5. TEMAS







All My Joy, All My Pain - Fabrizio Paterlini


🕯️


5. TEMAS


Bir Alman atasözü der ki, korkak olduğunu bilmeyen herkes cesurdur.

İçimdeki çekingenliği hissediyordum, ancak bu duvarları aşmamı engelleyemezdi. Sonuçta, gerçek cesaret, içsel korkuları fark edip onlarla yüzleşme yeteneğinden gelirdi.

Dudaklarımı yaladım ve konuşmaya devam ettim.

"Son sözü şu olmuştu. Senden korkmuyorum."

Karşımda onlarca farklı yüz, söyleyeceğim kelimelere odaklanmış ve beni pür dikkat dinliyordu. Popüler kültürde o kadar çok psikiyatrik vakalarla ilgili filmler yapılmıştı ki, herkes bir anda uzman kesilmiş ve birilerine tavsiye verir olmuştu. Ve hastalarımızın gerçeği değiştirilmiş halini anlatmak, arkadaş ortamında daima adından söz ettiriyordu.

Windsor kliniğine gitmeden yalnızca birkaç ay öncesiydi. Kalabalık bir arkadaş grubuyla şehrin göbeğindeki bir barda oturuyorduk. Masamız renkli kokteyllerle süslenmiş ve güler yüzlü garsonlar, içeceklerimizi servis etmek için neşe içinde dolaşıyordu. Ortamın içinde yankılanan kahkahalar, samimi sohbetler ve müziğin ritmi, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıza engel oluyordu.

Bıkkın bir ifadeyle Diana'a döndüğümde ben ne yapabilirim dercesine mimiklerini yakalamıştım. Onlara henüz hikayenin tamamını vermeden önce bile anlattığım kısa hikaye, yüzlerini şaşkınlık dolu ifadelere bürümüştü. Halbuki daha en etkileyici kısma geçmemiştim bile. Yalnızca bileklerini kesip, duvarları kanıyla kırmızıya boyayan adamdan bahsetmiştim. Bu gizli bilgi sayılmazdı, sonuçta haberlere dahi konu olmuştu. Onu her hatırladığımda burnuma gelen kan kokusu midemi bulandırmaya yetmişti ve gözgöze geldiğimizde aramızda dönen o cümle aynı zamanda aklımda yer etmişti.

"Senden korkmuyorum."

Diana içkisini yudumlarken rahattı. Aynı meslekten olduğumuzdan dolayı benim yaşadıklarımdan onlarcasına görmüştü. Ancak diğer arkadaşları şaşkınlıkla hikayenin kalanını dinlemek istiyorlardı. Hasta mahremiyeti bir yana, anlatmak beni de huzursuz ediyordu, ancak bazen de fazlasıyla merak ettiklerinden bazı olayları çarpıtarak, ya da değiştirerek anlatıyordum. Ancak bu hikaye yarıda kesiliyordu. Onu tedavi edemememiştim ve hasta uzun süre önce kliniğe yatmıştı. İlaç tedavisiyle, bir başına bir yatakta uzanmış tavanı izliyor olmalıydı. Onu hatırladığımda üzülüyordum, ancak yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Onu bulamamıştım, onun parçalarını birleştiremeyecek kadar kayıptı o.

Belki de farklı bir yaklaşımla devam etseydim her şey değişebilirdi, ancak bunu düşünmek şu an manasızdı. İstemeden de olsa son yudumumu alırken onu düşündüm, onu hatırladım.

Hatıralarımda onu gördüğüm kadarıyla, bembeyaz odada, bembeyaz bir yatağın ortasında beyaz bir leke gibi uzanıyordu. Ve o güne geri döndüm.

Karşımda iki büklüm duran genç adamın ağrılarına rağmen isyan etmesi ve iyileşme namına bir çaba göstermeyip ilaç tedavisini reddetmesi üzerine haftalar geçmişti. İnadından ve kararlılığından dolayı bir adım ileri gidemediğim gibi, daha da zorlaşıyordu ve zaman zaman iletişim ağımız kopuyordu. Onunla göz teması kuramıyordum, hülyalı bakışları daima gördüğünü sandığı ancak var olmayan o ruhlara dönüyordu. Onların gerçek olduğuna neredeyse emindi. Belki gerçek olması şu an en mantıklı şey olabilirdi, en azından iletişime geçtiği birileri olurdu.

Oturduğum koltuğumda sessizce onu izledim. Bir köşede sinmişti, elleriyle oynuyordu. Varlığımı reddedecek ölçüde bakışları uzak bir noktada takılıp kalmaya devam ediyordu. Dudakları kımıldadığında onlarla fısıltıyla konuştuğunu düşünüyor olmalıydı. Gözlerim kısıldı ve hareketlerini izledim. Ne yapacağını kestirmek zordu ve bu odada yalnızca ikimiz olduğunda gösterdiği cesaretten dolayı her an bir saldırıya hazır bir şekilde kapının kenarındaydım.

