17.Bölüm: "Geri Dönüş"
-17.Bölüm: "Geri Dönüş"
-Ali Gate/Moonlight🎶
-iyi okumalarr💋💋
🥀
Eskiden görmem gereken bir dünya vardı. Yapmak istediğim bir çok şey, çıkıp sokaklarında kaybolmak istediğim şehirler vardı. Ama zaman geçtikçe heveslerim, bir cam parçası misali yerde parçalara ayrılmış bu da yetmezmiş gibi ailem dediğim insanlar tarafından üzerine basılarak ezilmişti. Ve ben o zamanlar, huzuru tatmak için her defasında yanına gittiğim Bartu'nun artık bana ne hissettirdiğini çözemiyordum. Onu seviyordum ama bu sevginin hangi boyutta olduğunu, ona karşı olan hislerimin kuvvetini bilmiyordum.
Adımlarım sıcak hava nedeniyle dahada hızlandığında, kaldırımda ki insanlara çarpmamaya çalışarak ilerliyordum. Etraf o kadar kalabalık ve bunaltıcıydı ki, bu durum beni bir kez daha yaz mevsiminden soğutuyordu.
Caddenin köşesinde ki küçük kafenin içerisine girdiğimde güneş gözlüklerimi çıkarıp tanıdık simayı bulmaya çalıştım. İçerisi dışarıya nazaran oldukça serindi ve bu üzerimdeki terin hızlı bir şekilde kurumasını sağlamıştı. Pekte kalabalık olmayan yerde elini kaldırarak kendini belli eden Nehle, işimi kolaylaştırırken adımlarım ona doğru yöneldi.
Aylar sonra en yakın arkadaşımı görmek damarlarımın unuttuğu mutluluğu geri yüklerken, yüzümdeki kocaman gülümsemeyle ayağa kalkan Nehle'ye sarıldım.
"Nerelerdesin sen Eflin ya?" Diye söylendi kollarını boynuma sararken. "Değer mi bir insan için her şeyi arkanda bırakmaya?"
Sorularını şimdilik cevapsız bıraktım ve masada karşısında oturdum. "Saçların ne güzel olmuş." Dedim içten bir dil kullanmak için kendimi zorlayarak. Dümdüz siyah saçlarının önlerini, açık bir maviye boyamış ve beline kadar uzanan ince tutamları omzunda kestirmişti.
"Ay bırak saçı şimdi," ellerini masada birbirine kenetledi, "neler oldu? Hepsini anlat bana. Bartu seni nasıl ikna bu kaçma olayına? Ayrıca seni akıllı bilirdim Eflin, kaçtın bari haber ver. Yani-"
Başımızda dikilen garson sayesinde kelimelerin hepsi boğazına dikilirken, ilgiyle siparişimizi bekleyen garsona baktım. Oysa daha önümdeki menüyü bile açmamıştım.
"Ben bir limonata alabilir miyim?" Diyerek üstünkörü sipariş veren Nehle, bunu söylerken bile bana onaylamaz bakışlar atıyordu. Onun gözünde nasıl bir izlenim çizdiğimi az çok tahmin edebiliyorum aslında. Son bir yıl içerisinde sadece Bartu ile olabilmek adına kimsenin benden beklemediği şeyleri yapmıştım.
"Bende," dedim garsona menüyü uzatırken.
Başıyla bizi onaylayıp yanımızdan ayrılan garsonun ardından derin bir nefes aldım ve kendimi ufak çaplı bir sorguya hazırladım.
Her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmek isteyen Nehle'ye bazı önemli bilgileri atlayarak istediği şeyi verdim. Konuşmaktan dilim damağıma yapışmış bir vaziyette, arada bir limonatamı yudumlayıp boğazımı serin tutmaya çalışıyordum. Ve konuştuğum bu süre zarfınca Nehle, ara sıra beni bölerek sorular sordu, ama bunlar pekte zorlayıcı değildi. Daha çok Bartu'yu kötüleme adına araya girip, ona beddua ediyor ardındanda tekrar tüm dikkatini bana veriyordu.
"Öyle işte," diyerek uzun konuşmama ara verdim.
"Seni Bartu itmiş," cam bardağın içerisindeki renkli pipetle oynamaya başladı, "eğer seni iten o ise, kime tutunduğunlada ilgilenmeyecek."
"Bartu'nun beni ittiği kadar bende onu ittim ama," dedim sakince, "Bana yanaşmıyor, dinlemiyor, sürekli beni yalnız bırakıyor diyerek Göktuğ'nun yanına gidende benim. Tüm suçu ona atma."
"Bir süre yüz verme şuna," pipetle oynamayı bıraktı ve yüzünü tiksintiyle buruşturup devam etti; "Bartu beyefendi Birsen'e hayır demeyi öğrensin önce. İki sene önce bu çocukla tanıştığında sana demiştim ben zaten, bundan adam olmaz diye. Öylede oldu."
Güldüm, o gün dün yaşanmış gibi aklımdaydı. Bir akşam arkadaşlarım tarafından zorla, eğlenmek adına götürüldüğüm evde, Bartu ile tanışmıştım. Ertesi sabahta okulda Bartu'yu heyecanlı bir şekilde Nehle'ye anlatırken, onun yaptığı tek şey benim hevesimi kırmaktı. Bilmiyorum, belki o an onu dinleseydim bunların hiçbiri olmayacaktı.
Masanın yüzeyindeki telefonuma gelen mesaj sesi anlık iki kaşımın havalanmasına neden olduğunda telefonun ekran parlaklığını açıp mesaja baktım.
"nerdesn seni bir yere götürmek istiyorm" 16.26
Göktuğ'nun mesajını okurken dudaklarımı birbirine bastırıp, yüzümde oluşan tebessümü en aza indirmeye çalıştığımda, masanın resmen üzerine çıkarak mesajımı benimle okuyan Nehle, tekrar sandalyesine oturdu.
"Ay çağır buraya gelsin," dedi benden daha heyecanlı bir şekilde, "çok merak ediyorum onu."
Gözlerimi devirdim. "Şimdi olmaz, aramız pek iyi değil."
Ofladığını işittim ama gözüm onda değil, Göktuğ'nun bana attığı mesajdaydı.
"Konum at o zaman, sen dışarıda onu beklersin ben içeride."
Cevap vermedim ve derin bir nefes aldım. Parmaklarım klavyenin üzerinde turladı ama daha sonra hareketini kesti. İkilemde kaldığımı gören Nehle, tekrar konuşup dikkatimi dağıtırken, bana hiç yardımcı olmuyordu.
"Bak Eflin, senin sonun iyi değil ben sana söyleyeyim," sesinde ki ilgiyi, samimiyeti hissettiğimde bakışlarımı ekrandan ayırıp kısa süreliğine ona çevirdim. "Böyle giderse yanındakiyle yaşlanıp, aklındakiyle öleceksin."
Stresten dişlediğim dudaklarımı serbest bıraktım. Aklımdakiyle ölmek. Yaşamak istediklerimi yaşayamadan bu dünyadan uçup giderek toprağa karışmak, en son istediklerimden biriydi. Fakat ben ne istediğimi, kimi istediğimi bile bilmiyordum ki.
Dün gece Birsen'in yanında bütün olanları bildiği halde susan, herkesin beni suçlamasını oturup izleyen Göktuğ, ile bir yanım ne kadar yakın olmak istesede, diğer yanım bir o kadar ondan uzak olmak istiyordu. Buna rağmen, uzun süre dokunmadığım için kitlenen telefonu tekrar açtım ve Göktuğ'a konumu attım. Ona söyleyecek bir takım sitemlerim ve soracak sorularım vardı.
"Ne bok yediğimi gerçekten bilmiyorum," diye söylendim saçlarımı kulaklarımın arkasına yerleştirirken, "tek istediğim mutlu olmak aslında, ama beceremiyorum."
"Olacaksın." Masanın üzerinden elini elimin üzerine koydu ve bana güven verircesine sıktı. "Nasıl, ne zaman bilmiyorum ama eninde sonunda mutlu olacaksın."
Ona inanmak istedim. Tüm hücrelerimle bir gün mutlu olacağıma inanmak istedim ama bir yandanda içimde, mutluluğun kenarından geçemeyeceğime dair bir korku filizleniyordu.
