9. KAPALI KAPILAR ARDINDA










Aurora - Sofiane Pamart


🕯️





9. KAPALI KAPILAR ARDINDA


Sessizlik ve huzur, aradığım iki temel şeydi. Ancak bulduklarım, yalnızca onlar değildi; aynı zamanda beklenmedik bir sır doluydu tüm o sessizlik ve huzur.

Owen ile bahçede konuşmamız üzerinden yalnızca iki gün geçse de onunla karşılaşmamak için neredeyse köşe kapmaca oynuyordum. Bir anda içimde beliren huzursuzlukla onunla konuştuğumda söylediklerimin üzerine gitmişti. Ancak elimde elle tutulur bir şey yoktu, odama bırakılan kağıt haricinde. Ve o, sanırım aklımı bulandıran ilk sırdı.

Sonbaharın tükenip yerini bir diğerine, soğuk ve buz kesici günlere bırakmasına az kalmıştı. Kışın tamamen etkin olmasına çok az vakit kala aşırı soğuklar artık kendini daha da belli ediyordu. İnsanın içine işleyecek kadar sert ve esintiliydi. Tek tük bahçeye çıkan klinik sakinleri birkaç gündür tesis içinde vakit geçiriyorlar ve özellikle şöminenin her daim yanmakta olduğu büyük salonu tercih ediyorlardı, ben de öyle. Bir arada kalmak dışında yapabileceğimiz farklı bir seçenek yok gibi görünüyordu.

Soğuğun etkisiyle bahçedeki çimler iyice solmuştu. Ağaçların çıplak dalları rüzgarın etkisiyle sallanıyordu. Tesisin eski yapısından kaynaklı, sert rüzgarın etkisiyle rahatsız edici takırtılar duyulmaya başlamıştı. Tesiste ise işler normal seyrinde devam ediyordu. Birkaç gündür tesis oldukça sakin bir hal almıştı. Ancak bu sakinlik, içinde rahatsız edici bir huzursuzluk barındırıyordu.

Kararmış bir havayla güne başladığımda, hızla hazırlanıp kendimi yemek salonuna atmak istemiştim. Merdivenleri inerken ismimi duyduğumda sesin geldiği yöne döndüm.

"Annabelle, günaydın."

Başhekim Sullivan bir elinde siyah deriden evrak çantası ve diğer elinde tekerlekli eski moda valizi ile tesis kapısının başında görünüyordu. Üzerinde daha önce görmediğim koyu renk kot pantolonu ve üzerinde kahverengi uzun ceketi vardı. Elindeki aynı renkten deri eldivenlerini parmaklarından çekerek çıkardı. Yüzünde soğuktan olsa gerek bir parlama ve kızarma görünüyordu. Burnunun ucu yüzündeki en kızarık bölgeydi. Kır saçları yağmurun etkisiyle damla damla suları barındırıyordu. Yine de yaşına göre yakışıklı diye düşündüm. Gülümsedim.

"Günaydın Doktor Sullivan."

"Ah, Annabelle. Tesis epey sessiz, öyle değil mi?" dedi gözleri salonun dört bir yanında gezintiye çıktığında. Ne diyebilirdim ki. Daha birkaç gün önce canlı olan bir çalışan ölü bulunmuştu. Herkesin tedirgin olması epey doğaldı. Sullivan ise daha normal görünmüştü, garipti. Ya da fazla umursamaz bir tavrı vardı. Yıllardır burada çalıştığına göre artık her şeyi kanıksamış olmalıydı.

"Herkesin işi başından aşkın olmalı. Sizin seyahatiniz nasıldı?" dedim odanın kasvetini bölmek istercesine.

"Gayet iyi. Yalnız biraz yorgunum."

"Bugünü dinlenmeye ayıracaksınız sanırım. İlgileneceğiniz hastalara bizzat yardımcı olabilirim."

"Teşekkür ederim Annabelle. Epey faydası olur. Yapılacak çok iş var. Öncesinde dedektif Owen'ı görmeliyim. Herhalde o da buralardadır," dedi sona doğru azalan sesiyle.

Sullivan'ın değişen yüz ifadesinden dolayı endişelenmeye başlamıştım. Yeni bir haber ya da bilgi almış olabilirdi. Owen'ı ise gün içerisinde çok da görmüyordum. Odasında tek başına çalıştığını düşünmüştüm.

"Bugün hiç görmedim," dedim endişeyle. Ancak bana bir şey söylemeyeceğini birkaç saniye sessizlikte anlamıştım. Israr etmedim.

"Görüşmek üzere o zaman. İzninizle," deyip salondan ayrılan Sullivan'ın arkasından baktığımda ne konuşacaklarını deli gibi merak etmiştim. Aklım onda iken kahvaltı yapacak iştahım kalmamıştı. Serinlemek için tesisten bahçeye çıkmak istedim. Kapı eşiğine geldiğimde yoğun sigara dumanını fark ettim. Clark elinde sigarası ile beni selamladı. Yanındaki James ise karşıdaki boş araziye gözleri dalmış bir şekilde bakıyordu.