Üzerimdeki beyaz önlüğün cebinde yer alan kayıt cihazının ışığının söndüğünü hissettiğimde şarjının bittiğinin farkındaydım. Gözlerim bir anlığına karşımdaki adamdan ayrıldı ve kayıt cihazını alarak tuşlarına bastım. Sanırım odadan ayrılmam gerekiyordu, kayıt etmediğim bilgiler işime yaramayacaktı. Ayağa kalktığım sırada o da ayağa kalktı. Yüzünde beliren sinsi bir gülüş tepeden tırnağa gerdiğinde kapıya yönelmeden önce güven verici bir gülümseme sundum ve konuşmaya çalıştım.

"Gitmem gerekiyor, gün içinde yeniden uğrayacağım."

Tiz sesi odada yankılandığında olduğum yerde çivilenmiştim. Buz kestim, uzuvlarım hareket yeteneğini kaybetti.

"Bir daha gelemeyeceksin."

Arkamı döndüğümde, dudakları yukarı doğru kıvrıldı, beni alt etmek istercesine bacak bacak üstüne atmıştı ve parmaklarının arasındaki hayali sigarayı dudaklarına götürmüştü.

"Evet geleceğim. Neden öyle söyledin?"

"Onlar söyledi," diyerek karşıdaki boş duvarı gösterdiğinde istemsizce bakışlarım boş duvarı bulmuştu. Derin bir nefes aldım. Başlıyorduk, yine. Bu bir oyundu, ikimizin oynadığı ve onun yazarlığını yaptığı. Bana da rolümü oynamak düşüyordu elbette.

"Başka ne dediler?"

Kaşlarım havalandı ve ellerimi birbirine bağlayarak onu izledim. Son sözlerini duymak üzere heyecanla beklerken, sözleri bıçak gibi önümde kesildi.

"Seni...öldüreceğimi."

Daha fazla devam etmeyip odadan ayrılabilirdim. Ancak bu ondan korktuğumu düşündürürdü ve onu ciddiye aldığımı. Bu nedenle önümdeki sandalyeye kuruldum ve gülümsedim.

"Dün seninle saksıya çiçek ekmiştik, hatırlıyor musun? Onu sulayıp odana getirmemi ister misin?"

Dudakları büzüldüğünde oyununu oynamaya devam etmediğimiz için sanırım kırılmıştı. Kırgın bir çocuk gibi dudaklarını üzdüğünde sevimli görünmüştü. Bir süre sessiz kaldığımızda gözlerim onu izliyordu. Normal bir yaşantısı olsun istiyordum, hayat akıp giderken burada her şeyi darmadağın ettiği zihniyle bir başına kalmasını istemiyordum.

"Buradan ayrılmak istiyorum."

Keşke, dedim içimden. Ancak bu ihtimal dahilinde bile değildi.

"Bir süre daha burada olman gerektiği konusunda anlaşmıştık sanırım."

"Ben deli değilim. Ama bir deliymişim gibi beni uyuşturmak için onlarca ilacı vermeye devam edeceksin. Onlardan hiçbir farkın yok."

"Bir süreliğine kendini koruman için..."

Sözümü tamamlayamadan kesilmişti.

"Ya da sen kendini korumak için beni uyuşturuyorsundur. Bir oyun oynayalım mı?"

Konudan konuya atlıyordu. Bugün konuşmak konusunda hevesliydi. Onu kırmayacaktım, konuşması bulanık zihninin önündeki perdeleri kaldırmak açıdan değerliydi. Onu teşvik etmem gerektiğini hatırlattım kendime. Başımı salladım. "Ancak sadece ikimiz, onlar olmayacak," dedim ellerimle az önce gösterdiği yeri işaret ederek. Orada kimleri gördüğünü merak ediyordum, onların gözünden görebilmek için.

"Kabul."

Zihni karmakarışık bir varlıkla bir oyuna başladığım gün, henüz mesleğimde ilk senemdi. Sanırım bazı ayrıntılar gün güzüne çıktığında, daha tecrübeli olduğunda bir şeyleri değiştirmeye karşı olan isteğiyle geçmişi değiştirmeyi hayal ederdi insan.

"Peki oyun, nasıl bir oyundu?"

O ana dek, sesli anlattığımın farkında bile değidim. Ya da ne kadar süredir konuştuğumu. Diana'nın çaprazındaki yakışıklı arkadaşıyla göz göze geldiğimizde şarabımdan bir yudum aldım ve dudaklarımda biriken damlayı yaladım. Beni süzdüğünde dudaklarının kıvrıldığını görmüştüm. Dürtüsel hareketliliği beni istediğini fark ettiriyordu. Bu gece epey yorgundum, sanırım sadece flört etmekle yetinecektim.