Yaklaşık on beş dakika sonra Göktuğ, bulunduğumuz caddeye ulaştığında bana tekrar mesaj attı. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum, ve ayağa kalktım. Nehle, ile ayak üstü sarıldıktan sonra kafeden çıkıp tekrar güneşin yakıcı ışınlarını üzerimde hissettim. Hava leş gibi bunaltıcıydı.
Güneş yüzünden kısılan gözlerimle yolun karşısına dikkatlice geçtim ve kendimi arabanın yolcu koltuğuna bıraktım. Yine serin, klimalı ortama giriş yaptığımda bu ani hava değişiklikleri bir süre sonra başıma şiddetli ağrılar saplayacağından emindim.
Yanımdaki Göktuğ, arabayı park ettiği yerden hızlıca çıkardığında omzumun üzerinden tok seslerin geldiği arka koltuğa baktım. Üç tane valiz yan yana durmuş birbirlerine çarparak yolculukta bize katılırken, iki kaşımda havalandı.
"Taşınıyor musun?" Diye sordum cevabı bildiğim halde. Birsen ile konuşmasını dinlediğimde bunu zaten duymuştum, fakat şu an bilmemezliğe yatmayı tercih ettim.
"Evet," dedi bakışlarını yoldan ayırmadan, üzerinde beyaz kısa kollu ince tişörtü altında gri eşofmanı ile oldukça rahat takılırken, gözlerini kısa bür süreliğine bana çevirdi. "Kimsenin yerimi bilmesini istemediğim bir yere."
Demek ki, bir süre kargaşadan uzak kalmaya ihtiyacı vardı. Tıpkı benim gibi. Derin bir nefes aldım ve ona merak ettiğim soruyu sordum: "Biz nereye gidiyoruz peki?"
"Eve." Diyerek beni net bir dille yanıtladı.
"Hani kimsenin bilmesini istemiyordun?"
"Sen kimse misin?" Diye sorup midemin anlık kasılmasını sağladığında bakışlarımı cama çevirdim ve altımızdan akıp giden asfaltı izlemeye başladım.
"Kimseyim." Diye yanıtladım onu düz bir şekilde, "eğer öyle olmasaydım, dün Birsen'in yanında bütün olanları bildiğin halde susup, suçu üzerime atmasına izin vermezdin."
Bir müddet sustu. Bu sessizliği nedendi bilmiyorum ama tepkimi ortaya koymak istiyordum. Onun umursamadan yaptığı bazı şeylere ne kadar kırıldığımı, içerlediğimi bilmesi gerekiyordu.
Göktuğ, sorduğum soruya cevap vermeyip sustuğunda, ne kadar bağırıp çağırmak istesemde bende sustum. Artık, bazı şeyleri anlatmaya çalışmaktan yorulmuştum. Yani hesap sormak istediğim çok insan var, ama hiçbiri uğraşmaya değmezdi. Göktuğ, ise istisna olmasına rağmen susuyordu. Moralinin bozuk olduğu, bir şeylerin canını sıktığı yüz ifadesinden belliydi ama yinede bana dün ki hareketlerinin altında yatan nedeni anlatmasını istiyordum.
Arabaya beşte binmiştim ve saat şu an altıya geliyordu. Aslında bu zaman dilimi çokta umrumda değildi çünkü yolculukları severdim, ama sonunda nereye varacağımı bildiğim zaman. Şu an ise nereye gittiğimizi bilmiyordum. Silivri taraflarına doğru iyice yaklaştığımızda artık İstanbul'un dış sınırlarındaydık.
Göktuğ, nereye gittiğimize dair sorduğum bütün soruları es geçiyor, beni iyice meraklandırıyordu. Sorduğum sorular dışında arabadaki sessizliği radyodan yükselen şarkı bozuyordu.
Çalan şarkının ritmi uzaklara dalmamı sağlıyor, daha sonra araya giren reklam beni tekrar kendime getiriyordu. Kaç tane şarkı çaldı ve kulağım kaç kez bilmediğim şarkıları bana bahşetti bilmiyorum ama, şu an çakıl taşları ile kaplı olan bir yolda ilerliyorduk. Pürüzlü zeminde, küçük taşların arasına batıp tekrar yüzeye çıkarak yolculuğa devam ettiğimizde Göktuğ, arabayı bir evin önüne çekip istop etti.
İnmeden önce geldiğimiz yere kısa bir göz attım. Aralarında belirli aralıklarla bulunan müstakil evlerin hepsi aynı hizadaydı. Denizin güçlü dalgalarını arabanın içerisindeyken bile
rahatlıkla duyabilirken Göktuğ'nun arkasından arabadan indim. Ayakkabımın tabanları yerdeki çamları ve otları ezip, attığım her adımda çıtırtılar çıkarıyor, yüksek kesimde olduğumuz için serin olan hava çıplak omuzlarıma vuruyordu.
Kimsenin bilmesini istemediği bu yerin, bizzat konumunu atsada öyle kolay kolay birilerinin bulabileceğini düşünmüyordum zaten. Oldukça kuytu köşede kalan bir yerdeydik.
"Çok tenha," dedim etraftaki uzun olan çam ağaçlarına bakarken, "hep burada mı kalacaksın artık?"
Omuzlarını silkti ve verandanın iki basamağını çıkıp çelik kapının kilidini anahtarla açtı. "Kafama estiğinde."
Evin içerisine adımımı attığımda, etraf oldukça havasız ve tozluydu. Sahipsiz kalan bej rengi duvarların boyasının yeni yapıldığı parlaklığından bariz belliydi. Salonda ki perdesi olmayan boydan cam, yürüme mesafesindeki denizi gözler önüne sererken, aklıma gelen ilk şey, burada güneşin doğuşunu izlemenin nasıl güzel olacağıydı.
"Neden getirdin peki beni buraya?" Diye sordum omzumun üzerinden ona bakarken, "hiçbir soruma cevap vermiyorsun daha sonra kafamı dağıtıp, sana olan kızgınlığımı unutmamı sağlıyorsun."
Köşedeki koltuğa oturdu ve sigara paketinden bir dal ot çıkardı. Otu metal bir çakmak yardımıyla ateşleyip ottan ilk nefesini çekti ve iki dudağının arasından çıkan dumanı salona bahşetti.
"Dün seni savunsaydım, herkes yanlış anlardı." Dedi saçma bir şekilde. "Bende öyle olmaması için seni tersledim."
"Kim, neyi yanlış anlayacak ya?" Kollarımı sıkıca göğsümde birleştirmiş bir vaziyette ona döndüm. "Hem anlasalar ne olacak? Birsen ve o iğrenç tayfası senin çok umrunda sanki."
Bana cevap vermedi ve ince bir şekilde sarılmış otundan bir nefes daha çekti. Aslında bu konuyu bana kalsa daha uzatırdım, ama şu an sanırım yeri ve zamanı değildi. Göktuğ, bir şeylere sıkılmış, darılmış gibiydi. Yani, tartışmayı başlatsam bile o bana cevap vermeyince tatmin edici bir sonuca ulaşamazdım. Ailesiyle ilgili bir problem mi var diye düşündüm, ama böyle olsa bile bana hiçbir şey anlatmıyordu. Yani, o benim hakkımda neredeyse her şeyi bilirken, ben onun hakkında sadece kısıtlı bir bilgiye sahiptim.
Göktuğ, otunu tüttürürken evin geri kalan kısmını tek başıma gezdim. Zaten çok büyük değildi, boş olan iki odanın dışında salon, banyo ve küçük bir mutfaktan ibaretti ev. Eve yerleşen tozlar zeminde ince bir tabaka oluşturmuştu ve attığım her adımda tozlar havalanıp gözümün önünde belirerek, dağılıyorlardı.
Başladığım yere, yani salona geri döndüğümde Göktuğ artık ayaktaydı. Camın önünde durmuş, denizi izliyordu. Benim zaman zaman yaşadığım duygusal çöküntülerde Göktuğ'nun bir hareketine ya da sözüne moralim düzeliyordu. Fakat ben, bana ne olduğunu neden moralimin bozuk olduğunu anlatıyordum. O ise tam tersi, susuyordu.
