6. BÖLÜM - EVSİZ

Ağlarken insanın nefesi, ciğerlerine mi batardı yoksa kalbine mi? Etrafınını dikenli teller sarmışcasına hemde... Kalbimin derinlerinde kalan, korktuğu için dizlerini kendine çekmiş, o küskün kız çocuğu şimdi daha da yalnızdı.

Dillerden dökülen, "Başınız sağ olsun." cümlesi miydi acıyı hafifleten? Ya da mecalsiz dillerin ıslatamadığı, kuruyan dudaklardan çıkan bir, "dostlar sağ olsun" cümlesine mi sığınırdı hayat?

Canhıraş atılan soğuk toprağın altında yatan bedenin babama ait olduğu gerçeğini kabul edemiyor, aksine yanı başımda hissediyordum onu.

Son kürek darbeleriyle düzeltilen soğuk yatak, küçük bir tepecik şeklindeydi. Adının bile sığamayacağı kadar dar bir tahtanın başucuna yerleştirilmesi toprağa değilde kalbime gömülüyordu sanki. Üzerinde üç yüz on dört sayısının bulunduğu kazık, çakıldığı mezardan bihaberdi. Toprak yığınının etrafına doluşan kalabalık, duaya başlayan hocanın sesiyle dikkat kesildi. Onlarca insanın fısıltılarla duaya eşlik etmeleri bittiğinde elleri yüzlerinde buluştu.

"Merhuma haklarınızı helal ediyor musunuz?"

"Helal olsun."

Üç kez tekrarlanan sorunun cevapları aynı olurken, umarsızca dağılan kalabalık hayatın ne olursa olsun kalan sağlar için devam ettiğini gösteriyordu. Donuk bakışlarım tek bir noktada kilitlenmiş, kulaklarım baş sağlığı dileyenleri duymuyordu. Kabullenmek istemediğim ölümün acı gerçeği, burnumun direğini sızlatırken, akmaya direnen gözyaşlarımla halâ inkarın kapısında bekliyordum.

Saatler öncesine kadar sıcacık ve endişeli bakışlarını üzerimde hissettiğim babamın, soğuk toprağın kucak açtığı kollarına itirazsız teslim olması zoruma gidiyordu. Dudaklarımı araladığımda kendime bile yabancı gelen hırıltılı sesimle "üç yüz on dört" sayısı zikir gibi dilimdeydi. Kim olduğunu bilmediğim insanların koluma girip çekiştirmeleri sonuç vermemiyordu. Ayaklarım değilde görünmeyen köklerim vardı sanki beni olduğum yere bağlayan.

Sesinin tınısına alışık olduğum biri, " Eylül? Artık gidelim." dediğinde bakışlarım hâlâ sabitti. Kimdi ya da ne diyordu umrumda bile değildi.

"Üç yüz on dört." diye fısıldağımda dökülen kelimeler yırtılırcasına çıkıyordu dudaklarımdan.

"Yapma böyle canım. Bırakma kendini." Aynı ses umarsızca ısrarına devam ediyordu.

"Üç yüz on dört."

Pes eden ağlayarak gidiyor, bir diğeri ikna etmek için geliyodu yanıma. Karın yağışı olduğundan daha yavaştı sanki.

"Eylül vedalaşman gerekiyor, kabullenmek için bunu yapmak zorundasın." Algılayamadığım ve anlamsızca kalbime batan acıyla tekrar fısıldadım.

"Üç yüz on dört."

Babamın ismini alan üç yüz on dört sayısından başka bir şey dökülmüyordu dudaklarımdan. Soğuk mermere yazacaklardı adını büyük siyah harflerle Yalçın Karan diye. Ölünce her şey soğuk ve renksiz olmaya mahkumdu demek ki. Kabullenmeye çalıştıkça vücuduma yayılan acı ateş nefesimi kesiyordu.

"Eylül kızım?" Titreyen sesin enkazdan farkı yoktu. Sabitlenen bakışlarıma rağmen görmesem de hissedebiliyordum. İnkar eder gibi tekrar tekrar fısıldadım rakamları.

"Üç yüz on dört"

Değişmeyen tepkim yanımızda kalan bir avuç insanı tedirgin ediyordu. Kendini dizlerinin üzerine hıçkırıklarla bırakan annem feryad ediyor, dondurucu soğuk, içimin yanan ateşini sakinleştirmek yerine, daha da harlıyordu.

Yağmaya başlayan kar, iri taneleriyle babamı sarmalayan toprağın üzerini beyaza boyuyordu. Halbuki babam sıcağı severdi. Güneşi... Denizi... Hava karardığında gökyüzünün açıklığında parlayan yıldızları severdi.