"Uzun hikaye, o kısmını daha sonra anlatırım. Sadece şu kadarını söyleyeyim, o oyun epey uzun sürdü. Bazen başlamakla hata ettiğimi düşündüm ve bitirmekle de..."

"Neyse kızı bunaltmayın."

Diana sözümü kesip araya girdiğinde rahatlamıştım. Anlatmaya bir kere başladım mı nerede keseceğimi bilmiyordum. Ve bu beni epey yoruyordu. O günler geride kalmıştı. Bedenimde ve zihnimde hasar bırakmış olsa da artık zar zor hatırlar hale gelmiştim. Bir gün gelecekti ve unutacaktım.

Bu aşamada, 96'yı Daniel'a benzetiyordum. Aralarındaki fark Daniel'ın konuşuyor olmasıydı, benzerlikleri ise ikisi de tüylerimi ürpertiyordu ve onları iyileştirmeyi istiyordum.

Ve artık buradaydım, her şeyi geride bırakmış, yepyeni bir sayfa açmış bir şekilde Windsor kliniğindeydim.

Soğuk bir akşamdı, epey soğuktu. Taş kesen mermer zeminde çıplak ayaklarımla yürürken, titriyordum. Hastaların burada zatürre olmamasına şaşırıyordum, koca binayı ısıtmak epey zordu ve görüldüğü kadarıyla yeterli de olmuyordu. Üzerimi katkat giyinip bir bardak çay içmek üzere dinlenme odasına geçmek için odadan ayrıldım. Ağır adımlarla merdivenlerden yürürken, birkaç kişi gülümseyerek selam vermişti. Kim olduklarını tanrı bilir, belki de odasından kaçan hastalardan biridir diye düşünmüştüm. Doğru ya, hiçbirini doğru dürüst tanımıyordum. Kaçmaya yeltenseler ve beni görüp selam verseler yanımdan geçip gidebilirlerdi. Bu düşüncem ancak filmlerde olacak kadar sıradışıydı. Kendi kendime sırıttım, sanırım buradaki ortama ayak uydurmakta zorlanmayacaktım.

"Bu ne güzel bir neşe!" deyip koluma giren birini görmemle dehşete kapılmıştım. Temastan hoşlanmayan ve tedirgin olan yapım nedeniyle olduğum yerde sıçradım. Koluma giren kişiyi korkuttuğumda tedirginlikle kolumdan ayrıldı. Laura. Sullivan'ın toplantısında belli belirsiz tanıştığımızı hatırlıyorum. Tesisteki iki kadın psikiyatristten yalnızca biriydi. Diğeri de sanırım artık bendim. Onunla ilk tanıştığımızda ne konuştuğumuzu bile hatırlamıyordum. Ancak neşesi ve şuh kahkahaları daima kulağıma çalınıyordu.

"Ah, üzgünüm. Sanırım fazla abarttım. Buralarda benim gibi bir kadın görmeyeli bayağı oluyor. Heyecanlanmıştım."

"Merhaba," dedim elim kalbimde. "Önemli değil, dalmıştım."

Boş koltuğa oturmadan önce çaydanlıktan çayımı doldururken ona da bir bardak doldurdum. Eline aldı ve avuç içlerini ısıttı benim yaptığım gibi ve pencere kenarındaki karşılıklı koltuklara kurulduk. Oda sakindi, iki çalışan etrafı toparlarken, bir hasta bakıcı birkaç hasta ile nefes terapisi üzerinde çalışıyordu. Sakin bir gündü. Akşam olmuştu ve yemekler yenilmişti, ilaçlarını alan hastalar için uyku vakti çoktan gelmiş olmalıydı.

"Ben üzgünüm gerçekten. Neşe, bu kapıların arkasında uzun zamandır saklandığından sanırım alışkın değilim."

"O kapıların ardında neşeden ziyade, insanlar da saklanıyor olmalı ki kimseleri göremiyorum," dedim espirili bir dille. Bazen gerçekten kimseyi görememenin verdiği şaşkınlığı yaşıyordum.

Laura geniş gülümsemesi ile kahkaha attığında ona katılmıştım. Birkaç hastanın anlamsız bakışları üzerimizdeyken göz göze gelmiştik. Sanırım uzun zamandır burada gülümseyen yüzler görmemişlerdi. Bakışlarımı onların üzerinde gezdirdiğimde ilgileri dağıldı ve önlerindeki tahta bloklarla ilgilenmeye devam ettiler. O sırada Laura konuşmaya devam etmişti. Ben ise dikkatimi hastaların sakin hareketlerine ve uyuşuk bedenlerine vermiştim.

"Neden burası? Şehirde gayet keyifli ve sosyal olabileceğiniz onca yer varken."