Elleri gri eşofmanının cebinde, ayakta dikilirken, düşünceli bakışlarının altında yatan sebebi deli gibi merak ediyordum. Onu böyle görmenin benide kırdığını, içimde bir şeylerin stresle kasıldığını fark ettiğimde önüne geçtim ve dikkatini dağıtmayı amaçladım.
"Ne oldu?" Diye sordum konuyu ufaktan açarak, "niye durgunsun?"
"Bir şey yok," omuzlarını umursamaz bir tavırla silkti, "Canım sıkkın sadece."
Cevap vermedim ve bir müddet yüzüne baktım. Kahverengi gözleri, hiç olmadığı kadar yoğun duygularla kaplıyken kafasına bu kadar çok taktığı şeyi merak ediyordum. Saçlarını ilk defa bu kadar dağınık ve uzun görüyordum.
"Abim mi? O mu bir şey yaptı?"
"Sen emin misin?" Seyrek, ince kaşları çatıldığında, ucu açık soruya karşın aynı hareketi bende tekrarladım.
"Neye?"
"Onun senin abin olduğuna? Çok zıtsınız."
Bu soruyu duymayalı uzun zaman olmuştu. Ben ve abim. Zıt olduğumuz kadar dışarıdaki bazı insanlara karşı iyi, ama birbirimize karşı hep kötüydük.
"Eminim," dedim ufak bir tebessümün ardından, "ne oldu ki?"
"Geçen gün, ben yokken eve gidip Enes'i biraz hırpalamış." Gözlerimi onda tutmaya çalıştım, ama benim yüzümden gerçekleşen bir olayı sinirle anlatırken bunu yapmak oldukça zordu. "Enes, bilmiyor tabi bu evi. Söylemedim kimseye, böyle bir olay yaşanmasın diye."
"Nasıl ya?" Diye sordum böyle bir şeyin gerçek olmamasını umarak, "Abim Enes'e seni soruyor, ve Enes'de gerçekten bilmediği halde dayak yiyor yani?"
"Aynen öyle." Diye yanıtladı Göktuğ.
"Peki Enes, iyi mi şu an?"
"İyi." Bakışları tekrar benden ayrılıp arkamda kalan denizi izlemeye başladı.
Benim yüzümden abimin insanlara musallat olması, ya da geri dönmemi sağlamak için tanıdıklarıma zarar vermesi beni hiç olmadığım kadar zor duruma sokuyor, utandırıyordu. Gerçi eğer Göktuğ, o zaman evde olsaydı aynı şiddeti o görecekti belkide. Her ne kadar Enes kadar cılız, kalıpsız bir vücuda sahip olmasada bir kaç darbe alması bile vicdan azabı çekmem için yeterliydi.
"Durmayacak," dedim umutsuzca, omuzlarım düşmüş, yüzüm asılmıştı. "Artık tek çarem eve dönmek sanırım."
"Mutlu olmayacaksın." Arkamda kalan güneş batmaya başlamış etrafa saçtığı kızıl tonları, camı aşıp onun gözlerine yansımıştı. Kahverenginin açık tonuna bürünen gözleri, gözlerimdeyken benim hissettiklerimi ben söylemeden dile getirmesiyle derin bir iç çekmek istedim.
"Pek bir şey değişmeyecek," omuzlarımı umursamazca silktim, ama sanki omuzlarıma binen sorumluluk ve yük bunu dahi zorlaştırıyordu. "Mutlu olacağımı düşünerek gitmiştim o evden. Hiç bir şey değişmedi."
Göktuğ'nun eşofmanının içerisindeki eli serbest kalıp havalandı ve usulca yanağımı kavradı. Yanağım, sıcak avuç içiyle temas ettiğinde içimin kıpır kıpır olmasına engel olamadım.
"Eflin," ismim dudaklarının arasından güzel bir tonla döküldüğünde, baş parmağı yanağımı okşadı. Dokunuşunda ki ve sesindeki şefkat saçlarımı okşuyor, yanaklarıma buseler konduruyordu. "Bartu sana bir şey mi yapıyor?"
Bartu bana bedenen değil, ruhen zarar veriyordu. Beni sürekli yalnız bırakıyor, kafasına estiğinde yanıma yılışıyordu. Bu eskiden böyle değildi, kaçtığımızda ve uyuşturucuya başladığında böyle olmuştu.
"Bir şey yapmıyor," dedim net bir dille, "sorunda orada zaten." Derin bir nefes alıp içimde tuttuklarımı biraz daha dışarı vurmaya karar verdim. "Hiçbir şey yapmıyor, benimle adam akıllı konuşmuyor bile."
Elini yanağımdan çekti ve işaret parmakları kaşla göz arasında pantolonumun, boş kemer kısımlarını kıskaç misali kavradı.
"Başka?"
Onun bu hareketine karşın yelkenleri suya indirmedim ve ellerimi belimin arkasında sıkıca birbirine kenetleyerek temasına karşılık vermedim. Bartu'yu düşündüm. Onu kötülerken, aynı zamanda onunla geçirdiğim mükemmel anları düşündüm ve Göktuğ'nun çekimine kapılmamaya çalıştım.
"Başka ne? Ne öğrenmek istiyorsun?"
"Eflin," Beni kendine doğru yaslarken, pantolonumun sert kumaşı onun eşofmanının yumuşak yüzeyini eziyordu. Yakınlığımızın çaresizliği altında eziliyordum sanki. Ona olan sinirime, öfkeme karşı üflediği ateş benim aleyhime işliyordu.
"Kimseye dokunmadığım gibi," elleri nihayetinde pantolonumdan ayrılıp belime tırmandığında bilerek o kadar yavaş hareket ediyordu ki, ısrarla avuçlarının içerisindeki sıcaklığı ve atan nabzını bana hissettiriyordu. Alnı alnıma yaslandığında, cümlesini sanki kalabalık bir yerdeymişiz ve bu aramızda bir sırmış gibi sessizce tamamladı; "Kimsenin sana dokunmadığı gibi dokunabilir, bazı şeyleri unutturabilirim."
Dünyadan soyutlanmış, sadece o ve ben vardık. Zihnim, bu anı bozacak bir kaç şeyi bana hatırlattığında, yinede ona dokunmak, temasına karşılık vermek istiyordum ama parmak uçlarımda sanki neşter vardı.
"Göktuğ," belimin arkasına sabitlediğim ellerimi sıkmaktan bileklerime ince sızılar giriyordu. "Bir daha olmayacak demiştim."
Ona teslim olmanın bedelinin bana neler getireceğini bilmiyordum. Fakat, aynı zamandada bedenim bir kerelikte olsa onu istiyordu. Sıcak elleri kısa, ince tişörtümü kolayca aştı ve parmakları belimin yüzeyinde gezindi.
Buz tutan kalbime değen korlar, sadece kalbimi değil bütün uzuvlarıma ulaşmıştı. Kutsal bir ateşte gibiydim, ve ilk kez çıplak belime değen elleri, beni bu alevin besleyicisi yapmıştı.
"Söz vermiştin," ellerim hareketlendi ve onun bileğini kavrayıp hareketini kesti. Alınlarımız birbirinden ayrıldığında, hiçbir şey yapmamamıza rağmen sıklaşan nefeslerimiz aramızdaki tensel çekimin kuvvetini gözler önüne seriyordu, ve bu ister istemez beni utandırıyordu. "Üçüncü kişi olmayacaktın."
"Olmayacağım zaten." Diye yanıtladı beni.
Sertçe yutkundum ve yapmak istemediğim halde zorunda hissettiğim o şeyi yaptım; Göktuğ'u göğsünden güçlükle itip benimle olan temasını kestim.
"Bana böyle yaklaşma." Alnını örten saçlarını elinin tersiyle ittiğinde pür dikkat bana bakmaya devam etti. Yüzündeki ufak şaşkınlığı sezdim. "Sırf seni öptüğüm için yüzüme karşı onca şeyi söyledin. Şimdi nasıl hâlâ sana karşılık vermemi bekliyorsun?"
Konunun tekrar açılmasına dair olan bıkkınlığı yüzüne yansıtırken, ona nazaran ben oldukça sinirliydim.
