Bölüm 8- "Rom"
Düş
Bölüm 8 – "Rom"
"Aman Tanrım! Bu çok güzel! Kesinlikle bu olmalı! Ben kararımı verdim evet bu olmalı! "
Adeta sıkışıp kaldığı korsenin içerisinde nefes alamayan Alice, Jane'in heyecan dolu bu tepkisi karşısında sadece yılgınca içini çekmişti. Bu denediği yedinci gelinlikti ve kuzeni her seferinde aynı coşku dolu tepkiyi veriyordu.
Ailenin tüm kadınları köşkün salonundaki koltukları çevrelemişler, Alice'i ise ortalarına almışlardı. Düğününe on gün kala tüm hazırlıklar hızla devam ederken gelinlik seçimine karar veriyorlardı. Tüm süreç boyunca ona hiçbir iş bırakmayan Robert, gelinlik seçimine dahi el atmış, şehrin en ünlü terzisi Marion Boulard'ı hizmetine sunmuştu. Kadın, yanında elinde hazır olan yedi gelinliği getirmişti. İçlerinden birini seçmesi halinde on gün içerisinde provalarla Alice'in vücuduna uygun hale getirmeyi planlıyordu.
"Jane gerçekten çok yardımcı oluyorsun."
"Ne yapabilirim? Hepsi birbirinden güzel, hangisini giysen onu beğeniyorum."
"O zaman patavatsızlığı ile ünlü birine akıl danışmamız daha mantıklı olur. Sen ne düşünüyorsun Evangeline ?"
Jane ile aynı koltuğu paylaşan Eva, kardeşinin sözleri ile onu baştan aşağı süzmüştü. Kahverengi gözleri kısılmış, muziplikle onu inceliyordu.
"Bayan Boulard gerçekten de işinin en iyisi olmalı, Jane haklı, hepsinde çok güzel gözüküyorsun. Ben aralarında en çok bunu beğendim."
Annesi ve halasına döndü. Jane ve Eva ne kadar heyecanlıysa, yaşları olgun bu iki kadın Alice'i gelinlikler içinde gördükleri için o kadar hüzünlülerdi. Her zaman sert ve soğuk bildiği annesi Catherine 'in onu izlerken adeta gözleri dolmuştu. Hiçbir şey söylemeden katıldığını belli edercesine başını sallamışken Anne hala ayağa kalkıp öne çıkmıştı. Omuzlarını kavrayan kadın yanaklarını öpüp sarılmıştı yeğenine.
"İstediğin birini seçebilirsin Alice, o kadar güzelsin ki hepsinin içinde peri kızı gibi gözüküyorsun."
Geri çekilip etrafına baktı Alice, hepsi hüzünlü gözlerle onu izliyordu. Hâlihazırda huzursuzken kendini söylenmekten alıkoyamamıştı.
" Kesin şunu, ölmüyorum sadece evleniyorum. Benden kurtulacağınızı sanıyorsanız gerçekten yanılıyorsunuz."
Eva alaycı bir şekilde kıkırdamıştı.
"Ona ne şüphe? Biz yüzbaşı için üzülüyoruz."
"Ve sen Eva bence kendin için üzül çünkü dünyanın en zengin adamı ile evlensem dahi gelip senin küpelerini çalacağım."
Alice'in sözleri hepsinin kahkaha atmasına sebep olmuştu. Gülüşürlerken bahçeye yaklaşan bir arabanın sesini işittiler. Babası Thomas ve Benjamin çoktan evden çıkmıştı. Gelenin kim olabileceğini düşünürken Jane oturduğu yerden sıçramıştı.
"Eyvah! Yüzbaşı kilise hazırlıkları için seni almaya gelecekti! Çabuk Alice, odana çık seni gelinlik ile görmemeli !"
Alice omuzlarını silkmişti, konu hakkında kuzeni kadar heyecanlı gözükmüyordu.
"Nesin sen? Kahuna falan mı? Bunlar saçma batıl inançlar."
"Jane haklı küçükhanım, odana çık. Nişanlının seni düğünden önce gelinlikle görmesi hoş değil."
Annesinin sözlerinden sonra homurdanarak kabarık gelinliğin eteğini kavramıştı Alice. İlerleyip hole çıkmışken, arkasından yere bir şeyin düştüğünü fark etti. Ne olduğunu anlamak için başını çevirdiğinde, Boulard'ın ona bol gelen gelinliği tutturmak için kullandığı mandallardan birinin attığı görmüştü. Bu kadarı telaşa kapılmasına yetmişken, sırtının açıldığı ve gelinliğin omuzlarından kaymaya başladığını hissediyordu.
Bu hisle kendini ileri atıp koşmaya başlamıştı. Ağır gelinlik onu yavaşlatsa dahi umursamıyordu. Lakin bir sorun vardı. Elbisenin gevşemesi ile etek kısmı aşağı yığılıyordu. Bununla birlikte, üst kata çıkan merdivenlere adeta kendini atmışken, ayakları gelinliğin dantel uçlarına dolaşmıştı. Kendini kurtarmaya çalışmışsa dahi dengesini kaybediyordu. Adımları birbirine girmiş, altı basamaktan aşağı yuvarlanacakken istemeden çığlık atmıştı. Arkasını dönük, savrulan gövdesini sert tahta zemine çarpmayı beklerken, kendini bir çift kolun arasında bulmuştu.
