuğ'nun kapısına bir kaç kez tıklattım ve kapıyı açıp başımı açtığım aralıktan içeri uzattım.
"Geleyim mi?"
Göktuğ, yerdeki açık olan valize dolaptaki kıyafetlerini atarken benim sorumla beraber duraksadı ve omzunun üzerinden bana baktı.
"Sormana gerek var mı?"
Buruşmasını, kırışmasını umursamadan kıyafetleri valizlere doldurup fermuarlarını zorlayarak kapatmaya devam ederken içeri girdim ve sırtımı kapattığım kapıya yasladım.
Ortalık oldukça dağınık, örtüsü çıkarılmış yatakta bile içi dolu poşetler ve koliler vardı.
"Yardım edilecek bir şey var mı?" diye sordum açık olan komidin çekmecesinin içerisindekilere göz ucuyla bakarken.
"Otur sen," iki valizide kaldırıp dolabın kenarına dikey bir şekilde koydu. "Hallederim ben."
Onu dinlemedim ve açık olan çekmecedeki saatlerini, bir kaç adet beresini küçük valize koymaya başladım. Onun aksine, elimden geldiğince düzgün ve simetrik bir şekilde dizmeye çalıştım.
Küçücük odada o kadar çok malzeme, alınacak şey vardı ki, sanki küçüklükten beri hiçbir şeyini atmamış gibiydi. Çöpleri ayırıp sadece ona ait eşyaları valize koyduktan sonra çekmecenin dibini boylayan çerçeveyi elime aldım.
Beyaz, boyası yer yer dökülmüş olan çerçevenin içerisindeki fotoğraf bir müddet duraksamamı sağladı. Kırlık alanda manzarayı arkasına alan Göktuğ'nun yanında bir kadın vardı. Kadının taktığı şal kaymış, saçlarının bir kısmını öne sermişti. Göktuğ'nun ise güneş yüzünden kısılan gözleri gülümsemesini etkilemiş olacak ki, yüzünde gülünç bir ifade vardı.
"Annen mi?" Diye sordum yanındaki kadına bakarken, kısa olan boyu sebebiyle Göktuğ, elini annesinin omzuna atmış, boşta kalan elini ise eşofmanının cebine yerleştirmişti.
Arkamda biten Göktuğ'nun varlığını hissettim. Sırtım, hafifçe onun göğsüne değiyordu.
"Evet," diye yanıtladı beni, "eski bir fotoğraf. Dört sene önce falan."
Yüzümdeki tebessüm yerini korurken, fotoğraftaki ile şimdiki Göktuğ'nun arasında gözle görülür fark olduğunu gördüm. Mesela kilo aldığı bariz belliydi. Yüzü oturmuş, çocuksu hatlardan ayrılarak daha olgun bir görünüme kavuşmuştu.
"Ne kadar tatlıymışsın," dedim sanki bebeklik fotoğrafıymış gibi, "ve masum."
Eskilerden bir fotoğrafa rastlamak, onun hayatında değişen şeyleri göz önüne sermişti. Geçmişteki bir anısına gidip, onu izlemek isterdim. Ya da geçmişte bir yerlerde onunla denk gelmeyi, karşılaşmayı isterdim.
"O zamanlar biri var mıydı?" Elimdeki çerçeveden bakışlarımı ayırmadım, "hayatında?"
"Bırak şimdi geçmişi," diye söylenerek elimdeki çerçeveyi aldı ve çekmeceye geri koydu. "Bu akşam bir şeyler yapalım mı?"
Zaten arkamda dikildiği için, benim ona doğru dönmemle beraber aramızdaki mesafe azaldı. Derin bir nefes aldım. Bir yanım buna evet demeyi çok istiyordu, fakat diğer yanım Göktuğ'a yaklaşmanın beni çıkmaz sokaklara hapsedeceğini söyleyip duruyordu.
"Akşam adını dahi bilmediğim bir yerde olacağım," dedim gözlerimi kahverengi harelerinde tutmaya çalışarak, "arkadaşlarımla."
"Arkadaşlarınla," diye tekrar etti sessizce, "yani yanında bana yer yok."
"Öyle bir şey kast etmediğimi biliyorsun. Akşam ne yapacağımı sordun," Omuzlarımı silktim. "Bende söyledim."
Göktuğ'nun düz, altında ne barındığını çözemediğim bakışları kısa bir müddet yüzümde turladı. Onun güzel yüzüne bakarken, derin bir iç çektim. Bir günümün yarısını onunla beraber geçirmenin bana çok iyi geleceğini biliyordum. Çünkü Göktuğ'nun yanında hissediyordum. Onun dokunuşuyla kalbime doğru uzanan şefkati, tutkuyu hissedebiliyordum. Oysa bir zamanlar bunları sadece Bartu'nun yanında hissedebileceğimi sanardım. Ama beni hayal kırıklığına uğratan Bartu sayesinde artık onun yanındayken mutlu olmayı bırak, sadece tedirgindim.
"Elimde olsaydı, akşamımı sana ayırırdım." Diyerek yakınlığımızı es geçip ufak bir itirafta bulundum.
Ortaya savruk, ruhsuz bir gülüş attı. "Buna inanmamı beklemiyorsun, herhalde?"
"Neden inanmıyorsun?"
"Çünkü her şey senin elinde olduğu halde, öyle değilmiş gibi davranıp istediklerini yapmıyorsun."
Yüzüme karşı oldukça net bir dille söylenirken, olayları birde benim gözümden bakması ikimiz açısından daha iyi olabilirdi.
"Ne yapabilirim?" diye sordum açıkça, "seninle vakit geçirmeyi istediğim için bile kendimi suçlarken, her şeyi nasıl sineye çekeyim?"
Yüzündeki sert ifade, ağzımdan çıkan her bir kelimeyle yumuşarken, kemikli suratında parmaklarımı gezdirmek, her bir zerresini, çukurunu keşfetmek istiyordum.
"Doğru değil," dedim az önceye nazaran daha sakin bir ses tonuyla, "seninle burada olmam bile doğru değil."
Her şeyin farkında olduğum halde, sonunu bile bile yine ona doğru çekilmeye razı olmak yanlışların en büyüğüydü.
"Kime göre doğru değil?" Dolabın sert yüzeyine yasladığı eli havalandı ve omuzlarımdaki saçlarımı usulca geri itip, sırtıma bıraktı. Sadece bunu yapmak için havalanan eli, yerine tekrar dönerken sertçe yutkundum.
"Bana göre. Eğer bu akşam sana gelirsem, yine yalan söyleyeceğim. Ben artık yalan söylemekten, onların açığa çıkmasını önlemekten çok sıkıldım."
"Yalansız dünya dönmez." Dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan.
Derin bir nefes aldım. Bu kadar yalan ve ihanet bana fazlaydı. Kafam karmakarışıktı ve karışıklık Göktuğ'u her gördüğümde dahada iç içe geçiyor, çözülemez bir hal alıyordu.
Ona dokunmamak için harcadığım çaba son buldu. Bariyeri yıktım ve bir elim havalanıp giydiği kısa kollunun açıkta bıraktığı koluna dokundu. Dirseğinin biraz altını saran elim tenini sıvazlarken, gözlerimiz birbirine mekik dokumaya devam etti.
"Göktuğ, bir ay öncesine kadar bana kalabalıktaki bir yüzden ibaret olduğumu söyledin." Dedim açık bir dille, "şimdi ise karşıma geçip, benimle vakit geçirmek istediğini söylüyorsun. Hangisine inanayım?"
Sorum üzerine derin bir iç çekti. Vereceği cevaptan korksamda, bir yanım cevabı deli gibi merak ediyordu.
"Farkında değil misin?" Belimin iki yanından geçirdiği elleri yerini korurken yüzünü bana yaklaştırdı. "Bir şeyler değişiyor."
Değişenin ne olduğunu sormak yerine onun aramızdaki mesafeyi sıfırlayıp, yanağını yanağıma yaslamasına izin verdim. Gözlerimi yumdum ve tenini hissettmenin huzurunu tattım. Göktuğ, bana bahşettiği bu ufak dokunuşunun ardından yanağıma küçük, pürüzsüz bir buse kondurdu.
"Bazen tüm bu dünyadan değilmişsin de ayrı bir boyuttaymışsın gibi üstün ve bağımsız görüyorum seni," kulağıma sarf ettiği kelimeler ile sıklaşan nefesim bana bulunduğum anın gerçekliğini sorgulatıyordu. Göktuğ'nun bir eli usulca belimi sarmaladı ve daha sonra geri çekilip tekrar bana baktı. "Ama daha sonra sen yine aynı şeyi yapıyorsun ve bana söyleyecek başka bir şey bırakmıyorsun."
Kolundaki elim yerini sabitlerken, diğer elim hâlâ ona dokunmamakta ısrarcıydı. "Ne yapıyorum?"
"Beni itiyorsun."
"Yapacak başka bir şeyim yok." Diye yanıtladım onu, "sonrasında sürekli kendimi suçluyorum."
"O zaman gelme yanıma," dedi net bir dille, seyrek kaşları çatılmıştı. "Bir hafta yok oluyorsun, sonra ansızın tekrar karşıma çıkıyorsun."
"Bunu benim sana söylemem lazım." İçimde biriktirdiklerim bir bir yüzeye çıkmaya hazırlanırken, belimi yasladığım ahşap yüzeyin sert kısmı artık beni rahatsız etmeye başlamıştı. "Aniden kaybolup, birden karşıma çıkan sensin."
Dudakları bir şey söylemek için aralandı ama buna izin vermedim. Daha fazla konuşmanın pek bir anlamı yok, istesemde istemesemde yanında bulunmam yanlıştı.
"Neyse," elim arka cebime gitti ve ona ait olan kolyeyi çıkardı. Avucumun içerisindeki siyah safir taşlarla süslenmiş kutup yıldızlı kolyeye baktıktan sonra, gözlerini tekrar gözlerime çıkardı. "Bunu geri verecektim ben sana. Sende kalsın."
"Neden?"
Omuzlarımı umursamazca silkip kolyeyi kayışlarından tutarak kaldırdım. "Artık beğenmiyorum," diyerek ufak bir yalan söyledim ve kolyeyi boynundan geçirdim. Bunu yaparken, dikkatli bakışları yüzümün her bir zerresini izlerken parmaklarım ensesine temas etti. "İlgimi çekmiyor."
"Ne demek ilgini çekmiyor?"
"Beğenmiyorum işte, Göktuğ." Kolyenin iki ucundaki kayışı birbirine geçirdim ve ait olduğu yere, onun boynuna taktım. "Güzel gelmiyor gözüme."
"Yenisini alırız o zaman." Dedi çok normal bir şeymiş gibi.
"İstemiyorum," diye yanıtladım onu ve ellerimi ensesinden çektim. "Gerek yok."
"Var," ısrarla sarf ettiği cümlelerin arasında kaybolmak istesemde oldukça düz bir şekilde ona baktım.