"Neden dönüp dolaşıp bu konuyu açıyorsun?"
"Konu kapanmamıştı ki," diye soludum sinirle, "eğer seninle birlikte olursam ertesi gün her şeyin daha güzel olacağının garantisi var mı?" Bir kaç adım daha atıp ona yaklaştım ve sorduğum soruyu kendim cevapladım; "Yok. Hem senin için belki bu oldukça normal bir şey bilmiyorum ama," derin bir nefes aldım, damarlarımdaki istek bir bir geri çekilmeye başlamıştı. "Farkındaysan ben zaten şu an biriyle beraberim."
"Onun seni mutlu etmediğini söyleyen sensin."
"Bu onu aldatacağım anlamına gelmiyor," diyerek sesimi yükselttim. Bakışlarının ağırlığı söyleyeceğim sözleri geri almama yetecek kadar güzeldi ama geri adım atmadım. "Birbirimiz için sadece bir hevesiz, ve ben bir heves için iki yıllık ilişkimi yakamam."
Bir nefeste söylediğim sözün son olmasını umarak yanından çekip gittim. Seri adımlarım, ayakkabımın tabanını evin zeminine sertçe vurarak devam ettiğinde dış kapıyı araladım, fakat bana müdahale ederek çıkmama izin vermedi.
"Ya değilsek?" Diye sordu düz bir şekilde ve elim kapının kolundayken duraksamamı sağladı. Aldığım nefes bana az gelmeye başladığında artık söyledikleri, zihnimde ki sis bulutunun belirginleşmesini sağlıyordu. "Ya birbirimiz için bir heves değilsek?"
Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Omzumun üzerinden ona bakmaya cesaret edemiyordum, ama eğer ona dönüp baksaydım evden çıkmakta bu kadar kararlı olmazdım.
Ona cevap vermeyerek evden çıktığımda, bu ıssız yerden dönüşün nasıl olacağı hakkında bir fikrim yoktu. Bu yüzden evdeki Göktuğ'nun çıkmasını banka oturarak beklemeye başladım.
Onun bana karşı olan tavırlarına artık çizgi çekmem, daha fazla ileri gitmemek için bazı yerlerde tepki göstermem şarttı. Göktuğ'a karşılık vermemek zordu, çünkü bir insanı etkilemek için nasıl dokunacağını, neler diyeceğini oldukça iyi biliyordu. Benim aksime.
Derin bir nefes aldım, böyle yaparak hiçbir şeyi haketmiyordum. Sürekli Göktuğ'nun güzel tuzaklarına düşüyor, bir anlığına Bartu'yu aklımdan siliyordum ve bu içime kocaman bir öküz oturmasını sağlıyordu.
Ayaklarımı sallayarak oturduğum bankta Göktuğ, beni fazla bekletmedi ve on dakika sonra geri dönmek üzere tekrar arabaya bindik. Her ne kadar geri dönmek istemesemde, buna mecburdum. Beni beklediğini düşündüğüm Bartu vardı, ve her zamankinin aksine artık ona bakarken aklıma Göktuğ ile yaptıklarım geliyor, vicdanım olduğu yerde sızlanıyordu. Kabul, kötü bir insanım, ama geldiğim noktada da kimse masum değil.
Sessiz yolculuğumuz, Tarlabaşı'nın sokağına girdiğimiz an biterken akşam trafiği beklediğimden daha azdı ve bu bizim ekstra daha erken gelmemizi sağlamıştı.
Göktuğ, arabayı yavaşça kaldırım kenarına doğru yanaştırdığında, karşıdan gelen Bartu'ya karşın ofladım.
"Bir bu eksikti," diye söylendim ve emniyet kemerimi çıkardım. Bir kaç adım ileride yokuşu tırmanan Bartu, ile gözlerimiz arabanın cam yüzeyinden kesişti, "hemen git. Tartışma çıkmasın."
Tembihlemeye çalıştığım Göktuğ, bana cevap vermedi. Zaten yol boyu konuşmamıştık.
Arabadan olabildiğince çabuk indiğimde Bartu, aramızdaki bir kaç adımlık mesafeyi seri adımlarla kapattı.
"Niye bununlasın sen?" Diye sordu ve cevabımı dahi beklemeden beni sollayıp arabanın yolcu koltuğu tarafındaki cama bir kaç kez avuç içiyle vurup Göktuğ'nun camı indirmesini sağladı.
Camın aşağı doğru yol alarak inmesiyle Bartu, eğilerek Göktuğ'nun görüş alanına girdi.
"Hayırdır?" Sesi, tavrı gibi oldukça kaba yükselmişti, "özel araçla eve bırakmalar falan? Sana mı kaldı?"
"Senin yapamadığını yapıyoruz diye zoruna mı gidiyor?" Diyerek aynı tavırla cevap verdi Göktuğ oturduğu yerden.
"Benim yapamadığım mı?" Bartu, kapıyı açmak için yeltendi ama Göktuğ kapıyı kilitlemişti. Onların birbirlerine kafa tutmaları, biriktirdikleri kinleri kusmalarını dışarıdan bir göz olarak izlemekten yılmıştım.
"Bartu," bileğini kavrayıp onu arabadan uzaklaştırmaya çalıştım, "gel gidelim. Sana anlatacağım, düşündüğün gibi bir şey yok."
"Altında arabayla eve bırakarak adam taklidi mi yapıyorsun sen?" Diyerek beni takmayan Bartu, hâlâ açık olan camdan laf yetiştirmeye çalışıyordu.
"Ya bir siktir git," Göktuğ, arabayı tekrar çalıştırdığında Bartu'nun bileğini tutup onu geri çekmeme gerek kalmamıştı, "üflesem uçacaksın, haberin yok."
Göktuğ, Bartu'ya ettiği hakaretlerine son verip arabayla yanımızdan uzaklaştığında arkasından bir müddet baktım.
"Göt herif," dedi Bartu, açıkça. Küfürlerini net bir dille söylemeye çekinmezken, tekrar bana baktı. "Ne işin var bununla?"
"Cemre ile beraberdim," diyerek yalanlarıma bir yenisini daha ekledim, "eve bırakmayı teklif etti, bende otobüse binip yürümeye üşendiğim için kabul ettim."
Çatık kaşları alnının kırışmasına neden olurken, doğru söyleyip söylemediğimi anlamak istiyormuş gibi dikkatlice bana bakmaya devam etti.
"Yemin ederim," dedim onu inandırmak istercesine, "başka hiçbir şey olmadı."
Ufak çaplı savunmama karşın cevap vermedi ve önden önden yürüyerek apartmana girdi. Bende aynı şekilde onu takip ettim.
O akşam uyumadan önce Bartu'ya okul mevzusunu açmıştım. Yarın, okula gidip kaydımı yenilemek istediğimi dile getirmiştim ama kullandığı şey yüzünden midir bilinmez, pekte kendinde olduğu söylenemezdi. Sorularımı geçiştirmek amaçlı cevap veriyor, mümkün olmadıkça benimle konuşmuyor bir yere dalıp gidiyordu.
Bende onu zorlamadım, ve uzun sayılabilecek bir müddet duşta kalıp kaslarımın iyice gevşeyerek beni rahatlatmasını amaçladım.
Buhar yüzünden kısıtlanan görüş alanım etraftaki nesneleri seçmekte zorlanırken daha fazla bu sıcak havada sıcak buharın etkisiyle kavrulmamak adıma havluyu üzerime geçirip banyodan çıktım.
Uyuyan Bartu'ya sırtımı dönüp dolaptan çamaşırlarımı çıkardım. Düz bir şort ve askılı tişörtü de giydikten sonra elim boynumdaki kolyeye gitti. Göktuğ'nun bana verdiği kuzey yıldızlı kolye hâlâ boynumdaki yerini koruyordu. Elim bir müddet gümüş taşların üzerinde turladı. Bana kolyeyi verdiği anı dün gibi hatırlıyordum. Onun boynunda görüp beğenmiştim ve o sorgusuz sualsiz kolyeyi çıkarıp bana takmıştı. Yanaklarımın içini şişirerek ofladım heves diye adlandırdığım şeye bu kadar bağlanmamalıydım sanırım. Bu yüzden de parmaklarım enseme doğru yöneldi ve kolyeyi çıkarıp çekmeceye koydum.