Vücudu kollarından aşağı sarkıyorken Doyle ile göz göze gelmişlerdi. Adamın ne ara arabadan inip köşke girdiğini bilmiyordu Alice. Fakat tıpkı onun gibi yüzbaşı da nefes nefeseydi. Alice'in kızıl saçları serbest kalmış, tıpkı vücudu gibi Doyle'un kollarının arasından neredeyse yere değiyordu.
İkisi de bir müddet hiçbir şey söylemeden böylece kalakalmışlardı. Salondan gelen ayak sesleri ile Robert'ın gözleri ondan uzağa dönmüştü. Belini kavrayıp yavaşça doğrulmasını sağladığında sırtının açıldığını hissetti Alice. Salon kapısında durmuş, şaşkınlıkla onları izleyen Jane ve Eva'yı umursamadan adama dönmüştü. Yanakları alev alev yanarken yapabileceği en mantıklı teklifi sundu.
"Bana ceketini verir misin Robert ?"
Robert'ın alnı şaşkınlıkla kırışmıştı. Bakışları Jane, Eva ve Alice arasında gidip geliyordu. Adamın ne olduğunu anlaması için vakti olmayan Alice elini ona doğru uzanıp isteğini yenilemişti. Çaresizce içini çeken yüzbaşı, üzerindeki ceketi çıkarmaya başlamıştı. Şaşkınlığı atlatan adam huysuz haline doğru yavaşça geçiyordu. Çıkardığı ceketini mırıldanarak nişanlısına uzatmıştı.
"Bir yerden sonra koşmayı bırakman gerek, biliyorsun değil mi? "
Herhangi bir cevap vermemeyi tercih etti Alice. Yüzbaşının kendisine büyük gelen ceketini giymiş ve adeta içinde kaybolmuştu. Elbisesinin eteklerini kavrayıp basamakları çıkarken arkasını döndüğü adama seslenmişti.
"Teşekkür ederim. Lütfen beni salonda bekle, hemen geliyorum."
Ve bununla birlikte, Robert'ı arkasında bırakıp hızlı adımlarla odasına çıkmıştı. Gelinlik denemeleri boyunca yardımcısı olan Nora onu odasında bekliyordu. Kapıdan ceketi ile birlikte girmesi ile o da şaşırmıştı.
"Alice iyi misin? Çığlık attığını işittim."
Alice, üzerindeki ceketi adeta fırlatıp yere atmıştı. Hâlihazırda açılmış olan sırtını hizmetçilerine döndüğüne daha fazla bir açıklamaya ihtiyacı olmadığını hissediyordu. Fakat kendini söylenmekten alıkoyamamıştı.
"Değilim Nora! Tanrım! Neden uygunsuz olan her şey bu adamın gözü önünde olmak zorunda ki !"
Sırtı açılmış gelinliği üzerinden sıyıran Nora kıkırdamıştı.
"Ona âşıksın, insan birine âşık olduğu zaman hep eli ayağına karışır."
"Ah haklısın tabi! Romeo ve Juliet olduğumuz bir an aklımdan çıkmıştı, hatırlattığın için teşekkürler !"
Nora, birlikte büyüdüğü kızın bu fevri hallerine alışıktı. Gülmemek için dudaklarını ısırarak üzerine değiştirmesine yardımcı olmuş, daha sonrasında dağılmış kızıl saçlarını ensesinde küçük bir topuz haline getirmişti. Üzerine ince, yeşil bir panço giyen Alice, hazır olduğunda Robert'ın ceketini eline alıp oldukça ağır adımlarla odasını terk ederek salona inmişti.
İçeri girdiğinde, nişanlısını pencerelerin önünde kalan tekli koltukların birinde otururken görmüştü. Göz göze geldiklerinde yanaklarının kızardığını hissetti. Sadece biraz önce adamın kucağına, neredeyse açılmak üzere olan gelinliği ile düşmüştü. Bunu kolay atlatabileceğini sanmıyordu. Aynı utancı, onu onaylamayan gözlerle süzen annesi ve halasının da paylaştığını fark etmişti.
"Ben hazırım Robert, istersen çıkabiliriz."
Hâlihazırda tuhaf bir suskunluğun gezdiği ortamda Robert hızlıca ayağa kalkıp salondakilerden izin istemişti. Vedalaşıp adama ait arabanın kabinine geçtiklerinde, aralarındaki sessizliğe rağmen gözlerinin üzerinde gezdiğini hissediyordu Alice. Ceketi hala kucağındaydı. Bakışlarını utanarak da olsa kaldırabildiğinde, ceketini ona doğru uzatmıştı.
"Teşekkür ederim, ceket için ve... Biliyorsun işte, beni tuttuğun için."
Robert uzattığı ceketi alıp üzerine giymişti. Dudaklarının kenarında, saklamaya çalıştığı ve Alice'in belki de ilk kez gördüğü muzip bir ifade vardı.
"Önemli değil, kollarımın arasına düştüğün sürece sorun yok."
O an yeterince utanan Alice, adamın bu sözleri ile adeta yanaklarının alev aldığını hissediyordu. Bakışlarını öteye kaçırmamak için kendi ile savaştı.
"Be-ben gelinlikleri deniyordum, senin görmenin u-uğursuzluk getireceğini söylediler. O yüzden odama çıkmak istedim ama sanırım fazla acele ettim."
