4. 96. ODA




Cornfield Chase- Dorian Marko



🕯️

96. ODA

Oda numarası: 96

İsim: -

Yaş: - (Kemik yaşı:33)

Dosyanın sayfalarıyla yavaşça ilerlerken, bilgilerin büyük bir kısmının tireyle doldurulduğunu fark ettim. Yaklaşık on yıl boyunca klinikte yatan gizemli hasta hakkında herhangi bir temel bilgiye sahip olmadan başlamıştım.. İlk sayfada yazanlar sadece hasta hakkında hiçbir şey bilmediğimizi teyit ediyordu. Ancak ikinci sayfada, merakımı uyandıran daha fazla bilgi vardı. Kan değerleri, hastanın vücudu üzerindeki gizemli izlerin fotoğrafları gibi somut verilere ulaştım. Bu izler, hastanın nasıl buraya geldiği hakkında daha fazla soru işareti uyandırdı. Sayfaların geri kısmında, birbiri ardına kalemle üzeri çizilmiş onlarca sayfa bulunuyordu. Dosyadaki gizlilik kararı nedeniyle öğrenemeyecek olmak canımı sıkmıştı. Gözlerim en son sayfaya kaydığında, Doktor Sullivan'ın el yazısıyla yazılmış birkaç nota denk geldim.

Doktor Sullivan'ın notları, hasta hakkında ilginç bir dizi davranış değişikliği açıklıyordu. Çoklu kişilik bozukluğu üzerine odaklanan doktor, hastanın daha önce saldırgan davranışlar sergilediğini, ardından ertesi gün bu olayları sanki hiç yaşanmamış gibi reddettiğini ve başka bir gün ise bir çocuk gibi ağladığını belirtiyordu. Sullivan, bu davranışların sadece bilgi vermekten öte, bir tür oyun olduğunu ima ediyordu. "Bir oyun," dediği bu ifade, kafamda birçok soru işareti bıraktı. Bu gizemli hastanın hikayesi sadece çözülmesi gereken bir tıbbi vaka olmanın ötesinde, daha karmaşık bir sırrı barındırıyordu. Gizemli hastanın dosyasını inceledikçe, bu vaka beni daha fazla içine çekmişti. Doktor Sullivan'ın notları, hastanın davranışlarının ötesinde yatan bir sırrı ima ediyordu. Çoklu kişilik bozukluğu teşhisi, bu hastanın zihnindeki karmaşıklığı ve içsel çatışmaları açıklamaya yetmiyordu gibi görünüyordu.

Hastanın geçmişi hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktu, ancak izler ve tıbbi bilgiler, onun hayatının çok farklı dönemlerinde nasıl zorluklar yaşadığını gösteriyordu. Saldırganlıktan çocuksu ağlamalara kadar değişen bu davranışlar, hastanın iç dünyasındaki derin çatışmaların yansıması olabilirdi. Bu noktada, merakım daha da büyüdü ve bu gizemli hastanın yaşam hikayesini çözme isteği beni sardı. Dosyanın içeriği, bir yapbozun parçaları gibiydi ve bu parçaları bir araya getirip anlamlandırmam gerekiyordu. Kim olduğu, ne tür oyun oynadığı ve bu oyunun perdesini aralamak için neler yapmam gerektiği konusunda daha fazla bilgiye ihtiyacım vardı.

Belki de bu gizemli hastanın hikayesi, sadece bir tıbbi vaka olarak değil, aynı zamanda insan doğasının karmaşıklığını anlamamıza yardımcı olacak bir derinlik barındırıyordu.

Gün, sakin ve huzurluydu. Gökyüzü, hafif bir kızıl ve mavi karışımı renkte parlıyordu, günün ilk anları sessizliğiyle dolu. Hava, gri bulutlarla kaplıydı ve bu nedenle odanın içine yeterince ışık girmiyordu. Loş bir oda içindeydim; odanın içine ağaçların gölgeleri düşüyor ve hafif rüzgarın getirdiği renkleri gözlemlemeye başlamıştım. İlk ışıklarla birlikte hızla hazırlandım. Odadan çıkmadan önce ses kaydedici cihazımı da yanıma aldım. Bugün, bu cihazla hastamla geçirdiğim tüm anları kaydetmeyi planlıyordum.

Her ne kadar gerginliğimi belli etmemeye çalışıyor olsam da içimde hafif bir gerilim vardı. Kahvaltı için yemekhaneye doğru ilerlediğimde, birkaç kişiye zoraki bir gülümsemeyle selam verip boş bir masaya oturdum. Kahvaltı servisi görevliler tarafından yapılıyordu. Hastaların yemekleri gibi, hafif ve az yağlı yemeklerle dolu basit bir kahvaltı tabağı sunuluyordu. Klinikte çalışanlar için, ağır olmayan ve enerjik kalmalarını sağlayacak bu tür bir kahvaltı, aynı zamanda formda kalmamızı da teşvik ediyordu.