"Günaydın Annabelle," dediğinde onu selamladım. James ise bir an yüzünü çevirdi ve gülümsemeye çalıştıktan sonra geri manzarasına döndü.

"Hava epey soğuk. Burada ne yapıyorsunuz?" dedim ellerimi birbirine sürterek. Onlar ise soğuğa alışmış görünüyorlardı.

"Temiz havada kendimizi zehirliyoruz," dedi Clark şakıyarak. Sonra devam etti. "Ya da vakit öldürmeye geldik diyelim. İçerisi çok kasvetli, içim daralıyor."

Tesisin beton duvarlarına yaslandığımda derin bir nefes aldım. Aynı şeyi düşünüyordum.

"Sanırım hepimiz aynı fikirdeyiz. Bu da içerideki herkesin sessizce ortadan kaybolduğunu açıklıyordur."

"Eminim sözleşmede ek bir madde arıyorlar."

"O neden?" dedim yüzümü ona çevirip.

"Sözleşmeler siz gelmeden hemen önce yenilenmişti. Erken ayrılmak için bir mücbir sebep aradıklarına eminim."

"O derece diyorsun. Ben sanmıştım ki..."

"Katilin bugün yarın bulunacağını ve işimize döneceğimizi mi? İyimser bir düşünce. Tebrik ederim."

"Haklısın Clark, fazla iyimserim," dedim oflayarak. Haklıydı, ben de sözleşmemi yeni imzalamıştım. Özel bir sebep olmadığı sürece buradan ayrılmazdım. Ama işin garip yanı, bunu Clark söylemeden önce düşünmemiştim.

Clark James ile bir hasta hakkında konuşmaya başladıklarında ben de kapıdan çıkan kişiyi fark ettim, dedektif Owen. Epey sarsılmış görünüyordu. Az önce Sullivan onun yanına gitmiş miydi diye düşündüm. Belki de ona bir haber vermişti. Mantıksızdı. Tesiste birkaç gündür yoktu. Ne haber almıştı ki? Aklıma gelen tek bir şey olmuştu, otopsi sonuçları.

Dehşetle irkildim. Owen birkaç adım ilerimizde sigarasının dumanını içine çekerken James de onu izlemeye başlamıştı. Clark yanıma yaslandığında kulağıma eğilerek fısıldadı.

"Eminim şu an bizden de şüpheleniyor. Bakışları her gün birimize takılıyor."

"Sanmıyorum. Böyle bir şeyi normal bir insan neden yapsın ki?" dedim mırıldanarak.

"Zaten sorun o. Normal insanların olmadığı bir yerdeyiz," dedi Clark.

Owen'ı izledim. Yüzü düşmüş bir haldeyken omuzlarını aşağıya fütursuzca sarkıtıyordu. Yüzünde birkaç günde oluşan sakallarına elleri ile dokundu ve sigarasını yeniden içine çekti. Onu izlediğimde gözlerim her hareketini takip ediyordu. Ve bunun farkında değildim. Clark ise arkadan konuşmaya devam ediyordu. Onu dinlemesem de konunun Owen'dan başkası olmadığı kesindi. Herkesin dikkati şu an ondaydı, onda ve aradığı katilde.

Gözleri bir anda bana döndüğünde göz göze geldik. İri gözleri üzerimdeyken yüzümü çevirmedim. Öylesine bakıyormuş gibi davranmak istemiştim. Owen beni gördü ve dudakları kıvrıldığında ben de ona gülümseyerek karşılık verdim. Yüzümü Clark'dan yana çevirdiğimde ikisinin de çoktan beni izlediğini fark ederek şaşırdım. Gözlerim ikisi arasında dolaştı.

"Ne oldu?"

"Argo kullanmadan anlatamayacağım Annabelle. James, dostum sen dene istersen."

James'i izlediğimde onu ilk defa gülümserken gördüm. Hadi ama konu ne ki?

"Senden hoşlandı. Geldiğinden beri gözlerini senden alamıyor," dedi James bıkkın bir nefes vererek.

"Saçmalık," dedim onları kapıda bırakarak. İçeri girmeden önce son kez Owen'ı izledim. Gözleri yine benim üzerimdeydi ve bu defa gülümsemiyordu. Ürperdim.

İki zeytini ağzıma atarak bir bardak meyve suyunu zoraki içtim. İştahım yoktu; ancak baş ağrım başlamadan bir şeyler yemem gerekiyordu. Çatalımı elime aldığımda henüz bir şey diyemeden sandalyemin kenarında bekleyen birini fark ettim. Hasta bakıcı Susan'dı.

"Doktor Annabelle, acil bir durum var."

Hızla ayağa kalktığımda çatalımı yere düşürmüştüm. Konunun neyle ya da kimle ilgili olduğunu tahmin edebiliyordum. Ben henüz bir şey diyemeden o konuşmaya devam etti.

"96'nın vücut ısısı normalin üzerinde seyrediyor. Ve durumu... Pek iyi değil. Fazlasıyla dalgın. Bakmak isteyeceğinizi düşündüm."