Sözümü yanıtlamadan önce çayımdan geniş bir yudum almıştım. İçim ısınmıştı.

"Şartlarımı zorlamayı severim."

Gözlerimi kaçırdım. Palavra.

"İdealist, kararlı ve neşeli. Benden duymuş olmayın ama hakkınızda iddiaya girenler var."

Parmağıyla beni gösterdiğinde anlayamadım. Kaşlarım çatıldı. Bir anda şaşkın gözlerim onu incelediğimde pot kırmış gibi dilini ısırdı. Sorarcasına bakışlarım üzerine baş parmağı çay bardağının ucunda gezinirken konuşmuştu. Gözlerini kaçırdığına göre birazdan anlatacakları ya koca bir yalan ya da gerçeğin değiştirilmiş bir versiyonu olacaktı.

"Ne kadar sürede buradan arkanıza bile bakmadan kaçacağınız üzerine iddiaya girdiler. Clark ve James başı çekiyorlar. Eğlenceli tipler ama ben şahsen en az bir sene kadar burada kalacağınızı düşünüyordum. Yani bahse girseydim..."

"Geleceği öngöremem ama uzun bir süre daha burada olmayı planlıyorum," dedim sakin bir ses tonuyla. Aslında Laura konuşmaya başladığında, ilk duyduğumda sinirlenmiştim ancak Clark ve James'in adını duyduğumda basit bir iddia olduğunu düşünerek üzerinde durmadım. İnsanların ne konuştuğunun ne önemi vardı ki?

Bir süre ikimiz de sakince bahçedeki ışıklandırmayla aydınlanan loş bahçeyi izledik. Karanlık ve ürkütücü. Aynı zamanda etkileyici de.

"Şu hasta mesela, sizce neden buradadır?" dedi az önce dikkatimi çeken bir hastayı göstererek.

Gözlerim hastayı inceledi tekrar. Tahta bloklarla şekiller çıkarıyorlardı. Ancak o genelde tahtaları dizmekte başarısızdı. Elleri titriyordu. Gözleri aşağıda olsa da altlarının kararmış olduğunu ve bitkin olduğunu anlayabiliyordum. İlaç kullanıyor olmalıydı, dozu henüz yüksek değildi, kendindeydi. Sakinliği huzur vericiydi, ancak altında ne yattığını nasıl bilebilirdim ki? Bir insanı en son tanımanın yöntemi onu uzaktan izlemekti sanırım. Herhangi bir fikrim yoktu, her şey olabilirdi. Bakışlarım Laura'ya döndüğünde masaya eğildi ve fısıltıyla konuştu. Adeta dedikodu yapan iki arkadaş gibi görünüyorduk, bu durum beni bir parça rahatsız etmişti.

"Asla tahmin edemezsiniz. Ailesini bir odaya kilitlemiş ve evi ateşe vermiş. Şeytana taptığını söylüyormuş. Buraya geldiğinde ise bir anda değişti ve normal davranışlar göstermeye başladı. Bana kalırsa öfke kontrolünü sağlayamadı ve sonradan da akıl hastası numarasıyla hastaneye yatmayı denedi. Eh başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Burada epey konforlu bir odada kalıyor."

Yaptığı yalnızca bir yorumdu. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme imkanımız sanırım yoktu, o bize gerçeği anlatmadan. Henüz bir şey söylememiştim ki konuyu tahmin edeceğim üzerine hastama getirmişti.

"O sınırda bir vaka, bunu biliyorsun. 96."

Bunu bana ilk söyleyen kişi değilsin Laura. Ancak fikrini almayı deneyebilirdim.

"Sence neden hiç konuşmadı?"

Omzunu silkti, diğerlerine benzer bir tepki daha.

"Bu seni üzmüyor mu?" dedim üzerine giderek. Tepkisini merak etmiştim. Burada her ne kadar iş için bulunsak da insani olarak vicdanımızı da önümüzde tutmalıydık.  En azından ben öyle düşünüyordum.

"Ben üzülmem, herkesin bir aklı var, bazıları bunu yanlış şekilde kullanıyor."

"Keşke her şey o kadar basit olsa. 96 için düşünürsem, ona güvenli bir alan yaratmak istiyorum ve o alanda onunla konuşmak. Sanırım bunu başaracağım."

"Boş şans o zaman Annabelle," dedi. Çayının son yudumunu aldığında dudaklarının alayla kıvrıldığını fark ettim. Ve söylediklerimin tek kelimesine dahi önem vermediğini. Dinleyen ama anlamayan herhangi insandan yalnızca biri.


🕯️

"Merhaba."