Islak saçlarımı tarayıp sıkıca ördükten sonra komidinin üzerinde şarjda olan Bartu'nun telefonu gözüme ilişti. Ona karşı olan güvensizliğimden değilde, canım biraz oyalanmak istediği için telefonunu elime alıp kilidini açtım.
İlk önce mesajlarına girerken en üstte kayıtlı olan Birsen'in ismini görmemle gözlerimi devirdim. Ne hikmetse, birbirlerine yazmadan duramıyorlardı.
Birbirleriyle en son bu sabah konuşmuşlardı ve nedense Birsen'in yazdıklarıyla içim huzursuzlukla çevrildi. Bilmiyorum, Birsen hiçbir şey bilmediği halde her şeyi biliyormuş gibi konuşuyordu.
Bartu'ya yarın önemli bir mesele hakkında konuşmak istediğini söylemişti. Bartu, ise yarın bir işi olduğunu söyleyerek ona Çarşamba günü konuşmalarının daha müsait olacağını yazmıştı. İki kaşımda mesajlara bakarken havalandı. Birsen'in Bartu'ya bahsedeceği önemli bir mesele ne olabilirdi ki?
İş ile alakalı bir olaydan mı bahsedecekti, yoksa başka bir olay mı vardı? Sebepsizce gerilen bedenim baskı altındaydı. Göktuğ ile aramızda geçen şeyi bilmesine imkan yoktu. Çünkü o zaman Birsen bir bar tuvaletinin köşesinde baygın bir halde halde yatıyordu. Göktuğ'nun da bu olaydan kimseye bahsetmeyeceğine dair sözü vardı, ve ben ona güveniyordum.
Üzerimde oluşan baskının ve ortada bahsedilen konunun benimle alakalı olmamasını dileyerek telefonu tekrar şarja taktım ve yatakta uzandım. Gözlerim Bartu'nun üzerindeyken göz altlarının ne kadar çökmüş ve morarmış olduğunu gördüm. Zayıflamış ve bitkin bir haldeydi. Eskisi gibi gözlerinde artık bir ışıkta yoktu. Tıpkı benim gibi, onunda geleceğe dair beslediği umut yok olmuştu.
Bir müddet sonra ona bakmayı kestim ve gözlerimi yumdum. Son zamanlarda, içimde beni endişelendiren bir burukluk vardı. Kocaman, rahatsız edici bir boşluk. Ne zaman gözlerimi kapatsam, bu huzursuzluk git gide büyüyordu. Yorgundum ve sanki etrafımda bana yardım eden kimse yoktu. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş, kendi derdine yoğunlaşmış gibiydi. Ve bunlara karşın bildiğim tek bir şey vardı. O da; ruhum yakında savrulmaktan vazgeçecek ve ben bunun ardından, zulüm görmüş bütün duygularımı yitireceğim.
🥀
Bugün, 25 Temmuz Pazartesi. Koca bir kışı geride bırakan bünyem hâlâ anormal sıcaklardan şikayet ederken pekte uzun olmayan bir yolculuğun ardından okula vardım. Eski, devre dışı bırakılan okul kartımla turnikelerden geçemesemde güvenliğe göstermem yetti. Uzun zaman sonra yürüdüğüm okulun geniş koridorları, ve kalabalık ortamları sayesinde buraya artık oldukça yabancılaştığımı hissettim. Hayatım eskisi gibi değildi ve okula geldiğimde bu bariz bir şekilde tekrar yüzüme çarpmıştı.
Çantamın kolunu sıkıca kavrayarak öğrenci işlerinin yolunu tuttum. Dondurduğum okula geri dönmem, kafamı birazda olsa meşgul tutmak içindi. Bu amaçla okula geri dönmek, kendimi çevremden uzak tutmak istiyordum.
Öğrenci işlerindeki kadının bana yardımcı olacağını umarak odasına girdim ve istediğim şeyi dile getirdim; okula geri dönmeyi.
"Kayıt yenilemek istiyorum," dedim selamlaşma faslını geçip, ve okul kartımla kimliğimi masanın üzerinden ona uzattım.
Karşımdaki kadın, boynuna astığı gözlüklerini tekrar ait olduğu yere, yani gözlerine takarken bana ufak bir bakış atmayı ihmal etmedi.
"Ne zaman dondurdun kaydını?" Diye sordu bilgisayarından bir kaç sekme açarken.
"Geçen sene," hâlâ kolumda asılı olan çantamı dizlerimin üzerine koydum, "birinci dönemin başında."
Bir müddet sessizliğe bürünüp, beni cevapsız bıraktı. O kimliği ve okul kartımı alıp bir şeyler yaparken bende o sırada, en son geldiğimden beri pek bir değişiklik yapılmamış olan odaya tekrar göz attım.
Odada ki solmuş, bakımsızlıktan ölmüş çicekler artık yoktu. Onların yerlerini alan sahte, yapay çiçekler, duvarların kenarlarını renkleriyle süslesede diğerleri kadar huzur vermediği kesin. Onun dışında değişmeyen şeylerden biride, bu küçük yer hâlâ ağır bir oda parfümünün kokusuna maruz kalıyordu.
"Üzgünüm," diyerek etrafı incelememe son veren kadına baktım, "bu dönem devam edemezsin, finaller bir hafta sonra başlayacak."
Ona düz bir şekilde baktım. Boş bakışlarım onun üzerindeyken yüzümde hiçbir ifadenin barınmadığına emindim. Çünkü zaten bunu, ya da böyle umutsuz bir şey duyacağımı az çok tahmin edebiliyordum.
"Bir sonraki sene mi başlayacağım yani?"
"Evet," kimliğimi ve okul kartımı bana geri uzattı. "Güz dönemi başlayabilirsin ancak, şu an kayıt yenileyemezsin."
"Peki, teşekkür ederim." Dedim nezaket amaçlı ve ayağa kalkıp çantamı tekrar tek omzuma takarak odadan çıktım.
Nehle'nin beni beklediği kafeteryaya doğru ilerlerken kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyor, adımlarımı seri bir şekilde atıyordum. Sanki onlara baksam çok büyük bir günah işleyecekmiş gibi bundan kaçınıyordum.
Büyük kafeteryada dersten çıkmış olan Nehle, genelde oturduğumuz yuvarlak masada oturmuş beklerken, gözleri önündeki okuduğu kitaptaydı. İnsanlara özenmekten, insanların rahat, dertsiz hayatlarını kıskanmaktan sıkılmış olan bünyem için bu okulun ortamı hiç iyi değildi. Sanki herkes hayatından çok memnundu ve aralarında tek sorunlu insan bendim. Sorunluydum çünkü, neyi ve kimi istediğimi bilmiyordum, üstüne üstlük artık sevmekten ve sevilmekten korkar vaziyetteydim.
Nehle'nin yanına benden önce ulaşan Murat yüzünden, adımlarım biraz yavaşladı. Hiçbir tanıdığımı görmeye hazır değildim ama hepsini teker teker görüp, zoraki olarak sohbet ediyordum.
Birazdan liseden beri sınıf arkadaşım olan, ama artık benden bir üst sınıfta okuyan Murat'ın sorgusuna çekilecektim ve dilime pelesenk olmuş cümleleri birde onun için dile getirecektim.
Yanlarına ulaşmama yalnızca bir kaç adımım kaldığında beni fark eden Murat'ın kaşları ilk önce havalandı, daha sonra ise çatıldı. Kapatıp açarak oynadığı gözlük kabının içerisinden gözlüğünü çıkarıp taktığında, yüzümdeki tebessüme engel olamadım.
"Ne alaka ya?" Diye sordu ayaklanırken.
"Ne ne alaka?" Dedi Nehle, umursamaz bir tavırla, "kız okula geri döndü işte."
Masanın başında öylece ayakta duruyordum ve masanın diğer ucundaki Murat'ta aynı şekilde, sandalyeden kalkmış ayakta duruyordu.
"Sarılmayacaksak oturuyorum," dedim sandalyemi geri çekip, masayla temasını keserken, "yoruldum."