"Ben böyle şeylere inanan biri değilim. İyi ki kaçmayı becerememişsin. Gelinliğin içinde çok güzel gözüküyordun."
Benim yüzümden diye düşündü Alice. Kalbi kırılmış, adeta paramparçayken adama onu sevmesine izin vermesi için adeta yalvarmıştı. Onunla bir gelecek istediğini söylemişti. O ana kadar Robert'ın hislerinden şüphe duyduğunu biliyordu. Belki de yüzbaşı sevilmediğini kabullenmiş, her şeyi arkasında bırakmaya hazırlanırken Alice adamın kalbine umut tohumlarını kendi elleri ile ekmişti. Her zaman hoyratlığından, mağruriyetinden şikâyet ettiğini Robert Doyle'un ona karşı değiştiğini fark edebiliyordu. Fakat bu onda hoşnutluk yerine huzursuz bir suçluluk duygusu uyandırmıştı.
Çünkü Alice, Robert Doyle'u sevmediğini iliklerine kadar hissediyordu.
Arabaları, yolculuklarının sonunda onları Uxbridge'deki bir kilisenin önüne getirmişti. Alice yol boyunca nereye gittiklerini sorgulamamıştı. Kilisenin nerede olacağını bilmiyordu fakat nişanlısının evine oldukça yakın olan, Uxbridge'deki bu küçük kiliseyi de beklediği söylenemezdi.
"Nikâh burada mı kıyılacak? "
İlerleyen Robert, arkasında kalmış kiliseyi süzen Alice'e dönmüştü. Kızın hoşnutsuzluğunu anlamış gibi duruyordu.
"Ne o? Sanırım Westminster Abbey'i bekliyordun."
"Hayır, ama Uxbridge'i de beklediğim söylenemez."
Alice'in tavrı yüzbaşını rahatsız etmişti.
"Evimiz Uxbridge'de Alice. Alışsan iyi edersin."
Robert evimiz dediğinde, kendini yutkunmak zorunda hissetmişti. Düğünlerine sadece on gün kalmıştı ve Alice hala kendini adamla aynı evde yaşayacağı, aynı yatağı paylaşacağı gerçeğine alıştıramıyordu.
Ağır adımlarla nişanlısının yanına geçti. Birlikte kiliseye ilerliyorken, Robert uzanıp elini kavramıştı. Bununla birlikte eğdiği başını kaldırsa dahi bir şey dememişti. Sessizce ve el ele nikâhlarının kıyılacağı ibadethaneye ilk adımlarını atmışlardı.
Kilisenin girişinde karşılaştıkları keşiş rahibe haber vermişti. Nikâhlarını da kıyacak olan, oldukça yaşlı adam onları kendine ait olan bölmede ağırlamıştı. Robert, on gün sonraki nikâhları için hiçbir aksaklık ya da sorun istemiyordu. Bunun karşılığında kiliseye yüklü bir bağış yapacağını da eklemişti. Alice, rahip belli etmemek için çabalasa dahi, bağış fikrinin nasıl hoşuna gittiğinin farkındaydı. Birçokları için, Yüzbaşı Doyle'un cazibesi tam da bu noktada başlıyordu.
Rahip ile konuştuktan sonra, adamı arkalarında bırakıp nikâhlarının kıyılacağı şapele geçmişlerdi. Taş sütun ve tahta sıralardan, kilisenin oldukça eski olduğunu çözebiliyordu. Çirkin ya da küçük diyemezdi. Sadece sıradan ve gösterişsizdi. Fakat kendi içinde karanlık ve asil bir havası vardı. Kendini biraz daha zorlasa, beğendiğini dahi söyleyebilirdi.
Robert ile ön sıralardan birine oturduklarında, adam tıpkı kiliseye girerken yaptığı gibi uzanıp elini kavramıştı ve kendine çekmişti. Bu kez adamın gözlerine bakmayı reddetti Alice. Önlerinde duran devasa Meryem Ana heykelini inceliyordu.
"Eskiden ailem Bristol Düklüğüne sahipti, bunu biliyor musun? "
Başını usulca salladı, fakat adamın gözlerine bakmamakta hala ısrar ediyordu.
"Büyük büyük büyükbabam Stephan Doyle ailemizin en son Bristol Düküydü. O öldükten sonra sarayın politik çıkarları uğruna düklük elimizden alındı. Bunun üzerine Doyle'lar Bristol'den taşınıp Londra'ya, Uxbridge'e yerleştiler. Riverwood'a bir mermer köşk kurdular ve Uxbridge'den başlayarak köklerini Londra'ya saldılar."
Robert, kendince neden Uxbridge'de ısrarcı olduğunu açıklıyordu, bunu anlamıştı Alice. Yine de bu tavrını bir tür takıntı olarak görüyordu.
"Ailene saygı duyuyorum. Fakat senin ki kadar soylu olmasa dahi benim aile köklerim de Wembly'e dayanıyor. Ama nikâhın Wembly'de olması gerektiğini dayatmıyorum. Buna benden çok senin dikkat etmen gerekli. Uxbridge neredeyse taşra sayılır, ötesinde tarlalar ve köyler var."
Robert bakışlarını üzerinden çekmişti. Söylediklerinin hoşuna gitmediği açıktı. Alice, biraz da olsa değiştiğini düşündüğü Robert'ın ona çıkışmamak için kendini tuttuğunu hissedebiliyordu.