Yüzümü inceledi, tüm bedenimi. Üzerimdeki beyaz önlüğümün içine siyah boğazlı bir kazak giyerek, ayağıma siyah bir kot pantolon geçirmiştim. Uzun saçlarımı arkadan örmüştüm, iki tutam perçeminden kulaklarımın önünde dağılmıştı ki elimle kulağımın arkasına attım. Her hareketimi özenle inceliyor, hareketlerimi ezberliyor gibi görünüyordu. Meraklı görünüyordu ve hevesli. Gözlerim ufak penceresinden sızan bir parça ışığa döndü, odayı aydınlatan. Dışarı izleyerek konuşmaya devam ettim.

"Bugün hava epey güzel, kış mevsimine oranla. Taze çim kokusu, az önce yağan sağanak yağmur sonrası toprak kokusu. Bu hissi seviyorum, huzur veriyor. Evinde hissettiriyor."

Ev. Gerçekten evin neresiydi? Göz bebekleri büyüdüğünde içinde neler saklı olduğunu bilmek istemiştim. Bugün ilaçlarının büyük kısmını almamıştı. Yalnızca uyumadan önce rahatlamasını sağlayacak ilaçlarını içecekti, şu an ise kendindeydi. Ya da öyle olduğunu düşünmüştüm. Ondan geride kalan ne varsa zihnine yükleniyor olmalıydı. Onu benimle açmasını istemiştim. Ancak bu kadar erken değil, adım adım.

Gözleri hiç olmadığı kadar üzerimdeydi bugün. Ayırmıyordu, kırpmıyordu. Tetikteydi, ama ne için? İçinde hasret duyduğu bir şeyler vardı. Bunu hissediyordum. Odaya dolan o hissi kalbimde hissettim, bu mümkün müydü?

O hissi tanımlayamazdım, ancak hissedebilirdim. Aşık olmak gibi, hissedersin ama anlat derlerse nereden başlayacağını bilemezsin. Aşkının büyüklüğü ne kadar büyük olursa olsun, kelimeler o hissi vermeyecek kadar yoksundur. Bazen hastalarımla ilgili düşüncelerimi de raporuma yazarken böyle hissediyordum. Anlatamadıklarım içimde beliriyordu.

Sadece ona uzun uzun baktım ve her şey o zaman oldu.

Ayağa kalktığında tetikte olmam gerektiğini hatırlattım kendime. Bu sabah hiç olmadığı kadar kendinde olmalıydı. Uyuşmamıştı, yorgun değildi. Aklı başındaydı. İçinden bir şeyler düşünüyordu, tartıyordu. Ve şimdi de ayağa kalkmış beni izliyordu. Ben de ayağa kalktığımda karşılıklı birbirimize bakıyorduk. Boyu benden epey uzundu. Canlı gökyüzü mavisi gözleri beni incelerken, dudaklarını yaladım ve kapının kaç adım sonrasında kaldığını hesapladım. Kaç saniyede kapıya ulaşabilirdim acaba? Kayıt cihazını açmış mıydım? Kapının ardında güvenlik için bir hemşire var mıydı? Yoksa buraya gelmeden önce onlara bilgi mi vermem gerekiyordu? Sanırım bazı kısımları atlamıştım ve bu şu an aklıma geliyordu.

Derin bir nefes aldım ve dudaklarım aralandı. Konuşmalıydım ancak ne söyleyeceğimden emin değildim. Ancak o bir adım daha attığında kalbim yerinden çıkacaktı. Aklımdan geçen her deli düşünce bir diğerini aratırken, bedeni bedenimi sardı.

Sarıldı.

Bunu beklemiyordum. Kolları beni iyice sardığında başını göğsüme yasladı. Nefes alamıyordum, hareket edemiyordum. Düşünemiyordum. Korkudan olduğum yerde çivilendiğimde neler olduğunu anlamaya çalıştım. Neden?

Kendimi ondan ayırmak için ellerimle göğsüne dokunduğumda irkildi. Birbirimizden ayrıldığımızda yüz yüzeydik. Gözlerindeki o ışıltıyı fark ettiğimde belli belirsiz bir buğu ile süslenen gözlerinde akmayı bekleyen ıslaklık beni dehşete düşürdü. Ağlamak, hissetmek, acı çekmek, tüm bunlar bir günde mi oldu? Hislerini bastırmak için yıllarca bekledikten sonra gözlerimin önünde gerçekleşen bu ilerleme beni sarstı. Kendimi tutmak epey güç olmuştu. Boğazıma oturan bir yumru yutkunmamak engelledi. Bakışlarını benden kaçırmasa da elleri hareketlendi ve ellerime  dokundu nazikçe.