"Hemen geliyorum," dedikten sonra odadan hızla çıktım ve merdivenlerden aşağı indi.

Birkaç gündür aldığı ilaçların yan etkisinden dolayı ilaçlarını tekrar değiştirmeyi düşünmüştüm ancak erken davranmamıştım. Nina'nın ölümü de aklımı dağıtmıştı.

İlaçlardan nefret ediyordum. Beynini uyuşturan o ilaçlar Ed'i bir çeşit zombiye dönüştürüyor, beraberinde iradesine hâkim olamıyordu. Antipsikotikler tıpta yoğunlukla güvenilir olarak bilinseler de yan etkileri psikiyatrlar tarafından çoğunlukla tartışılırdı. Özellikle yoksunluk belirtileri ve kişiye verdikleri o ağır uyuşuk halleri belki de hastayı iyileştirmekten ziyade sadece onu diğer insanlardan farklı olarak tecrit haline sokuyordu. Bir tür uyuşturucu gibilerdi. Topluma ayak uyduramayanları hissedemeyen birer yaratığa dönüştürerek sorgulama, düşünme yeteneğini tamamen etki dışında bırakmaktan başka bir şey değildi bu.

Eğer bireyin iyileşmesi söz konusuysa yapılması gereken şey kaçmasını değil yüzleşmesini sağlamaktı, her neyden kaçıyorsa.

Ed'i bu zihin bulanıklığından kurtarmak ve eski hayatında yaşadığı her ne ise onunla karşılaştırarak yüzleştirmek istiyordum. Zamanımız vardı ve bunu er ya da geç deneyecektim.

Ed'in odasına geldiğimde kapı yarım açıktı. İçeriye tereddüt etmeden girdiğimde onu ve havasız odasını gördüğümde içim sızladı. Hava almalıydı. Susan'a döndüğümde gözleri çoktan kısılmış Ed'ın yatakta boylu boyunca uzanan bedenine bakıyordu, tiksintiyle.

"Biz dışarı çıkacağız. Gelmeden odayı havalandırmanı ve detaylı temizlik istiyorum."

Susan şaşkın görünüyordu. 96 daha önce dışarı çıkmamıştı. Buna kimsenin cesaret ettiğini duymamıştım. Duraksayan kadını inceledim. Sarıya çalan yarı boyalı saçlara sahip esmer kadının tereddüdünü gördüm. Onu sakinleştirmek için konuştum.

"Sorun yok Susan. Benimle olacak ve hava alıp geleceğiz."

Kadın başını salladı ve Ed'in yatağının başına az önce koyduğu ziyaret defterini imzalayarak temizlikçileri getirmek üzere odadan çıktı. Ve şimdi yalnız kalmıştık. Ed'in yatağının kenarına oturarak elim ile Ed'in alnına dokundum. Vücut ısısı artmıştı. İlaçlarını bugün doz olarak azaltacağımı planlayarak Ed'e seslendim. Bu sırada Ed gözlerini koluyla kapatmıştı ve uyumaya çalışıyor gibi görünüyordu.

"Ed, uyanık mısın?"

Göz kapakları titrediğinde açmamaya direndiğini fark ettim. Uyanana kadar bekleyecektim. Birkaç dakika sonra kalktı ve yanıma oturdu. Zihin karmaşası yaşadığından olsa gerek yüzüme yarım açık gözleri ile anlamsızca baktı. Gözlerini zorla açabiliyordu. Onu dimdik ayakta görmeyi arzu ediyordum. Bitkin ve tükenmişti. Bedeni artık ilaçları reddetme aşamasına gelmek üzereydi.

Hipnotize haldeki Ed'in kollarından tutarak destek olurcasına yukarı kaldırdım. Ayağa kalkan Ed'in bir an başı dönmüştü. Uzun süredir yatakta olması ve değişken tansiyonu nedeniyle doğal bir tepkiydi. Kolundan destek oldum ve konuşmaya başladı.

"Ed seninle biraz gezintiye çıkmak istiyorum. İlaçlarından kaynaklı bir sersemlik yaşıyorsun ama geçici bir durum. Temiz hava almanın da buna olumlu etkisi olacaktır. Beni anlıyorsun değil mi?" dedim ve tepkisini bekledim. Başını sallaması ile rahatlamıştım. En azından anlıyor ve tepki verebiliyordu. Yatağının başucundaki polar battaniyeyi çarçabuk üzerine attım ve üşümesini önlemek istedim.

Adımlarını yavaş ve dikkatli atıyor bir yandan da yüzüme bakıyordu. Tepkisizce ona söylediklerimi yapıyor ve yanımda sakince yürüyordu. Düşündüğünden de yararlı bir yürüyüş olacağını seziyordum. Birkaç adım sonrası nihayet odadan dışarı çıkabilmiştik. Ed uzun zaman sonra tekrar çıkmanın verdiği endişe ile ellerime yapıştı. İlk defa bir neden olmaksızın dışarı çıkacaktı. Nereye gideceğimizi bile bilmiyordum ama umurunda da değildi. Arka bahçeye açılan küçük kapıdan geçirerek birkaç dakika hava aldırmak ve tekrar içeri getirerek koridorda birkaç tur dolaştırmak istiyordum. Bu ona iyi gelecekti. Hava bu kadar soğuk olmasaydı ve mevsim uygun olsaydı bahçede dolanmak ve o banka oturup nefes almasını izlemek isterdim. Şu an ise elimden bu kadarı geliyordu.