"Ne desem anlamıyorsun," iki yanımdaki kollarından kurtulmak amacıyla kolunu ittim ama çıkmama izin vermedi. "Sana ait olan bir şeyin bende olmasına gerek yok. Yeni bir şey alarakta, beni daha fazla zor duruma düşürme."
"Kimsenin bir bok demeye hakkı yok. Alırım ya da almam, kime ne?"
"Söylediğin kadar kolay olmuyor o işler," diyerek sessizce söylendiğimde beni hapsettiği iki kolunun arasından kurtulmak için hamlede bulundum. "Gitmem lazım."
Kolunu geri çekti ve beni hapsettiği yerde serbest bıraktı. "Görüşürüz," dedim bir çırpıda ve onun konuşmasına fırsat vermedim. Göktuğ, bana cevap vermeyip öylece gitmemi izlerken olabildiğince hızlı bir şekilde kendimi bu evden dışarı attım.
Onu kolaylıkla ittiğimi düşünüyordu, oysa bilmiyordu ki onu itmek için zihnimde nasıl uğraşıyor, nasıl büyük savaşlara göğüs geriyordum.
Bomboş sokaklarda yürürken, başım önde bakışlarım attığım adımlardaydı. Göktuğ'nun yanından ayrıldığım zaman sanki uzun bir yolculuğa çıkmışım da, yanıma hiçbir şey almamış gibiydim. Ya da çok önemli bir işim varmış da, ben onu yapmayı unutmuş gibiydim. Yani eksikliğini fazlasıyla hissedebiliyordum.
Cebimdeki parayı yokladım ve durakta yola çıkmak için sırasını bekleyen otobüse binip cam kenarına oturdum. Nehle'nin yanına gidip akşam için hazırlanmaya başlasam iyi olacaktı, zaten üzerimdeki bu ağırlıkla anca hazırlanırdım.
Bugün hiç doğum günümmüş gibi hissetmiyordum. Normal, sıradan bir günmüş gibiydi. Zemin altımızdan kayıp gitmeye başladığında geçen yirmi bir sene çoğunluğunu yalnız geçirdiğim günlerin bana ne kattığını düşündüm, ama beni tatmin edecek bir sonuca varamadım. Boş yaşamış ve bir şeyler için geç kalmış gibiydim. Ruhum, bedenim dolmak istiyor, sol yanımdaki boşluğa toprak atmak istiyordu. Bunu ya tek başıma yapacağım ya da birinin yardımıyla.
Bir kaç saat sonra Nehle'nin odasında birazcık laflamış, ayrı kaldığımız zaman diliminde onun hayatında yaşanan olayları bana anlatmıştı. Şimdi ise
üzerime çöken ağırlık ile beraber hazırlanıyorduk. Fakat bu ağırlık beni beklediğimden daha çok yavaşlatıyordu. Tıpkı şu an saçlarımı şekillendirmede harcadığım bir saat gibi. Alt tarafı kalın maşalar ile şekil verdiğim saçlarım en sonunda istediğim hacimi aldıktan sonra daha fazla vakit kaybetmeden makyajımı yaptım.
Göz kapaklarımı renklendirmede seçtiğim koyu renkler ile hissettiğim karamsarlığı yansıtırken, uzun bir süre sonra yaptığım ağır makyajın yüzümü oldukça değiştirdiğinin farkındaydım.
"Bitti mi işin?"
"Evet," diye yanıtladım Nehle'yi ve, farımı fırça yardımıyla dağıtmaya son verdim. Kalan tek şey ruj ile dudaklarımı renklendirmekti, ama onuda evden çıkmadan önce yapacağım için şimdilik makyaj işi hallolmuştu.
"Senin için bu olur mu?" diye sordu Nehle dolaptaki askılardan birini çıkarıp.
Oturduğum aynanın önünden kalktım ve Nehle'nin çıkardığı siyah elbiseye baktım.
"Ay Nehle, düğüne mi gidiyorum?" Diye söylendim siyah, tül bir eteği olan elbiseye bakarken, "çok abartı."
"Ne var ki?" Elbiseyi kendi üstüne tuttu, "utanmasam her gün giyerim ben bunu."
Ayaklandım ve dolaptaki renkli kumaşlarda ellerimi gezdirdim. "Sen giy o zaman onu," can alıcı bir kırmızıda elim durdu ve elbiseyi taşıyan askıyı çıkardım. "Ben bunu giyeceğim."
Kırmızının güzel bir tonuna sahip olan mini elbiseyi elinden alıp üzerime tuttum. Küçük göğüs dekoltesine sahip ince kumaşın üzerimde nasıl duracağını merak etsemde, bir yanım hâlâ kot ile kombin yapmak istiyordu.
"Ben bu kadar süsleneceğim, ama Bartu bir kot ve tişört ile gelecek." Diye söylendim aynada kendime bakarken, "umrunda bile olmayacak."
"Saçmalama ya, senin için özel olan hiçbir günde kot ve tişört ile görmedim onu." Elindeki tarakla düzleştirdiği saçlarının hepsini tepede at kuyruğu yaptı. "Bu konuda hakkını yiyemezsin."
Cevap vermedim ve dolabın kenarına geçip üzerimdekilerden kurtulmaya başladım. Nehle, eğer Bartu'nun ne kadar değiştiğini bilseydi, bu kadar rahat konuşmazdı. Sonuçta onunla son iki senesini geçiren bendim ve iddiaya girerim ki, onu annesinden bile iyi tanıyorum.
Saçlarımdaki dalgaları fazla dağıtmadan elbiseyi üzerime geçirdikten sonra dolap ve duvar arasından çıkıp tekrar boy aynasının karşısına geçtim. Parmaklarım kırmızı, saten yüzeyin üzerinde turlarken elbisenin ince askılarını ve belimde toplanan kumaşını düzelttim.
Göğüs dekoltesi ufakta olsa iddialıydı. Yani aslında bana ters ama yılda bir kez de olsa, bazen iddialı olmak gerekiyordu. Son olarak parmaklarıma bir kaç yüzük taktım ve yüksek topuklu siyah stilettoları ayağıma geçirdim.
"Eflin, kafanı kurcalayan ne?" diye sordu Nehle, beklemediğim bir anda. "Benimle konuşurken bile aklından bambaşka şeyler düşünüyorsun sanki."
Omuzlarımı silktim. "Öyle mi?"
"Evet, silkelen biraz." Dedi özgüvenimi yerine getirmek istercesine, "Bartu'da sen de eskisi gibi değilsiniz. Bir şeyler olmuş ama anlatmıyorsunuz."
"Bir şey olduğu yok," belime doğru uzanan saçlarımı omzumdan sırtıma bıraktım. "Aynı şeyler hep."
Bana inanmadı. İnansın diye de söylememiştim zaten, onu geçiştirmek için söylemiştim. Yinede ağzımdan laf almaya çalışıp, beni sıkıştırmadığı için ona minnettardım.
Yarım saat sonra mekanda, Nehle ve Cemre ile beraber köşede bir yerde oturmuş Bartu'nun gelmesini bekliyorduk. İçimde kök salan sıkıntılar bu loş ışıklarla çevrili mekanda dahada gün yüzüne çıkıyordu.
Normalde barın sipariş verilen tarafında oturur, barmene yakın bir kısımda kendi halimde takılırdım. Şimdi ise tam tersi sipariş alınan kısma oldukça uzaktım. Nehle ile Cemre'nin de hemen kaynaşmasının bir yana, onların aralarında geçen sohbetten oldukça uzaktaydım. Derin bir nefes aldım ve ayaklandım.
"İçecek alacağım," garsonların etrafımızda gezinmesine rağmen, içeceğimi gidip kendim almak, bu sıkıcı ortamda beni biraz daha oyalardı. "Bir şey istiyor musunuz?"
Cemre, parmakları arasındaki sigarayı alçak masadaki metal küllüğe yerleştirdi.
"Bana limonlu soda alsan iyi olur aslında, midem yanıyor."
Geleli sadece yarım saat olmuştu ama buna rağmen biten sigarasının ardından vakit kaybetmeden yenisini yakıyordu. Bu sebeple midesinin isyan edip böyle bir tepki vermesi oldukça doğaldı.
Ayakta olan bir kaç kişiyi solladım ve ortadaki ahşap masaya doğru ilerledim. Etrafta ağır ilerleyen şarkı beni oldukça mayıştırırken, bu saatte burada olmak bana tersti. Çünkü şu an ailem, Nehle'nin yanında olduğumu ve bir kaç saate eve döneceğimi düşünüyordu.
"İki tane limonlu soda alabilir miyim?" Diyerek karşımdaki barmene onu uğraştırmayacak siparişimi verdikten sonra sandalyelerden birine oturdum.
Karşımdaki çocuk açacak yardımıyla açtığı sodaları cam bardaklara boşaltırken, yanımdaki sandalye çekildi ve çok geçmeden tanıdık sesi işittim.
"Çift buzlu viski," dirseklerini masaya yaslarken siparişe dip not ekledi; "yalnız buzlardan biri parçalanmış olsun."
Onun sesini duymamla beraber,derin bir nefes aldım. Son bir kaç aydır olduğu gibi, yanıma ne zaman yaklaşsa gerektiğinden fazla geriliyordum.
Göktuğ, bakışlarını sonunda bana çevirdiğinde aynı şekilde, oturduğum yerde omzumun üzerinden ona baktım. Sabah ki sinirli halinden eser yoktu. Ekstra olarak tıraş olmuş pürüzsüz yanaklarını ortaya çıkarıp yüzünü aydınlatmıştı.
"Neden doğum günün olduğunu söylemedin bana?" Diye sordu kaşlarını çatarken.
Cemre'nin ağzında bakla ıslanmıyordu, onu tembihlememe rağmen bir şekilde bunun Göktuğ'a ulaşmasının tek sorumlusu büyük ihtimalle onun suçuydu.
"Bilmem," omuzlarımı umursamazca silktim. "Aklıma gelmedi."
"Herkes biliyor," masada önüne koyulan bardağı kavradı, ama gözlerini benden ayırmadı. "Sadece ben bilmiyorum. Cemre, ağzından kaçırmasa öğrenemeyecektim."
"Bilsen ne değişecek?" Diye sordum gayet açıkça. "Bilmemen daha iyi, zaten bana kalsa ben kutlamazdım bile. Dandik bir kaç hediye almak benim için pek önemli değil. Hediye olmasada olur."
"Dandik mi?" Seyrek kaşları havalandığında yanaklarını sıkıp kızartmak istedim. "Sana alınan hediyeleri beğenmiyor musun?"
Artık benim için yapılan hiçbir şeyi beğenmiyorum ben. Çünkü bana yapılmasını istediğim şeyler, istediğim kişiler tarafından yapılmıyordu. Bartu'ya haksızlık edemem, geçtiğimiz senelerde beni mutlu etmek adına aldığı hediyeler benim için değerliydi. Fakat, bu sene için hiçbir şey aynı değil. Ne duygularım, ne de isteklerim.