"Hiç sevmiyorum şu kış aylarını, insanın ruhu daralıyor." derdi. Sonra yüzünde o naif gülümsemesiyle, "Oysaki bahar ve yaz ayları öyle mi? İnsanın içi kıpırdıyor. Ben annene her yaz geldiğinde yeniden aşık oluyorum." derdi.

Bunun üzerine annem gözlerini süzer, babama naz yapardı. "Aşk olsun Yalçın mevsimlik mi seviyorsun beni?"

"Olur mu hiç öyle şey Sema? Sen benim her mevsim severek baktığım gökyüzümsün." dediğinde anneme sarılır sonra bana muzipçe göz kırpardı.

Şimdi ellerimi açıp usulca avcuma düşen kar tanelerini izliyordum. Ağır çekimde yeryüzüne iniyor düştüğü yerde eriyordu. Gerçek güzelliğini toprak zeminin benliğimde kaybediyordu.

"Babam kışı sevmez." Zihnimden geçen anıların, sessiz nidasıydı bu cümle. Zehir gibi kanıma karışan gerçek ilmek ilmek kalbime işleniyordu. Korktuğu için saklanan küskün kız çocuğu çığlık atsada kendini duyuramıyordu artık.

Annem dizlerinin üzerinde doğrulmaya çalışırken birileri ona yardım etmiş olacak ki ayağa kalkıp, karşıma geçti. Kollarıma dokunurken, titreyen ellerini hissettiğimde göz teması kurabilmiştim.

"Eylül, kızım..." Gözlerini sımsıkı yumduğunda akan gözyaşı dudağının kenarında durdu. "Baban..."

Ellerini sertçe kendimden uzaklaştırırken, gözlerimde öfkeden başka bir şey görünmüyordu. Üşüdüğünü sandığım babamın bedeninin tercih ettiği soğuk sonsuzluk her zerreme işkence ediyordu.

"Anne! Babam kışı sevmez! Bilmez misin? Havalar serinlediğinde parmak uçları da serinler. Ellerinle ördüğün hırkasını hemen üzerine giyer. Hem bahar ve yaz ayları böyle mi? Babam her yaz sana yeniden aşık olmaz mı anne?"

Hıçkırıklarının nefesini kestiği anda, kendini toparlayıp kolumu bu defa çekiştirerek tuttu. Kolumu tuttuğu yerden yayılan gerçeklik kalbimi sıkıştırırken, işaret parmağıyla toprak yığınını gösterdi.

"Buraya bak! Bak dedim sana! Baban burada yatıyor. Anladın mı? Bunu kabullenmek zorundasın!"

Kenarlardan yukarıya doğru şekil verilmiş küçük tepecik, git gide beyaza bürünüyordu. Kolumu annemin gerçeği anlatan elinden kurtarıp biriken karları hızla temizlemeye başladım.

"Babam kışı sevmez. Biliyorum! Elleri üşür."

Hunharca savurduğum karların çamurla imtihanı başladığında, üzerimden çıkardığım montumu, içine aldığı bedene alışamamış toprağın üzerine serdim. Belimden sırtıma doğru uzanan ürperti kalbimi kaskatı kesmişti. Soğuktan değildi. Evsiz kalışımın gerçeğiydi. Arkamda kalanların ağlamaklı sesleri, kulağımı rahatsız eden uğultudan ibaretti. Annemin gücüne güç katarak tekrar gelmesiyle, olduğum yerden beni ayağa kaldırması bir oldu.

"Sen beni hiç mi düşünmüyorsun? Kendine gel artık. Kabullenmek zorundasın! Babanı kaybettik Eylül!"

Cümlesini bitirdiğinde acıyla dudaklarını ısırdı. Akarken bir diğerine yol gösteren gözyaşlarını usulca sildiğinde gücü kalmamıştı. Boşluğa bakan gözlerim, hâlâ babamı arıyordu. Kabullenmemiş son cümleler döküldü dudaklarımdan.

"Babaa..." keskin çığlığım soğukla beraber yankıladı. "Nerdesin?" Annem önümde görünmez bir hâl almıştı âdeta. "Burası çok soğuk baba. Ellerin üşür senin. Isıtamazsın bilirim." Hayal kırıklığıyla söylenen cümlelerin ardından kısa bir sessizlik peyda oldu.