Murat, sonunda bir yaşam belirtisi gösterip aramızdaki mesafeyi aştı ve kollarını bedenime sardı. Sarılışına karşılık verdiğimde boynundan burnuma hiç değiştirmediği, artık onunla bütünleşmiş olan losyonunun kokusu sızdı.
Bu özlem barınan sarılması, beni geçmişteki bir geceye götürdü. Çoğu kişinin okuldan koptuğu ve bunaldığı lise zamanlarında bir gün hep beraber onun evinde toplanmıştık. O küçük eve davet ettiği kişiler arasında Bartu'da vardı ve ben o gece; onun evinde, onun sayesinde Bartu ile tanışmıştım.
O zaman, kim derdi ki işlerin bu kadar büyüyüp şu an bulunduğumuz konuma geleceğini? Belki o zaman birisi bana yaşayacağım şeyleri hikaye olarak anlatsa, ağzıma pek fazla almadığım küfürleri dalga amaçlı söyler ve geçerdim. Fakat şimdi hepsini bir bir yaşıyordum ve bazen ben bile gerçeklik payını kestiremiyordum.
"Nasılsın?" Diye sordu geri çekilirken.
"İyi," sandalyeye oturdum ve arkama yaslandım, ardından zaman kaybetmeden onu tembihlemek için adım attım, "bana hiçbir soru sorma, sonra anlatacağım her şeyi. Tamam mı?"
"Sen telefonlarımızı açmamaya başladığın o gün, biz senin için nasıl endişelendik biliyor musun?"
Kollarımı göğsümde birleştirdim ve arkama yaslandım. Kulağım onda, gözlerim ise etraftaydı.
"Murat, cidden nasihat dinlemek istemiyorum." Sesimdeki bıkkınlığı duymasını, beni anlamasını istedim. "Sonra bana her şeyi diyebilirsin, ama şimdi değil."
Yanaklarının içini şişirerek ofladı ve gözlüğünü çıkarıp tekrar kutusuna koydu.
"Ee dönebiliyor musun okula?" Diyerek araya girdi Nehle.
Ona cevap olarak başımı iki yana salladım. "Seneye ikinci sınıftan tekrar devam edeceğim."
"Keşke dondurmasaydın hiç," önündeki kitabın kapağı ile oynamaya başladı, "bir sene kaybın olacak."
Omuzlarımı silktim. Çok umrumdaydı sanki. Okula zaten çokta istediğim için değil, kafam bir şeylerle meşgul olsun diye gelmeyi planlıyordum. Yapacak ne kadar çok şeyim olursa, oturup bir şeyleri düşünme şansım o kadar az olurdu.
Düşünmek bana eziyetti çünkü. Zihnimdeki sorulara cevap aramak, olaylara çözüm odaklı yaklaşmaya çalışmak ve bunları becerememek, beni yoruyordu.
Yaklaşık yarım saat sonra okuldan ayrılmak üzere ayaklandık. Nehle ile Murat bir yerlere yemek yemeye gidecekti, bense direk olarak eve geçip eşyalarımı toplayacaktım. Okulun bahçesine çıktığımızda merdivenlerden ağır ağır inmeye başladık. Düşünceli bakışlarım attığım adımlarımdayken, yanımdan geçen bir kız grubunun anlık konuşmasına şahit oldum.
"Kapının önü keş abazalarla dolmuş, iki kız düşüreceğim diye sabahtan akşama kadar buradalar." Dedi sarışın olan sitemle.
"Güvenlik hiçbir şey yapmıyor ki," diye yanıtladı onu arkadaşı bir basamak daha çıkarken, "imza toplayıp rektörlüğe dilekçe yazmak lazım."
Sesleri gittikçe benden uzaklaştığında kaşlarımı çatıp okulun girişine baktım. Tıpkı kızların söyledikleri gibi bir grup erkeğin kapının önünde nöbet tutması, çokta yabancı olduğum bir manzara değildi. Bir kaç saat burada takılıp gidiyorlar, yarın ise kafalarına eserse tekrar gelip nöbete devam ediyorlardı. İğrenç ve rahatsız edici tayfanın önündeki arabaya yaslanmış Bartu'yu fark ettiğimde ise duraksadım. Bartu, ne zamandan beri bazıları tarafından 'keş' olarak anılıyordu?
Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Artık onu her gördüğümde ister istemez boğazıma bir yumru oturuyordu ve bu yumru, yaşadığım hayal kırıklıkları kadar büyüktü.
Nehle ve Murat'ı bir kaç adım arkamda bırakacak kadar hızlandım ve önden yürümeye başladım. Elleri pantolonunun cebinde öylece bekleyen Bartu'nun yanına ulaştığımda yaslandığı arabadan ayrıldı. Arkamdakilerin, özellikle Murat'ın bir günde iki sürpriz yaşaması duraksamasına neden olacak ki, Bartu'yu görmelerine rağmen tepki vermediler.
"Hallettin mi?" Diye sordu kollarını belime sararken.
"Hayır," aynı şekilde kollarımı onun boynuna sardım, "seneye başlayabilirmişim, şimdi değil."
"Ya biz mi çok enayiyiz, yoksa siz mi anormalsiniz?" geri çekildim ve arkamda kalıp söylenen Murat'a baktım. "Kaç aydır haber alamıyoruz sizden ve siz bu oldukça normalmiş gibi davranıyorsunuz."
"Birbirinize hiç iyi bakmamışsınız," Nehle'nin kısılan gözleri Bartu'dan ayrılıp bana döndü, ve bana onaylamaz bakışlar attı. "İkinizde çökmüşsünüz."
Elim, Bartu'nun eline kaydı ve parmaklarımız iç içe geçti. Haklı olduğunu düşündüğüm Nehle'ye yinede cevap vermedim. Ne söyleseler haklılardı, çünkü çok sorumsuz davranmıştık. Zaten anlık bir gazla evden kaçmak bizi iyice birbirine kenetleyeceğine, tam tersi aramıza binbir türlü problem koyup uzaklaştırmıştı.
"Murat, sana anlatmıştım aslında." Diyerek araya girdi, Bartu. Nehle'yi görmüyormuş gibi ona bakmıyor, Murat'ı da her gün görmeye alışmış gibi oldukça normal davranıyordu. Eski samimiyetlerini yakalamaları oldukça uzun zaman alacak gibi görünüyordu. "Seninle her konuştuğumuzda ufaktan sinyaller verdim, ama sen anlamadın. Ne yapayım?"
"Ne sinyalı lan gerizekalı?" Murat'ın gür sesi etraftaki bir kaç meraklı bakışı üzerimize çekerken, ofladım. Belkide hiç gelmemeliydim buraya. "Nereden bileyim ben sizin böyle bir mallık yapıp kaçacağınızı? Hiçbir geliriniz yokken, hangi aptal bunu yapar ki?"
Bartu, elini elimden ayırıp Murat'ın omzuna koyup ona güven verircesine dostça sıktı. "Başka zaman konuşuruz, şimdi değil."
"Size kalsa o zaman hiç gelmiyor," dedi Nehle sitemle ve ardından ortaya bir teklif attı. "Yarın akşam bir araya gelelim. O zaman konuşuruz."
"Olmaz." Bartu, elini Murat'ın omzundan çekip tekrar elimi kavradı. Buradan kaçıp gitmek istiyormuş gibi bir hali vardı. "Bir kaç hafta sonra."
"Hayır, yarın." diyerek tekrar araya girip diretti Murat. Onlarla görüşmediğimiz süre zarfınca neler olup bittiğini merak etmeleri en doğal hakları olsada, artık ister istemez bu konuları dile getirmeye çekiniyordum.
"Nerede?" Diye sordum Murat'a hitaben.
"Benim evde."
Bana karşı kullandığı sert ses tonuna karşın, gerildim. Çünkü az önce böyle değildi. Bilmiyorum, belkide Bartu'da oluşan kötü değişikliği o da sezmiş ve bu yüzdende sinirlenmişti.
"Müsait olduğunda bana yaz," dedi yanımdaki Nehle, sadece benim duyabileceğim bir sesle.
Onu başımla onayladıktan sonra Bartu ile Murat'ın arasında ki soğuk havayı dağıtmak için tek bir çözüm vardı o da, birimizin buradan ayrılması.