Kahvaltı tabağı ve aldığım notlarla meşgulken, masanın karşısına geçen bir gölge belirince irkildim. Gelen, Liam'dı. Genç adam telaşlı ve gergin görünüyordu, neredeyse benim kadar.

"Günaydın, Doktor Annabelle. Sanırım birazdan hastanızı görmeye gideceksiniz," dedi.

"Evet, bana eşlik etmek ister misin?" diye sordum.

Liam gülümsedi ve "Sanırım buna mecbur kalacağım. Sullivan görev çizelgesini hazırlatmış. 96 numaraya kim düşüyor, tahmin edin," dedi.

Küçük bir kahkaha attığında, ben de ona katıldım. Liam'ın mizacı ve neşesi beni rahatlatmıştı, özellikle de bugünkü gergin anımda. Birlikte hastanın yanına gitmek için hazırlıklarımızı tamamladık ve koridorda ilerlemeye başladık. Aklıma gelen düşünce ile bir an duraksadığımda Liam'ın da dikkati bana kaymıştı.

"Liam, o hastadan pek hoşlanmadığının farkındayım. Onunla ilgili anlatmak istediğin herhangi bir konu varsa anlatabilirsin," dedim, yüz ifademdeki endişeyi gizlemeye çalışarak.

"Sanırım fazla belli ediyor olmalıyım. Evet, pek hoşlandığım söylenemez," diye yanıtladı Liam. "O...sanırım buna uygun bir kelime bulamayacağım, ama onun içinde iyi bir şey olmadığına dair kuvvetli bir his taşıyorum. Bunu anlatamıyorum, ama..."

Başımı hafifçe sallayarak devam ettim, "Sanırım anlıyorum. Bazen bazı insanların yanında kendimizi huzursuz hissederiz. Ve bu huzursuzluğun nedeni çoğu zaman belirsiz gibi görünür."

Liam ile hastanın psikolojik durumu hakkında daha fazla bilgi almak ve nasıl yardımcı olabileceğimi düşünürken, sessizce ilerlemeye devam ettik. "Onun enerjisi fazlasıyla negatif. Bedenimizin çevresinde yaklaşık bir metre kadar enerji alanımız olduğunu okumuştum. O adamın yaydığı o nahoş negatif enerjisi metrelerce uzuyordur. İnanın ki öyle," dedi Liam fısıldayarak.

"Çakralar. Bu konu hakkında fazla bilgim olduğunu söyleyemem Liam. Ama yaşadıklarımız, travma deneyimlerimiz, bizi şekillendirir. Hasta hakkında bir fikir edinmem pek kolay olmayacak ama sanırım bu konuştuklarımızı göz ardı edeceğim. Önyargılar, bize yalnızca zarar verir."

Liam elleriyle saçlarını karıştırdığında mahcup bir ifade takınmıştı.

"Haklısınız, sanırım bazı düşüncelerimi törpülemem gerekecek. Ona karşı önyargılıyım ve öfkeliyim. Burada olmasının nedeninin iyi olmadığının herkes farkında. Ama böyle gizli bir dosya ile özel bir muamele görmesi...Hayır, bence cinayetten daha da fazlası var Doktor Annabelle ve eğer öğrenirsek eminim ki bir süre kendimize gelemeyeceğiz." Liam düşünceli bir ifadeyle yürümeye devam ettiğinde ben de onu düşünüyordum. Haklı olabilirdi ama bu onu tamir etmemize engel miydi? Eğer burada ise hayır.

Dar koridorda yürümeye devam ettiğimizde Sullivan'ı bir hastanın odasından çıkarken görmüştük. Gözlüğünü beyaz önlüğüne siliyordu. Bizi görünce duraksadı. Gözleri ikimiz arasında gidip gelmişti.

"Liam, Doktor Annabelle. Sanırım o gün bugün. Heyecanlı mısınız?" dedi derin bir nefes alıp, sıkıntılı bir şekilde vererek. Tebessüm ettim. Heyecanlıydım, hem de fazlasıyla. Ancak onunla konuştuğumda gayet sakin görünmüş olmalıydım. Sullivan selam vererek yanımızdan ayrıldığında Liam ile göz göze gelmiştik.

"Sullivan da ondan hoşlanmıyor," dedi Liam kulağıma eğilerek ve beni izledi. Ancak ben onun gibi düşünmüyordum. Sullivan'ın notlarından anladığım kadarıyla epey uğraşmıştı ancak onu iyileştirmek bir yana, onu konuşturamamıştı bile. Belki de erkenden pes etmişti ama kişisel bir hırsı olduğunu asla düşünmüyordum.

Aşağı inmek için ahşap merdivenleri kullanmıştık. Merdivenlerin basamakları arasındaki tozlar, ince bir tabaka halinde korkulukların üzerinde birikmişti. Ahşap merdivenlerin her basamağında, yılların izleri gıcırtı sesleriyle belli oluyordu. Ancak bir şey dikkatimi çekti; bu merdiven, diğerleri gibi değildi. İlerlemiş bir aşınma ve yıpranma izleri taşıyordu.