Takadi kalmayan annem o an, son gücünü yüzüme doğru savurduğu eliyle tamamen tükemişti. Yutkunmaya çalıştıkça boğazımdaki düğüm canımı acıtıyordu. İçimdeki sessiz çığlıklar kulaklarımı sağır edecek derecedeyken, atılan tokadın hissizliğiyle olduğum yere yığılırcasına oturdum. Çamura bulanan ellerim, yumuşak toprakla buluştuğunda çaresizliğin derin denizlerinde boğuluyordum.

"Beni evsiz bırakma baba... "

Başımı gömdüğüm yerden duyulan boğuk hıçkırıklarım, gözlerimden sicim gibi akan yaşlarıma yarenlik ediyordu. Avuçladığım toprağın altında, babamın cansız bedeninin varoluşu, zihnimi kamçılıyor, evim dediğim sıcacık göğsüne, şefkatli ellerine her hıçkırıkta beni yetim bırakıyordu.

...

Gözlerimi araladığımda, tavandaki ışıkların rahatsız eden parlaklığına elimi siper ettim. Kurumuş boğazımdan çıkan acılı iniltiyle kolumu rahatsız eden şeyi çekiştirdiğim an, yanıma koşan Eda, panikle ellerimi tuttu. Kolumdan süzülen kanlar yere bulanık desenler bırakıyordu. Çağrı düğmesine bastıktan sonra içeriye giren aceleci hemşire yerde görünen damlalara aldırmadan kolumdakini düzeltti.

Soru dolu gözlerle, "Neden buradayım?" diye sordum.

Gözlerini kaçırdığı gerçek, zihimin karanlık odalarını yokladı. Sessizdi. Cevap verecek kadar cesaretli görünmüyordu.

"Annem? Annem nerede?"

Panikle sorduğum sorunun cevabı Eda'dan değil açılan kapının ardından görünen soluk yüzden gelmişti. Endişeyle yanıma oturduğunda konuştu.

"Kızım... Sonbaharımın güneşi, iyi misin?"

Hüzünle kıvrılan dudaklarım, gelen ağlama isteğimle birlikte bertaraf oldu. Eğilip sarıldığımda annemin kokusu tanıdığım ama eksik hissettiğim derin bir sıcaklığı anımsattı.

"İyiyim."

Ne kadar iyi olunursa o kadar iyiydim. Kapıdan giren Kemal, elindeki su şişelerini sırayla dağıttığında göz teması kurmaktan kaçındı. Yanıma gelip saçımı şefkatle okşadı. Eda'ya doğru baktığımda yanağına süzülen gözyaşlarını gizlice siliyordu.

Kuruyan dudaklarım sanki yıllarca suya aç bırakılmış gibi bozmuştu orucunu. Yorgun bedenimin layık gördüğü cılız sesimle sordum.

"Ne zamandır buradayım?"

Aniden sorduğum soruyla Kemal, Eda'ya belli belirsiz işaret ettikten sonra birlikte odadan çıktılar. Annem sıkıntılı bakışlarını kaçırmaya çalışınca kötü şeylerin olduğunu anlamamak zor değildi.

"Beş gündür buradayız kızım."

Anlam vermeye çalışsam da sessizdim. Boğazındaki görünmez ateş topunu yok etme çabasıyla yutkundu.

"Sana ağır ilaçlar verdiler." Göz göze gelmemek için elinde sıkı sıkıya tuttuğu elimi şefkatle okşayıp devam etti.

"Seni hastaneye ilk getirdiğimizde kendinde değildin. Yaptıkları sakinleştiricinin ardından saatlerce uyudun. Gözlerini açtığında..." duraksadı. Cümlesine devam etmek için en uygun kelimeleri yaşadığı acı dolu sahnelerin arasından çekip almak istercesine gözlerini yumdu.

"Anne?" Tedirgin olduğum gözlerle bakarken aklıma babam geldi.

"Babam çok endişelenmiştir. O nerede? Evde mi?"

Yanağına süzülen ılık gözyaşları katettiği yolun sonunda birer birer ellerimizin üzerine düştü.

"Hem neden ilaç verildi bana?" dedikten sonra hüzünle kıvrılan dudaklarımın ardından, hafızamda kalan o ismi mahçupla sundum.

"Engin... Engin yüzünden değil mi?" Başımı önüme eğerken, zihnimin boş kalan tarafına oturtamadığım şeylerin ağırlığı vardı.

"Kendini çok yıprattın kızım. Günlerce odandan çıkmadın. Yemedin, içmedin. Sonra geçirdiğin sinir kriziyle..." bakışları sadece ikimizin olduğu boş odayı gösterdi. "Buraya geldik."

