14.Bölüm: "Yanlış"

14.Bölüm: "Yanlış"

-Rachael Yamagata/Over and over

-iyi okumalarr🥰🥰

🥀

Ters giden hayatımda yoluma yalnız devam ederken, olup olmadık sokaklara sapıp büyük günahlar işliyordum, ve resmen her gün bu günahlara bir yenisini daha ekliyordum.

Saat henüz 6'ya yaklaşırken yattığım yatakta kıvranıp ağrı kesicinin etki etmesini bekliyordum ama kasıklarıma giren kramplar sakin kalmamı zorlaştırıyordu. Mikrop kapmış olabilir miyim diye düşündüğüm her an, buna pekte ihtimal vermek istemeyerek konuyu zihnimde kapatıyordum.

Kararmış hava yüzünden ışığını açmadığım odada nesneleri seçmekte zorlanıyor, ve bir başıma uzanıyordum. Evde yalnızdım. Ne Göktuğ, ne Cemre, ne de bana bakınca çok kötü bir şey yapmış gibi bakışlarını ayıran Enes vardı.

Cemre'nin dağınık yatağında zorla doğrulurken, titreyen telefonuma uzandım. Uzun zamandır mesaj sesini duymadığım için biraz şaşırmış ve gerilmiştim. Rehberimdeki herkesin beni unuttuğumu sanıyordum oysa. Derin bir nefes aldığımda telefonun parlaklığı aniden yüzümde patladığı için  kaşlarım çatıldı.

Kimden; Bartu
"Eve gel seni bekliyorum" 20.48

Ağrımın varlığını unutup bir çırpıda doğruldum. Normalde bu mesaja sevinirdim ama şu an ki durum buna pek el vermiyordu. Sonuçta Bartu artık bir şeyleri öğrenmişti. Karnımdan ölü olarak çıkan bebeğin varlığından haberdardı. Bu yüzden istemsizce tereddütlüydüm, çünkü eve gidince nasıl bir manzara ile karşılaşacağımı kestiremiyordum.

Ağrımı yok saymaya çalışıp üzerimdeki, uzun zamandır giymediğim eski pijamaları tekrar çıkardım ve siyah pantolonumu bacaklarımdan geçirdim. Hava soğuk ve oldukça rüzgarlıydı. Bu sebeple kalın kazağımın üzerine birde montumu geçirdim. Vakit kaybetmeden telefonumuda cebime koyduktan sonra yanıma alacak başka bir şeyim kalmamıştı. Zaten telefondan başka bir şeyim yoktu. Kapıyıda arkamdan kapattıktan sonra apartmandan olabildiğince büyük bir hızla çıktım.

🥀

Çektiğim yol bana bir ömür boyu bitmeyecek gibi gelmiş, attığım her adımda ağrımın bütün bedenimi ele geçirdiğini hissetmiştim. Yolu ne kadar hızlı geldiysem merdivenleri bir o kadar ağır çıktım.

Eve girip kendimi bütün olacaklara hazırlarken Bartu, koltukta oturuyordu. Geldiğimi fark etmesine rağmen dönüp bakmadı. Uzun olduğunu düşündüğüm bir müddet boyunca onu görmemiştim ve şimdi her zamankinden farklı hissediyordum. Özlem, tutku, üzüntü, hasret. Büyük bir duygu karmaşasının içerisinde oturmuş birilerinin beni çekip kurtarmasını bekliyor gibiydim.

Yanında ki boşluğa oturup bir şeyler söylemesini bekledim. Elindeki rulo, buruşmuş bir vaziyette olan dosyayı masaya bıraktı ve omzunun üzerinden bana baktı.

"Neden?" Diye sordu sadece. Bilmek istiyordu, haklı olarak.

Gözlerinin beyazına oturan kan, görüşünü kısmende olsa zorlaştırıyor olmalıydı. Çökmüştü, tıpkı benim gibi. İkimizde bedenen ve ruhen enkaz altında gibiydik.

"O sorumluluğu tek başıma alamazdım."

"Tek değildin, değilsinde," dedi açıkca, "ben varım."

Bakışlarımı ondan kaçırıp ellerime düşürdüm. Oysa beni başından savururken hiçte öyle demiyordu.

"Yanına geldiğimde neden bana öyle davrandın o zaman?"

"Haplar yüzünden." Diyerek bütün suçu onların üzerine attı. "Aklım gidip geliyor."

Cevap vermeyip sessiz kaldım. Söylenecek çok söz vardı ama artık mecalim yoktu.

"Keşke böyle olmasaydı," dedim tekrar ona bakarken, "beraber olmak uğruna iyice uzaklaştık."

Sitemden ziyade hayal kırıklığıydı yaşadığım. Ailemi geride bırakmış ve daha kötü bir duruma düşmüştüm. Üstelik psikolojimde alt üst olmuştu.

"Eflin, ikimizde hatalar yaptık." Dedi Bartu bana biraz daha yanaşırken, "benim tek istediğim biraz uzaklaşıp kafamı dinlemekti. Seni başımdan savmak planda yoktu."

Derin bir nefes aldım. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu. Bakışlarım ondan başka evin her yerinde turlarken ahşap masanın üzerindeki ilaç kutuları dikkatimi çekti. Bu sakinliğinin sebebi buydu demek ki. Çünkü benim bildiğim Bartu bu haberi aldıktan sonra bağırır çağırır. Demek ki böyle sessiz kalmasının tek sebebi ilaçlardı. Ne sanıyordum ki, beni görünce siniri geçti, yumuşadı falan mı?