Aşağıya doğru indikçe, duvar boyalarının alttan sızdığını gördüm. Renkler birbirine karışmış, özellikle gök mavisi tonları ön plana çıkmıştı. Bu beklenmedik detaylar, bu tesisin bakımının ihmal edildiğini düşündürdü. Önceden böyle bir durumla karşılaşmayı hiç beklememiştim, bu nedenle şaşkınlıkla çevremi inceledim.

Odanın önüne geldiğimizde Liam kapıyı açmak için elindeki kartı uzattı. Beyaz kartı elime aldım, kapıya dokundum.

96 numaralı oda.

Zemin katın altındaki katların en altında bulunan 96 numaralı odanın tam da önündeydik. Kapısı ahşap görünümlüydü, diğerleri gibi. Tek farkı, kapının kenarında kontrol çizelgesi bulunmuyordu ve koridor epey loştu ve rutubet kokusu geliyordu. Koridorun iki yanına döndüm bir an. Herhangi bir hareket ve ses duyulmuyordu.

"Koridorda yalnızca 96 numaralı oda açık, başka bir hasta bulunmuyor. Zaten koşullara bakılırsa, hem soğuk hem de rutubetli. Onun dışında kimseyi buraya getirmezler."

Konuşması üzerine kaşlarım çatıldı. Kapıyı araladım. Onu izole edebilmek için böyle şartların olduğu bir odada tutulması kabul edilebilir değildi. Bunu daha sonra halletmeyi şimdiden kafama koymuştum.

Hastayı gördüğüm o ilk anı düşündüm içeri girerken. Bahsedildiği kadar kötü müydü? Yoksa sadece zihni ona oyunlar mı oynuyordu? Sağlıklı bir yapıya sahip olmasa da onu tedavi edebilecek miydim? Yoksa boyumdan büyük işlere mi kalkışıyordum? Kendimi bir okyanusun ortasına atmışım gibi hissederken, çırpınacağım anı bekliyor gibiydim. Derim bir nefes aldım ve odaya adımımı attım.

Bomboş görünen, loş bir oda.

Dosdoğru ona baktım. Tam da karşımda, zeminde oturuyordu. Görünmez olduğunu düşünüyor olsa gerekti, hiç istifini bozmadı ve önüne bakmaya devam etti. Elleri önüne düşmüştü, bitkin görünüyordu.

Cam odada onu gördüğüm o ilk andan sonra, onu bu izbe yerde böyle umutsuz bir halde bulmayı beklemiyordum. İstemsizce onun geçmişte nasıl bir hayatı olduğunu düşünmeden edemedim, belki çok daha farklıydı, ancak bunu kimse bilmiyordu, bilmiyorduk. Henüz.

Gri, kirli ve bulanık bir suyu andıran solgun pürüzsüz teni; mat, donuk bakışları ve adeta iskeleti andıran güçsüz zayıf bedeniyle o bir ölüden farksızdı. Gür siyah saçları ve kirli bir saç yumağını andıran sakalı artık birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde karışmıştı. Onu tanımlamak gerekirse, yaşayan bir ölü denilebilirdi. Okyanus mavisi gözleri, simetrik oval yüzü ve kirli sakallıyla öylece karşımda oturuyordu. Mükemmel bir sessizlikteydi, nefes dahi almıyordu adeta. Bu sırada onu izledim baştan aşağı. Mükemmeliyetinden uzak, yıpranmış bir portre gibiydi.

Oldukça zayıftı ve pisti. Üzerindeki eski ve yıpranmış giysiler bedenini sarhoş bir rüzgar gibi sarmıştı. Görece uzamış tırnakları, yağlı saçları yüzüne düşmüştü. Simsiyah saçları, belki de uzun zaman boyunca bakım görmemişti. Yeterli beslenmediğinden olsa gerek saç telleri de matlaşmıştı. Gözleri, derin bir hüzünle parlıyordu. Okyanus mavisi renkleri, içinde bir yerlerde kaybolmuş umutları ve yaşanmışlıkları yansıtmıştı. Solmuş bedenine inat parıldıyorlardı. O an, sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal bir çöküntünün ortasında duruyormuş gibi görünüyordu. Ve ben, onun sessizliğinde gizli kalmış hikayeleri çözmeye çalışırken, o izbe odada geçmişin ve geleceğin kırılgan denge noktasını hissettim.

Gözüme bilekleri çarpmıştı. Bilekleri, yara iziyle kaplıydı, geçmişte dolgun belli olacak şekilde sararmıştı. Daha önce dosyada gördüğüm gibiydi. Vücudunun hafifçe titrediğini, verilen ilaçlara bağlamıştım. İlaçların yan etkisiyle bir put gibi duruyor, belki de düşünce gücünü bile kaybetmiş bir halde öylesine anlamsızca yaşıyordu.