"Gidelim mi?" Diye sordum Bartu'ya.
Başını belli belirsiz aşağı yukarı sallayıp beni onayladığında, arkamızda iki çift meraklı gözün bizi kaybolana dek izlediğini bilerek oradan ayrıldık.
Ona henüz eve dönme konusunu açmamıştım. Vereceği tepkiyi tam olarak kestiremiyordum ve açıkcası bu konu hakkında endişeliydim.
Yaklaşık yarım saat sonra, akşam yemeği için yiyecek bir şeyler alıp eve dönmüştük. Ben yediğimiz şeylerin çöplerini bir poşete koyup toplarken, Bartu duştan çıktığı için odada üstünü giyiniyordu.
Saat dokuza yaklaşıyordu ve ben hâlâ eşyalarımı toplamamıştım, gerçi bırak eşya toplamayı konuyu daha Bartu'ya bile dile getirmemiştim. Ne tepki vereceğini bilmiyordum ama bunu söylemem lazımdı. Abimin yarın Enes yerine, Göktuğ'u sıkıştırmayacağının garantisi yoktu.
Elimdeki poşeti masaya bıraktım ve anlık bir gazla ayaklanıp odaya yöneldim. Ya şimdi söyleyecektim, ya da bir daha ağzımı açmayacaktım.
Bartu, duştan çıktığı için nemli olan saçlarının fazla suyunu öylesine havluyla aldıktan sonra havluyu yatağa bıraktı. Altına siyah bir basketbol şortu giymiş, üzerinde ise henüz bir şey yoktu.
"Bir şey mi oldu?" Diye sordu omzunun üzerinden bana bakarken.
Başımı aşağı yukarı salladım ve yanına doğru usulca adımladım.
"Bir şey söylemem lâzım," elindeki tişörtü aldım ve şimdilik giymesine izin vermedim. Elini tutup onunla yatağa oturduğumda, dilimin ucuna gelen sözleri dile getirme konusunda oldukça kararsızdım.
Ellerini kendi dizlerimin üzerine koydum. Onun bakışları benim yüzümdeyken, ben çıplak dizime koyduğum ellerinin üzerini sıvazlıyordum.
"Abimi biliyorsun," diyerek konuya giriş yaptım, "ben eve dönene kadar bizi rahat bırakmayacak. Zaten burayıda biliyor artık, canı istediği zaman baskın yapabilir."
"Taşınacağız," diyerek abimin bu eve tekrar gelme olasılığını sıfırlarken, bakışlarımı ellerinden ayırıp ona çevirdim. Islak olduğu için rengini iyice belli eden saçlarındaki bukleler her zamankinin aksine sönüktü.
"Geçen gün Göktuğ'nun evine gitmiş," ellerimin altındaki ellerinin kasıldığını hissettim, "ama Göktuğ'u bulamayınca Enes'e sataşmış. Yani çocuğu boş yere hırpalamış." Vücudumla beraber tamamen ona doğru döndüğümde, ne düşündüğünü, aklından neler geçtiğini şu anlık kestiremiyordum.
"Sana neler yaptığını söylemiyorum bile." Diyerek devam ettim konuşmama, "ben kimsenin, özelliklede senin zarar görmeni istemiyorum, ama abimin bu öfkesi sadece ben eve dönünce bitecek."
Gözlerindeki hüznü, ve o bilinmez boşluğu hissettim. Ciğerlerime duman dolmuş gibiydi. Aldığım nefes bana yetmiyor, ruhumu yaralıyordu.
"Hayır," dedi uzun sayılabilecek bir sessizliğin ardından ve ellerini ellerimin arasından çekti, "istemiyorum gitmeni."
"Bartu, gitmem lazım." Ona biraz daha yaklaştığımda kendime çektiğim dizlerimin bir kısmı onun bacaklarının üzerine çıktı. "Bunu benden çok daha iyi biliyorsun. Gidersem, sana zarar gelmez."
"Buradan taşınacağız ve izimizi yine kaybettireceğiz." Ellerimi beni buna inandırmak istercesine sıktı, "gitmene gerek kalmayacak."
Anlamıyordu. Abim pes etmeyecekti ve dahada kötüsü, bu işi Bartu'nun ailesine kadar taşıyabilirdi. Yerimizi, çevremizdeki insanları Bartu'nun ailesinin de öğrenmesini sağlayabilir ve onlarla bir olup bizi daha zor bir duruma sokabilirdi.
"Bartu, her gün yine beraber olacağız. Zaten sen dışarıdayken de gün içerisinde evde yalnız kalıyordum ve görüşemiyorduk. Şimdide öyle olacak." İki elimde havalandı ve onun yanaklarını kavradı. "Tek fark ben burada değil, başka bir yerde olacağım."
"Eğer gidersen, hiçbir şey aynı olmayacak." Başını iki yana sallayıp, söylediklerimi geri tepti. "Sabah uyandığımda yanımda olacağını biliyordum, şimdi ise beni bir bilinmezlik içerisinde yaşamaya zorluyorsun."
"Hayır," dedim onun aksine sakin bir dille, ama cümlemin devamını getirmeme izin vermedi.
"Her şey zaten bok gibi," diye soludu sertçe, "birde bana gitmek istediğini söylüyorsun."
"Gitmek istemiyorum, gitmek zorundayım diyorum."
Yanımda olmamı istemesi ve benim onun arkasından Göktuğ ile yaptıklarım aklıma geldikçe, sanki kalbimin tam orta yerine köz atılarak yangın çıkarılmış ve alev topuna bürünmüş gibi bedenim acıyla kavruldu.
"Sana söz veriyorum, her gün yanında olacağım." Onu ikna etmek zordu ve o böyle yapınca benimde kararımı ikileme sokuyordu.
Ellerim alnına düşen saçlarını yavaşça geri itti. "Hiçbir şey değişmeyecek, merak etme."
Yüzünü geri çekerek ona dokunmamı engelledi ve ayağa kalktı. Camın önünde, Tarlabaşı'nın çöp dolu sokağını izlerken ellerini şortunun ceplerine koydu.
"Bir şey söylemeyecek misin?" Diye sordum tıpkı onun gibi ayaklanırken.
"Ne söyleyeyim? Sen kararını vermişsin zaten."
Bartu'nun önüne geçtim ve dikkatini tekrar bana vermesini sağladım. Susmasını, geri çekilmesini istemiyordum.
"Eğer her şey eskisinden daha kötü olursa, geri dönerim."
Bakışlarını camın kirli yüzeyinden ayırdı ve bana baktı. Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi. Dilinin ucuna gelen kelimeleri, cümleleri merak etsemde konuşması için zorlamadım.
Parmak ucumda hafifçe yükseldim ve ona sarıldım. Sarılmamın karşılığını bulurken, onu haketmediğimi düşündüm. Bartu'nun bana karşı davranışlarına karşın yaptığım şeyler zıttı ve öğrenirse vereceği tepkileri düşünmek dahi istemiyordum.
Ne kadar geç gidersem o kadar iyi olacağını düşündüğüm için abime beni gelip alması için mesaj gönderdiğimde saat gecenin biriydi.
O zamana dek Bartu, ile yatakta uzandık, ve hâlâ kalkmaya niyetimiz yoktu. Bazen eski anılardan konuşuyor, bazense gelecekteki asla gerçekleşmeyeceğini içten içe bildiğimiz hayallerimizden bahsediyorduk. Bu eve ait aklımda sadece onunla beraber geçirdiğim güzel günler kalacaktı.
Bartu, başını dizlerime koymuş yatakta uzanırken benim sırtım yatağın başlığına yaslıydı. Parmaklarımı artık tamamiyle kurumuş olan kuzguni buklelerinin arasından geçirdim.
Eşyalarımı toplayıp koyduğum iki çantada kapının kenarındaydı ve bir tanesinin fermuarını oldukça zorladığım için, fermuar sadece yarısına kadar kapanmıştı.
On dakikadır sessizdik ve aramızdaki sinir bozucu sessizliği ikimizinde bozmaya niyeti yok gibiydi. Hâlâ üstünü giymemiş olan Bartu'nun omuzlarında oluşan yaralara baktım. Kullandığı maddelerin yan etkileri omuzlarından sırtına doğru yol alarak, cildinde ufak ufak yaralar çıkarıp izler bırakıyordu. Her şeye rağmen bunu kendine yapmaya neden devam ediyor, bilmiyorum.