"İlaçlarının etkisi geçince yine yıkıp dökecek misin?"

Duraksadı ve bir müddet yüzüme baktı. Böyle bir soru beklemediği apaçık ortadaydı. "Bilerek yapmıyorum, biliyorsun."

Güldüm. Nedense pek inandırıcı gelmiyordu. Ya da ben inanmak istemiyordum. Neyim vardı bilmiyorum, daha düne kadar barışmak isteyen ben şu an garip bir şekilde bazı şeylere karşı isteksizdim. Ya da sadece aklının başına gelmesini istiyordum.

"Yeniden başlayalım," dedi Bartu şaşırtıcı bir hamle ile ve dizimin üzerindeki elimin üstüne kendi elini koydu. "Yalan dolan olmadan."

Derin bir iç çektim. Kulağa güzel ve tehlikeli geliyordu.

"Bartu beni sürekli yarı yolda bırakıyorsun. Psikolojim bozuldu resmen," derin bir nefes alıp devam ettim, "olup olmadık şeylere korkup, durup dururken ağlıyorum. İyi değilim."

"Beni yarı yolda bırakan sensin." Diye diretti. "Bana yalan söyleyende sensin. Arkamdan iş çevirende. Benim bebeğimi, bana sormadan öldürende sensin."

Ağır sözleri söylerken bile o kadar sakindi ki. İlaçların üzerinde sihirli bir etkisi vardı ve bu benim işime geliyordu. Gözlerime tırmanan yaşlara geçit vermeye hazırlanırken, boğazımda sert bir yumru vardı.

"Ama yinede yeniden başlayalım diyen benim."

Boşluktaydım. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyordum. Bartu, artık daha kontrolsüzdü. Kafasına estiğinde kullandığı ilaçları ve kollarında henüz iki tane olan iğne izleri ile bilinmezliğin içindeydi. Eskiden sadece sinirlendiği zamanlarda sert bir duygu patlaması yaşardı, şimdi ise ne zaman ne olacağı belli değildi.

İlişki, ikimizede zarar veriyordu ama ikimizinde kararlı tavrı belki bunun üstesinden gelirdi.

"Peki," dedi sessizce kabullenerek, "Hemen cevap verme."

Beni düşüncelerden uzaklaştıran Bartu'ya baktım. "Biraz düşün, nasılsa sonunda vereceğin cevabı ben biliyorum. Zaten sende biliyorsun Eflin," Baş parmağıyla elimin üstünü hafif dokunuşlarla okşarken, pür dikkat onu dinliyordum. "Başka bir ten bize haram gibi."

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum ve güzel yüzüne baktım. Bir yandan haklı olsada aslında kendiyle çelişiyordu. Aramıza ikinci kişileri sokmayıp bir nebze olsun benimle ilgilenseydi şu an bu durumda olmayabilirdik.

Telefonu çaldığında sıkıntıyla iç geçirdi ve telefonu arka cebinden çıkardı. Ekran parlaklığı oldukça kısık olduğu için kimin aradığını okuyamadım. Zaten o da hemen sessize alıp, tekrar cebine koydu.

Pür dikkat onu izlerken bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Gidiyorum şimdi," dedi sakin bir şekilde ve ellerimi yavaşça bıraktı. "Karar verdikten sonra ararsın beni."

Onu başımla onaylayıp gitmesini izledikten sonra uzun sayılabilecek bir kaç dakika daha orada öylece tek başıma oturmuş dinlenmeye çalışmıştım. Yetişecek bir yerim yoktu, beni bekleyen biriside. Burada ne kadar durursam durayım, kimse merak edip benim için buraya gelmeyecekti. Bunları bilmek kötü hissettiriyordu. Değersizmişim gibi. Gerçi zaten öyleydim. Gerçekleri kendi kendime tekrardan yüzüme vurup akmaya alışık olan gözyaşlarımı o salona gömdükten sonra evden çıktım.

***

Saat gecenin 1'ine yaklaşırken, tek başıma oturmuş televizyon izliyordum.
Pek izliyor gibi değildim aslında, dizi reklama girmişti ama masanın üzerindeki kumandayı alıp değiştirmeye yeltenmiyordum.

Cemre ile Enes yaklaşık bir saat önce evden ayrılmıştı. Göktuğ ise eve zil zurna sarhoş gelip odasına çekilmişti.
Kısacası, şu sıralar herkes kendi kabuğunun içerisinde yaşıyordu. Kimse çok gerekmedikçe birbiriyle iletişime geçmiyordu.

Uzun süredir oturduğum koltuktan sonunda doğrulabildiğimde masanın üzerindeki tabakları alıp mutfağa götürdüm. Kalorifer çok az ısı veriyordu, bu yüzden kat kat giyinerek kendimi sıcak tutmaya çalışıyordum ama nafile, pekte işe yaramıyordu. Yinede diğer evde tek başıma kalmaktan daha iyidi.

Bulaşıkları makineye koyup makineyide çalıştırdıktan sonra salona geçtim. Işığı açıp tekrar koltuğa oturacağım sırada Göktuğ'nun odasından bir şeyin yere düşüp parçalanma sesi geldi. Çoktan sızıp kaldığını düşünüyordum oysa. Bakıp bakmama arasında gidip gelsemde ayaklanarak odasına doğru ilerledim ve kapıyı açtım.

"Neyi kırdın?" Diye sordum kapıdan ona bakarken.