Dosyada gördüklerimin de ötesindeydi, sağlığından endişe etmiştim, Daha çok eziyet görmüş gibiydi ve acınası bir hali vardı. Bakımsız olduğuna bu kadar yakından tanık olmak içimi acıtmıştı.

O an düşündüğüm tek şey, onun kayıp olduğuydu. Orada bir yerlerde bir ruhu saklıyordu, kaybolan ruhunun yakınlarda bir yerlerde olduğundan emin bir şekilde karşısına çekip oturduğum ahşap sandalyede onu izledim.. Gözlerim karşımdaki adamı incelerken arkamdan kapanan kapıyı işittim.

Onu gördüğüm ilk andan itibaren ona çekilmiştim. Onu iyileştirmek için tereddüt dahi etmemiştim. Elimdeki sınırsız bilgiye dayanarak dahi olsa onu bulacaktım, ne pahasına olursa olsun.

Gözlerine çevirdim gözlerimi ve önlüğümün cebindeki kayıt düğmesine bastım usulca. Beni görebilmesi için saçlarımı geriye savurdum ve kısa bir öksürdüm. Yüzüme en sakin gülüşlerimden birini geçirdim.

"Merhaba."

Sesim beklediğimden de kısık çıkmış olmalıydı ki bir tepki vermedi. Usulca onu bekledim. Liam'ın arkamda olduğuna emin olsam da o da sesini çıkarmamıştı. Bekliyordu. Yutkundum, bekledim. Bir tepki verene dek.

Oturduğum iskemleden gelen çııtrtı sesleri ile bir an irkildim. İslemlenin ayakları her an birbirinden ayrılacak şekilde eğri duruyordu. Odada bir yatak ve bir de açıkta pislenmiş içi kararmış tuvaleti bulunuyordu. Gün ışığının cılız vurduğu odasında sükûnet ile bir yandan da tırnaklarını avuç içlerine batırıyordu. Gergindi, en az benim kadar.

Sessizliğimiz birkaç dakika sürdü. Ancak günler geçmişti adeta. Bir an gerçekten burada olup olmadığımı bilmediğini düşünmek üzereydim.

Kapının ardından yankılanan ayak seslerini duyduğumda dikkatim dağıldı. Derin bir nefes aldım ve kalbimin atışının normale dönmesi için bir süre elim göğsümde bekledim. Yapamayacaksın, dedim kendi kendime. İçimdeki sesi susturmaya çalışsam da benimle alay eder sesi daha da yükseldi. Yapamayacaksın, henüz erken. Başaramayacaksın.  Başarmalıydım. Titreyen ellerine dikkat ettim. Heyecanlıydı, benimle bir ilgisi var mıydı, yoksa sadece ilaçların etkisinden miydi?

Gözleri yavaşça yukarı doğru kalktığında, etrafındaki atmosferi dolduran bir derin koyu mavi tonu ortaya çıktı. Gözlerindeki bu renk, masumiyetin ve saf duyguların bir yansıması gibiydi, adeta bir okyanusun gizemini taşıyarak beni içine çekti. Masum ve saf görüntüsü çıldırtacak şekilde göz alıcıydı. Yüzü düşmüştü, bana ne anlatmak istediğini anlamasam da o an memnun olmadığının farkındaydım. Yerinde kıpırdadı ve tüm vücudunun bana dönmesini sağladı. Dudaklarının hafif kımıldadığını fark ettiğimde tepki vermemeye çalıştım, henüz değil. Bekleyecektim, benimle iletişime geçeceğine emin olduğum an kartlarımı açacaktım.

Liam kendini belli edercesine kımıldadığında ona döndüm. Eliyle yatağın kenarını işaret edince gözlerimle onay verdim. Elindeki plastik kutuda yer alan ilaçları kağıt tabağın içine koydu ve bir bardak suyu da alarak yatağın dibindeki masaya yerleştirdi. İlaçlarını almaya gidip gidemeyeceğini bilmiyordum. Ona ben de götürmek isterdim ancak henüz ben onun için bir yabancıydım. Ani bir hareketime tepki verebilirdi, bunu göze alamazdım.

İlacını kendisinin alamayacağı da ortada olduğundan Liam'ın ona vermesini isteyecektim de ona döndüğümde bunu anlamış olacaktı ki ilacının bulunduğu kaseyi ve plastik bardağı da alarak hastanın yanına yaklaştı. Ancak güvenli bir mesafeden onu izliyordu, arada iki adım vardı. Liam ondan korkuyurdu, bunu beti benzinin atmasından ve titreyen ellerinden fark etmiştim. ANcak şu halde birinin ona ne gibi bir zararı olacağını anlayamıyordum. Liam ya temkinli biriydi ya da önceden burada bir şey yaşanmıştı. Bu düşünceyle yerimden kalktım ve odanın etrafında tur atarak herhangi bir saldırı belirtisi aradım. Çizilmiş bir duvar, zarar görmüş bir nesne yada başka herhangi bir şey. Ancak görebildiğim şeyler sadece yıpranmış eşyalardı, fazlası yoktu.