"İçten gelmiyor," ellerim önümdeki iki bardağı kavradığında aynı eşlikte gözlerim etrafta Bartu'yu aradı. "Öylesine alıyorlar biliyorum."
"Ne yapmaları lazım?" Diye sordu ayaklanırken, "hediyeyi beğenmen için."
Ağzımdan laf almak istemesine karşın güldüm. Dudaklarım son zamanlarda sadece onun için kıvrılıyordu sanki.
"Bilmem, şu an hediye alan ben değilim. Onlar düşünsün neyi beğenip beğenmeyeceğimi."
Bencilce laflarıma alışan Göktuğ'nun dudaklarına ev sahipliği yapan tebessüm, bir müddet orada asılı kaldı. Ardından bakışları etrafı taradı ve daha sonra bana fazla yaklaşmadan elini masanın altından bacağımın üzerine yerleştirdi. Faldaşı misali açılan gözlerim onun toplum içerisinde bu kadar rahat davranmasına hayretle baktı. Avuç içerisindeki sıcaklık, elbisenin açıkta bıraktığı çıplak bacağımla temas ediyor, beni zor durumda bırakıyordu.
"Seninle düzgünce bir şey yapılmıyor," diyerek bileğini kavradım ve elini bacağımdan iterek uzaklaştırdım. Sert çıkarmaya çalıştığım sesim, bu isteğimin aksine oldukça normal bir şekilde yükselmişti. "Karşındakine dokunmadan sohbet edemiyorsun sanki."
Ona iltifat etmişim gibi güldü. Göktuğ'nun doyumsuz nefsi hiçbir şey ile tatmin olmuyor, her zaman elindekilerin daha fazlasını istiyordu. Üstelik, bu isteklerini açıkça belirtmektende hiç çekinmiyordu.
"Önleyemiyorum kendimi," bana biraz daha yaklaşırken, onun aksine gözlerim etrafı tarıyor tanıdık birinin bize bakıp bakmadığını anlamaya çalışıyordum. "İçimde kalmış ne varsa," kulağıma doğru eğildi ve nefesinin sıcaklığını bana bahşetti. "Hepsi oluk oluk sana akmak istiyor."
Cümlesini bitirdiği gibi yanımdan çekip gitti ve beni orada öylece kurduğu cümlenin ağırlığı altında bıraktı. Göktuğ'u arzuluyor muyum bilmiyorum ama, onu bir başkası ile düşünmek beni rahatsız ediyordu. Benimle edepsiz bir dille konuşması, ısrarla avuç içerisindeki sıcaklığı bana hissettirmesi garipti. Çiçek bahçesinde geziyormuş gibi, ama bir yandanda ayak bileklerime batan dikenler adımlarımı yavaşlatıyordu.
Zihnimdeki bu düşüncelerle oyun oynarken, etrafta gezinen bakışlarım duvara yaslanmış vaziyette duran Bartu'da asılı kaldı. Ne zamandır orada öylece durup bizi izliyordu, bilmiyorum ama umarım Göktuğ'nun laubali tavırlarına ve bana sırnaşmasına şahit olmamıştır. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum ve buzları eriyen sodaları kavrayıp ayaklandım.
Göktuğ, birini nasıl etkileyeceğini çok iyi biliyordu. Nasıl davranması gerektiğini, ona karşı neler söylemesi gerektiğini en iyi bilen insanlar arasında başı çekebilirdi. Onun, ansızın söylediği sözler zaten allak bullak olan aklımı dahada çıkmaz bir hale sokuyordu.
Cemre'nin sodasını ona teslim ettikten sonra kendi sodamı masaya koydum ve Bartu'ya doğru adımladım. Göktuğ, sayesinde ensemde biriken soğuk ter damlacıkları beni rahatsız ederken saçlarımın hepsini tek omzumda topladım.
Bartu, üzerine siyah bir gömlek giymişti. Bu tavrı beni şaşırtırken aynı zamanda düz bir tişört ve kot ile gelmemesi de beni sevindirmişti. Ek olarak, siyah buklelerine verdiği uğraş ve sprey ile arkaya doğru yatırmıştı fakat buna rağmen, bağımsızlığını ilan eden bir kaç tutam alnına düşmekte ısrarcıydı.
Tam önünde durduğumda onun, altında ne barındığını anlamadığım bakışları gözlerimde geziniyordu.
"Ne söyledi o senin kulağına?"
"Boş yaptı," diye yanıtladım düz bir sesle.
"Nereden buluyor bu izni, Eflin? Neden senin yanında bu kadar rahat davranıyor?"
Cevaplayamacağım sorular karşısında yaptığım tek şey; "bilmiyorum," diyerek olayın kızışmasını önlemek oldu. Bartu, kitlenmiş gibi gözlerini Göktuğ'nun bulunduğu yerde tutarken onun dikkatini çekmek adına parmaklarım çenesini kavradı ve yüzünü bana çevirdim.
"Bir saat sonra evde olmam lazım," parmaklarımı çenesinden ayırıp temasımızı kestim. "Hemen pastayı keselim, fazla uzamasın."
"Tamam," dedi, ama bu cevap beni geçiştirme amaçlı söylenmiş gibiydi. Tekrar Göktuğ'nun bulunduğu tarafa baktığında onun yaptığını yaptım ve başımı yana doğru çevirip Göktuğ'a baktım. Fazla uzak olmayan mesafede sandalyede oturmuş, bardakları kurulayan garson ile laflıyordu.
Ardından izlendiğini hissetmiş olacak ki, kahverengi gözlerini mekanın her bir köşesinde gezdirip onu kimin izlediğini buldu. Ona bakarken, Bartu'nun ağzının içerisinde bir şeyler gevelediğini işittim.
Onun bana hissettirdiği duygular, eskiden paha biçilmezdi. Şimdi ise, aynı duygular yine içimdeydi. Fakat, gün yüzüne çıkmıyordu. Kaybolmuş gibiydiler, ben onların tekrar açığa çıkmasını istedikçe onlar daha çok kayboluyordu.
Bartu'nun elleri belimi sarmaladığında ikimizde bakışlarımızı Göktuğ'dan ayırdık.
"İstemiyorum," elleri elbisemin kumaşındaki gezintisine devam ederken, derin bir nefes aldı. "Onun sana yaklaşmasını istemiyorum."
"Alt tarafı konuşuyorduk," dedim kendimi açıklayarak, "beş dakika bile sürmedi zaten."
"Ne konuşuyorsun ki onunla? Görmüyor musun? Aramıza girmeye çalışıyor."
İki kaşımda havalandı. Oysa aramıza girmeye çalışan en başından beri Birsen'di.
"Artık Birsen ya da Göktuğ yüzünden seninle kavga etmek istemiyorum." Diye soludum ellerimi onun ensesinden çekerken, "yoruldum şu bitmek bilmeyen yanlış anlaşılmalardan."
"Gidip onunla konuşacağım," eli havalandı ve önüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Çünkü birinin o herife duracağı çizgiyi hatırlatması gerekiyor."
Bartu, yanımdan gidip beni yalnız bırakmaya hazırlanırken kolunu kavradım ve onu durdurdum. "O kişi sen olmak zorunda değilsin."
"Zorundayım," diyerek kendi bildiğini okurken yanımdan çekip gitti.
İkinci içkisini almaya hazırlanan Göktuğ'a doğru adımlarken olduğum yerde hareketlenip arkasından ilerledim. Bir kargaşa daha kaldırmak istemesemde, Bartu beni dinlememekte ısrarcıydı. Ya ben çok hafife alıyorum, ya da o çok abartıyor bilmiyorum ama eğer 'kıskançlık' yüzünden kavga çıkarması gereken biri varsa o da bendim. Çünkü geldiğimiz bu noktada kimse Birsen'e durması gerektiği çizgiyi öğretmemişti.
Önümdeki Bartu'nun seri adımları bir anda hızını kesti ve ayakta içeceğini bekleyen Göktuğ'a bilerek ve isteyerek sertçe omuz attı. Tek amacı, kavga çıkarmaktı.
"Önüne baksana birader," dedi Göktuğ aldığı ufak darbe ile hafif bir şaşkınlık yaşarken. "Kör müsün?"
"Yolun ortasında dikilme sende," diye söylendi Bartu haklıymış gibi.
Gereksiz yere bağırarak konuşmaları ortamı terk etme isteğiyle dolup taşmama neden olurken Bartu'nun bileğini kavrayıp onu geri çektim.
"Kavga çıkartmaya çalışma," dedim açık bir dille, "bari bugün yapma."
"Senin yanına yaklaşmasını izlemektense kavga çıkmasını tercih ederim. Mademki sen tavrını ortaya koyamıyorsun, bırak ben halledeyim."
Göktuğ'nun güldüğünü işittim. "Geç karşıma derdini adam akıllı anlat," dediğinde bakışlarım onun üzerindeydi. "Çocuklar bile omuz atarak hınç almaya çalışmaz."
"Laftan anlıyor musun ki anlatayım?" Diyerek ters bir cevap ekledi Bartu, "evinden taşındık ve bitti. Hâlâ ne boka Eflin'in yanına gidip onunla konuşuyorsun?"
Göktuğ omuzlarını umursamazca silktiğinde, bu dünyada hangi olayı ciddiye aldığını merak ettim. Çünkü bu tavırları, zaten kavgaya meyilli olan Bartu'yu daha fazla kışkırtmaktan başka hiçbir halt yapmıyordu.
"Sohbeti sarıyor," dedi açık bir dille, ve yanındaki masaya belini yasladı. "Ayrıca bu kız kiminle konuşup konuşmayacağını sana mı soracak? Kaçıncı yüzyıldayız biz?"
"Sanane yar*am? Hayatında bir kez piçlik yapma ve milletin sevgilisine yanaşma."
Sesinin yükselmesi ve ettiği kaba küfürler ile etraftaki bir kaç meraklı bakış bizi buldu. Derin bir nefes aldım, Bartu'nun ağzından duymaya alışık olmadığım küfürleri duyuyordum. Artık ağzından çıkanlara bile hakim olamıyordu.
Etraftaki şarkının sesi kesilirken, araya girmem gerektiğini biliyordum ama buna rağmen hareket etmedim. Üzerimdeki büyük boşvermişlik, artık ne oluyorsa olsun hemen bitsin boyutundaydı.
"Eflin, al şu sikik herifi başımdan." Dedi Göktuğ bakışlarını bana çevirirken, "bu laftan anlamayan pezevenge ne desem boş."
Zaten patlamaya hazır olan Bartu, Göktuğ'nun onu insan yerine koyup dinlememesini hazmedemedi ve amacı olan şeyi gerçekleştirdi. Göktuğ'nun kemikli çenesine inen sağ yumruğu ile meraklı bakışlara sahip insanların ayaklanmasına sebep olurken ortada bir kaos ortamı oluştu.