Bana ne anlatmak istiyordu, özlemini duyduğu hislerini bir bir dökecek miydi? Bu kadar kolay mı olacaktı? Bunu beklemiyordum hem de hiç. Ancak fazla iyimser olmuş olmalıydım ki kendimi geriye doğru atamadan bana bir adım daha yaklaşarak beni geriye doğru ittiğinde arkamdaki duvara yaslanmıştım. Şaşkınlıkla onu izledim. Müdahil olmalıydım, daha fazla tehlikeye batmadan buradan ayrılmalıydım. Ancak merak yakamı bırakmadığında onu izledim. Gülüşü genişlediğinde bir günde bu kadar gelişme ile şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Ancak yakınıma geldiğinde kafamı duvara sertçe çarpmadan önce gördüğüm son şey, gözyaşları içindeki iki mavi okyanus kalıntısıydı.

"Yerine geç!"

Arkadan gelen sesler ile yerden zorla kalkmaya çalıştığımda başım zonkluyordu. Odada beliren farklı bir silüeti fark ettiğimde güçlükle kalkabilmiştim.

"İyi misin Annabelle?"

"Hıh?"

Gözlerim Liam'ı fark ettiğinde beni odadan çıkarmıştı. Koridordaki bekleme alanına geçmeden önce arkamızdan kapıyı kilitledi ve yanıma yetişti. Ellerimi başımdan çektim ve gözlerimin önüne getirdim. Avuç içlerime bulaşan kan izlerini gördüğümde suratımı buruşturmuştum. Liam konuşmaya başladığında sesi sanki uzaktan geliyordu.

"Neden böyle yaptı, bu çok garip bir tepkiydi."

Liam öfkeyle soludu ve yanıma gelerek başımı inceledi. Açık yaranın üzerini elindeki bezle temizlemeye başladı.

"Bilmiyorum. Anlamadım, sanırım gitmemi istemedi. Konuşmak istediğini düşünüyordum."

"Bana daha çok canına kast ediyor gibi geldi kusura bakma. Sanırım ilaçları kesmek onun zihnini karıştırdı."

"Belki de, ama bir tepki aldığımız için mutluyum da," dedim gülümsemeye çalışarak. Ancak başımın zonklamasıya inledim. Liam onaylamayan bir yüz ifadesi ile beni izlediğinde birkaç saniye sessiz kaldık. ELindeki gazlı bezi başımda tuttuğumda ellerini çekmişti.

"Bir sonraki hamlesi ne olacak bilmiyoruz. Tehlikede olmanızdan hoşlamadım. Eminim bunu Sullivan duyduğunda gidişat konusunda hoş şeyler düşünmeyecektir."

Liam'a döndüğümde ne düşündüğümü anlamış gibiydi. Kaşları havalandı.

"Ona söylemememi istiyorsunuz."

"Bir süre. Henüz gelişme kaydetmişken, geriye gitmemizi istemiyorum."

"Siz bilirsiniz, ama yalnız gelmenizden ziyade yanınıza bir hemşireyi ya da daha iyisi beni de çağırırsanız iyi olur. Tek olmanız tehlikeli olabilir."

Başımı salladım. Başka birinin varlığında ne tepki vereceğini bilmiyordum. Belki de sorun olmazdı ve konuşmaya devam edecekti, ya da tepki vermeye.

Liam ile beraber kattan ayrılırken ikimiz de sessizdik. Kısa süren bir sessizlik sonrası fısıltıyla konuşmuştum.

"O konuşacak, bunu hissediyorum."

Başını salladığında gülümsemeye çalışmıştı ancak bu durumdan hiç hoşnut olmadığını fark etmiştim. Konfor alanımızdan çıkmamaya o kadar alışmışız ki, farklı bir tepki gördüğümüzde nehrimiz dönebiliyordu. Halbuki profesyonel bir görüş olarak bugün verdiği tepki her ne kadar başımın zonklamasına sebep olsa da olumluydu ve bunu notlarıma ekleyerek, zamanı geldiğinde açıklayacaktım.

Liam ile ayrıldığımızda başımın ağrısı hala geçmemişti. Bugün için işlerimi bitirdiğimi düşünerek odama çıkmaya karar verdim.

Bitkindim, huzursuz ve yorgundum. Odama geçtiğimde kapıyı arkamdan sertçe kapattım ve yatağa uzanarak dakikalarca ağladım, hıçkırıklara boğuldum. Nedenini ben bile bilmiyordum. Tek yaptığım şey yatağımda ayaklarımı karnıma kadar çekmek ve kollarımı bacaklarımın etrafına dolayarak başımı dizlerime gömmekti. Bir süre saçlarım nemden ıslanana kadar böyle kaldım. Ve yatağıma uzandığımda yorgun bedenim daha fazla dayanamayarak uykuya teslim oldum.

96 numaralı odadaydım. Bu defa farklıydı, o sandalyedeydi ben ise onun yatağında.

"Bana adını söyleyecek misin?"

"Eğer yeteri kadar kalır ve gitmezsen zamanı geldiğinde ismimi söyleyeceğim," dedi.