"Küllüğü," yere saçılan cam parçacıklarının hepsini kullanılmış bir kağıt yardımıyla bir araya getirmeye çalışıyordu, ama cam parçacıkları kağıdada ufak ufak çizikler atıp yırttığı için beceremiyordu.

"Bıraksana, öyle olmaz," dedim elinden kağıdı alıp, "sonra hallederiz."

Ağzının içerisinde bir şeyler geveledi ve kenardan geçerek yatağın ucuna oturdu.

"Bayağı içmişsin," dedim onun sendeleyerek yürümesine karşın. Son zamanlarda cidden fazla içiyordu, onu ilk tanıdığım zamanlarda alkolü arada sırada tüketiyordu, şimdi ise neredeyse iki akşamda bir içkili ve geç saatte geliyordu eve.

"Aynen," diye yanıtladı beni ve sırtını yatağın başlığına yaslayıp bacaklarını uzattı. Aynı eşlikte gözlerini yumarken, devam etti: "Kafam sen gibi."

İki kaşımda havalanırken ona anlamayarak baktım. "Ben gibi derken?"

Yumduğu, gözlerini tekrar açtı ve başını hafifçe çevirip gözlerini bana dikti. "Güzel yani."

Kan akışımın hızlandığını ve bedenimin ısındığını hissettim. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve yırtık kağıdı masaya bıraktım. Onun gözleri hâlâ üzerimde turlarken, çaktırmadan derin bir nefesi ciğerlerime hapsettim. Uzun zaman sonra duyduğum bir iltifat, içimi kıpır kıpır yapmıştı. Göktuğ, keşke göründüğü kadar masum birisi olsaydı.

"Otursana," diyerek uzandığı yatakta bana yer açtığında dediğine uyup yumuşak yatağa oturdum. Uzattığı bacakları arkamda kalırken, gri eşofmanının yumuşak dokusunu belimde hissedebiliyordum.

Işığı değilde ayaklı gece lambasını açmayı tercih etmişti. Bu yüzden etrafta yoğun bir sarı ışık hakimdi.

"Bu aralar çok durgunsun," dedim konuyu dağıtarak.

"Sende öyle."

Bir şey demeyip sessiz kalırken, bakışlarım hemen önümdeki penceredeydi. Yağmurun sesleri odayı dolduruyor, damlaları pencereyi süslüyordu. Yatağa yasladığım elimin üzerinde yumuşak bir dokunuş hissettiğimde bakışlarımı pencereden ayırdım.

Göktuğ'nun işaret parmağı elimin üzerinde yavaşça daireler çiziyordu. Bakışları ise çizdiği hayali dairelerin üzerindeydi.

"Eflin," dedi sessizce, seslenmek gibi değilde daha çok kendi kendine söylenir gibiydi, "anlamı ne? Kim koydu bu ismi sana?"

Dağılmış saçlarını bir eliyle geriye doğru tarayıp düzelttiğini sanarken, kızaran, yorgun gözleri adeta 'uyku' diye bağırıyordu. Derin bir nefes aldım ve sorduğu sorunun yanıtını kafamda toparladım. Sorunun cevabı pekte belli değildi aslında.

"Annem," diye yanıtladım küçük bir sessizlikten sonra. Bartu ile gittiğimden beri ne gördüğüm, ne de ardığım annem. "Anlamını cennete açılan kapı olarak biliyormuş o yüzden koymuş," yüzümde buruk bir tebessüm oluştuğunda devam ettim: "Ama sonradan öğreniyor ki, aslında ismimin hiçbir anlamı yok."

Sessizce güldü. "Neden değiştirmemişler sonra?"

Omuzlarımı silktim. "Bilmem, alıştıkları için herhalde."

Etraf tekrar sessizliğe gömüldüğünde elimin üzerinde gezinen parmağını geri çekti.

"Uyusana," dedim ona bakarken, "iyi görünmüyorsun."

"Bok gibiyim çünkü."

"Neden?" Diye sordum.

"İş güç yok, sap gibi geziyoruz ortalıkta. Yetmez mi?"

"Bunu her gece içecek kadar kafana mı takıyor musun?"

Omuzlarını silkti. "Sadece o değil tabi, başka nedenlerde var."

"Ve sen bunları içerek mi çözmeye çalışıyorsun?"

Başını aşağı yukarı salladı. "Başka nasıl çözülecekti ki?" Diye sorduğunda güldüm. Sarhoşken daha çekilir bir hale bürünüyordu.

"Ben gideyim sen uyu," dedim tekrardan, bedeninin acil toparlanması gerekiyordu. Özelliklede şu yorgun bakışlarının.

Ayaklanıp giderken bakışları üzerimdeydi. Kapıyı arkamdan çekip gözlerinden kurtulurken, onu orada uyuması niyetine bırakıp tekrar salona geçtim.

🥀

Ertesi sabah Cemre ile dandik, pekte doyurucu olmayan bir kahvaltı yapmış, ardından ise ona dün ki Bartu olayını anlatmıştım. İlk başta Bartu'nun bu davranışını pekte samimi bulmadığını söyledi ama ben konuyu açmasını istediğim halde o bunu yapmadı ve kafamı çokta karıştırmamayı tercih etti. Bilmiyordu ki bir şeyleri saklayarak zihnimi dahada bulandırıyor.

Parmaklarımın arasındaki kahve fincanına odakladığım bakışlarım, Cemre'nin yanıma oturmasıyla ayrıldı.

"Ne düşünüyorsun?"