Göktuğ'nun yediği yumruğun şiddet derecesi yüksek olacak ki, bir kaç adım geri sendelemişti.
Bize doğru adımlayan insanlar yetişmeden bu kez yumruğun acısını çıkarmak isteyen Göktuğ, hareketlendi. Birbirlerine buldukları her fırsatta sataşan küçük çocuklar gibilerdi. Fakat, küçük çocuklar bile durmaları gereken yeri biliyordu.
"Ne yapıyorsunuz? Durun!" Diyerek olağan gücümle Bartu'yu kolundan tutup geri çekmeye çalıştım ama nafile, benim gücüm onları ayırmaya yetmedi.
Göktuğ, Bartu'nun yakalarını sıkıca kavradı ve kaşla göz arasında yumruğa cevap verdi. Tıpkı onun çenesine atılan yumruk gibi, Bartu'nun çenesine de sert bir yumruk geçirdiğinde, yapabildiğim tek şeyi yaptım.
"Ne bakıyorsunuz?" Diye bağırdım can havliyle, etraftaki kalabalık put gibi durup kavgayı izliyor, koca koca adamlar hareket etmemeye yemin etmiş gibi dikiliyordu. "Ayırsanıza!"
Garsonlar araya girdiğinde içlerinden bir tanesi beni omuzlarımdan tutup geri çekti ve onlardan uzaklaştı. Göktuğ, araya girenler yüzünden Bartu'yu iterek bırakmak zorunda kalınca, tüm kuvvetini kollarına yüklemiş olacak ki, Bartu, arkasındaki sandalyeye çarpıp tökezledi.
Havada küfürler uçuşuyor, araya giren insanlar onları ayırmayı çalışıyordu. Bedenim buz keserken, çağrılan güvenlik görevlileri geldi ve Bartu'ya küfürler saydıran Göktuğ'u kollarından tutup sabitlediler.
"Sorun ne, beyefendi?" Diye sordu içlerinden bir tanesi.
Bartu, kin dolu bakışlarını Göktuğ'dan ayırıp karşısındaki iri yarı güvenlik görevlisine dikince, yanımda Nehle'nin varlığını hissettim.
"Kız arkadaşımı rahatsız ediyor bu herif," dedi sonrasında ne olacaklarını umursamadan.
Bu cümlesi, etraftaki kalabalığın sessizliğe bürünmesini sağlarken Göktuğ, ile bakışlarımız kesişti.
"Ne?" Diye soludum afallamış bir şekilde.
"Sorsana Eflin'e," Göktuğ'nun sinirden ve yumruğun şiddeti yüzünden yanaklarına kan oturmuş yüzünde ter boncukları birikmişti. "Onu rahatsız edip etmediğimi."
Güvenlik, Bartu'nun yalan sözüyle harekete geçtiğinde olayı idrak etmekte zorlanıyordum.
"Tamam arkadaşlar kavga bitti, dağılın." Dedi iri yarı adam ve toplanan kalabalığı yerlerine geçmesi için uyardı. Daha sonra ise Göktuğ'u tutan adamlara doğru döndü. "Sizde dışarı çıkarın şu herifi."
Güvenlik görevlileri tarafından Göktuğ, yaka paça mekandan çıkartıldığında bu yalana karşı çıkmak için kendini daha fazla zorlamadı, ama yinede nefretle harmanlanmış ağzından çıkan küfürleri herkes duyuyordu.
Şarkı yeniden hoparlörden yükselmeye başlayınca Göktuğ'nun arkasından gitmek istedim. Fakat, bana şu an kızgın olduğunu biliyordum.
Bakışlarım Cemre ile kesiştiğinde bana doğru adımladı. Gözlerinde bana karşı barındırdığı acıma duygusu pek alışık olmadığım türdendi. Neden bana böyle bakıyordu ki?
"Göktuğ'nun arkasından gider misin?" Diye sordum sakince. Birinin yanında olmasını istiyordum, çünkü aldığı darbenin ne kadar ciddi olup olmadığını bilmiyordum ve barındırdığı bu sinirle ne kadar akıllıca hareket edebilir orasıda muammaydı.
Cemre, beni onaylarken seri adımlarla arkasını dönüp mekanın çıkışına yöneldi.
Bartu, sandalyeye oturmuş ona verilen suyu içerken ayaklarım hareketlenmeye karar verdi ve hemen yanındaki sandalyeye oturdum.
"İyi misin?" Diye sordu Murat, Bartu'ya hitaben.
Nehle, ve Murat burada Bartu'nun yanındaydı. Fakat asıl hasarı gören Göktuğ, tek geldiği gibi tek ayrılmıştı mekandan.
"Sen iyi misin?" Nehle, bu soruyu sorarken aynı zamanda da karşıma geçti.
Başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladım. Bedenen evet, iyiyim. Fakat içten içe kendimi yiyip bitiriyorum.
"O çocuk," dedi sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde, "Göktuğ'mu?"
Cevap vermek yerine yine aynı şeyi yaptım ve başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Yanımdaki Bartu, ileri geri konuşarak Göktuğ'a sallarken Murat, sanki mümkünmüş gibi onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
"Eflin," dedi Murat, Bartu'yu sakinleştirme çabalarına son verip, "ne yaptı o herif sana?"
"Hiçbir şey."
"Nasıl?"
Omuzlarımı silktim. "Hiçbir şey yapmadı. Bartu, sırf onu kapı dışı etsinler diye öyle söyledi. Yoksa beni rahatsız ettiği falan yok."
"İyi oldu," dedi Bartu acımasızca.
"Çocuk boşu boşuna milletin ortasında resmen tacizci damgası yedi. Nesi iyi oldu?" Diye sordu Nehle, ağzından çıkan her bir kelime duygularıma tercüman oluyordu.
"O da sürekli Eflin'in peşinde gezmesin o zaman." Elindeki pet şişede yarıladığı sudan büyük bir kaç yudum daha aldı. "Kaç kez uyardım, anlamadı."
Derin bir iç çektim ve sakin kalmaya çalıştım. Bugünü hiç böyle hayal etmemiştim.
Omzumun üzerinden Bartu'ya baktığımda çenesindeki şişliği gördüm. Şişliğin kenarları hafiften morarmaya başlamıştı bile. Bartu, aynı şekilde bana baktığında gözlerinde bir pişmanlık kırıntısı aradım, ama yoktu. Eğer o pişmanlığı görebilseydim, belki bu kadar üzülmeyecektim.
"Buz isteyelim mi?" Diye sorduğumda, Göktuğ'nun durumunu aklımdan silmeye çalışıp ona odaklanmak istedim, "şişmeye başlamış."
Başını iki yana salladı ve elindeki soğuk su şişesini çenesine bastırdı. Pet şişesinin soğuk buharı çenesine değdiği an yüzünü buruşturdu, fakat sonra hemen toparladı.
"Saat dokuza geliyor," dedim sıkıntıyla, "gecikirsem başımın etini yerler."
"Bu nasıl bir doğum günü?" Diye sordu Murat, haklı olarak, "daha pasta kesmedik."
"Gerek yok pastaya," kasılan ensemi sıvazladım. "Başka bir gün daha iyisini yaparız."
Bartu, araya girip bir şey demediğinde herkes dağılmayı kabullenmişti.
"Ben hesabı halledeyim o zaman," diyerek yanımızdan ayrıldı Murat.
"Bende eşyalarımızı toplayıp, taksi çağırayım."
Nehle'de tıpkı Murat gibi bizi bilerek ve isteyerek yalnız bıraktığında Bartu, oturduğu sandalyesiyle beraber bana doğru döndü.
"Bıktım şu sizinkilerin kısıtlamalarından, dokuzda eve dönmek ne demek?"
Bizi burada yarım saat bekletmeseydi ya da kavga çıkartmasaydı, zamanımız oldukça yeterliydi aslında.
"Bu gece bir yolunu bulup evden çıkamaz mısın?"
Onun bu isteğine karşın başımı iki yana salladım. "Keşke çıkabilsem ama biliyorsun, utanmasalar uyuduktan sonra kapımı kilitleyecekler."
Bartu, usulca elimi kavradığında parmaklarımız birbirini tanıdı ve vakit kaybetmeden iç içe geçti.
"Sabah gelip, sana hediyeni versem peki? Olur mu?"
Kaşlarım çatıldı. "Eve gelmeyi düşünmüyorsun, değil mi?"
"Öyle düşünüyorum aslında, babanla konuşmak istiyorum."
"Hayır," diyerek hiddetle reddettim onu, "saçmalama."
"Sıkıldım artık," elindeki boş pet şişeyi avucunun arasında sıkarak ezdiğinde bir ona, birde iç içe girmiş şekildeki pet şişeye baktım. "Kaç yaşına geldik, hâlâ başbaşa kalmak için fırsat kolluyoruz."
Nefesimi sıkıntıyla dışarı üfledim. O evde sadece bir gece yalnız kalmış ve bu yalnızlık ona fazla gelmişti. Oysa ben o evde, onun yüzünden sadece bir günümü değil haftalarımı yalnız geçirmiştim. Fakat buna rağmen, kendimi bu kadar doldurmamıştım.
"Bir kaç ay böyle idare edelim," dedim sakin bir dille, "sonra bakarız ne yapacağımıza."
"Bir kaç ay mı?" İki kaşıda havalandı. "Beni yalnız bırakmaya neden bu kadar meraklısın?"
"Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri ya?" Boşta kalan elim onun saçlarına uzandı ve alnına düşen tek tük bukleleri geri ittim. Saçları sprey yüzünden katılaşmıştı. "Yapacak başka bir şey mi var?"
"Var," dedi kendinden emin bir şekilde.
"Neymiş o?"
Söyleyip söylememek arasında git gel yaşadığı yüz ifadesinden belliyken, yaşadığı ikilemi merak ettim.
"Boşver," oturduğu sandalyede ayağa kalktığında bir elimi hala bırakmamıştı. "Ben bir elimi yüzümü yıkayıp geliyorum."
"Dışarıda bekliyorum," dedim tıpkı onun gibi ayağa kalkarken, Bartu beni başıyla onaylarken elimin üzerine kuru bir öpücük bıraktı ve yanımdan ayrıldı.
Sorduğum sorudan kaçıp giderken az önceki kavgaya ait hiçbir şey dile getirmemişti. Bunun üzerine derin bir nefes aldım ve bu daraltıcı ortamdan çıkıp, kendimi dışarı attım.
Zaman düşmanımdı. Akreple yelkovan hareket ettiği her an düş kırıklığına uğramaktan korkuyor, kemiklerimin etrafı dikenli otlarla sarılıyordu. Bu psikolojik korkum, artık bulunduğu yerin duvarlarını yıkarak iyice yüzeye çıkıyordu ve ben bunu kimsenin görmesini istemediğim için sürekli yalanlara başvuruyordum.