Şimdiden aramızda bir bağ kurmamıza sevinmiştim. Elbette kabul edecektim. İşin ucunda hasta ile ilgili bilgileri öğrenmek vardı. Heyecandan bir an cevaplamayı unuttum ve hemen konuşmaya başladım.

"Ben varım." dedim.

"O zaman başlıyoruz. İnsan nedir Annabelle?"

"Canlı varlık."

"Bu kadar mı?" 

Kaşları havalandığında verdiğim cevaptan memnun olmamış gibi başını iki yana salladı.   Yerimde kıpırdandım ve bir süre bekledikten sonra cevapladım.

"Tanımı genişletmemi mi istiyorsun, pekâlâ. Aklı ve düşünme yeteneği olan; dille ve sözle anlaşan en gelişmiş canlı sayılan yaratık. Bu cevap yeterli mi?"

"Hayal gücünden yoksun, ezberlenmiş bilgilerle dolu bir cevap için teşekkürler. Bana kalırsa insanlar taze bir elmanın içine yerleşen kurtçuklardan farklı değil. Gelişim evresine daha ulaşamamış ve kör. Belki yemyeşil bir doğadan, belki de çürümüş bir bedenden çıkabilir. Zamanla unutulan her yerden çıkabilir. Küçük ve değersiz oldukları için bakmaya bile katlanılmaz. Ama tek iyi bir yanı var."

Bir an duraksadı.

"Bir insan, ölüm ile yaşama kendine göre karar verip bunu eyleme çevirebilir. Bu güzel değil mi? Ama ekseriyetle bunu her canlı yapabilir, basit bir hayvan bile. Düşmanının boynunu kırıp pençesini geçirdiğinde o da ölümle yaşama meydan okuyabilir. Peki, burada insana verilen öncelik ne? Hiçbir şey. Basit bir deri parçasından ibaretler sadece."

"Böyle düşünüyor olman düşüncelerinin hep aynı kalacağı anlamına gelmez"

"Soluğunu buradan hissedebiliyorum. Elim sadece birkaç santim uzaklıkta ve elimi kaldırıp nazik boynuna doladığımda o an korkudan hamle bile yapamadan ve kaçamadan ölmüş olacaksın. Seni bulduklarında çok geç olacak. Onlar seni bulana kadar yanımda birer et parçasından ibaret olacaksın ve ben de senin tanrın olacağım."

Genç adamın sözlerine karşılık verememiştim. Bu onu daha da sinirlendirebilirdi. Kendini üstün görmeye başlamaması gerekiyordu. Aynı şekilde ben de düşüncelerimi söylemeliydim.

O an aklıma Ed Gein geldi. Geçmişte yaşadığı ailevi sorunlar nedeniyle tüm o yaptığı sapkınlıkları düşündüm. Ed Gein nasıl bir katil, bir sadist, bir ölü sevici ise aynı zamanda bir hastaydı. Hem de küçüklükte çok acı çeken bir hastaydı. Ed Gein araştırdığım en sıradışı vakalardan biriydi ve eşsizdi.

Tarih onu bir seri katil ve mezar hırsızı olarak yazmıştı.

Birçok seri katili cesaretlendiren ve ona ithaf elden filmleri çekilip, hakkında kitaplar yazılan kötü ünü ile bilinen biriydi. Medyanın onu korkutucu bir canlı olarak göstermesinin aksine gerçek hikâyesini dinlemiştim. Ve her Ed Gein'i hatırladığında tüylerim ürperiyordu.

Karşımdaki hastayı da daha tam olarak tanımadan yargılamak istemedim. Zamanla onu da tanıyacak ve tüm hayatını onun ağzından dinleyecektim.

"Neden cevap vermiyorsun? Yoksa korkuttum mu? Bunun için bağışla beni. Benden herkes korkar, bunu söylemeyi unutmuştum," dedi keyifle genç adam. Ama yanılıyordu. Karşısında gayet soğukkanlı biri vardı.

"Şimdilik," dedi. Pes etmeye hiç niyeti yoktu. İkimiz de birbirimizi bir parça tanımanın verdiği rahatlıkla gülümserken dışarıdan gelen alarm sesi ile dikkatim dağıldı. Genç adam gözlerini tavana dikti ve kaşlarını merak ile kaldırdı.

"Tekrar geleceğim Ed."

"Bekliyorum Annabelle," dedi genç adam ve gülümsedi. Ancak ona seslendiğim isme karşı bir şey söylememişti. Belki de anlamamıştı. 

Odadan ayrılırken bir an geriye dönüp baktım ama çoktan arkasını kapıya dönüp yatmıştı. Tekrar yürüyüp kapıyı açarak derin bir nefes aldım. İlk güne göre gayet iyi bir konuşmaydı. Önlüğümün cebine gizlediğim ses kaydediciyi elime alarak kayıt tuşunu kapadım ve merdivenlerden çıktım.