"Beni anlamıyorsun. Şu an oturduğumuz kilisenin kurucusu Howard Doyle, Alice. Büyükbabam Howard Doyle. Burası benim ailemin kilisesi. Soy ismi Doyle olan her kim olursa olsun burada evlenir."
İçinden Doyle Abbey diye söylenmişti Alice. Robert'ın bu tavrını oldukça kibirli buluyordu, ailesi sadece kraliyet hanedanına akraba değil de, bizzat kraliyet hanedanıymış gibi bir tavıra büründüğünü düşünüyordu.
Fakat Robert'ın ısrarının altında yatan sebep, hissettiği bu soylu kibirden biraz farklıydı.
"Annem ve babam, onlar da yıllar önce burada evlenmişler. Biliyorsun, ikisi de ben çok küçükken öldü. Artık yüzlerini dahi hatırlamıyorum. Ama burada evlenirsek, demek istediğim nikâhımız burada kıyılırsa sanki bir şekilde bundan haberleri olacakmış gibi hissediyorum."
Adam, yüzünü tamamen ona dönmüş, tuttuğu elini daha sıkı kavramıştı. Alice, adeta dipsiz bir kuyuya benzettiği siyah gözlerinden daha fazla kaçabileceğini sanmıyordu.
"Belki sana saçma gelebilir, anlarım. Fakat yalan söylemeyeceğim, buna inanıyorum. Şu an, burada seninleyken mutluluğumu hissettiklerine inanıyorum."
Yutkunmak zorunda kaldı. Kendini hâlihazırda kötü hissediyorken Robert'ın bu sözleri adeta yüreğine dert olup çöreklenmişti.
" Mutlu musun gerçekten Robert? "
Robert avucundaki elini daha sıkı kavramıştı, kara bir girdaba benzettiği gözleri yüzünde dolaşıyordu.
"Evet, mutluyum. Ve hayatımın geri kalanını seni mutlu etmek için harcamaya hazırım."
"Sanki... Ya-yanlış anlama ama sanki se-senin içinde iki fa-farklı adam var. Biri ile mutlu olabilirim ama diğeri... Diğeri beni kemiklerimi titretecek kadar korkutuyor."
"Yapma Alice, sana zarar vereceğimi düşünüyor olamazsın."
"Kalbimi kırmandan korkuyorum Robert, beni korkutan cüssen değil sakınmadan söylediğin sözlerin, bunu biliyorsun."
Robert içini çekerek bakışlarını devirmişti. Söylediklerinin adamın hoşuna gitmediğini hissedebiliyordu. Fakat bu içinde tutabileceği bir gerçek değildi. Robert'ın içinde gerçekten de iki farklı adam olduğunu düşünüyordu. Birisi, tıpkı söylediği gibi ona âşıktı ve ömrünü onu mutlu etmek için harcayabilirdi. Lakin diğeri istediği herhangi bir anda ortaya çıkmak ve her şeyi yakıp yıkmak için adeta hazırda bekliyordu.
"Kimse bir günde değişmez. Eğer bir anda hayallerindeki adam olup çıkmamı bekliyorsan üzgünüm, bu imkânsız."
Robert bakışlarını usulca yerden kaldırmıştı. Alice, biraz önce ömrünü onu mutlu etmek için harcamak isteyen adamın yok olduğunu görebiliyordu. Doyle, tam da korktuğu adama bürünmüştü. Gözlerindeki o soğuk parıltı, sesindeki kinaye uzun zamandır aşina olduğu acı gerçeklerdi.
"Belki de bana hayallerindeki adamı anlatabilirsin. Hâlihazırda hayallerini süsleyen bir adam varsa eğer, bana bunu söyleyebilirsin."
"Bu-bu da nereden çıktı şi-şimdi? "
"Olduğum adamı beğenmediğin açık. Belki beğendiğin başka biri vardır, kim olduğunu, nasıl biri olduğunu söylersin ve bana yardımcı olursun."
Alice elini hızla adamın parmaklarından kurtardı, yanaklarının kızardığını hissediyordu. İçinde baskın gelen duyduğunun öfke mi yoksa utanç mı olduğuna karar verebilmiş değildi. Kabul etmek istemese dahi nişanlısının haklı olduğunu biliyordu. Robert hayallerindeki adam olmaktan oldukça uzaktı. Ve Alice'in uzun zamandır hayallerini süsleyen bir adam vardı.
Fakat bunu o an itiraf etmek niyetinde değildi.
"Teşekkür ederim, bugün gereğinden fazla kibardın. Uzun sürmeyeceğini biliyordum."
Elbisesinin eteğini toplayarak ayağa kalktı. Oturdukları sıradan çıkmak için hareketlendiğinde, Robert kolunu sertçe kavrayıp dikkatini üzerine çekmişti.
"Bunu bilmeye hakkım var. Kalbinde biri var mı yok mu bunu bilmek zorundayım."
Bir an bile tereddüt etmedi Alice. Nefes dahi almadan cevap verdi, yalanının kusursuz olmasını istiyordu.
"Ne kalbimde ne de hayalimde kimse yok. Fakat olsaydı bile bu kesinlikle sen olmazdın Robert Doyle, işte bundan emin olabilirsin."