Taksi durağının önünde, bize gönderilen aracı ve Bartu'yu beklerken kollarımı göğsümün üzerinde birleştirmiş, az önce bizim çıktığımız mekana giren insanları izliyordum. Hava kararmaya yüz tutmuş, yıldızlar gökyüzünde belirmeye başlamıştı.
"Eflin," Yanımdaki Murat'ın adımı dile getirmesiyle bakışlarımı karşı kaldırımdaki çiftten ayırdım ve ona baktım. "Bartu'nun AMATEM'e yatması lazım, biliyorsun değil mi?"
"Biliyorum, ama bunu hayatta kabul etmez."
"Sinirleri çok yıpranmış," diyerek araya girdi Nehle, "aşırı ters davranıyor, korkuyorum resmen."
"Kollarınıda gördüm. Mosmor, delik deşik. Günde kaç tane iğne vuruyor?"
"Sadece iğne değil ki," dedim açıkça, "kokain, hap, ot. Ne varsa kullanıyor."
"Bu böyle devam etmez," diye soludu Murat, Bartu için endişelenirken, "tedavi görüp, bu illetten kurtulması lazım. Yoksa çok geç olacak."
Dudaklarımı aralayıp ona hak vereceğim sırada arkamızda kalan mekanın kapısı açıldı ve Bartu, dışarı çıktı. Onun gelmesiyle hepimiz süt dökmüş kediye dönerken aynı eşlikte önümüzde bir taksi fren yaptı.
Murat, taksiciye yolu tarif etmek için öne bindi. Bense arka koltukta Nehle ve Bartu'nun arasına oturdum.
Asfalt, altımızdan kayıp gitmeye başladığında radyoda ismini bilmediğim bir şarkı kısık sesle çalıyor, aramızdaki sessizliğe ev sahipliği yapıyordu.
Yanımdaki Bartu'nun bedeninden bana doğru uzanan tatlı sıcaklık ile ısınırken kısa bir süreliğine ona baktım. Artık ilişkimiz, bir kavga sırasında şefkatli sözcük aramak kadar zor bir seviyedeydi. Ya da bilmiyorum, bana öyle geliyor. Yüreklerimiz birbirine sırtını dönmüştü, ama sırtları hâlâ birbirine değiyor gibi hissediyordum. Ya sırtlarımız ayrılacaktı, ya da tam tersi biz yine birbirimize dönüp bütün olacaktık.
Bir diğer taraftan ise hâlâ çözemediğim Göktuğ, vardı. Onunla çok geç karşılaşmış gibi hissediyordum, bu yüzdende son zamanlarda yalnız kaldığımız her an bir şeyleri faaliyete dökmek, rengarenk boyalarla içimdeki karamsar duyguları ona sermek, anlatmak istiyordum. Ya da bana sarılmasını ve bu sarılmanın bana nasıl hissettireceğini öğrenmek istiyordum.
🥀
Zihnimin kapılarından ayrıldığım her an çıkmaza daha çok yaklaşırken oturduğum yatakta sırtımı başlığa yasladım. Eve geldiğimde biraz salonda oturmuş, televizyondaki komedi filmini sıfır mimikle izlemiştim. Benim düz mizaçıma karşın babam ve annem sanki dünyadaki en komik filmi seyrediyormuş gibi her espriye gülüyor, babamın kahkahası duvarlarda eko yapıyordu. Filmi izlerken kaç paket kuruyemiş tabağı değiştirmiş, ve kaç bardak çay koymuştum bilmiyorum ama onların yedikleri her şeyi oyalanmak adına ben toplamıştım.
Şimdi ise herkesin uyumak için odasına çekildiği ve peşi sıra rüyalar gördüğü dakikalarda yatakta oturuyor, elimdeki telefonu çeviriyordum.
Telefonun kilidini açtım ve Göktuğ ile gerçekleşen son konuşmamıza girip parmaklarımı klavyenin üzerinde gezdirdim. Parmaklarım bir şeyler yazıyor daha sonra onu okumama izin vermeden her şeyi geri siliyordu.
Yataktaki ince pikenin altına girdim ve parmaklarımı son kez klavyenin üzerinde gezdirip, bir kaç tuşa dokundum.
"iyi misin" 01:59
Mesajı gönderdim ve daha sonra telefonu kilitleyip baş ucuma koydum. Ardından yapabileceğim tek şey vardı; beklemek. Bekledim. Dakikalar geçti, yatakta döndüm durdum, yastığın diğer kısmını çevirdim, bir kitap alıp okumaya çalıştım ama nafile. Beklemek şu an için yapabileceğim en zor şeydi.
Üstümdeki ince pikeyi attım ve bir çırpıda ayaklandım. Üzerimdeki deli cesareti damarlarımdan çekilmeden altımdaki pijamayı çıkardım ve siyah bir tayt giydim. Taytımı giyerken bakışlarım dolabın ucuna bıraktığım çantanın üzerindeydi. Nehle, bana aldığı bu hediyeyi taksiden indikten hemen sonra vermiş, tepkimi ölçmek için dikkatli bakışlarını üzerimden ayırmamıştı. Murat'ın hediyesini ise daha açmamış, renkli poşeti geldiğim gibi dolabın kenarına bırakmıştım.
Pencereden dışarı baktım ve bu saatte havanın bir nebzede olsa serin olacağını düşünüp üzerime hırka geçirdim.
Giydiğim kalın hırkanın içinde kalan saçlarımı dışarı çıkarma gereği duymadan cüzdanımı yanıma aldıktan sonra sessizce odadan çıktım.
Parmak ucunda adımlarken o kadar tedirgindim ki, yutkunmayı bile kendime yasaklamıştım. Her bir adımımı resmen beş dakika aralıklarla, sessiz ve sakince attım.
Bir süre sonra dış kapıyı arkamdan kapattığımda terleyen avuç içlerimi taytıma sildim ve vakit kaybetmeden merdivenlere yöneldim.
Ne yaptığımı bilmiyordum. Bartu, evdeyken başka birine gitmek benim ne kadar vicdansız bir insan olduğumu gösteriyordu belkide. Kendimi 'vicdansız' olarak nitelendirmek, bunu kabullenmiş olmak yaptığım şeylerin sebebini sorunca cevap vermemi kolaylaştırıyordu. Yaptığım her kötü şeye nedenini sorduğumda, çünkü vicdansız, düşüncesiz bir insanın tekiyim diyerek sıyrılıyorum.
Belkide gerçekten, Cemre'nin bana bir kaç ay önce söylediği gibi ilgiye açtım. İlgiye ve sevgiye aç olan bünyem, tıpkı benim gibi olduğunu düşündüğüm Göktuğ'nun yanında olmak istiyordu.
Şimdi ise onun yeni taşındığı eve giderken bu saatte seçebileceğim tek aracı seçtim. O da: Taksi. Bu bana biraz pahalıya patlasada şu an taksiciye verdiğim paranın miktarı pekte umrumda değildi.
Taksiden inip daha önce sadece bir kez geldiğim eve doğru adımlarken gergindim, son bir kaç gündür olduğu gibi.
Sahile yürüme mesafesinde olduğum için midir bilinmez, bulunduğum konum oldukça serindi. Bu sebeple, ellerimi hırkamın cebine koydum ve vakit kaybetmeden zile basıp beklemeye başladım.
Kısa bir süre sonra, kapı açıldı ve Göktuğ görüş açıma girdi. Beni burada, bu saatte beklemiyordu. Bunu yüzündeki şaşkınlıktan sezebiliyorum.
"Ne oldu?" Diye sordu beklemediğim kadar soğuk bir tonla.
Sabahın ilk saatlerinde bana yaklaşmaktan çekinmeyen, benimle içten bir dille konuşan Göktuğ'dan eser yok gibiydi.
"Seni merak ettim." Dedim net bir dille. Hâlâ içeri davet edilmediğim için kapının önünde dikiliyordum. "Mesajıma da cevap vermedin."
Göktuğ'nun dudakları bir yöne doğru alayla yukarı kıvrılırken çenesindeki morluk bunu zorlaştırmış olacak ki, yüz ifadesi tekrar düz bir hale büründü.
"Merak etmene gerek yok." Kaşları çatılmıştı. "Onun yumruğu ile kendimden geçecek değilim."
Bunu söyledikten sonra içeri girdi ve kapıyı benimde girmem için açık bıraktı. Bunu fırsat bilip olabildiğince hızlı bir şekilde içeri girdim, çünkü sırtım oldukça üşümüştü.
Arkasından salona girdiğimde, ısınan kaslarım gevşedi ve onun kokusunun sindiği evde derin bir nefes aldım. Bu kokunun, tenime sinmesini istiyordum ve bu ahlaksız isteğim dinecek gibi durmuyordu.
"Özür dilerim," dedim sonunda konuşmayı akıl ederek, "benim yüzümden oldu."
Göktuğ, arkasındaki yemek masasına yaslandı ve kollarını göğsünde birleştirdi. Ne düşündüğünü tahmin etmek şu an için zordu.
"Neden inkar etmedin?" Diye sordu bakışlarını bana çevirirken, "seni rahatsız etmediğimi söylemek yerine, neden sustun?"
Bu konuda haklılık payı oldukça yüksekti ama o anın gerçekliğinde dilim sanki kangren olmuştu. Tıpkı Göktuğ gibi kollarımı sıkıca göğsümde birleştirdiğimde tekli koltuğun arkasında ayakta dikiliyordum.
"Bilmiyorum, susmam gerektiğini düşündüm."
"Nedenini soruyorum, Eflin."
Yükselen sesi gerilmemi sağlarken, sertçe yutkundum. Aslında şu an içimdeki ses, burada ne yaptığımı sorgulamamı istiyordu. Fakat ben, bu isteği şiddetle reddettim.
"Bilmiyorum," diye tekrarladım onu ve gözlerimi ondan kaçırdım. Benim aksime koyu kahveleri yüzümden ayrılmamaya ant içmiş gibiydi. "Özür dilerim."
Mahçup çıkan sesimden bir şeyleri anlamasını umdum. Kendimi annesinden azar işiten küçük bir çocuk gibi hissediyordum. İki saatini parkta devirmiş bir çocuktum şu an, ve eve geldiğimde annem kirlenen, terli üstümü beni incitmekten çekinmeden sert hareketlerle çıkarırken bir yandanda söyleniyordu sanki. Küçük bedenimde mahçup bir tavırla onu dinleyip, beni yönlendirmesine izin veriyordu.
"Bir şey demeyecek misin?" Diye sordum zihnimdeki anılardan uzaklaşırken.
Üstümdeki hırkayı çıkarıp askılı tişörtümle kalmayı tercih ettikten sonra hırkamı koltuğa bıraktım ve ona doğru yavaşça adımladım.
Göktuğ, her bir adımımı yaslandığı yerden izlerken bakışları bir anlığına yavaşça beni baştan aşağı süzdü. Bedenimi ondan saklamak istercesine kollarımı tekrar göğsümde birleştirdim.