Omuzlarımı silktim. "Hiç."

"Bir şey soracağım, ama dürüst olmanı istiyorum." Kahvesinden yudum aldı. "Aramızda kalacak."

Başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladığımda, o da elindeki fincanı masaya bıraktı ve tamamiyle bana döndü. "Şu Göktuğ aklını karıştırmıyor, değil mi?"

Kaşlarım çatıldı. Dışarıdan bu izlenimi kendi kendine nasıl çıkardığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

"Hayır," dedim kendimi buna inandırarak.

"Peki ne hissediyorsun?" Diye bir başka soru sorduğunda, onu ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. "Ona karşı?"

Gözlerimi istemsizce devirdim. Bu konuları konuşmak cidden beni rahatsız ediyordu. "Göktuğ ile aramda hiçbir şey olamaz, Cemre. Zaten şu sıralar doğru düzgün yüzüme bile bakmıyor," derin bir iç çekerek devam ettim: "Ona karşı içimde ufak bir şefkat besliyorum o kadar."

"Bartu?" Diyerek sorgusuna devam etti, "ona karşı ne besliyorsun?"

Ofladım. Bazen söylediği şeyler dinginleşen zihnimi tekrar uyandırıyordu. Düşünür gibi bir hal alırken, bilmem gereken cevapların hiçbirisini bilmiyordum.

"Tutku," dedim en ağır basanını söylerken, "özlem, kırgınlık ve kızgınlık."

Cemre dudaklarını birbirine bastırdı ve gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. "Zor ama ben barışmaman gerektiğini düşünüyorum. Eğer onun yerine başkalarını koymaya çalışırsan onu unutabilirsin," diyerek konuşmaya devam eden Cemre'ye dönüp bakmadım bile. "Ama bunu yapmıyorsun. Herkesi kendinden soyutluyorsun."

"İki seneyi nasıl bir çırpıda sileyim?"

Gözlerini devirdi. "Zamanla olacak zaten. Eğer sana kimsenin dokunmasına izin vermezsen, kimseyle konuşmazsan, Bartu'nun sana ezberlettiği cümleleri, dokunuşları unutamazsın. Biraz cesur olursan halledersin, Bartu'dan çok daha iyileri var bu dünyada."

Cevap vermeyip, sessiz kalmayı tercih ettim. Buna pekte inanmak istemiyor, o yüzden dediklerine kulak asmamaya çalışıyordum. Yinede söyledikleri aklımın ufak bir köşesinde yer edinmişti.

"Biraz içsek mi?" Dedi dağınık saçlarını toplarken. "Aynı yere gidelim. Senin şu Bartu'nun çalıştığı yere."

"Bartu oradan çıkalı çok oldu ama her gece orada zaten," dedim düz bir şekilde, "Bartu oradaysa Birsen'de oradadır. İkisini bir arada görmek istemiyorum, gelmeyeceğim."

Gözlerini devirdi. "Neden sen kaçıyorsun? Bırak, onlar kaçsın."

Keşke her şey söylediği kadar kolay olsaydı. "Ben bir duş alayım," söylediklerimi hiçe sayıp ayaklandı ve üzerindeki hırkayı çıkarıp koltuğa bıraktı. "Sonrada hazırlanır çıkarız."

Onu başımla belli belirsiz onayladığımda gidişini izledim.

Daha sonra aynı kşam on civarı Cemre hazırlanmaya başladığında aynı şekilde bende isteksiz bir şekilde üstüme bir şeyler geçirmiştim.

Bacaklarımı saran siyah pantolonumun üzerine, iki omzumuda açıkta bırakan koyu yeşil kazağımı giydim. Daha sonra saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptım. Enes ve Göktuğ'da gelecekti. Senaryo şimdiden belliydi aslında hepsi deli gibi içip, sarhoş olacaklardı aralarında tek ayık ben kalacaktım.

Mekana ulaştığımızda nedensizce aklıma önceki yaşanmışlıklar düştü. Bartu böyle yerler bizi bozar demesine rağmen ısrar etmiştim, salak gibi. Ne halt var sanki içeride. Kendini bilmez insanların birbirine yapışmasından başka hiçbir bok yok. Keşke onu dinleyip böyle yerlere bulaşmamıza hiç izin vermeseydim.

Sandalyelerden birine oturup etrafımdaki insanlara yabani bakışlar atarken, Göktuğ ile Enes bizden ayrılmıştı. Cemre'nin önüne bilmediğim bir içki geldiğinde büyük cam bardağın yanında küçük bir kase dolusu sade cips koymuşlardı. Cebimde doğru düzgün para olmamasına rağmen geldiğim yerin fiyatları bana göre uçuktu.

"Eflin ne istiyorsan al," dediğinde ona baktım. "Hesabı Enes'e kitleyeceğim zaten."

Başımı iki yana sallayıp suyumdan bir kaç yudum aldım. "Sarhoş olmaya niyetim yok."

Omuzlarını silkip içkisinden içmeye devam etti. Baslı müzik oldukça yoğundu ve kendi halinde takılan insanlar, dış dünya ile ilişkilerini kesmiş gülüp eğleniyorlardı.

Cipslerden bir tanesini ağzıma attığım sıra belime bir el dolandı. Ürpererek gelen kişiye bakmaya yeltendiğim zaman Bartu'nun çenesi çıplak omzumda her zamanki yerini buldu. Nabzım eski haline dönerken, diğer elindeki dolu bardağı masada önüme bıraktı.