Arkamı döndüğümde hasta bardaktaki suyu içti ve ilacı ağzına attı. Yutkunduğunda ilacı gerçekten içip içmediğini bilmiyordum, ancak henüz bunu sorgulayamayacaktım. Karşısındaki sandalyeyi geriye itip onunla aynı mesafeye gelecek şekilde yere oturduğumda şaşırdığına yemin edebilirdim. Kaşları hafifçe havalandı ve kalp atışı değişti. Ancak Liam boğazını temizlediğinde bunu onaylamadığının farkındaydım. Ancak elbette bu onu ilgilendirmiyordu. Hasta ile birebir konuşma isteği ile yanıp tutuşurken Liam'ı bir bahane ile göndermeyi düşünmüştüm. Ancak kader benden önce davrandı ve Liam'ın elindeki telsizin ışığı yanıp söndüğünde göz göze geldik ve başımı salladığımda yavaşça odadan ayrıldı.

Arkasından kapıyı kapatarak koridorda fısıltıyla konuşmaya başladığında rahatlamıştım. Şu an yalnızca ikimizin olmasını istemiştim.

O ve ben.

Derin bir nefes aldım ve gözlerini görebilecek kadar başımı yana eğerek gülümsedim. Beni incelediğinin farkındaydım, ve farklı gelen kokumu almak için burnunu çektiğini. Bu yüzden ona cesaret vermek için konuşmaya devam ettim. Kişisel konulardan ziyade onunla iletişimde olcaım ortak bir konudan başlamalıydım. Ancak hayır, bunu yapamazdım. Bir yabancı gelip sizinle sohbet etmeye çalıştığında, öncelikle onu tanımak istersiniz, eğer kendini tanıtmadan konuşmaya başlarsa sohbeti yavan olur. Bu nedenle ilk kuralı çiğnedim ve anlatmaya başladım. İlk hatam, asla kendinden fazla bahsetme.

"İsmim Annabelle Clarke. Hastanenize henüz başladım. Psikiyatristim. Aslen Londra'lıyım. Sanırım. Hımm, bu biraz uzun bir konu. Kısaca anlatmam gerekirse, ailemin kim olduğunu ve nasıl biri olduklarını ve nasıl bir yerde dünyaya geldiğimi bilmiyorum. Nerede büyüdüğümü de bilmiyorum. Hafızamın bir kısmı karanlık, bilincimin yerinde olduğunu anladığım an, ilkokula gidiyorum. O andan sonrası birden fazla ailede büyüyen sıradan bir genç olarak devam ediyor. Ve buradayım. Hakkımda anlatılacak çok da bir şey yok, değil mi? Ancak herkesin anlatacağı bir hikayesi vardır. Konuşmaya devam ettikçe bunu da nasıl unutmuşum, bu gerçekten yaşandı mı diyebileceğim onlarca şey olabilir. Zihnimiz gerçekten çok muazzam ve sürprizlerle dolu...

Ah bir de, buraya gelirken nehrin yakınlarında yeni açılan bir kafe keşfettim..."

Anlatmaya devam ettikçe zamanın ne kadar çok geçtiğinin farkında bile değildim. Belki de saçmalamıştım, emin değildim. Ancak o konuşmak bir yana yerinden bile kımıldamamıştı. Ancak söylediğim onlarca cümleden sonra tepki verdiği iki kelimeyi keşfedebilmiştim. Aile ve hastane. İki birbirinden farklı kelimeyi duyduğunda onun da anlatmak istediği şeyler olduğunu biliyordum, ancak bunun sadece dinleyecekti. Konuşmaya karar verene kadar ona süre tanıyacaktım, amacım buydu.

Odadan ayrılmadan önce sandalyeyi eski yerine getirdim ve karşısında dikilerek konuştum.

"İlacın etkisini göstermesi birkaç dakikayı bulur. Ancak sersemleme ihtimaline karşı yatağında uzanırsan iyi olur. Sabah yeniden görüşeceğiz. Bu defa ilaçların büyük kısmı olmayacak. Yalnızca konuşacağız ve eğer hava müsait olursa, ki biliyordun bu mevsim daima yağışlıdır, bahçede gezintiye çıkabiliriz."

Ve tekrar kirpikleri titredi. Bahçe. Diğer kelime de buydu. Bahçeye bir süredir çıkmadığını düşünüyordum, bana güveninin sağlanması için ona bahçe teklifi yapmıştım ve bir tepki vereceğinden emindim. Ondan herhangi bir tepki gelmesini beklemeden arkamı dönüp gitmek üzereydim ki fısıltıyla gelen sesle gözlerim baltası gibi açıldı. Ona dönmek için geriye döndüğümde burnumun dibinde biten bedeniyle birlikte sendeledim ve çığlık atmaya hazırladım. Ne ara hareket etmişti ve karşıma dikilmişti?