Elime küçük bir çocuk gibi yapışmasından ve tırnaklarını etime batırmasından rahatsız olsam da bir şey demedi. Korkuyordu.

Koridorun loş ışığının aydınlattığı bitkin yüzü şimdi daha da canlıydı. Etrafa bakınıyor ve odalara göz gezdiriyordu. Tek bir yere odaklanan bakışları şimdi ise her yerdeydi. Daha da ilerlettim ve basamakların altındaki küçük kapıya yaklaştırdım. Elim ile kapıyı yokladığında kapının açık olduğunu gördüm. Kapıyı ardına kadar açtığımda dışarının soğuğu yüzümüze vurmuştu.

Ed, gözlerini kapayarak derin bir nefes aldığında ne zamandır dışarı çıkmadığını merak ettim. Fazlasıyla üzülmüştüm. Bunları hak etmiyordu. Kapıdan dışarı adımını attığında ben de ona uydum. Şimdi ise basamaklardan yukarı çıkarak bahçenin tüm ihtişamını seyredecek kadar yakınına gelmiştik. Bahçe soğuk ve yorucu havaya aldırış etmeden manzarasını yine göz alıcı bir halde sunuyordu.

Tek tük kalan renkleri solgun çiçeklerin ve dalları aşağı sarkmış geniş gövdeli ağaçların rüzgârın vurduğu ve etki ettiği ritimli hareketlerine dalan Ed'i izlediğimde gözlerindeki ışıltıyı seçebilmiştim. Bu her zaman görülemeyen ama insanı mutlu eden bir andı. Bir insanın gözlerinin yeniden parlamasını sağlayabilmek ve o anı yakalayabilmekti.

Ed onu izlediğimi fark ettiğinde bana döndü ve dudakları kıvrıldı. Gözlerim o şokla açıldı. Bir tepki görmeyi beklemeden gelmiştik ve şimdiden buradan hoşlandığını anlamıştım. Yüzünü farklı bir yöne çevirdiğinde onu takip ettim. Ellerinden birini karşıya doğru tuttu ve parmağıyla bir yeri gösterdi. Sadece küçük penceresi olan bir duvardı. Orada hiçbir şey yoktu. Sormak için beklesem de ayağa kalktı ve odasına doğru yürüdü. Bir şey söylemedim ve onu takip ettim.

🕯️


Owen'ı görmeyi beklediğim yer kesinlikle çalışma odam değildi. Sadece sessizce çalışmak istemiştim. Owen beni gördüğünde sandalyemde oturuyordu. Beni gördüğünde yine gülümsedi. Bugün sıkça karşılaşıyor gibiydik.

"Size bir oda ayarlandığını sanıyordum," dedim elimdeki dosyayı rafa kaldırırken. Owen sandalyeye yaslandı ve elindeki dosyayı toparladı. Gözüm dosyaya takıldığında adli tıp raporu olduğunu anlamıştım. Önemli bir şeyler olmalıydı. O sırada Owen'ın sokak saçlarını fark ettim. Banyodan çıkmış olmalıydı, saçlarının nemliliği ve kokusu dikkatimi çekmişti.

"Bu odanın ışığını sevdim. Arada kullanmamda sakıncası yok umarım," dedi gözleri üzerimdeyken. Hoş görüntüsünün altında ne düşüncesi olduğunu merak ediyordum. Bir iş birliği yapmayı mı düşünüyordu? Sanırım en zayıf halka bendim. En son gelen ve kimseyle yakın olmayan. Kolay bir av gibi düşündüm kendimi. Cevabına karşılık omzumu silktim. Keyfi bilir diye düşündüm. Çoğunlukla okuma odasında ve dinleme salonunda vakit geçiriyordum.

"Biraz işlerim olacak. Yeniden görüşürüz Doktor Annebelle." Owen elindeki dosyayla odadan çıktığında geriye hoş kokulu şampuan kokusu kalmıştı.

Masaya oturduğumda dağınık masayı düzeltmeye çalıştım ve o sırada yere düşmüş bir kağıt parçası fark ettim. Sanırım dosyadan düşmüştü. Owen'ın arkasından gitmeden önce bir an duraksadım ve sayfadaki yazıları okumaya başladım.