"Buraya kadar geliyorsun ama içmiyorsun, neden?"

"Canım istemiyor," dedim onun duyabileceği bir ses tonuyla.

Dudaklarını omzuma sürterek benden ayrıldığında elimi kavradı. En ufak hareketinin bile bana çocuk gibi içten içe sevinmemi sağladığını bilseydi keşke.

"Dans edelim mi?"

İki kaşımda havalandı. "Bu müzikte mi?"

"Evet," diyerek beni onayladığında çoktan insanların arasına girmiştik bile.

Etrafta çalan hareketli müziğin aksine biz sanki çok yavaş bir şarkıda dans ediyor gibiydik. Ellerim Bartu'nun ensesine dolandığında, Cemre'nin sabahleyin söylediği sözler aklıma bir bir dizildi ama onların hepsini hemen aklımdan sildim. Bir şeyleri mahvetmeye niyetim yoktu.

Etrafımızdaki insanlar bize çarpa çarpa eğlencelerine devam ederken benim odağım Bartu'daydı.

"İki gün oldu," dedi belimdeki ellerini sıkılaştırırken, "barışmaya sıcak bakmıyor musun?"

Cevap vermekte tereddütlü olduğumu görünce başka bir soru sordu.

"Eflin, neyden korkuyorsun?"

Sorusu komikti. Sanki daha önce hiç beni bırakıp gitmemiş gibi sorular soruyordu. Yaşadığımız her şeyin bütün suçu bendeymiş gibi.

"Korktuğum bir şey yok, emin olamıyorum sadece."

Bana cevap vermedi ve yüzüme bakmakla yetindi. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra; "Sen nerede kalıyorsun?" Diyerek apayrı bir konuya saptı. Bunu sorarken, kaşları çatılmıştı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve çekinerek cevap verdim. "Cemre'nin yanında."

Söyleyeceği şeylerin hepsini geri yuttuğunda bana karşı herhangi bir tepki vermemekte ısrarcıydı.

Etrafta çalan şarkı nihayetinde bize ayak uydurduğunda yanağım Bartu'nun yanağına sürtüyordu. İçimde kötü bir his vardı. Sanki büyü, birazdan bozulacak ve herkes yeniden evlerine dağılacaktı.

"Sen nerede kalıyorsun?" Diye bir soru sorduğumda cevabımı alamadım.

Bartu bana cevap vermekten kaçtı ve omzuma, daha sonrasında ise boynuma ıslak bir öpücük kondurdu. Rahatsızca yerimde kıpırdandım.

"Bartu, eskisi gibi değilsin," dedim birden ve yanağımı onunkinden çekerek tekrar yüzüne baktım. Bunu söylemek, üzerimden büyük bir yükü alıp götürmüştü sanki.

"Neden?" Diye sordu iki kaşıda havalandığında, "seni öptüğüm için mi?"

"Hayır ama bunu her seferinde yapıyorsun. Konuşmaktan kaçıyorsun böylece," kaşlarım çatıldı. "İster istemez rahatsız oluyorum. Bir şeylerin üstünü hep böyle yaparak örtüyorsun."

O böyle bana cevap vermeyerek öpmeye kalkıştığında ben iyi hissetmiyordum. Tam tersi, kullanılmış hissediyordum.

"Eflin bir bok anlamıyorum artık," dedi kaba bir tavırla, "aramızı düzeltmeye çalışıyorum ama sen yine bir şey çıkarıyorsun!"

Aramızı beni öperek düzeltemezdi ki. Aramızı konuşarak, anlaşarak düzeltebilirdik, birbirimizi öpüp koklayarak değil. Bunu yapınca mutlu olan tek bir taraf oluyordu.

"Bak yine aynısı," dedim büyük bir hayal kırıklığı ile, "bana bağırmandan sıkıldım artık. Yeniden başlayalım diyorsun ama bunun için bir çaba göstermiyorsun."

Belimdeki elleri iyice sıkılaştığında, parmakları tenimi zorluyordu.

"Sende beni anlamıyorsun. Her halta istemeden sinirlendiğimi en iyi sen biliyorsun ama hala üzerime geliyorsun."

Ellerimi ensesinden çektim. "Sinirlenme diye her şeyi kabullenmemi mi bekliyorsun?"

Başını geriye atıp ofladığında kızaran boynu gözler önüne serildi. Yine aramız düzelmeden bozuluyordu. Başını düzeltip bana baktığında bakışlarından bir şeylerin iyiye gitmediğini anladım. Bu kadar sinire, kızgınlığa gerek yoktu.
İkimizide mahvediyordu böyle yaparak.

"Sabah buluşalım, tamam mı?" Diyerek konuyu rafa kaldırıp yarına erteledi.

Başımı aşağı yukarı salladım ve benden uzaklaşmasına izin verdim. Bartu, insanların arasından geçip giderken nefesimi sıkıntıyla üfleyerek tekrar Cemre'nin yanına gittim.

"Yine sıktı canını değil mi?" Diye sordu yüz ifademden bir şeyler olduğunu sezerek.

Omuzlarımı silktim. "Alıştım artık."

"Boşuna bozma moralini," elini omzuma destek için koydu. Kafası güzelleşmeye başlamış gibiydi. "Görmek isteyene her hareketinin bir anlamı var, görmek istemeyene ne yapsan boş."

Haklıydı. Tek sorun Bartu'nun ne istediği belli değil. Dün sabah her ne kadar ilaçların etkisindede olsa naif bir şekilde, beni gerçekten düşündüğünü belli ederek gelmiş, konuşmuştu. Şimdi ise farklı biri gibiydi. En ufak bir söze, harekete delleniyordu.