Kolunu adamın elinden kurtarıp ilerlemişti. Arkasına dahi bakmadan şapelden çıkıp kilisenin bahçesine çıktı. Arabaları hala onları bekliyordu. İlerleyip arabacının yardımı ile kabine geçti. Öfke ile solurken ne kadar beklediğini bilmiyordu. Robert kapıyı aralayıp içeri geçtiğinde, mavi gözlerini kaldırıp kısa bir an adama bakmıştı.
"Arabacıya söyle lütfen, eve dönmek istiyorum."
"Hayır, Riverwood'a gidiyoruz."
Nişanlısı daha fazla bir şey söylemeden kapıyı hızlıca çekip yanına oturmuştu. Elini uzatmış, ona dokunacakken kendini geri çekip elini uzatarak adamı durdurmuştu Alice. Yan yana oturmaktansa kalkıp karşısına oturmayı yeğlemişti.
"Bana dokunmanı istemiyorum. Şu an seni görmek ya da seni duymak istemiyorum."
Robert gözlerini kapatıp içine derin bir nefes çekmişti. Mırıldanırken kendini nasıl da tuttuğu hissediliyordu.
"Deniyorum, gerçekten deniyorum. Ama beni sınadığının farkındasın, öyle değil mi? "
"Sınıyor muyum? On gün sonra evleneceğiz ve sen hala aklında birisi var mı diye soruyorsun."
Alice, sınırlarda gezdiğinin farkındaydı. Robert'ın nefesi hızlanmıştı, göğsünden bir yırtıcının hırıltısını andıran o ses yükseliyordu. Belli etmemek istese de korku damarlarında yayılmaya başlamıştı.
"Biraz önce ömrümü seni mutlu etmek için harcayabileceğimi söyledim. Söylediğin üzere ben kaba ve yol yordam bilmeyen bir adamım. Sevdiğim kadın değil, herhangi biri bana böyle bir şey söylese en kötü ihtimalle teşekkür ederdim. Ama sen hala benim ne kadar kötü bir adam olduğumdan dem vuruyorsun. Kalbi olan tek insan sen değilsin Alice. Bir hayale sahip olan tek insan sen değilsin."
Haksızsın Alice diye geçirdi içinden, bunu kalbinin ve zihninin derinliklerinde biliyordu. Robert katlanılmaz bir adam olabilirdi fakat ona âşıktı. Kalbi hala Benjamin'e aitken yüzbaşına ümit vermiş, onunla bir ömür geçirmek istediğini söylemişti. Nasıl bir kötülük yaptığını kabul etmekte zorlansa dahi biliyordu. Ve bu kötülük sadece Robert'a yapılmış değildi, kendi kalbine de ihanet ettiğinin farkındaydı.
Öfkesi usulca utanca dönüşmüştü. Ne diyeceğini bilemiyordu. Yerde olan bakışları korkarak Robert'ı bulmuştu. Adam kabindeki küçük camdan dışarıyı seyrediyordu. Parmaklarını birbirine kenetleyip derin bir nefes aldı. Zor olsa dahi yapması gerekeni biliyordu.
"Özür dilerim. Hata ettim, o şekilde konuşmamam gerekirdi."
Robert'ın dışarıda olan gözleri üzerine dönmüştü. Fakat herhangi bir şey söylemeye niyeti yoktu. Bu Alice'e daha çok konuşma cesareti vermişti.
"Bunu herkes bilir, ben biraz deliyimdir. Bazen sinirlenirim ve istemediğim şeyler söylerim. Kavga ettiğimiz zamanlarda Eva'ya cehenneme gitmesini söylediğim bile oldu. Hem de birden fazla kez. Ama kardeşimin cehenneme gitmesini asla istemem. Demek istediğim, cehennem yeterince kötü, Eva'ya ihtiyaçları yok."
Robert cevap vermemiş, yüzünde tek kas dahi kımıldamamıştı. Adamın karşısında kendini aptal gibi hissediyordu.
"Sanırım saçmalıyorum, sussam iyi olacak."
Doyle'dan tekrar herhangi bir cevap yoktu. Sağ tarafındaki boş yere avucu ile vurarak yanına gelmesini işaret etmişti. Herhangi bir itirazda bulunmadan ayağa kalkıp gösterdiği yere oturdu. Nişanlısının hep yaptığı gibi elini kavramasını beklemişti. Fakat adam, bacaklarını üst üste atıp camdan dışarıyı izlemeye devam etmişti.
"Akşam yemeğinde birlikteyiz."
"Peki."
Robert usulca başını sallamıştı. Alice aralarında oluşan sessizlikten memnun değildi. Fakat bozacak cesareti kendinde bulamıyordu. Yolculuklarının kalan kısmında ikisi de tek kelime etmemişlerdi. Arabaları Riverwood'u bulduğunda, Robert ondan önce inmiş, elini tutarak onun da inmesine yardım etmişti. Mermer köşke uzanan çakıl yola adımı attığında güneşin batmakta olduğunu fark etmişti. Duraksayıp arkasını dönerek kızıla boyanan gökyüzüne baktı. Riverwood 'un insanı mest eden yemyeşil bahçesi ile güneşin gerisinde bıraktığı kızıllık birleşmişti. Manzara adeta onu büyülüyordu.
"Cennet böyle bir yer olmalı, öyle değil mi ?"