"Cesedin harici genel muayenesinde gözlerin yerinde olduğu, anomalilerin mevcut olmakla birlikte açıkça belirtildiği, vücutta herhangi bir gözle görülen kusura rastlanmadığı—" devam etmeden önce viski satıra geçtim. "Avuç içinde derin işarete benzer kesikler mevcut. Ağız boşluğunda yer alan ufak kağıt parçası boğulma nedeni olarak gösterilmemiştir. Cesedin kesin ölüm nedeni nefes almasını önleyici baskı görmüş olup. maktule ait kanın fazlasıyla vücudundan çekildiği—"

Daha fazla devam edemedim ve kağıdı kenara koyarak odadan ayrıldım. Bu bir cinayetti, bunu biliyorduk. Ancak bilmediğimiz şey ise ne kadar canice işlendiğiydi. Ve o raporun bir parçası da tam olarak bunı gösteriyordu.

Pencereye yöneldim. Hava yine şaşırtmıyordu, sisli ve kapalıydı. Rüzgâr kuvvetlice eserek camlardan sesini tiz çığlıkları ile duyuruyordu. O raporu düşünmemeye çalıştığımda aklımda tek bir kişi vardı. Onu bahçeye getirdiğimde yüzündeki o ışıltı ve gülüşünü hatırlayarak gülümsedim.

Düşüncelerime kapılmıştım ki arkadan fısıltılar duydum. Geriye doğru dönüp odayı taradım. Kimsenin olmadığı odanın içinden sanki fısıltı halinde sesler geliyordu. Etrafıma bakındım ama kimse yoktu. Kapının dışından geldiğini düşünerek oraya doğru gittim ve kapıyı açtım. Büyük salona açılan kapının ardına baktığımda ise kimseyi göremedim. Tekrar içeri girdiğimde odada dolaşarak sesin kaynağını bulmaya çalıştım. Fısıltı azalarak yok olduğunda içim rahat etmedi ve odadan çıkarak salona geçtim. Salonda kimse görünmüyordu, ancak fısıltılar sanki biraya kadar beni takip etmişti.

Şömineye geldiğimde oradan boğuk seslerin geldiğini fark ettim. Başımı eğerek şömineye yaklaştım. Baca kısmına baktığımda doğal olarak karanlıktı. Herhangi bir şey göremedim. Bu yankıyı daha önce de duyduğumu anımsadım. İlk geldiğim zamandı. Yine aynı sesleri duyduğumdan emindim. Şimdiki daha çok konuşma sesine benziyordu. Sanki iki kişi birbirlerine fısıldıyor gibiydi. Başımı eğerek daha çok yaklaştırdım ve sesleri duymaya çalıştım.

"Doktor Annabelle Noel zamanına daha var diye biliyorum. Sizce de erkenden beklemiyor musunuz?" Kar beyazı yüzüm hafifçe yanaklarımdan başlayarak kızarmıştı.

"Bir ses duyduğumu düşünmüştüm, sanırım yanıldım."

Gözlerini kısarak etrafa bakındı. Aynı sesleri duyuyor olabilir miydi?

"Az önce ben de bir ses duymuş olabilirim. Sanki..."

"Fısıltı gibi. Şömineye yaklaştıkça da artıyor," diyerek cevapladım, Owen'ın sözünü keserek.

"Evet, ses buradan geliyor. Bir bakabilir miyim?"

Geri çekilerek Owen'a yer açtım. Owen aynı şekilde başını eğerek bacadan yukarıya baktı. Aynı sesleri uzaktan uğultu halinde duymuş olmalıydı. Bir şeyler mırıldandı. Eski bir yapı olduğundan bu sesler normal bile sayılabilirdi; ama son yaşanan cinayet olayından sonra her şeyden şüphelenir hale geldiğimizden dikkat eder olmuştuk.

"Sanırım çatıya bakmaları için birilerini ayarlarım," dedi tok bir sesle. Owen odadan ayrılırken ben de onun peşinden gittiğimde sanki onu takip ediyor gibi görünmüş olmalıydım ki açıkladım.

"Hava alacaktım."

Owen beni izledi ve bir şey demeden yürümeye başladı. Kapıdan dışarı çıktığımızda kendi kendine konuşuyor gibiydi.

"Planda olan ama sonradan kapatılan odalarda şömine bağlantısı olması gerekiyor. Salonun tam da yanındaydı."

"Salonun yanında kapatılan bir oda varsa eminim arka bahçedeki küçük pencerelerin fazla sayıda olmasını açıklıyordur," dedim ben de.

"Anlamadım."

"Yani o odalar kapansa da geçtiğimiz gece gittiğimiz gibi odaların pencereleri açıktır. Onları kapatacaklarını sanmıyorum. Kimse uğraşmaz, zaten bir insan için epey küçük," dediğimde duraksadı.

"Sen harikasın, dedi omuzlarımdan tutarak bahçede hızla yürümeye başladı. Ben de peşinden ilerledim. O pencereden içeri mi girmeyi düşünüyordu ki diye düşündüm. O kadar küçüktü ki o pencerelerden normal boyutlarda bir köpek bile giremezdi.

Arka bahçeye ulaştığımızda hava bir anda kapandı ve şimşek çaktı. Tane tane yağmur damlaları yüzümüze düştüğünde buradan çabuk ayrılmamız gerektiğini düşünmüştüm. Ancak Owen aynı şeyi düşünmüyor olmalıydı. Arka duvara geldiğimizde pencereleri izledi ve eliyle saydı. Bir tane pencerede durduğunda salondaki pencere olduğunu anlamıştı.