Az önce Bartu'nun önüme bıraktığı içkiyi içmeye başladığımda sıvı boğazımı sızlatıyordu.

Orada kaç saat öylece oturdum bilmiyorum ama önümdeki içkiyi bitirmiş, kafamın güzelleşmeye başladığını hissedebiliyordum. İki insan birbirini gerçekten seviyorsa önünde dağ olsa yine fayda etmez dediklerinde, Bartu ile aramdaki bağın o derece güçlü olduğunu sanardım. Ama değilmiş, o raddeye ulaşabilmek için kim bilir daha ne kadar zamanı arkamızda bırakmamız gerekiyor.

Aslında her şeyi unutmaya hazırım. Bana söylediği bütün lafları, başından savdığı günleri ve daha nicesini unutabilirim. Unutamayacağım tek şey; Bartu'nun beni bu duygusal olarak çöktüğüm zamanlarda tek başıma bırakması. Dört duvar arasındaki kan çanağı gözlerimi ve onun orada hap alıp kafayı bulurken benim yalnız geçirdiğim, uykusuz günlerimi aklımı kaybetsem unutmam.

İçtiğim içki başıma ağrı saplarken tuvalet için ayaklandım. Önceden gelmiş olmama rağmen şu an tuvaletin yerini pek çıkaramıyordum. Bu yüzden on dakikada anca bulabilmiştim.

Tuvalet oldukça pisti. Kabinleri tek tek açıp en temizine karar vermek üzereyken son kabini açmak biraz zor oldu çünkü birisi kabinin kapısına yaslanıyor gibiydi.

Zorlamadan önce geri çekilip kapıyı tıktıkladım. "Dolu mu?"

Cevap gelmedi. Bende olağan gücümle kapıyı ittim. Gördüğüm manzara sayesinde başta olayı algılamakta güçlük çektim çünkü kafamın pek yerinde olduğu söylenemezdi. İçki beni fena çarpmıştı.

Uzun zamandır görmediğim için uzayan siyah saçları kirli zemine yayılmış olan Birsen'in hali pekte iç açıcı değildi. Kapının dibine çökmüş bilinci yarı açık vaziyetteyken, gözlerimi zorlayarak yerdeki şeyi odakladım. Şırınga, hemen ellerinin dibinde duruyordu.

"Birsen?" Diyerek seslendim ve ayakkabımın ucuyla onu dürttüm.

Ses çıkarmadı. Hızlı nefes alışverişleri kulağıma kadar dolarken elini kaldırdı ve sol koluna hafifçe vurdu.

"Birilerini çağırmamı ister misin?"

Başını iki yana salladı. Başını kaldırıp bana bakamasada sesimi tanıdığını varsayıyordum. İğneyi bana doğru ittiğinde, ayaklarımın ucundaki iğneye baktım.

Düşündüğüm kadarıyla, yokluktaydı ve kendine iğne yapmaya çalışıyordu ama bunu beceremeden bilinci kapanmıştı, şimdi ise doğal olarak kendine gelemiyordu.

Biraz tereddütte kalsamda dizlerimin üzerine çöküp şırıngayı elime aldım ve açıkta bıraktığı koluna dokundum. Teni buz gibiydi. Belirgin damarına yasladığım iğnedeki beyaz sıvıyı onun bedenine bahşettiğimde küçücük kabinde kıpırdayacak yer yoktu. Birileri tuvalete girip çıktı ama pekte yardıma ihtiyaç duymadım. Ne kadar zor olabilir ki diye düşündüm, düşündüğümdende zor oldu.

Birsen'in zayıf bedeni uyuşturucuyu kabul ettikten sonra, sanki buz gibi bir nehrin derinliklerine zorla bırakılmış gibi şiddetli bir şekilde titremeye ve kusmaya başladı.

Sakin kalmak, şu an ki zihnim için en kolay şey olduğu için soğukkanlılığımı korudum ve onu sarsarak, sesleyerek kendine getirmeye çalıştım. Ama nafile işe yaramadı.

Birsen'in bedeni beyaz mermeri süslerken kısık bir küfür savurdum ve hızlıca kabinden çıkıp arka cebimden telefonumu çıkardım. Bana, bu konuda yardım edeceğini bildiğim tek insanı aradım ama açmadı, bende mecbur mesaj attım.

Kime: Göktuğ
"Acil tuvalete gel"00.14

Kapıyı açıp ona bakmaya korkuyordum. Titrediği için ayakları kabinin kapısına vurup tok sesler çıkarırken, istemsizce tırnaklarımı yemeye başladım.

Göktuğ, mesajı gördü fakat cevap vermedi. Geleceğine inanıyordum ama bir yanım buna pekte ihtimal vermiyordu. Endişe yavaştan damarlarıma yayılmaya başladığında, Birsen'in titremeleri durdu. Tam kapıyı açacağım sırada bir diğer kapı hışımla açıldı ve Göktuğ içeri girdi.

Hiçbir şey demesine izin vermedim ve kolunu kavrayarak onu kabine soktum.
Daha sonra etrafa derin bir sessizlik çöktü. Göktuğ'nun kahverengi gözlerinde duygu karmaşası vardı.

"Hiçbir şey yapmadım yemin ederim," dedim kendimi savunarak. Sesimdeki telaş kendini bariz bir şekilde ele veriyordu. "İğneyi yapmamı istedi sadece bende yaptım."