İlerisindeki Robert herhangi bir cevap vermek yerine elini uzatmıştı. İçini çekip, kendini güçlükle manzaradan kopararak adamın elini kavradı. Çakıl yolda el ele ilerleyip köşkün merdivenlerini tırmandıklarında, Womack onları kapıda bekliyordu.
"Hanımefendi, beyefendi; hoş geldiniz."
"Akşam yemeği hazır mı Womack? "
"Elbette efendim, isteğiniz üzerine arka taraçada masanızı hazırladık. Arzu ederseniz derhal servise geçebilirim."
"Lüzumu yok, teşekkür ederim. Dorothy ile birlikte müştemilata geçebilirsiniz. Bundan sonrasını ben hallederim."
Womack nasıl isterseniz diyerek geri çekilmişti. Robert, üzerindeki pançoyu omuzlarından bizzat alıp uşağına uzatmıştı. Mermer köşkün geniş holü üst kata çıkan ihtişamlı merdivenler tarafından iki koridora bölünüyordu. Pançosunu Womack'e teslim ettikten sonra tekrar elini kavrayan nişanlısı onları bu iki koridordan sağ taraftakine doğru yönlendirmişti. İlk defa köşkte dolaşma fırsatı elde eden Alice gözlerini yüksek duvarlardan, koridoru süsleyen mermer heykellerden ve asılı olan değerli tablolardan alamıyordu. Yıllar boyunca Doyle ailesine ev sahipliği yapmış bina kesinlikle şatafatlı değildi ve altın varakları, kristal süsleri yoktu. Fakat neredeyse her bir köşesinde vakur bir zevkin izleri vardı. Mermer köşk gösterişli ve güzel değildi, bilakis dışarıdan bakıldığında soğuk ve oldukça iri duruyordu. Buna rağmen, kibirli bir çekiciliği olduğunu düşündü. Tüm bu özellikler, ona birini anımsatmıştı. Dudağının kenarında kıvrılan gülümsemeye engel olamamıştı.
O bu düşüncelere dalmışken, Robert koridorun sonunda kalan odanın kapısını onun için açmış ve ilk adımı atması için geri çekilmişti. Teşekkür ederim diye mırıldanan Alice, nişanlısını geçip içeri girdiğinde, gördüğü ilk şey odanın bir köşesinde duran piyano olmuştu. Kendini tutamamış, adeta parmak uçlarında sekerek piyanonun yanını bulmuştu. Yüzünde koca bir gülümseme ile kapağını açmış, tuşlarına dokunacakken, aklına Robert gelmişti. Bakışlarını kaldırıp, omzunu kapı kirişine yaslamış onu izleyen adama dönmüştü.
"Dokunabilir miyim? "
"Elbette."
Yüzbaşı öyle bir ses tonu ile elbette demişti ki, Alice tuşa basarak mı yoksa basmayarak mı kabalık edeceği konusunda kararsız kalmıştı. Dudağını ısırarak parmak uçlarını tuşların üzerinde gezdirdi. İçini çektikten sonra kapağı kapatıp nişanlısına dönmüştü.
"Piyano çaldığını bilmiyordum."
"Çalmıyorum. Piyano anneme aitti."
Alice'in ne söyleyeceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Olduğu yerde öylece kalakalmıştı. Onun bu halini fark eden Robert, ilerleyip yanını bulmuştu. Belli belirsiz omzuna dokunarak, iki tarafında da kitaplık olan balkon kapısına yöneltmişti. Çift kanatlı kapıyı ikisi için açıp köşkün arka kısmını saran taraçada onlar için bekleyen masaya ilerlemişti. Sandalyesini çekerken aynı zamanda daha az huysuz olan sesi ile mırıldanmıştı.
"Uzun zamandır kimse çalmıyor. Belki evlendiğimizde sen çalabilirsin."
Evlendiğimizde dediği an, Alice kendini yutkunmaktan alıkoyamadı. Bu gerçeği nasıl kabulleneceği konusunda hala çaresizdi. Sandalyesine yerleşirken çaresizce gülümsemek dışında bir cevabı olmamıştı.
Yerine geçen Robert, yanı başındaki tekerlekli sehpanın üzerinden şarap şişesine uzanmış ve kendi bardağına dökmüştü. Sıra ona geldiğinde ise hiç düşünmeden şişeye tıpasını geri takmıştı. Alice öksürerek boğazını temizlediğinde bakışlarını ona çevirmişti.
"Sana elma şurubu vermeyi düşünüyordum."
"Elma şurubu mu? En son içtiğimde sekiz yaşındaydım. Ben de şarap istiyorum."
Robert isteğine uymuş, kadehine uzanıp şarap dökmüştü. Daha sonrasında dilimlenmiş rostosunu ve patates püresini de bizzat servis etmişti. Aralarındaki sessizliğe, bahçenin içinden geçen nehirin gür sesi eşlik ediyordu. Alice bundan şikâyetçi değildi. Nişanlısı ile başlayan her bir konuşmasının bir şekilde tatsız sonuçlandığı biliyordu. O an, iyi pişmiş bir eti, lezzetli bir şarabı ve güzel bir manzarası vardı. Daha fazlasını talep etmek niyetinde değildi.
Düğün ve ev hakkındaki kısa konuşmalarının dışında oldukça sessiz geçen yemeklerinin sonunda, Dorothy'nin elinden çıkan limonlu keki yerlerken Alice ikinci kadehini bitirmek üzereydi. Artık tan kızıllığı yerine ayın gümüş ışığı ile aydınlanan bahçeyi izliyorken, Robert'ın sesini duymuştu.