"Oradan girmemiz mümkün değil," dediğimde dudakları alayla kıvrıldı.

Ufak pencerenin önü, üzerine çakılan kırık tahta parçaları ile yok edilmeye çalışılmış gibiydi. Kırılmış pencere camına doğru bakmak için eğildiğimde camdan sızan ışığı fark etti. Peki, bu ışık kapalı odada ne arıyordu?

Owen'ı izlediğimde çimlerde bir şey arıyor gibiydi. Sormak için dudaklarını araladığımda elindeki kalın bir tahta parçasını getirdi ve penceredeki tahta parçalarının arasına hizalayarak sökmeye çalıştı.

"Yine de insanlar için boyutu epey küçük," dedim. Ancak Owen beni dinlemiyordu. Tahta parçaları çıktığında kırık cama vurdu ve camlar içeri doğru düştü. Tahtalarla kapatılan pencerenin menteşesini kırdığında içeri girebilecek kadar yakın büyük bir delik oluştuğunu gördüm.

Söylediklerine devam etmeden önce onu izledim. Bir ayağını pencere kenarına getirdiğinde duvara yasladı. Konuşmadan önce küçük bir kahkaha atmıştı.

"Sullivan bundan kesinlikle hoşlanmayacak."

Ayağıyla pencere kenarına kaba bir tekme attığında çatlayan alçıları fark ettim, birkaç kere vurduğunda pencerenin kenarı iyice çöktü ve pencere menteşeleri yerinden oynadı. Artık açıklık neredeyse iki kat artmıştı ve artık içeri girmeye hazırdık.

"Evet, kesinlikle hiç hoşlanmayacak," dedim kaşlarım havada. İçeri girdiğimizde Owen telefonun ışığını etrafa doğrulttu.

Eski bir tahta masa vardı, eski ve çürük olduğundan cılız bacakları dayanamayarak yerinden çıkmıştı. Eski bir odaydı. Kullanım dışı olduğu belli oluyordu. Her yer örümcek ağları ile çevriliydi. Odayı aydınlatan eski tip ampulden sızan ışığa baktık. Ne zamandır açık olduğunu merak etmiştim.

Tozdan dolayı öksürmeye başladı. Owen, eliyle  etraftaki toz yumaklarını kaçırmaya çalıştı. Ve örümcek ağlarına takılan ellerini üzerine sildi. İğrenmiştim. Fazla pis bir yerdi. Geri dönüp gitmeden önce biraz daha dolaşma isteğine karşı koyamadım. Bu sırada arkadan gelen cılız ses ile korkudan kıpırdayamadım. Arkama döndüğümde kimse görünmüyordu. Dışarıdan geçen bir kedi veya fare olabilirdi. Owen ise duymamış gibi ilerlemeye devam etti. Pencerenin dışındaki rüzgârın uğultulu sesini duyduğumda onun etkisi ile de olabileceğini düşünerek kendimi rahatlattım. Ama yine de bu oda hoşuma gitmemişti.

İleriye devam edip etmemeyi tekrar düşündüm. Owen ise duraksadı ve beni bekledi. Odadaki yıkıntılara basmamaya çalıştığımda ellerini uzattı. Elini yakaladım ve birlikte yürümeye başladık.

Kapı hafif aralıktı. Büyük bir gürültüyle kapıyı ardına kadar açtığında karşıda eski bir duvar göründü. Yıkık duvarda rengi akmış pembe çiçek desenli duvar kâğıtları dikkatimi çekti. Eskiden moda olan duvar kâğıtları şimdi ise sadece birkaç döküntüden ibaretti. Sağıma döndüm. Eski birkaç sedye ve kırık dökük masalar etrafta çarpık bir halde duruyordu. Sol tarafın zifiri karanlık olması ile az miktar ışığın geldiği yere doğru yürümeye başladık. Oraya ilerlerken ne bulmayı hedeflediğini kendisi de bilmiyordu sanırım.

Etraftaki kırık dökük eşyalara bakarak yürüdük ve koridorun sonuna geldik. Sonundaki kapıya baktım. Üzerinde bir numara vardı ama tozdan görünmüyordu. Kapıyı açıp açmamak arasında kaldık. Owen kapı kulpunu tuttuğu sırada arkadan duyduğumuz bir tıkırtı ile eli kapıda asılı kaldı. Arkama dönemedim.

Owen ise bir an duraksadıktan sonra kapıyı açtı. İçeriden sızan ışık biraz olsun rahatlatmıştı. Karanlıktan nefret ediyordum. Tüm kaslarım beni içeri doğru iterken beynim buradan gitmek için yalvarıyordu. Uyuşmuş bir şekilde içeri girdim ve arkamızdan kapı kapandı.