"Kaç tane yaptın?"

"Bir tane." Dedim sessizce.

Durdu ve sadece baktı. "Bir şeyler yapsana," kolunu dürttüm. "Kendine gelmiyor."

Belliki o da benim gibi içkiliydi ve olayı algılamakta güçlük çekiyordu. Neyseki bu hareketsizliği benimki kadar uzun sürmedi ve Birsen'in koltuk altlarını tutarak onu bir nebzede olsa doğrulttu. Bu sırada Birsen'in deri ceketinin cebinden küçük bir hap düştü. İlacın kutusu yoktu ama yinede bir sırayı buruşturup kendi cebine tıkmıştı.

Göktuğ, jelatinle kaplı mavi haplara baktı. "Bu salak antibiyotik içmiş galiba."

Kaşlarım çatıldı. "Ne alaka? Antibiyotikten sonra uyuşturucu kullanamaz mı?"

Başını iki yana salladı. "O yüzden yapmamış demek ki kendine."

"Ama benden yapmamı istedi," dedim itiraz ederek, "yemin ederim, iğneyi kendi bana verdi."

"Tamam, Eflin." Dedi sessizce. Benim aksime oldukça sakindi. "Bunları sonra konuşuruz, şimdi şunu kusturmamız lâzım."

Ardından vakit kaybetmeden harekete geçti. Birsen'i dizlerinin üzerinde doğrulttuğunda küçücük alana üçümüz birden sığmıyorduk. Üstelik her an biri gelebilirdi.

Göktuğ, Birsen'in eliyle onu kusturmaya çalıştığında yüzünü buruşturdu. Birsen, hiçbir tepki vermediğinde olanları büyük bir tiksintiyle izliyordum.

Bir kaç dakika sonra pes eden Göktuğ, Birsen'i yere bıraktı.

"Gidelim," dedi ve alnına düşen kahverengi saçlarının hepsini elinin tersiyle geri itti. Elimi kavrayıp beni kabinden dışarı çıkarttığında kapıyı kapattı.

"Ya kendine gelmezse?"

Beni dinlemedi ve olabildiğince hızlı bir şekilde tuvaletten çıktı. Onunla birlikte bende dar koridora çıktığımda duvarın dibindeki kameralar dikkatimi çekti.

"Al işte," dedim kendime engel olamayıp ağlarken, "kamerada var, bittim ben."

"Eflin bir bok olmaz ona, ağlamana gerek yok." Merdivenin demir kapısını büyük bir kuvvetle açtığında merdivenlerden aşağı inerek kendimizi dışarı attık.

Göktuğ, park ettiği arabanın önüne vardığımız zaman elimi bıraktı. "Sakin ol artık," arabanın kapılarını açtığında kendimi yolcu koltuğuna bıraktım ve ıslanan yanaklarımı sildim. "Kendine gelir o."

"Ya gelmezse?" Dedim en kötü ihtimali düşünerek, "ben neden ona yardım etmeye çalıştım ki zaten, bıraksaydım ne hali varsa görseydi."

Bütün bir yol boyunca kendi kendime söylendim. Neden en sevmediğim insana yardım etme girişiminde bulunduğumu aklım almıyordu, üstelik koridorlarda kamerada vardı. Herkesin üstüme gelip beni suçlamasına bir, bilemedin iki saat vardı.

Göktuğ benim aksime yol boyunca ses çıkarmayıp titreyen sesimle ettiğim sitemlerimi dinledi. Sonunda arabayı durdurduğunda denizin hırçın dalgalarının sesini duydum.

"Burada bulurlar bizi," dedim kendimi olayın etkisinden çıkaramayıp, "başka yere gidelim."

"Kimseden kaçmıyoruz. Eğer bir suçlu varsa biz değiliz, Birsen aptalının kendi sorumsuzluğu o."

Ona inanmak istedim. İçki, aklımın bir kısmına hakim olmuş, az önce yaşadığım olayı bana kopuk kopuk sunuyordu. Birsen'in gözlerimin önünden gitmeyen o hali hafızamda yer edinirken, hayatta en sevmediğim insan için dua ettim.

Keşke içkiyi içmeseydim. O zaman mantıklı düşünüp onun için yardım çağırabilirdim. Ani bir özgüvenle Birsen'in kendine bilerek yapmadığı iğneyi, ona yapmazdım en azından.

Arabadan indik ve Göktuğ ile banklarda oturup sessiz kalmayı tercih ettik. Önümüzdeki denizi izlerken, arkamızda kalan caddede açık olan son dükkanlarda birbir kapanıyordu. Sert dalgalar ise kayalıklara vuruyor, tatlı meltem sırtımızı sıvazlıyordu.

"Şimdi ne olacak?" Diye sordum bakışlarımı denizden ayırıp.

"Bir şey olmayacak," dedi rahatça. "Uyanır herhalde. Uyanmazsada bilmiyoruz bir şey."

Kaşlarım çatıldı. "Koridor kamera doluydu."

Nefesini sıkıntılı bir şekilde dışarı üfledi. "Bilmiyorum, Eflin. Hallederiz bir şekilde."

Onun yan profiline bakarken, bedenim üşüyordu. Ama garip bir şekilde soğuk hava ilk defa beni rahatsız etmiyordu. Tam tersi biraz daha soğuğa ihtiyacım var gibiydi, beni çarpıp bedenimi ayakta tutmaya yardım ediyordu.