O an, gerilmiş sinirleriyle yüzleştiğim bir gerçeklik oldu. Hala çekimser bir şekilde duruyordu, ancak bu sefer bakışları daha keskindi, belki de bir tehdit hissetmiş olmalıydı.

"Hemen gitme," dedi, sesi alçalmış bir fısıltı gibiydi.

Sesini ilk defa duymuştum. Kısık ve tok bir ses. Hoş bir tınısı vardı. Heyecandan ne söyleyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı kımıldattım ve derin bir nefes alıp verdim. Daha onunla konuşalı bir saat olmuştu ve sesini duyabilmiştim. Bu bir başarıydı, ilk gün için hiç de fena değildi. Gülümsemem genişlediğinde sözlerimi dikkatle seçerek cevapladım.

"Dinlenmen gerekiyor. Yeniden geleceğim."

Odada ne kadar çok kalmak istesem de şu an ayrılman gerekiyordu. Zorla da olsa elini ellerimden çektim ve yüzünü inceledim. Oldukça parlak cildini yakından fark edebilmiştim, ve her şeye rağmen atletik bedenini.

Odadan ayrıldığımda, arkamdan fısıltıyla konuşmuştum, ancak belli belirsizdi anlayamadım. Geri de dönmedim. Ancak adımı söylediğini düşünmüştüm, Annabelle.

Koridorlar loştu, yürürken bıraktığım adım sesleri haricinde terk edilmişlik hissi taşıyordu. Tüm bu doktorlar, çalışanlar, hizmetliler nereye kayboluyorlardı anlamıyordum. Yemekhanede birkaç kişiye denk gelmem ve toplantıya girmeleri haricinde selam verecek kimseyi göremiyordum. Sanırım burada yapayalnız olacaktım. Buna alışmam gerekecekti.

Odama uğramadan önce dinlenme odasına geçerek, ses kaydını birkaç kere dinleyip, ne yapacağımı düşünmek istedim. Dinlenme odasında iki hemşire bir köşede sohbet ediyordu. Ve geçen gün kavga eden iki hasta bugün neşeyle satranç oynamaya çalışıyorlardı. Daha çok dama oynar gibiydi, aralarındaki iletişimi görmek bile mutlu etmişti.

Pencere yanındaki bir koltuğa yerleştim ve kulaklıklarımı kulağıma takarak kaydı dinledim. Fazla konuşmuştum, hakkımda ne kadar çok konuştuğumu dinlediğimde bir an zamanı geriye almak istedim.

Ancak aklıma takılan ilk konu daima onun kim olduğu ve neden buraya glediğindeydi. ELimdeki dosyada onunla ilgili tüm kayıtlar karartılmıştı, ancak bu gizli dosyanın mutlaka bir yerlerde kaydı olmalıydı.

10 yıl önce buraya geldiğinden beri bu konuda kimsenin konuşmamış olması şaşırtıcıydı. Neden geldiğini bilmek zorundaydık. Eğer onunla ilgili ne yapacağımızı kestirebilmek için. Bunun için polis kayıtlarındaki tarihi araştırmalıydım.

Bunun için dijital arşive girmeliydim. Ancak geldiğimden beri herhangi bir bilgisayara erişimim olmamıştı. Sullivan ile görüşmem gerekiyordu, aklıma gelen düşünce ile Sullivan'ın odasının yolunu tuttum.

Salondan ayrılıp giriş katındaki genişçe kapının önüne geldiğimde Sullivan'ın odasını ilk defa göreceğim için heyecanlanmıştım.
Kapıyı birkaç kere tıklattığımda içeriden gelen tok ses ile kapıyı açtım.

İçeri girdiğimde yoğun ahşabın kullanıldığı kasvetli ceviz ahşap bir oda gördüm. Antika tabloların ve salonda gördüğüm fotoğrafların devamı boylu boyunca bir odayı kaplıyordu. Tabloların ortasında ise geniş bir ekranda bölünmüş olarak tesisin içindeki güvenlik kameralarının görüntüsü vardı. Her ba izleniyorduk, izleniyorlardı. Odaların hepsinde kamera olup olmadığını merak ettim.

Sullivan gözlüklerini taktığında şirin gülümsemesini takındı, oturmam için karşısındaki kadife kırmızı koltuğu işaret etti.

"Nasıl buldun?"

Kasvetli, sıkıcı. Ama sanırım odayı sormuyordu.

Dosdoğru içimdekileri aktardım. Sullivan'a karşı istemsizce açık olma isteğiyle yanıp tutuşuyordum.

"Endişeliyim. İlaçlar, uzun süredir veriliyor olmalı. Konuşması için çaba sarf etmeliyiz."