Büyük bir odaya geldiğimizi anladığımda etrafımıza tekrar bakındık. Kırmızı duvar kâğıtlarının hâkim olduğu odada meşe ağacından uzun dikdörtgen bir masa, odanın ortasında duruyordu. Üzerinde dağılmış eski kitaplar ve desenli metal kutular vardı. Buranın ani bir şekilde terk edilmiş havası fazlasıyla kafa karıştırıcıydı.

Masaya doğru yaklaşırken odanın diğer taraflarına baktığımda her bir köşesinde tekli meşe kenarlıklı koltuklar ve üstlerinde boncukları sökülmüş kanaviçe örgülü yastıklar vardı. Odanın tam karşısında duvarda asılı sarı çiçek desenli kenarlarından ipleri çıkan eski bir perde vardı. Perdeye yaklaştığımda onu bir tabloyu korumak istercesine üzerine örtüldüğünü fark etti. Ellerim perdenin kenarına doğru gitti.

Eski bir tablo, başka bir şey değil diyerek kendime cesaret verip perdeyi yavaşça aşağı indirmeye başladı. Bu sırada arkadan bir ses duyarak irkildim. Owen tam arkamdaydı. Eliyle sessiz olmamı işaret ettiğinde başımı salladım. Cebinden çıkardığı silahıyla kapının kenarına yerleştiğinde bana perdeyi işaret etti. Orada girmemi istiyordu.

Hay hay, diyerek perdenin arkasına saklandım. Zangır zangır titremememi kontrol etmeye çalışsam da kabak gibi meydanda olduğum kesindi. Titrememe engel olmak istercesine içimden saymaya başladım.

10, 11, 12, 13 diye içimden saymaya devam ettim. Sakinleşmek için çabalarken ellerimin titrememesini sağlamak için ikisini de bacaklarımın arasına soktum. Gözlerimi kapadım ve içimdeki sese kulak vererek duymamaya çalıştım.

Kapı sesi tamamen kesildiğinde halen içimden saymaya devam ediyordum. İçeri giren kimse olup olmadığından emin olmadığım için hemen çıkmak istemedim. Bir süre bekledim ve bu sırada ayak sesleri duydum. Gözlerim aniden kocaman açıldı ve kulaklarım dikkat kesildi. Birkaç saniye sonra bıçak gibi kesildi ve orada kim varsa büyük ihtimalle masanın tarafında durdu.

Owen mıydı yoksa başka biri mi? Kitap çevirme sesi geldiğinde burnuma gelen toz parçacıkları ile rahatsız oldum. Perdenin arkasından çıkmadan önce Owen'ın seslenmesini bekledim ama ses olmadı. Sadece perde hafifçe aralandı ve onun güvem verici yüzünü gördüm. Bir anda ayaklarımın dengesini kaybedip üzerine düştüğümde Owen neye uğradığını şaşırdı ve beni sıkıca tuttuğunda devrilmemek için arkasındaki masaya tutundu.

Göz göze geldiğimizde bedenimin iyice ona doğru çekildiğini fark ederek irkildim.

"İyi misin?" dedi boğuk bir sesle. Üzerimi düzelttiğimde ondan uzaklaştım.

"Evet, sadece senin gittiğini başka birinin geldiğini sandım," diye yanıtlayarak odadaki diğer ayrıntılara göz gezdirdim. Arkamdan fısıltıyla konuştu.

"Sizi bırakıp gitmem Doktor Annabelle."

Az önce fark ettiğim tabloyu incelediğimde yarım bırakılmış bir çalışma olduğumu gördüm. Tablodaki ay, parlak bir hilal şeklinde süzülürken sol kenardaki ağacın çıplak şeklinden mevsimin sonbahar olduğu göze çarpıyordu. Kenarında kliniğin bir silüeti çizilmişti. Tablonun bir kısmı sanki kesilmiş gibi yok olmuştu. Elimle tozlanmış tabloya dokunmak istercesine yaklaştım. Tozun sakladığı, yazıya benzer bir kısım da vardı. Okumak istercesine incelediğimde ensemde nefesini hissettim.

"Windsor, 1938."

Sesin sahibini idrak ettiğinde kaşlarımı havaya kaldırarak geriye döndüm.

"Siz çıkmadan önce fark etmiştim," dedi. "Sanki birisi burada yaşıyor gibi. Dolapların içinde boyalar duruyor ve tamamlamadan aceleyle ayrılmış gibi görünüyor."

"Uzun zaman önce yapılmış olmalı," dedim cevaplayarak.

"İşin aslı bu uzmanlık gerektiren bir şey. Boya kuruduğunda hangi yıl yapıldığını bulmak kolay değil. Bu sadece tek bir yolla mümkün. Boyaların tarihleri geçmemiş. Yani...."

"Burada birileri yaşıyor," dedim.

Owen başını salladığında korkudan titremeye başladım. Burada neler oluyordu? Kapının dışından gelen ses ile ikimizin gözleri buluştu. Owen elini dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. Bu defa perdeye saklanmadım, yanındaydım ve bekliyordum.