"Özür dilerim," diye tekrarladım sessizce, ve gözlerimi çenesindeki şişliğin üzerini kaplayan hafif morartıya diktim. Bu morartı yarın daha çok büyüyecek gibiydi. "Gerçekten."
"Sana alınan hediyeleri beğendin mi?" Diye sordu özrümü cevapsız bırakıp.
Bu soruyu bana yönelttikten sonra Göktuğ, kalçasını yasladığı masaya oturmayı tercih etti ve ben bir adım daha atarak iki bacak arasına girdim. Dizleri belli belirsiz bana değiyordu.
"Nehle, bana çok güzel bir çanta almış," diye soludum ilgiyle. Sanki gün boyu bu sorunun sorulmasını beklemişim gibi az önceki gerginliği üzerimden atıp hevesle ona aldığım küçük hediyeyi anlatmaya başladım. "Tabii sen onu tanımıyorsun ama boşver. Şişme, krem rengi bir çanta. Yeni modaymış." Duraksadım ve yüzümdeki gülümsemeyi sildim. "Tabii ben şu sıralar hiçbir şeyi takip edemediğim için tam bilmiyorum bu sene neyin moda olup olmadığını" Derin bir iç çektim ve kısa konuşmama son noktayı koydum; "ama güzel yinede."
Sanki devlet sırrı veriyormuşum gibi beni dikkatlice dinlerken yüzündeki ifade oldukça düzdü.
"Öyle işte," bakışlarım kısa bir süreliğine boynundaki kolyeye takıldı. Sabah, ona taktığım kolye hâlâ yerli yerinde dururken tişörtünün üzerinde tüm ihtişamıyla sergileniyordu. "Barıştık mı?"
"Kuru bir özürle mi?" Ensesini üstün körü sıvazlarken, cümlenin altında yatan ima belliydi, "sanmıyorum."
Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldığında, ikimizde birbirimizden bir hamle bekliyorduk. Bu bekleyiş sırasında sertçe yutkundum, o da yutkundu.
"Ne yapmam lazım?" göğsümdeki kollarımı çözdüm ve ellerimi onun dizlerine yerleştirdim. Zaten yüzlerimizin fazlasıyla yakın olması, benim işimi zorlaştırdı ama şu an bu zorluğu kafama takmadım ve bilerek bakışlarımı onun dudaklarına düşürdüm. "Beni affetmen için."
"Bilmem, ne yapmak istiyorsan yap."
Bu cevabı ve Göktuğ'nun bakışları beni savunmasız kılarken, nabzım hızlandı. Aramızdaki çekim bir hevesse bu hevesi hemen gidermek istiyordum. Fakat bir yanım, bunun sadece bir hevesten ibaret olmadığını söyleyip duruyordu.
Göktuğ'nun dizlerindeki ellerimden biri yukarı doğru tırmandı ve göğsünde durdu. Ne yapacağımı, ne yapmak istediğimi çok iyi biliyordu. Bu yüzden bekledi.
Ona doğru iyice yaklaştığımda, artık istesemde geri dönemezdim. Eve çöken sessizliğin ardından yüzüm yavaşça onun yüzüne doğru yaklaştı, ve o sırada Göktuğ'nun sessizce iç çekişini işittim. Bana dokunmamak için yemin etmişti sanki ve ben bu yemini bozmasını istiyordum.
Daha fazla beklemedim ve alt dudağımı iki dudağının arasına yerleştirdim. İkinci öpüşmemizi başlatan taraf benken bu dört duvar arasına girdiğimde, hayatımda tanıdığım diğer herkesi çelik kapının dışında bırakmıştım. Göktuğ'nun elleri çok geçmeden belimi sarmaladı ve beni kendine çekip temasımızı güçlendirdi.
Masaya oturmuş olması ve benim ona üstten bakıyor olmam tüm ipler bendeymiş gibi hissetmeme sebep oluyordu. İpler elimi yakıyordu, ama ben buna rağmen devam ediyordum.
Bedenim ve kalbim anlaşılmaya, şefkati hissetmeye o kadar açtı ki, resmen sırf bu nedenler için bile birini sevebilirdim.
Tarlabaşı gibi bir sokakta, o yıkık dökük evde tek kaldığım geceler keşke hiç doğmasaydım, bu dünyada benim gibi bir kimlik hiç varolmasaydı diye düşündüğüm çok zamanlar olmuştu. Fakat, Göktuğ'nun tek bir dokunuşuyla bu düşünceler zihnimden siliniyor, ve ben uzun zamandan sonra kendimi değerli hissediyordum.
Onun ensesini boydan boya sıvazlayan parmaklarım saçlarına çıktığı sırada dilinin ıslak dokusunu ağzımın içerisinde hissettim. Bu, kasıklarımda gezintiye çıkan sızıyı iyice arttırdı. Bartu, aklımdan silinmişti. Fakat aynı zamanda Göktuğ ile dudaklarımızın ayrıldığı an aklıma gelip, vicdanımı sızlatacak ilk şeydi. Tüm olumsuzluğa rağmen onu öpmeye, ona dokunmaya devam ettim. İhaneti sırtıma yüklediğim bu anlarda, kelimelerin bütün rengi kaçmıştı.
Dudaklarımız, tekrar birleşmek üzere ayrılırken Göktuğ, ayaklandı ve tek bir hamlede yerlerimizi değiştirip beni önüne kattı. Şimdi masada oturan ben, önümde durup üzerime doğru eğilmekten çekinmeyen ise oydu.
Alınlarımız hâlâ birbirine yapışık bir vaziyette nefes alışverişleri yüzümü yalayıp yutuyordu. Elleri saçlarıma yöneldi ve hepsini tek omzuma toplayıp boynumu açığa çıkardı. Islak dudakları boynuma dediği an gözlerim benden izin almadan yumuldu. Her insanın hayatına onun gibi biri girmeli diye düşündüm. Belki o zaman, şeytanın taht kurduğu dünya daha çekilir bir hale gelirdi.
Onun bana karşı bu kadar istekli olması gözümü döndürüyordu. Cinsel çekim ya da istek, ne olursa olsun Göktuğ'nun beni ilk öptüğü an aramızda fitillenmeye başlayan bu şey, şu an zirveye ulaşmıştı.
Saçlarını çekiştirerek dudaklarını tenimden ayırdım ve yüzünü açığa çıkarmasıyla bir elim yanağını kavrayarak tekrar dudaklarımı, sertçe dudaklarının üzerine örttüm. Hızlanan nabızlarımızın sesi dört duvar arasında eko yapıyor, ilk kez çırılçıplak hislerle birbirimize karşılık veriyorduk.
Rahat durmayan ellerim onun tişörtünü çıkarmak istedi ve Göktuğ bana yardım edip bu isteğimi gerçekleştirdi.
Bir elim karnının üzerine yol alırken ilk kez çıplak tenine değmek bana çok garip hissettiriyordu. Sanki güneşin yakıp kavurduğu bir günde ağaçlarla kaplı, gölge bir alan bulmuştum ve orada çıplak ayakla soğuk mermerin üzerinde turluyordum. Attığım her adımda damarlarım serinliyor, ısınan tenim her bir rüzgarla soğuyordu.
Göktuğ'nun elleri taytımın ince kumaşının yüzeyinden kalçalarımı kavradığında, ritmik hareketine devam eden dudaklarımız kısa süreliğine ayrıldı. Aralanan gözlerim, tutku dolu bakışlarının altında ezilirken nefeslerimiz birbirine karışıp havada kayboluyordu.
"Beni öyle bir kıvama getiriyorsun ki,"
Dudağımın kenarına az önceki halinin aksine sakin bir buse bıraktı. "Sanki yeniyetme liseli bir ergenim."
"Kendime hakim olamıyorum," diye soludum sık nefeslerimin arasından, "ama bu yaptığımız o kadar yanlış ki."
Parmakları taytımın lastiğine gitti ve orada kısa turlar atmaya başladı. Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp onun ellerinin hareketini izlerken, bir elim ensesini sıkıca kavramış, diğer elimi ise ahşap masanın sert yüzeyine yaslamıştım.
"Bu yaptığımız," parmakları fazla oyalanmak istemedi ve taytımdan aşağı inip iki bacak arama yanaştı, "yanlış olduğu kadar doğru da."
Onun parmaklarını ince kumaşın üstünden, hissettiğimde konuşacak halim kalmamış gibiydi. Bedenim, resmen onun için ateşe bulanmıştı. Göktuğ, tekrar dudaklarıma doğru yöneldiğinde parmaklarının baskısı kumaşı aşmak istiyordu, fakat o buna rağmen o kadar sakindi ki, her şeyi bir anda yapmıyor önce benim vereceğim tepkiyi bekliyordu.
Dudaklarımız tekrar birbirini bulduğu sırada, artık kendime dur demek imkansızdı. Hiçbir zaman uyumayan vicdanım buna son vermem için bas bas bağırıyordu. Ama bir yandanda tenim, onun avuç içerisindeki sıcaklığı hissetmenin huzurunu tadıyordu. Belim içeri doğru kavislenip tamamiyle ona doğru yaslandığında, Göktuğ'nun eli ikinci hamlesini yapmak üzere tekrar taytımın lastiğine tırmandı.
Daha fazlasını isteyen bedenime hak verdim ve çıplak beline doladığım bacaklarımla onu iyice kendime bastırdım, fakat o sırada beklenmedik bir şey oldu ve tutkuyla bulandığımız ortamda zil sesi yankılandı.
Bu tiz sesle dudaklarımız birbirinden ayrıldığında ellerimiz de fişi çekilmiş gibi hareketini kesti. Gelen kişi bu sefer zile basılı tutup ortamı iyice gürültülü hale getirirken, Göktuğ'nun da kaşları tıpkı benimki gibi hiddetle çatıldı.
"Bu kim?"
"Bilmiyorum," dedi net bir dille, ardından tekrar açıkta kalan dudaklarıma doğru yönelmek istedi, fakat geri çekilerek buna izin vermedim.
"Kapıya bak," ritmi bozulan nabzımı eski haline getirmek adına sessizce derin bir nefes aldım. "Sonra devam ederiz."
Nefesini sertçe dışarı üflediğinde isteksiz bir tavırla benden ayrılmasına izin verdim. O, dış kapıya doğru yönelirken yukarı doğru katlanan tişörtümü tekrar aşağı indirdim ve derin bir nefes aldım.
Bedenimi saran sıcaklık, onun benden ayrılmasıyla tekrar yuvasına geri dönerken, ilk önce dış kapının açılma sesini ardından da tanıdık bir ses işittim.
"Bu saatte uyuduğunu düşünecektim az kalsın," dedi Birsen sitemle.
Kısık bir küfür savurup, olabildiğince seri bir şekilde ayaklandım. Az önce yaşadığım hazdan dolayı terleyen bedenim, tüm oklarını devredışı bırakırken yerini endişe duygusu almıştı. Tek bir dakika ile, bütün bedenim ve zihnimin yüzüne soğuk su çarpılmış gibi, üzerime binen gevşemeden kurtulmuştum. Salonun çıkışına yönelip, Göktuğ'nun Birsen'i göndermesini bekledim.