Parmaklarım saçlarından ayrılıp omuzlarındaki küçük bir çukuru andıran izlerde gezinmeye başladığında, aramızdaki ölüm sessizliğini telefonuma gelen mesaj sesi bozdu. Hemen yanımdaki telefonun yanan ışığının üzerindeki bildirimde abime ait bir mesaj vardı.
"Gelmiş," dedim sıkıntıyla, "gitsem iyi olacak galiba."
"Beni yalnız bırakmakta kararlısın yani?" Diye sordu Bartu eliyle çıplak dizimi sıvazlarken.
"Konuşmuştuk bunları," sırtımı yatağın başlığından ayırdım. "Herkes için daha iyi olacak böylesi."
Bartu, başını dizimden ayırdığında boşluğa düşen bedenim durumundan hiç hoşnut değildi. İstemeyerekte olsa ayaklandım, ve altımdaki şortu çıkarıp yatağın üzerine bıraktığım eşofmanı giydim.
Kapının önünde beni beklediğine dair mesaj atan abimin sabırsızca beklemesini umursamadan Bartu'nun bana tekrar sarılmasına izin verdim.
"Bir daha görüşemeyecekmişiz gibi davranma," dedim kollarının arasında kıpırdanırken. "Seni burada bırakmak istemiyorum ama sana zarar gelsinde istemiyorum."
Bana cevap vermediğinde bana karşı ne kadar kırıldığını, darıldığını belli etmektende çekinmiyordu. Derin bir nefes aldım ve spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Bartu, yerdeki iki çantayıda alıp arkamdan merdivenleri inerken, attığım her adımda stresle çevrili olan bedenim soğuk ter damlacıklarıyla kaplanıyordu. Artık beni neler beklediği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Apartmandan dışarı çıktığımızda tanıdık araba kaldırım kenarına park edilmişti. Bartu'nun elinden çantayı almadan önce abimin bizi izliyor olmasını umursamadan uzanıp, onun dudağına ufak bir öpücük kondurdum. Bunu yapmamla beraber abimin kornaya basılı tutması aynı eşlikte gerçekleşmişti, bende bu yüzden dışarıda gerçekleşen vedamızı kısa tuttum. Gitmek istemiyordum. Bartu, bu kadar yorgun ve hayata karşı umutsuzken yanında olmak istiyordum. Ama geri geri giden adımlarıma rağmen o arabanın ön koltuğuna bindim ve biner binmez abimin gazı köklemesiyle sokaktan hızlıca çıktık.
"Gözümün önünde elalemin çocuğunu ne halta öpüyorsun? Zaten evde ne bok yediğinizi bilmiyoruz, birde bunu dışa mı vuruyorsun?"
Bu gereksiz ve saçma düşüncesine karşın ofladım. Onunla evlenecek olan kişiye acıyordum.
"Birbirimize veda ederken ne yapalım?" Diye sordum sert bir dille, "kafa mı tokuşturalım?"
"Neyse," vitesi değiştirip konuşmaya devam etti, "zaten bir daha görüşmeyeceksiniz."
"Bartu'dan ayrıldım demedim sana, sadece eve döneceğim dedim."
Ağzının içerisinde küfürle karışık bir şeyler geveledi ama anlamak için çaba göstermedim. Bana göre ne dese boştu zaten.
"Artık kimseye benim yüzümden musallat olma." Diye tembihledim onu ve bakışlarımı onay almak istercesine ona çevirip devam ettim; "Ne Bartu'ya, ne de Göktuğ'a. Bulaşma hiçbirine."
Bir şey demedi. O da biliyordu zaten bu sebeple eve döndüğümü. Yoksa neden istemediğim bir yere döneyim ki? O ev bana resmen hapis gibiydi. Bunun sebebide aile ortamıydı. Kendimi bildim bileli bulunduğum evde fiziksel şiddet değil, sözlü şiddet vardı. Bilinçaltıma işlenen sözler bir işe tereddütle, başarısız olma korkusuyla başlamama sebep oluyordu. Ya da, bir şeyi yapamazsam ne derler acaba diye düşünmekten ne istediğim şeyi yapabiliyordum, ne de kendime vakit ayırabiliyordum. Geleceğime karşı olan inancımı, özgüvenimi yiyip sömürmüştüler.
Sanki sadece onların istediklerini yapmak zorundaydım. Onlardan ayrı bir birey değilmişim gibi, istedikleri okula gitmemi, istedikleri kişiyi sevmemi bana zorunlu kılıyordu, ve ben buna baş kaldırınca suçlu oluyordum.
Eve gidince yiyeceğim azarı bir kenara bıraktım ve radyoyu açıp güzel bir şarkı aradım. Yol altımızdan kayıp giderken abimin içtiği sigara ters esen rüzgar yüzünden yüzüme doğru yol çiziyordu. Bu yüzden yanımda bulunan camı açtım ve dumanın beni rahatsız etme seviyesini en aza indirmeye çalıştım.
Yaklaşık yarım saat sonra evin bulunduğu sokağa girdiğimizde, yolda trafik olmasını isterdim. Ama zaten gecenin köründe yollar olabildiğince boştu. Abimde bunu fırsat bilerek oldukça hızlı gitmişti, ve bu sefer benzinliğin marketinde durmak gibi bir hatada yapmamıştı.
Arabadan indim ve arka koltuktaki çantalarımı elime aldım.
"Uyuyorlar, değil mi?"
"Evet," diye yanıtladı beni arabanın kapılarını kilitlerken, "sessiz ol."
Onu başımla onayladım ve kapıyı açmasını bekledim. Karanlık olan evde oldukça sessiz olarak içeriye girdiğimde, o tanıdık koku tekrar burnuma doldu. Evde yapılan yemeğin kokusu ve bununla birleşen havasızlık tekrar ortama hakimdi.
Abim kapıyı kilitleyip anahtarla beraber odasına girerken çantalarımı alarak aylardır girmediğim odama tekrar girdim ve ışığı açtım. Bu odanın içerisinde çok şey gizliydi. Sessizce ağladığım geceler, kan çanağı gözlerimle uyandığım sabahlar, evdekilerle az sohbete girmek için başından ayrılmadığım masada ders çalıştığım saatler.
Şimdi bu odada tekrar bulunmak, tanımadığım bir sokakta sessiz sedasız ilerlemek gibiydi. Yolun sonunda nereye çıkacağımı bilmiyordum ve aynı zamanda korkuyordum. Ev, dikenli tellerle çevriliydi sanki. Çıkmak bir o kadar tehlikeli, geri dönmek ise sorguya çekilmek demekti.
Yatağıma oturdum ve ellerimin altındaki temiz nevresimin yumuşak yüzeyini sıktım. İnsanların evden kaçmayı değilde, evin sığınak olduğunu düşünmeleri gerekiyordu. Ev, seni kötülüklerden koruyacak olan yerdi. Ama ben bu ortamdan o kadar soğumuştum ki, ruhum çekiliyordu sanki.
Derin bir nefes aldım ve üzerimi değiştirmeden yatağa uzandım. Ne ara dolduğunu bilmediğim gözlerimden akan bir damla yaş, yorganımın kumaşını ezip geçti. Nasıl bir sabaha uyanacağımı bilmiyordum. Babamın ve annemin bana neler diyeceğini bilmiyordum. Sadece onlar değil, benim için artık karşılaştığım akrabalarım ve etraftaki komşularda sorundu. Çünkü insanların hepsi kötüydü ve aramızda masum insan yok denecek kadar az. Hepsi iyilikten yoksun, yardım etmekten acizdi. Ve artık herkes şeytanın boş olan tahtına adaydı benim gözümde, çünkü; yaşadığımız dünya denilen bu yerde kimse anlamaya, dinlemeye çalışmıyordu. Tıpkı ben gibi. Tıpkı ailem gibi.
🥀
finale son 3 bölümm...
*Reklamlar*
İsterseniz CANHIRAŞ ve BAĞIMLI adlı diğer hikayelerimede bakabilirsiniz🥺🥺
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top