Ses yine adım adım yaklaşıyordu. Şimdi ise az önceki ayak seslerinden farklı olarak bir de tuhaf bir ses vardı. Yere sürten zincir sesini andırıyordu. Evet, doğru tanımlama buydu. Yerde sürüklenen zincirdi.

Ses çok yakına gelmişti ki bir anda durdu. Sessizlik can yakıcıydı. Ne olacaksa olsun dercesine beklerken zincir sesini daha yakından duyduk. Gözlerimi kapadım. Bu sırada birkaç damla yaş çoktan yanaklarıma ulaşmıştı. Çarpan kalbimi ise duymamaları imkânsızdı. Neredeyse yerinden çıkacaktı. Bir an önce ne olacaksa olsun hissine kapılmıştım.

Owen kapıdan çıktı ve ve iki yana doğru baktı. Bana döndüğünde iki elini sağa ve sola açmıştı.

"Sadece onlarca fare yuvası var. Sanırım yalnızız," dedi. Rahatlamıştım ama yine de birilerinin burada yaşadığını düşünerek gerildim. Onu kaçırmıştık. Ama artık kullandığı yolu bulmuştuk ve bu bir şeyleri çözmesi gerekiyordu.

"Lütfen buradan artık gidelim," dedim yanına ilerlediğimde. Başını salladı. Buradan çıktığımızda kapalı odaların tamamını açıp katili ya da ona ait herhangi bir şeyi bulabileceklerini düşünmüştüm.

Owen kapının kenarında durarak iki tarafı da kontrol etti ve elini uzattı. Karanlıkta birbirimizi kaybetmememiz için elini tuttum. Geldiğimiz yönden değil de Owen'ın getirdiği farklı bir yoldan ilerliyorduk. Yine de ürkmüştüm. Diğer yolu bilsek de bu tarafa daha önce gelmemiştik. Katil hangi tarafa doğru gitmiştir diye düşünmeden edemedim.

Owen'ın aniden durması ile ben de durmuştum.

"Doğru yöne gittiğimizden emin misin? Işığın olduğu yöne doğru gideceğimizi düşünmüştüm; ama biz karanlığa doğru ilerliyoruz."

Owen elindeki telefonun ışığını karşıya doğrulttu.

"Başka oda var mı emin olmak istiyorum. Sizi isterseniz bahçeye çıkarayım ve geri döneyim."

Karanlık bahçede bir başıma kalıp kliniğe tek başıma yürüme gerçeğini düşündüğümde tereddüt dahi etmeden cevapladım. Sonuçta silahlıydı ve ona güveniyordum.

"Böyle iyi, ben de geleyim."

Gülümsediğinde ne oldu dercesine ona baktım. Bir şeyler söylemek istiyor ama tereddüt ediyor gibiydi.

"Bir şey mi oldu?" dedim dayanamayarak. Gözleri beklentiyle beni izlediğinde bu defa farklı görünmüştü. Sanki aramızda olmayan bir duvar yıkılıyor gibi hissetmiştim. Uzun zamandır tanışıyor gibiydik.

"Sadece cesaretli olmanız hoşuma gitti."

Cevap veremeden yüzümü çevirdim. Ve Owen'ın elindeki telefonun aydınlattığı koridordaki o kişiyi fark ettim. Gözlerimi kocaman açıp geri sendelediğimde Owen'ın silahı karşıya doğrultuldu.

Ona doğru ilerlemeden önce beni duvara yasladı.

Gördüğüm sahneye karşı gözlerim inanmak istercesine birkaç kez kapanıp açılmıştı. Gördüklerim bir film sahnesi değildi ya da daha önce tıp eğitiminde gördüğüm bembeyaz örtünün üzerindeki kadavralar gibi de değildi. Gerçekti ve karşımızdaydı.

Zincirlerle duvara asılmış çıplak bir beden görüyorduk. Gözleri açık ve dosdoğru bize doğru bakan bedenin gözleri çürümenin etkisiyle siyah iki kara delik oluşturmuştu. Elleri zincirlerle sabitlenmiş bedenin ayak tabanlarında, kurumuş kan izleri vardı. Bir yerden süründürülerek getirilmiş olmalıydı.

Owen cesede yaklaştığında ben de onu izledim. Dudaklarını oynattığında kokudan dolayı elimle burnumu kapamıştım.

"Haklıydım." 

"Ne konuda?" dedim boğuk çıkan sesimle. Koku midemi bulandırıyordu.

Owen, bembeyaz yüzü ile dehşet içinde konuştu. "Bir seri katil ile karşı karşıyayız Annabelle. Ve ben onu öldürene dek durmayacak."

✰✰

Kısa bir aradan sonra tempoya devam ediyoruz. Kimler aktif olarak okuyor? Değişiklikleri sevdiniz mi? Karakterlerimizden hangisine daha yakın hissediyorsunuz?

Sizce katil bildiğimiz biri mi? Yoksa henüz tanışmadık mı?

Sizce Owen bu olayı çözecek mi?

Yorumlarınız için teşekkür ederim. Haftaya görüşmek üzere ^^

sosyal medya

instagram | perahille
spotify | perahill
goodreads | perahill

✰✰

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top