"Sen nereden buldun burayı?" Diye soran Göktuğ'nun sesindeki şaşkınlık bariz belliydi.
"Senin yüzün niye kıpkırmızı? Spor falan mı yaptın bu saatte?"
"Birsen," dedi Göktuğ, sert bir dille, "neden geldin?"
"Kavga etmişsin. Hasara bakmaya geldim."
"Yok bir şeyim benim, iyiyim. Git sen."
"Ay ne oluyor Göktuğ?" Diye söylendi Birsen tiz bir sesle, "Bir içeri al, iki sohbet dönsün aramızda, sonra giderim."
"Uykum var. Başka bir zaman."
"Evini yemeyeceğim." Israrına devam eden Birsen'e karşın gözlerimi devirdim. "Yoksa içeride misafirin mi var?"
Az önce basan sıcaklık yerini soğuk terlere bırakıyor, içimdeki kuruntu beni içten içe yemeye başlıyordu.
"Aynen," dedi Göktuğ, fazla uzatmamak adına, "sen git, kız rahatsız olmasın şimdi."
"Tanıyor muyum o kızı?"
"Tanımıyorsun."
Kavrulan bedenim yüzünden tırnaklarımdaki ojeleri kazımaya başlarken, hâlâ salon kapısının önünde dikiliyordum.
Sonrasını dinlemedim, çünkü Birsen'in içeriye girmeden rahat etmeyeceğini biliyordum. Belki üst kattaki odalardan birinde saklanmak mantıklı olabilirdi. Bu düşünceyle, koltuğa bıraktığım hırkamı aldım ve seri bir şekilde salondan çıktım. Koridoru aşıp merdivenlere doğru yöneldiğim sırada, daha ilk basamağı çıkmamla beraber Göktuğ, pes etmiş olacak ki Birsen'in sesi artık hemen arkamdan yükseliyordu.
"Misafirin Eflin'mi?"
Attığım adım bıçak misali kesildi ve onlara doğru dönmeden önce derin bir nefesi ciğerlerime hapsettim. Her şey çok yolundaymış gibi, sadece Birsen eksikti zaten.
Bana hesap sormaya hazırlanan Birsen'e doğru döndüğümde gecenin bu saatinde bile hâlâ yüzündeki makyajı silmemiş olması tuhaftı. Gerçi banane, keşke kafama takacağım tek şey bu olsaydı.
"Bayılıyorsun, değil mi?" diye sordu gözlerimin içine bakarken, "ikisininde senin yüzünden kavga etmesine bayılıyorsun. Birde yüzsüz gibi gecenin bir vakti Göktuğ'nun yanına geliyorsun."
"Olayı bilmiyorsun." Dedi Göktuğ adımlayıp Birsen'in yanına yaklaşırken, "oradaymışsın gibi konuşma."
Orada öylece merdivenin ilk basamağında dikilirken, elimdeki hırkayı olabildiğince sıktım
çünkü Birsen'in yanağında ikinci bir tokat patlatmak istiyordum.
"Sen bunu kendine nasıl yediriyorsun?"
Birsen'in sorusu Göktuğ'u duraksattığında Birsen, her hangi cevap beklemeden ahkam kesmeye devam etti.
"Resmen bir hiç uğruna kullanılıyorsun, Göktuğ. Şu gözlerini aç artık."
"Birsen," merdivenin tırabzanında ki elimi geri çektim ve bulunduğum basamağı inip tabanlarımı zeminle buluşturdum. "Sen kime neyin hesabını soruyorsun?"
Bir kaç adım uzağımdaki Birsen'in kavisli iki kaşı havalanıp, alayla bana baktı.
"Hesap sorduğum yok. Masum insanların sana kanmasını önlemeye çalışıyorum. Fakat, birisi gerçekleri Göktuğ'nun yüzüne çarpmalı," elindeki deri çantanın kalın iplerini bıraktığında, çanta tok bir ses çıkararak zemine düştü. "Bu kızın seni sevdiğini falan düşünme sakın."
Düşmancıl bakışları artık benim üzerimde değil, Göktuğ'nun üzerindeyken öylece durup ağzının laf yapmasını izledim.
"Seni öper, ama ertesi sabah yine Bartu'nun yanına gider. Onun yanındayken de senin yüzüne dahi bakmaz." Derin bir nefes aldığında bana kısa bir bakış attı. Bakışı, hissettiği nefretin aynası gibiydi. "Nasıl olsa her istediğini elde edebileceğini sanıyor, yol yakınken ona kapılmaktan vazgeç."
Ayak bileklerime kadar sinirden titrerken, dimdik durmayı başarıyordum ama Birsen, bu iğrenç laflarıyla biraz daha üstüme gelirse mızmız bir çocuk gibi ağlayabilirdim.
"İstediğim kişiyle istediğimi yaparım," dedim Birsen'e bakarken, "Bartu, ile devam mı etmek istedim? Ederim." Ona biraz daha yaklaştığımda düşmancıl bakışlarım üzerindeydi. "Ondan sıkılıp Göktuğ, ile mi olmak istedim? Olurum."
Kelimeler benden bağımsızdı. Dudaklarımın arasından çıkan sözlere hakim olamadığım gibi, bu sözler kendi benliğime oldukça yabancıydı.
"Semih'i mi istedim?" Diyerek onun manevi olarak yanında olan tek kişiyide ağzıma alıp kirlettim, "iki günüme bakar." İşaret parmağımı tıpkı bir suçluyu işaret ediyormuş gibi onun omzuna bastırdım. "Ve sen bana engel olamazsın."
Birsen, omzuna yasladığım işaret parmağımı kavradı. Hareketleri ve bakışları avını görmüş, yırtıcı br hayvanın harekete geçmeden önceki son anları gibiydi.
"Öyle bir engel olurum ki," uzun tırnaklarının baskısını parmağımın etrafında hissettiğimde, parmağımı o kadar çok sıkıyordu sanki ona attığım tokat, onu akıllandırmak yerine kızgın ateşe atmıştı. Şimdide bu ateşi bana püskürtüyordu. "Oyunlarını öyle bir bozarım ki, sen bile şaşırırsın."
"Öyle mi?" Parmağımı geri çekmeye çalıştım ama izin vermedi. Elimi saran baskıya rağmen düz bir ifade ile ona bakmaya devam ettim. "En son oyunumu ortaya çıkardığını düşünüp beni Bartu'ya şikayet ettiğinde, ertesi gün bir bar tuvaletinde bayılıp, hastanede uyanmıştın. Hatırlatırım."
Altı boş tehditime karşın alayla güldüğünde, Göktuğ, bu konuşmanın iyi bir yere gitmediğini anladı ve Birsen'in bileğini kavrayıp parmağımı onun avuç içinden kurtardı.
"Evimde kavga etmenizi istemiyorum."
"Gidiyorum zaten şimdi." Dedim bakışlarımı hâlâ sırıtan Birsen'de tutarken. "Ne yapıyorsanız yapın."
Dış kapıya doğru yöneldiğimde Göktuğ, önüme geçip beni durdurdu. "Ben bırakacağım seni."
"Gerek yok," bir adım yana kayıp geçmeye çalıştım, fakat aynı şekilde yana kayarak tekrar önümü kapattı. "Giderim ben."
"Otobanda taksi mi arayacaksın bu saatte?"
Beni dinlemeyerek portmantoya doğru adımladı ve kot ceketini üzerine geçirdi.
Birsen'in ağzının içerisinde bir şeyler gevelediğini duydum ama ona dönüp bakmadım bile. Bir an önce burayı terketmek istiyordum.
Kafasında kurduğu planlar, beni Bartu'ya şikayet etmek için attığı her adımda onu engellemek yerine onu kendi haline bırakacaktım. Belki o zaman uğraşılmaya değmez biri olduğunu anlardı.
Dış kapının önünde, dışarıya çıkmadan beklerken Göktuğ, Birsen'e doğru döndü. "Sende döndüğümde burada olma."
"Bakarız," dedi Birsen pişkin pişkin. Bu laubali tavırlarına karşın ağzımın içerisinde normalde, dile getirmediğim tüm küfürleri ona karşı söylüyordum. Bana kalsa hakediyordu zaten.
Boş yollarda yaptığımız araba yolculuğu, her zamankinden kısa sürdüğünde Göktuğ, ağzını açıp tek kelime etmedi. Bende aynı şekilde. O evden uzaklaştığımız her saniyede kaslarım gevşiyor, sinir hücrelerim bir bir yerine çekiliyordu.
Evin bulunduğu sitenin önüne arabayı yanaştırdığında derin bir nefes aldım ve arabadan indim. Göktuğ'nun iki çift laf etmesini, ya da beni durdurmasını isterdim ama hiçbirini yapmadı. Bilmiyorum, belkide Birsen'in çok iyi laf yapan ağzından çıkan cümleler onunda aklını karıştırmıştı.
Apartmana girene dek bir çift kahverengi gözün sırtımı delip geçtiğini bildiğim için adımlarım seriydi. Sessizce kapıyı açtım ve arkamdan kapattım. Göktuğ, arabanın gazını kökleyip sokaktan çıktığında bir müddet sırtımı kapıya yaslayıp durdum.
Hissettiklerimi çözemiyordum. Korkuyordum ama neden? Bartu, öğrenirse ne olacağından mı, yoksa Göktuğ'nun aramıza mesafe koymasından mı? Bu hissettiğim şeyin adını dahi koyamazken, duygularım beni yıllar öncesindeki bir anıya götürdü. Ben ilkokuldayken bir keresinde arkadaşlarımla saklambaç oynamıştık. Dolabın arkasına girip, beni bulmalarını beklerken yüzümde saf, çocuksu bir gülümseme vardı. Çocuktum ya hani, Etraftan sesler yükseliyor, her bulunan kişi sobeleniyordu. Onları dinlerken, orada öylece heyecanla sıranın bana gelmesini beklemiştim fakat, o sıra bana gelmedi. Bekledim, dudaklarımdaki gülümseme silindi. Bekledim, ayakta durmam zorlaştı. Bekledim, kimse yokluğumu hissetmedi.
Daha sonra dolabın arkasından çıktım ve, arkadaşlarımın beni unutup farklı bir oyuna başladıklarını gördüm. O günden sonrada bir daha saklambaç oynamadım zaten.
Şimdi, seneler sonra yine o unutulmuş çocuğun hüznü vardı üzerimde. O çocuk, büyümüştü ama unutulduğu için korktuğu anı hiçbir zaman unutmamıştı. Kim bilir, bende şimdi birinin zihninde unutulmaktan korkuyordum.