Başını salladı ve derin bir düşünceye dalarak gözlerini karşıdaki boş duvara yönlendirdi.
Ben ise karşımdaki fotoğraflara yeniden göz gezdirdim. 

Sabırsızdım, onunla daha fazla konuşmak istiyordum.

"Onun hakkında çok bilgimiz yok. Hassas olsun noktaları, nereden başlayacağımızı bilmiyoruz. Tedirginim. Yanlış bir cümle ile başlamak istemiyorum."

"Eh, bu da işin zor yanı olsa gerek. O yüzden o gün sizden başka kimse cesaret edemedi. Yeni bir vaka ile uğraşmak tüm çabalarını yarıda bırakmak anlamına geliyor, tabii siz yeni olduğunuz için henüz diğer hastalarla da görüşmemiştiniz."

"Eliza'yı görmüştüm. Sanırım siz ilgileniyorsunuz."

"Ah! Evet. Genç kadın, beni endişelendiriyor, aynı sizin 96'dan endişelenmeniz gibi."

"Ona 96 mı diyorsunuz? Gerçekten ismi belli değil mi?"

Cevap vermedi. Sustu. Belli ki biliyordu ancak söylememesinin bir nedeni olmalıydı.

"İsmi Jack da olsa, John da olsa fark etmez. Onun konuşacağını sanmıyorum."

Benimle konuştu. Ama bunu o an söylemedim. Sanırım bir daha konuşmamasından korkmuştum. Sessiz kaldım bir süre. Bana bildiklerini anlatmasını umuyordum ama belli ki böyle bir şey olmayacaktı.

Önündeki bilgisayarı fark ettiğimde aklıma gelen düşünce ile yerimde kımıldadım.

"Dijital arşive ulaşabilir miyim? Belki köşede kalan farklı bir bilgi kırıntısı bulabilirim."

Gözlerimi kıstı ve beni süzdü. Ona meydan okuduğumu ve bu bilgiyle yetinmeyeceğimi öğrenmiş olmalıydı, ancak tereddüt dahi olmadan yanıtladı.

"Dijital arşive timi personelimiz ulaşamıyor. Evrakları dosyada tutmayı severiz, dijital arşiv ise yalnızca tek bir yetkilinin erişimine açıktır. Yönetim kurulu kararı. Umarım anlıyorsunuzdur."

Hayır, anlayamıyorum.

"Elbette," dedim.

Söyleyecek başka bir sözüm kalmamıştı. Son olarak odadan çıkmadan önce telefonların neden çekmediğini sormak istemiştim. Ancak arkamı döndüğümde çoktan sandalyesini geriye doğru çevirdiğini fark ettim. Konuşma bitmişti. Sessizce odadan ayrıldım.

Hayal kırıklığı içindeydim. 96 ile, ki bir süre bu şekilde seslenecektim, onun hassas bir noktası olmadan nasıl konuşacağımı düşünüyordum. Buraya neden gelmişti ve neden bilgi verilmiyordu anlamıyordum. Birinin yardımına ihtiyacım vardı. Dinlenme odasına girmeden önce kapının önünde dikilirken Clark's rastladım. Yanında diğer arkadaşı yoktu.

"Merhaba Doktor Annabelle. İlk gününüz nasıl geçti?"

"Yorucu. Senin nasıl gidiyor? James'i göremedim ve Liam'ı da."

Omzunu silkti. "Yorucu ve sıkıcı bir gün daha. James nöbete geçti. Liam da tanrı bilir nerededir. Bir köşeye sinmiş sigara yakmıştır." Konuşmasını kestiğinde gözleriyle elimdeki telefonu gösterdi.

"Çekmez, boşa uğraşmayın. Buraya ilk geldiğimizde James'le tüm tesisi turladık. Bahçe kapısından çıkmadan asla çekmiyor, adeta izole edilmiş."

Hım. Telefona ulaşmak için birkaç kilometre yürümekten pek de bir şey olmazdı. Pencereden havanın durumunu inceledim. Gayet iyiydi, yağmur henüz yapmamıştı, hızlıca konuşup gelebilirdim.

"Teşekkür ederim Clark. Görüşürüz."

Clark'ı dinlemeden hızla yürümeye başladım. Tesisten ayrılıp bahçe kapısına doğru yürüdüm. Okuldan bir arkadaşıma ulaşacaktım. Ona bu konuyu araştırmasını söylediğimde belki hakkında bilgi bulabilirdi. Tek yapacağı şey vereceğim tarihi araştırmak ve yerel gazetelere bakmak olacaktı. Eminim ki birileri bu hastadan bahsetmişti. Gerekirse o haberi yazmayan kişiyi bile bulacaktım ama kim olduğunu öğrenmeden durmayacaktım.

Ve bahçe kapısına girdiğimde telefonum çalmaya başladı.

"Sonunda sana ulaştım, neredesin? Neden haber vermiyorsun?"