Üşüyen ellerimi bacaklarımın arasına koyup bacak bacak üstüne attım ve onları küçük bir alanda sıkıştırdım. Yanımdaki Göktuğ banka yayılmış, yüzünde dertsiz tasasız bir görünümle denizi izliyordu.

Bir müddet sonra ayaklandı ve elleri cebinde bir şekildi dikildi. Bir adım daha atsa kayalıkların bölgesine giriyordu ama o bunu yapmayarak beton zeminde kalmayı tercih etti. Onun sırtını izlerken etraf hiç olmadığı kadar sessiz, sakindi. Uykum vardı ama yatağa girince yine gidecek, gecenin yarısına dek gelmeyecekti biliyorum.

Acaba Birsen'i bulmuşlar mıdır diye düşünmekten kendimi bir türlü alıkoyamazken ayaklanıp Göktuğ'nun yanına gittim.

"Bana inanıyor musun?" Diye sordum kısık bir sesle. Kolu koluma değiyordu.

Soruma cevap vermeden önce bana doğru döndü. Aynı şekilde ona döndüğümde, arkama aldığım rüzgar çıplak omuzlarımı delip geçiyordu. Üstelik yağmur hafiften çiselemeye başlamıştı. Keşke bu yağmur, bedenimdeki günahlarıda alıp götürseydi.

Göktuğ sonunda konuştuğunda söylediği kısa cümle benim için büyük bir anlam ifade ediyordu.

"İnanıyorum," dedi bakışlarını gözlerimden ayırmadan. Koyu kahverengi gözleri tüm dikkatiyle bendeyken, aynı dikkatle ona baktım.

"Herkes öğrendiğinde kim bilir nasıl üstüme gelecekler," diye söylendim kendimce, "hele Bartu'yu düşünemiyorum, bilerek yaptığımı sanacak."

"Sikeceğim onun belasınıda," dedi ani sinirle, "deli ediyor beni." Ardından bakışlarını denize çevirip sitemine devam etti: "Tip tip bakıyor anasını satayım."

Güçlükle güldüm. İkisinin içindede birbirlerine karşı büyük bir kin barındığı açıkça ortadaydı. Şu an ki durum için bu pek umrumda değildi, asıl merak ettiğim; bu olay ortaya çıkınca Bartu'nun benim yanımda olup olmayacağı.

"Özür dilerim," dedim çaresizce ona dönerek. O da bana döndüğünde saçlarının bir kısmı ıslandığı için daha koyu bir renge bürünmüştü. "Seninde üstüne gelecekler şimdi."

Bir eli saçlarımın ucuna dokundu ve ordan bir tutam saçı kavrayıp işaret parmağına doladı. "Pekte umrumda değil. İlk olmayacak."

Güldüm. "Kafan yerinde olmadığı için böyle söylüyorsun, ne olup bittiğini anlayınca belki sende karşıma geçeceksin."

"Sen geçer miydin?"

Derin bir iç çektim. Göktuğ'a bencillik edemezdim, en azından beni dinlenecek bir insan yerine koyuyordu.

Başımı iki yana salladım. "Hayır."

"Senin yaptığından daha kötüsünü yapsaydım, mesela Birsen'in zehirleneceğini bilerek ona o iğneyi yapsaydım. Yine beni mi savunurdun?"

Kaşlarım çatıldı. Cevabım ikilemde kalıyordu. Göktuğ kim ki diye düşündüm. Neden onu her şeye rağmen savunayım? O da beni savunduğu için mi, yoksa altta başka sebepler mi yatıyor bilmiyorum ama ayık kafayla bana bu soruyu sorsa, cevabımın şu an vereceğim yanıttan farklı olacağı kesin.

"Evet," dedim kararlı olmaya çalışarak, "savunurdum."

Göktuğ'nun soğuk eli, saçlarımın arasından kayıp enseme uzandığında yutkundum. Boğazımdan çıkan ses sertti. Baş parmağı ensemi hafifçe okşadığında birazdan gerçekleşebilecek olan sahneler gözümün önüne düştü.

"Sakın," dedim onu tembihleyerek, şu an buna karşı koyacak ne kuvvetim ne de bunun yanlış olduğunu bas bas bağıracak bir aklım vardı. "Pişman olacağız, ikimizde."

"Nereden biliyorsun?" Dedi sessizce.

Koyu kahverengi gözleri, gözlerime dikiliyken, cevap vermedim ve bir şeylerin olmasını bekledim. Aklım mı kalbime hükmediyor yoksa tam tersi mi kestiremiyordum. Sonradan deli gibi pişman olacağımı bildiğim halde inatla karşısında dikilmem bana bu sabah Cemre'nin söylediği sözleri hatılattı.

Birinin bana dokunmasına izin vererek bir başkasının ezberlettiği dokunuşları ve cümleleri unutmak. Cesur olmak. İki dakika öncesine kadar hepsi bana zıttı.

Göktuğ her an geri çekilirsem beni zorlamayacağına inandıracak bir biçimde ve ondan beklemediğim kadar yavaş, usul bir şekilde dudaklarını dudaklarımın üzerine kapadığında bunu yağmurdan başka kimse görmedi. İç güdü ile ensemi kavradığı elinin bileğini kavradım ve dudaklarımı aralayarak ona karşılık verdim. Öpücüğü, çok susuz kaldığım zaman içtiğim bir bardak suya benziyordu. Sonrasında su içmeye devam etsem bile, ilk bardaktaki su gibi tatlı olmayacaktı.

***

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top