Derin bir nefes alıp ciğerlerime hissettirdiği acı tadıyla yüzümü buruşturdum. "En son odamda kitap..." Düşünceli suskunluğum, ararken bulmaya çalıştığım gerçeklerin belirsizliğiye, beni her defasında çelme takıp yere seriyordu.

"Düşünme şimdi bunları. Kendini yormaman lazım." Elimin üzerine tembih eden hareketlerle dokunduğunda, başımı salladım. Yatağımın kenarını şefkatiyle mesken tutan annem kalkmaya çalışırken, elinden tuttum. Söyleyeceklerimi beklerken, yorgun gözlerini gözlerimle buluşturdu.

"Son günlerde seni çok üzmüşüm belli ki. Kendimi toparlayacağım söz veriyorum."

İçinde hüzün barındıran gülümsemesiyle yanımdan kalkıp odadan çıktı. Ardından içeri giren Kemal ve Eda'yı görünce gülümsedim.

Yanıma gelince annemin sıcaklığını bıraktığı yere usulca oturdu. Benim aksime yüzünde neşesiz bir görüntü barındırıyordu. Ellerini tuttuğumda gözleri doldu.

"İyiyim ben. Gerçekten!" dediğimde nasıl göründüğümü bilmeden konuştum.

Muzipçe burnunu çekip zoraki gülümsedi. "Iyisin tabii. Şımarıklık zaten senin bu yaptığın. Buradan çıkınca elimden çekeceğin var."

"Tamam." dedim gülümserken.

Eda'nın sağ tarafından başımı eğdiğimde görüş açıma giren Kemal'e, "Neden uzak duruyorsun? Yanımıza gelsene." diye seslendim.

Ellerini cebinden çıkartıp yanıma geldiğinde, yine şefkatle saçımı okşadı.

"Korkuttun bizi."

"Özür dilerim. Hiçbir şeyi oturtamıyorum zihnimde. Sanırım verilen ilaçlar yüzünden. Buradan çıktığımda sizinle bolca vakit geçirip telafi edeceğim, söz!"

"Sen iyi ol da..." dedikten sonra saatine bakan Kemal müsaade istedi.

"Kızlar sizinle oturup burda dedikodu yapmayı çok isterdim ama halletmem gereken işlerim var. O yüzden ben kaçar."

Eda ile birbirimize bakıp kıkırdadığımızda yanaklarımızdan aldığı makastan sonra çapkınca gülümseyip kapıya yöneldi.

"Kemal'i geçirip hemen geliyorum canım."

Gözlerimi kapadığımda yanımda olmalarının mutluluğuyla gülümsedim. Tuvalet ihtiyacımın olduğunu hissettiğim an Eda'yı bekleyecek durumda değildim. Yataktan ayaklarımı aşağıya sarkıtıp bekledim. Olası bir baş dönmesine mahal vermemek için usulca ayağa kalktım. Kolumdaki serumu tutan demir askıyı sıkıca kavrayıp adımladım. Bacaklarım bedenimden bağımsızmış gibi hareket ederken acıyla dudaklarımı ısırdım.

"Günlerdir yatıyorsun Eylül Hanım, ne bekliyordun? Koşmayı mı?" diye kendi kendime söylenirken odanın içinde bulunan banyonun kapısını aralarım. Kolumdaki serumun çıkmamasına dikkat ederek işimi hallettim. Ellerimi günlerdir yıkamadığım belliydi. Tırnaklarımın arasına dolan topraklara şaşkınlıkla baktım. Defalarca yıkamama rağmen arınmamaya yemin etmişlerdi sanki. Islak ellerimi yüzümü kapatan saçlarıma götürüp geriye attığımda, aynadaki görüntüme inanamadım.

"Bu ben miyim?" Yine kendi kendime söylenirken, şaşkın bakışlarımın yerini korku dolu gözler almıştı. Aynaya yaklaşıp yüzümün bana ait olduğuna, kendimi inandıracak bir şeyler aradım. Gri gözlerimin altına kazınmış gibi duran mor halkalar, neredeyse elmacık kemiklerime doğru yayılmıştı. Sol kolumdaki serumu düşünerek sağ elimde yüzüme dokundum. Yanaklarım zayıflamış, yüzümdeki kemikler hatrı sayılır derecede ortaya çıkmıştı. Dudaklarımın moraran görüntüsü ruhu çekilmiş bedeninkilerden farksızdı. Boynum incecik kalan haliyle daha korkutucuydu.

"Sadece beş günde bu hale gelmiş olamam değil mi?" Aynaya yansıyan yabancı yüzün soruma verecek çok cevabı varken, solmuş suskunluğu zihnimin karanlık kuyusuna taşını fırlatmıştı. Açılan kapının gürültüsü, yerimde olmadığımı gören annemin çığlığıyla bütünleşti.