"Alice, aklıma takılan bir şey var."
İşte başlıyoruz diye düşündü Alice. Somurtmamaya çalışarak bakışlarını nişanlısına çevirmişti.
"Seni dinliyorum."
"Grangé'da seni o kadar üzüp ağlatan şey neydi? "
Dişlerini sıkmamak ya da gözlerini kapatmamak için kendi ile savaştı. Gerçek asla dudaklarından dökülemezdi fakat yalan dilinin ucundan adeta bir yağ kadar kolay akmıştı.
"O akşam sen Dük Armitage ile görüşürken Dustin Clarence ile karşılaştım. Sanırım onunla tanışıyorsunuz."
Adamın ismi yüzbaşı üzerinde adeta bir hakaret etkisi yaramıştı. Yüzü kasılmıştı, gözleri o öfkeli parıltıya bürünüyordu.
"O alçak herif sana yaklaşma cesaretini mi gösterdi? "
"Daha ileriye gittiği bile söylenebilir. Beni üstü kapalı bir şekilde tehdit etti. Seninle işi bittiğinde nişan yüzüğünü taşımak istemeyebilirmişim. Benimle öyle kaba konuştu ki sinirlerim bozuldu. Seni aradım, bulamayınca kendimi daha kötü hissettim, bir anlık sinir buhranıydı."
Robert elindeki şarap kadehini adeta tüm gücü ile sıkıyordu. Gür sesi öfkeli ile titremişti.
"Bunu bana orada söylemeliydin Alice. Onu önüne serip yüzü tanınmayacak hale gelene kadar, ellerim yumruk atmaktan uyuşuna kadar benzetebilirdim. O piç kurusunun hak ettiği şey tam olarak bu. Hatta daha fazlası."
"Sakin olmak zorundasın. Bu adamı tanımıyorum Robert fakat yaptığı şeyin neye hizmet ettiği oldukça belli; seni kışkırtmak. Kendini kaybedersen ona istediğini vermiş olursun."
Adamın dudaklarının arasından huysuz bir homurtu yükselmişti. Kadehindeki şarabı neredeyse bir dikişte bitirmiş, yenisini doldurmuştu. İçkisinden bir iki yudum daha aldıktan sonra adeta tiksiniyor gibi kendinden uzaklaştırıp masaya bırakmış, sonrasında ise gürültülü bir şekilde yerinden kalkmıştı.
"Benimle gel, nehirin kenarına gidelim."
Alice, kabul etmekten başka şansı olmadığını görüyordu. Robert tekerli sehpanın üzerinden kısa ve tombul bir içki şişesi ile boş bir bardak almış, sonrasında ise elini kavrayıp onunla birlikte taraçanın merdivenlerini inmişti. Bahçenin içinde sola doğru ilerleyip koruya girdiklerinde, yükselen su sesinden nehire yaklaştıklarını çıkarmıştı. Gözlerini kısıp baktığında, ileride duran iki meşaleyi görebilmişti. Bir ağacın gövdesine sabitlenmiş, öylece duruyorlardı. Yaklaştıklarında, bu meşalelerin nehirin kıyısında olduğunu, yumuşak toprağın üzerindeki demir süslemeli bankı ve çevresini aydınlatmak için konulduğunu seçebilmişti.
Banka oturduklarında, bir müddet konuşmamayı tercih etti Alice. Yüzbaşının nehirin sesinden hoşlandığını biliyordu. Adama doğayı dinlemesi için fırsat tanımıştı. Fakat elindeki şişenin tıpasını açıp bardağına döktüğünde, içkinin keskin kokusu merakını cezbetmişti. Kendini sormaktan alıkoyamadı.
"Bu şeyin adı ne? Çok keskin kokuyor. "
"Rom."
"Rom mu? Daha önce hiç denemedim."
"Şarap gibi çocuk oyuncağı değil, gerçek bir içki. Herkesin içtiğini göremezsin."
Robert, çocuk oyuncağı olmadığını iddia ettiği içkisini bir dikişte bitirmişti. Boğazından geçtiği an adeta canı yanıyormuş gibi kısa bir an gözlerini kısmıştı. Bakışlarını araladığında, Alice'in meraklı gözleri üzerindeydi.
"Belki denememe izin verirsin. Sadece biraz, tadına bakmak için."
"Bekle o halde. Senin için bardak getirmedim."
Doyle hareketlenmiş kalkacakken Alice kolunu kavramıştı. Hâlihazırda içmiş olduğu şarap ona cesaret vermişti. Uzanıp adamın elindeki bardağı almış, üzerinde gezen bakışlarına aldırmadan içkisinden içmişti. Tıpkı şarap gibi mayhoştu fakat boğazı yakan sert bir tadı vardı.
"Bardağını paylaşmamda sakınca yok, öyle değil mi ?"
Robert herhangi bir şey söylememiş, sadece başını iki yana doğru sallamıştı. Nişanlısı bardağını tekrar ona verdiğinde, avucunda çevirip dudaklarının bıraktığı ıslak izi takip etmişti fakat Alice bunun farkına varmamıştı.
"Tadı biraz acı ama yine de sevdim. Bence birlikte içebiliriz."