Okuldan en yakın arkadaşım, Diana. Zarif bir duruşa sahip, güleryüzlü bir psikiyatristti. Uzun, dalgalı saçları ve derin bakışları, sakin ve güven veren bir etki yaratırdı. Her zaman profesyonel ve samimi bir görünümü vardı. Okulda aynı evde kalmıştık ve sevgilisinin yanına taşınmadan önce de birlikteydik. Şimdi ise farklı bir şehirde küçük bir klinikte çalışıyordu. Buradan çok daha farklıydı. Şehrin göbeğindeydi. Sanırım aramızdaki en büyük fark da buydu. O hareketliliği severdi ben ise tam tersini, sakinlik içinde çalışmayı.

Derin bir nefes alarak donmuş parmakları arasında sıkıca tuttuğum cep telefonumu kontrol ettim. İki kilometre boyunca bu çaresizliği hissetmek için yürümek zorunda kaldım. Hava keskin bir buz gibi, içimi titretiyordu.

"Telefonlar pek çekmiyor. Çekebilmesi için iki kilometre yürümek zorunda kaldım. Hava buz gibi. Senden bir konuda yardım isteyeceğim," dedim, sesim rüzgarın şiddetiyle yarışırken. "Bana vereceğim tarihle ilgili yerel gazetelerden bilgi lazım. Açıklanamayan bir olay, cinayet veya benzeri bir konu arıyorum. Anlatabildim mi?"

Bir an sessizlik oldu, telefondaki ses bana karşı anlayış dolu bir bekleyişle doluydu.

"Orada ne oluyor?" diye sordu, içindeki merak kaçınılmazdı. "Gelmemi ister misin?"

"Sadece bir hastamla ilgili bilgi almaya çalışıyorum. Fazlasıyla zor bir vaka olacağa benziyor."

"Bunu elindeki dosyalarla yapamıyor musun?"

"Dosyada hiçbir şey yok. Bir isim bile."

"Bu garip, daha önce böyle bir vaka görmedim ama araştıracağım. Bana tarihi gönder. Mesaj bırakırım, beni mutlaka ara." dediğinde, telefonu kapatıp arkamı dönmüştüm. Liam ile burun buruna gelmiştik. Kalbim bir an yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Ne zamandır oradaydı ki? Beni duymuş olabilir miydi? Elindeki sigarasından çıkan duman, burnuma dolarken şaşkınlıkla onu izledim.

"Burada ne yapıyorsunuz, Doktor Annabelle?" dedi, sigarasından çıkan dumanı savurarak.

"Telefon sadece burada çekiyordu. Konuşmam gereken arkadaşlarım vardı." dedim, hafif bir savunma içinde.

"Anlıyorum, bir süre sonra onu da yapmak istemezsiniz," diye mırıldandı, gizemli bir ifadeyle.

Anlamadım. Neden öyle dedin?" diye sordum, kaşlarımı çatarak.

"Bilmem, bazen buradan dışarıdaki hayatımı tamamen unutuyorum. Sanki hep buradaydım gibi, buradan öncesi yok gibi, hatta sonrası da. Her neyse, hastayla konuşmanız iyi geçmiştir sanırım. Bir süre size katılamadım."

"Sence ona ne olmuş olabilir?"

"Hiç bilmiyorum. O sorudan ziyade, o ne yapmış olabilir diye bir soru beliriyor zihnimde, ve aklıma gelen düşünceler tüylerimi diken diken ettiğinden bir cevap bulamıyorum. Siz neden onunla bu kadar ilgilisiniz? Demek istediğim yıllardır onunla bu kadar konuşma isteği olan kimse olmamıştı şaşırıyorum."

"Bu benim işim, vakanın ne kadar zor olduğunun bir önemi yok Liam. Onun kayıp gitmesine göz yumamam. Yumamayız."

"Herkesi kurtaramayız ki? Biz tanrı değiliz."

"Evet, biz tanrı değiliz haklısın, bu durumda onu yargılamayı da biz yapamayız."

Gülümsedi.

"Yerinizde olsam burada daha kalmazdım. Mümkün olduğunca erkenden burayı terk edin. Yoksa siz de burada, geçmişinizi ve kim olduğunuzu benim gibi unutursunuz."

Evet Liam, benim de tek istediğim buydu, geçmişi ve kim olduğumu unutmak.


✰✰

Merhaba, bölümü umarım sevmişsinizdir. Annabelle acaba neden böyle bir şey söyledi? Bir tahmininiz var mı? Eski okuyucularım da bu ayrıntıyı bilemeyebilirler. Annabelle'i daha derinden işlemeye başladığımdan beri sanırım onunla ilgili söylemem gerekenler olduğunu anlamıştım. Artık onu daha iyi anlayacağız, umarım. ^^

sosyal medya

instagram | perahille
spotify | perahill
goodreads | perahill

✰✰

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top