Gelen sesin kaynağına doğru yürümeye başladım. Ancak sese yaklaştıkça her yer kararmaya başlamıştı ve birkaç adım sonra tamamen geceye hapsolmuştum. Sağıma ve soluma baktığımda nerede olduğumu anlamamıştım.

"Kimse var mı?"

Ancak karşılığında yalnızca bir sessizlik vardı ve belli belirsiz bir gülüş. Uyandığımda terden sırılsıklam olmuştum. Tüm gördüklerimin bir rüya olduğunu sindirmeye çalışırken, anlamını çözmeye çalıştım. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki, rüyamda dahi onu görüyordum. Dışarı çıkmalıydım ve kafamı dağıtmalıydım.

Yataktan kalktığım gibi, nemlenen kıyafetlerimi değiştirdim ve kısa bir duşun ardından odamdan çıkmıştım. Rüyamda duyduğum o ses yine başlamıştı. Alarmın tiz sesi kulaklarımı tırmalarken, kapımı kilitlemeden çıkmıştım. Aşağı indim hızlı adımlarla.

Kliniğin geniş salonuna adım attığımda kalabalık bir grup karşıladı beni. Bir kısmı öbek halinde tartışıyordu, bir kısmı ise merdivenlerin dibinde sigarasını yakmıştı. Bina içinde sigara yakmak yasak değil miydi? Onaylamayan bakışlarla kalabalığa iyice yaklaştığımda kalabalığın uğultusunu daha net duyabilmiştim.  

"Neler oluyor?"

"Korkunç bir şey."

"Sanırım kusacağım."

Seslerin arasında kaybolduğumda birine sormayı bekledim ancak kimse beni görmüyordu. Herkes aşağı kattan çıkan kişilere odaklanmıştı. Gelen birkaç kişi, kalabalık grubun ortasını açtı. Kim olduklarını bilmiyordum. Daha önce onları görmemiştim. İp gibi dizildiğimizde dört kişinin ellerinde tuttuğu bir sedye ve üzerinde siyah içi dolu bir poşete sarılı bir beden görüntüsü fark etmiştim.

Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında irkildim ve geriye sendeledim. Poşetin kenarından görünen bedenin kime ait olduğunu anlayamadım, dehşet içindeydim. Diğer herkes gibi. Korku dolu gözlerle etrafımı izlediğimde Başhekim Sullivan'ı gördüm ve yanındaki iki polis memurunu. Onu izlediğimi fark etmiş gibi göz göze geldiğimizde bir an sessizlik içinde bakıştık ve yüzünü polislere çevirdi. Alnında beliren ter damlacıklarını silerken, ellerinin titrediğini fark ettim.

Hava almaya ihtiyacım vardı. Dışarı kendimi nasıl atacağımı bilemedim. Bir kaç kişi dışarıda sigarasını yaktığında yanlarına ilerledim.

"Neler oluyor?"

"Bilmiyoruz. Ürpertici bir gece oluyor. Sigara?"

Elimle istemediğimi belirttiğimde bir şeyler öğrenme umuduyla etrafıma bakındım. Biri ölmüştü ve kimse tek kelime etmiyordu. Sanki olağan akışındaydı her şey ve ben buna yabancı olan tek kişiymişim gibi davranıyordum. Ellerimi birbirine bağlayarak beklediğimde Sullivan polislerle konuşarak yanımdan geçti ve polis aracının önünde bekledi. Sedye de ambulanstaki yerini almıştı.

Soğuk bir geceydi, derin bir soğuk. İnce penyemin arasından süzülen buz gibi rüzgar, bedenimi titrettiğinde, gözlerim buğulanmaya başladı. O an, gözlerimi uzaklara dikip boşluğa daldım. Bir an sonra, bahçenin öbür ucunda hissettiğim bir hareketlilikle irkildim; gölge, sessizce benimle birlikte dans etmiş gibiydi. Gözlerimi kısarak o uzak noktayı takip etmeye çalışsam da, anlık hareket kayboldu ve gece, ambulansın ve araçlarına binen polislerin uzaklaşmasıyla bir kez daha sessizliğe gömüldü. Sigara içenler odalarına çekildi, ışıklar birer birer söndü.

Gökyüzü, karanlıktı. Titreyen bedenimle ne kadar süre orada dikildiğimi bile bilmesem de, gece beni sarhoş etmişti.

Ve sonra, sessizlik içinde, yıldızlar arasında kaybolmuş gibi hissettim kendimi. Kaybolmuştum, yeniden.


✰✰

Ölüm kapıyı çaldı. Aksiyona hazır mıyız?
Sanırım Kliniği yeniden yazmayı özlemişim. Umarım bizleri unutmayan birileri hala vardır. Haftaya görüşmek üzere ^^

sosyal medya

instagram | perahille
spotify | perahill
goodreads | perahill

✰✰

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top