🥀
O gecenin sabahı yüzüme yine aynı, nötr maskemi takarak yataktan kalktım. Eve dört civarı gelmiştim ve saat şu an dokuza yaklaşıyordu. Yatağa girdiğim an ne yapmam gerektiğini düşünmüş, yatakta ikide bir dönerek rahat bir pozisyonda uyumaya çalıştım. Fakat tüm çabalarıma rağmen uyuduğum uykudan hiçbir şey anlamamıştım.
Dün gece yaşananlar, şu an zihnimi öyle çok kurcalıyordu ki, başka bir şey düşünmeme izin vermiyordu. Komidinin üzerindeki telefonum mesaj sesiyle beni rahatsız ederken elimdeki ince uzun kollu badiyi üzerime geçirip telefonu elime alıp gelen mesajı açtım.
"günaydınNn napıyoruz bugün" 08.47
Nehle'den gelen mesaja dümdüz ifadeyle bakarken onu fazla bekletmemek adına parmaklarım klavyeye yöneldi.
"hiçbir şey yapacak halim yok.bartu'ya uğrayacağım sadece." 08.47
Mesajı ona gönderdikten sonra uyandığımdan beri oturduğum yataktan kalktım. Nehle bir şeyler yazıyordu fakat onu beklemek yerine yatağımı toplamaya başladım.
'Şimdi ne olacak?' Diye sordum kendime. Defalarca sorduğum bu sorunun net bir cevabı yoktu ama emin olduğum tek bir şey vardı. Bu ihaneti haketmeyen Bartu, ile artık devam edemezdim. Artık onun gözlerine, hiçbir şey yokmuş gibi bakamaz, onun yanında, ona destek olamazdım.
Bunu kabullenmemiştim, sadece zorundaymış gibi hissediyordum. Birsen, gelmeseydi dün gece Göktuğ, ile bilerek ve isteyerek birlikte olacak, onunla tatmin olacaktım. Bunu zihnime getirmek bile, Bartu'ya yaptığım haksızlığı gözler önüne seriyordu. Her ne kadar buna hazır hissetmesemde bizim bu sağlıksız ilişkimiz, birbirimize daha fazla zarar vermeden, daha fazla vicdan azabı çekmeden bitmeliydi.
Ağır ağır yatağımı toplarken odamın kapısı çalındı ve cevabım beklenmeden kapı bodoslama açıldı.
"Kızım git anneme yardım etsene," dedi abim sert bir dille, "kadın tek başına kahvaltı hazırlıyor."
Gözlerimi devirdim. Sanki beyefendinin eli ayağı yoktu.
"Bir daha böyle aniden girme odama," diye söylendim omzumun üzerinden ona bakarken, "önce bir cevap vermemi bekle."
"Boş yapma," kapıyı inadıma sonuna kadar açtı, "ne yapacağımı sana mı soracağım?"
"Of, defol git ya." Katladığım pikeyi yatağın üzerine koydum ve odadan çıkmak adına kapıya doğru yöneldim.
Onun yanından geçip giderken, bana attığı sert bakışlarla abilik yaptığını sanıyorsa, yanılıyordu.
Arkamdan, "saygısız," diyerek kendince hafif bir hakaret ederken, onu umursamadım ve mutfağa yöneldim.
Yemek kokusu ve buharla dolan mutfağa adımımı attığım an yüzümü buruşturmaya engel olamadım. Leş gibi bunaltıcıydı her yer, bu sebeple perdeyi açtım ve güneş ışığının içeri girmesini sağladım, ardından camı açacaktım ki, annem buna izin vermedi.
"Hava soğuk," dedi bana bakmadan, "açma camı."
"Soğuk mu?" Diye sordum hayretle, oysa birkaç gün sonra Eylül ayına girecektik. "Üstten açayım bari."
Cevap vermeyip, sessiz kaldığında gözlerimi abartıyla devirdim. Çocuk gibiydiler, sırf istediğim olmasın diye camı bile açtırmıyordu bana.
Buhar yüzünden buğulanmış camdaki sisi elimin tersiyle sildim ve dışarıya baktım. Berrak hava, zihnimin olumsuzluğuna rağmen çok güzeldi. Güneş, tüm karanlıklara rağmen inatla doğmuş, tüm ışığını karşılıksız bir şekilde etrafa saçarak her yeri aydınlatıyordu.
Derin bir nefes aldım ve dolaptan bir kaç tane domates çıkardım. Akşam yemeğini şimdiden yapmaya başlayan annem tezgahı dağıtmış, zaten küçük olan mermer masanın üzerinde boş bir yer bırakmamıştı. Bu sepeble fazlalıkları toplayıp kendime küçük bir yer açıp, kahvaltı için domates kabuklarını soymaya başlarken evde, ölüm sessizliği vardı. Dışarıdan bizi gören, bu evden bir kaç gün önce cenaze çıktığını falan düşünürdü.
Yavaşça kabuklarını soyduğum domatesin suyu parmaklarımın arasından akarken, gözlerimin önüne dün geceden kalma kesik kesik sahneler geliyordu. Eskiden, Bartu'dan başka bir erkekle yakınlaşmak aklımın ucundan dahi geçmezken, şimdi dün gece yaşadığım hazzı unutamıyordum.
İç çekişlerime bir yenisini daha eklediğim sırada kapı biri ya da birileri tarafından çalındı. Ellerimi peçeteyle sildikten sonra çelik kapının açılma sesini işittim.
Bana seslenen abime karşın ofladım ve mutfaktan çıkıp ayaklarımı yere vura vura kapıya doğru adımladım.
"Ne var?" Diye soludum sinirle, fakat kapıdaki simayı görmemle ses tonum her bir kelimemde sessizliğe doğru yol aldı.
"Ne işi var bu herifin burada?"
Faldaşı misali açılan gözlerime, çatılan kaşlarım eşlik etti. Abimin sorusuna cevap vermek yerine Bartu'ya ve arkasındaki annesine bir müddet baktım.
"Kim gelmiş?" Diye seslendi annem içeriden. Ardından buraya doğru adımlamaya başlamış olacak ki, ayak seslerini bulunduğumuz sessizlikte rahatça işitebiliyordum.
"Ne işin var senin burada?" Diyerek abimin bana sorduğu soruyu ona yönelttim. "Git, lütfen."
"Meraklı değil benim oğlum sana," Bartu'nun bir adım arkasındaki annesine baktım fakat sonra bakışlarım zaman kaybetmeden Bartu'ya döndü. Beni ne kadar zor duruma düşürdüğünden haberdar mıydı?
"Ne oluyor burada?"
Babam, sorduğu soruya cevap alamadı. Çünkü asıl konuşması gereken konuşmuyordu.
"Sen mi çağırdın bunları?" Diye sordu annem bana hitaben.
"Hayır." Bartu, en sonunda konuşup araya girince bakışlarını benden ayırıp anneme çevirdi, "Eflin çağırmadı."
Abim, babamın kulağına eğildi ve bir şeyler dedi fakat artık ne dediyse, babam başını iki yana sallayarak ona onay vermedi.
"Eflin'e hediyesini vermeye geldim."
Kollarımı sıkıca göğsümde birleştirdim. Bartu, bu sıcakta uzun kollu giymiş kollarındaki tüm iğne izlerini örtmüştü. Sabah erkenden kalkmış olacak ki, traş bile olmuş yüzünü resmen aydınlatmıştı.
"Bu apartmanda adımız çıktı zaten, ne söyleyecekseniz söyleyin." Dedi babam sert bir dille, "sonrada gidin."
Yanımda dikilen abim, babamın bu sözüne karşın ağzının içerisinde bir şeyler geveledi ama onu anlamak için çaba göstermedim.
"Bakın," Bartu, bir adım atıp içeri girdi. "Eflin ile her ne yaptıysak sadece birbirimizi sevdiğimiz için yaptık. Fakat artık sizin karşınızda iki sene önceki velet yok."
Bu güzel diksiyonunu ve anlayışlı hallerini uzun zaman sonra ilk defa dışarı vuruyordu.
"Güzel bir işim var," diyerek lafına devam edeceği sırada iki kaşımda havalandı, "ayda beş bin, ek saat aldığımda ise beş bini aşan bir gelirim var."
"Maşallah benim oğluma," dedi Bartu'nun annesi gururla, oysa bu işin torbacılık olduğunu öğrenseydi, göğsü bu kadar kabarmazdı. Üstelik, gelirinin bu kadar fazla olduğuna ben hariç buradaki herkesi kandırabilirdi.
Annem ve babamın karşısında farklı bir kişiliğe bürünen Bartu, sözlerine kaldığı yerden devam ettiğinde bu konuşmanın sonunu merak ediyordum.
"Bir kaç aya da kendime ait bir evim olacak." Elleri arka cebine gittiğinde gözleri kısa süreliğine bana dokundu. "Eğer daha fazlasına ihtiyaç olursa bir işe daha girerim, sıkıntı yok."
"Ne kadar gelirin olursa olsun, hala ipsiz soysuzun tekisin gözümüzde." Diyerek araya girdi abim, "ne söyleyeceksen söyle, lafı geveleme ağzında."
"Ben sana bunlar laftan anlamaz dedim, yol yakınken vazgeç."
Bartu'nun annesi bu söylediklerini sessizce Bartu'ya yaklaşarak söylesede her şey apacık meydandaydı. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum, onu görmek tüm uzuvlarımı geriyordu.
Bartu, annesinin lafına karşılık vermedi ve arka cebindeki elini çıkardı.
"Eğer izniniz olursa, ben artık hayatımı Eflin'in hayatı ile birleştirmek istiyorum." Daha sonra duyduklarımı tam olarak idrak edemeden bana doğru döndü.
"Bence zamanı geldi de geçiyor." Elindeki küçük kırmızı kutuyu açmadan önce bir kaç dakika sonra olacakları görmüş gibi iki kaşımı kaldırıp, ona onay vermedim. Fakat, o beni dinlemedi ve önümde diz çöktü.
"Eflin, kimseyi dinlemedim ve yanına geldim. Sende kimseyi dinleme," kırmızı kutunun kapağını açıp beni, bana aldığı hediye ile buluştururken gözlerindeki parıltının aynısı bendede vardı. Ama benim gözlerimdeki parıltının tek sebebi, göz pınarlarıma akın eden yaşlar yüzündendi. Sadece gözümü değil, aynı zamanda göğüs kafesimi de yakan yaşlar onun sadece iki sözüyle kilidini çözdü ve yanaklarımdan aşağıya doğru süzülmeye başladı.
"Benimle evlen," boşluktaki elimi tutup, sıkıca kavradı. "Seni çekip kurtarmama izin ver. İzin ver ki, kalan ömrümüzde hep beraber olalım."
Bartu'nun belkide mutluluktan aktığını düşündüğü bu yaşlar, artık mutluluğa çok uzaktı. Çünkü geçmişte ona ve onun bana vadettiği ümide tapan inatçı kalbim, bir daha ona kanmak istemiyordu.
🥀
Şey yani on bir bin kelimelik bölümü okuyup buraya kadar gelmişsin bir yorum oy fln yapıp destek olursun dimi
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top