"Eylül?"

Yürümeyi unutan ayaklarıma inat dengesiz adımlarım banyodan çıkmama yardım etti.

"Buradayım anne."

Korkunun rengi annemin teninde nahoş duruyordu. Elini kalbine götürerek derin bir oh çekti.

"Yerinde göremeyince korktum kızım." dediğinde usulca koluma girip yatağa yönlendirdi.

"Seni bu hale getiren korkunun sebebi ne anne?"

Adımladığım her noktaya düşen gözleri, zaman kazanmak için benden kaçıyordu. Uyandığım ağır uykunun rehaveti üzerimden ayrılıp, kendime geldikçe, farklı gelen ne varsa dikkatimi çekiyordu. Annem de zayıflamıştı. Yüzü yaşının verdiği çizgileri umarsızca belirginleştirmiş, yaşını göstermeyen güzelliği, solmaya yüz tutmuş bir çiçeğin görüntüsünden farksızdı.

Biriken sorularım, cevapsız kalmaya mahkum edilmiş, üzeri itinayla kapatılırken yorgun bedenim uykuya teslim olmuştu.

Açılan kapıdan giren siluet üzerindeki siyah deri ceketle oldukça dikkat çekiçi görünüyordu. Dağılmış, gür siyah saçları eliyle buluştu. Yüzündeki sıcacık gülümsemesi kalbime ılık rüzgarları estirirken, ortaya çıkan gamzeleri o rüzgarı fırtınaya çeviriyordu. Yanıma geldiğinde eğilip saçlarımı öptü. Yüzünü yüzüme en yakın mesafede tutarken, gözlerimiz buluştu. Nefesini ciğerlerime soluduğumda çapkın bakışları ela gözlerinde davetkar duruyordu.

"Seni özledim." derken ellerini saçlarımda gezdirdi.

Dokunuşu ilaçların en tesirlisiydi. "Bende..." .

Aniden ayaklandı, arkasını döndüğünde sıktığı yumrukları sertçe avcuna geçirdi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken yattığım yerde doğrulmaya istedim ama yapamadım.

"Engin? Neden öfkelisin?"

Olduğu yerde döndüğünde görünen beden babamdan başkası değildi. Dirseklerimin üzerinde doğruldukça kalbime batan dikenli teller canımı yakıyordu.

"Baba?"

Usulca yanıma geldiğinde gözlerimden teker teker öptü. "Korkma! Geçecek. Sadece güçlü olmak zorundasın kızım."

"Geçeçek olan ne baba? Korkmamam gereken ne?"

"Zamanı geldiğinde annen sana anlatacak. Sakin olmaya çalış ve kendini sakın üzme."

Gözyaşlarım durmaksızın akarken zihnim gördüğüm ve duyduğum şeyleri idrak etmekte zorlanıyordu. Uzanıp alnıma bir öpücük bıraktığında gözlerimi kapadım. Tekrar açtığımda zifiri karanlıkla kucaklaştık. Sesim çıkmıyor, doğrulmaya çalıştığım yatak debelendikçe beni içine çekiyordu.

"Baba... Nerdesin? Korkuyorum."

Cevap yoktu. Hıçkırıklarımın önünü kesmek için ellerimi yüzüme kapadığımda yağmur yağdıktan sonra yayılan toprak konusu ciğerlerime doldu. Yüzümden uzaklaştırdığım ellerime baktığımda çamurdan başka bir şey gözükmüyordu.

"Üç yüz on dört." Fısıltıyla dilime dökülen rakamlar zihnimin karanlık odasına şimşek gibi düşüp her yeri aydınlatıyordu. "Hayır! Hayır, bu doğru değil." derken, çamura bulanan ellerimi üzerime sürüp temizlemeye çalıştıkça çoğalıyor, her yanıma yaydığı kokusuyla izlerini bırakıyordu.

Feryadımın son nidası döküldü dudaklarımdan.

"Babaaaa..."

Aralanan gözlerim etrafı seyre durdu. Tanımadığım yüzlerin arasından seçmeye çalıştığım annem, puslu görüntüsünün ardından çaresizce bakıyordu. Kalbim, acısını hissettiği şeyi haykırmak istediğinde, dudaklarımı araladım.

"Anne! Babam... Babam gitti."

...

Ay içim daraldı bu bölümü yazarken 😄

Drama boğuldunuz biliyorum 🤭

Sonraki bölüm de görüşmek üzere 🙋‍♀️

Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın🔥




Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top