"Alice bu şeyin şaraba benzemediğini anlamadın sanırım."
"Anladım ama sen benim iki damla içki ile sarhoş olacak bir çocuk olmadığımı anlamamakta ısrar ediyorsun."
"Peki, nasıl istiyorsan öyle olsun. Umarım sen haklı çıkarsın."
Alice görürsün diye mırıldanmıştı. Birlikte, koyu renkli acı içkilerini içmeye devam etmişlerdi. En başta ikisinde de herhangi bir değişiklik yoktu. Bahçe, nehir ve alakasız birçok şey hakkında konuşuyorlardı. Fakat bardakları boşalıp doldukça Alice daha fazla kıkırdayıp gülmeye başlamıştı. İkisinin üzerinden de kesif bir içki kokusu yükseliyordu. Bunu ilk fark eden Alice olmuştu. Yaklaşıp Doyle'a sokulmuş, adamın boynunu koklamıştı.
"Şuraya bakın, tam bir ayyaş gibi kokuyorsun. Hâlbuki hep çok güzel kokardın."
Sarhoşluğun kıyılarında dolaşan Alice'in aksine, hafif çakırkeyif olan Robert kızın sözleri ile belli belirsiz gülümsemişti. Boşta olan elini uzatıp yanağını kavramış, bakışlarını kendine çekmişti.
"Korkarım ki ben haklı çıktım."
"Ne? Neden? Bana sarhoş mu diyorsun? Bunu da nereden çıkardın şimdi? "
"Az önce benim hakkımda ilk kez güzel bir şey söyledin. Kesinlikle sarhoş olmalısın."
Alice gürültülü bir kahkaha atmıştı. Robert'ın elini kendinden uzaklaştırdı fakat adamla arasındaki mesafeyi açmış değildi. Şarap ve rom kokan nefesi nişanlısının yüzüne vuruyordu.
"Peki, senin bana iltifat etmen için ne gerekli? Sanırım rom fıçısının içine düşmen ancak yeterli olur."
"Belki de o fıçının içine düşmüş ve kendimden geçmişimdir, dilim bağlanmıştır."
"Senin dilin mi? Hiç sanmam, istediğin zaman oldukça iyi kullanıyorsun. Tıpkı şu an olduğu gibi."
Robert'ın yüzüne alaycı bir gülümseme yayılmıştı. Yanağını kavradığı eli inip boynunu bulmuştu, başparmağı ile gerdanını okşuyordu. Hâlihazırda aralarındaki mesafe oldukça az iken yüzlerini birbirilerine daha yakın hale getirmişti. Bu tehlikeli diye düşündü Alice fakat umursamamıştı, Robert konuşurken adeta dudaklarını dudaklarının üzerinde hissediyordu.
"Sen gördüğüm en güzel şeysin. Bu rom nedir ki? Aklımı sen başımdan alıyorsun."
Birbirine değen dudaklarının arasından içki kokan nefeslerini soluyorlardı. Alice, bulanık zihninin derinliklerinde geri çekilmeyi düşündü. Fakat bunu başaramamıştı. Doyle'un siyah bir elması andıran gözleri onu adeta esir etmişti. Tenini okşayan parmakları sanki derisinin altına sihirli bir ateş bırakıyordu. Vücudunu aşina olmadığı bir ürperti sarmalamıştı.
"Bu kadar yakın olmamamız gerek."
"Neden? "
"Bi-bilmiyorum."
Alice içini çekerek dudağını ısırmıştı. Neden olduğunu bilmiyordu fakat gözlerinin önünde, adamın dudaklarını hissettiği başka bir anı canlanmıştı. Sözcükleri, bulanıklaşan zihnine aldırmadan birden ağzından dökülüvermişti.
"Beni ilk sen öptün, burada, bu bahçede. Başka birisi olmadı."
Robert'ın yüzüne alışık olmadığı sırıtkan bir ifade hâkim olmuştu. Elindeki rom bardağını bırakıp yüzünü avuçlarının içine almıştı.
"O şey bir öpücük değil refleksti. Şu an seninle konuşuyorken bile dudaklarını daha fazla öpüyorum."
"Robert."
Adamın ismi nefesiyle birlikte dudaklarından çıkmıştı. Bu kısa bir süre için aralarında geçen son söz olmuştu. Robert birbirine değen dudaklarını birleştirdiğinde ne yapacağını bilememişti. Karşı koymayı, uzaklaşmayı düşündü fakat dudakları adeta bu anı bekliyormuşçasına adamın dudakları için aralanmıştı. Serbest olan elleri Robert'ın göğsüne yükselmişti, gözleri ise adeta kendinde değilmişçesine kapanmıştı.
Daha önce kimse ile öpüşmemişti fakat acemi dudakları adamın ritmine ayak uydurmayı başarmıştı. Göğsündeki ellerinden birisi neredeyse farkında olmadan omzuna yükselmişti. Zihni adeta geri çekilmesi için alarm verse de o an buna gücü yoktu. Robert'ın elleri, yüzüne değen sakalları, hala kuru ve pütürlü olmasına rağmen onu kendine çeken dudakları dev bir girdaba dönüşmüştü ve onu içine çekiyordu. Bu kadarına dahi karşı koyamazken, dudaklarının arasından geçip ağzına süzülen dili diline değdiği an göğsünden derin bir inleme yükselmişti. Midesinde bir şeylerin hareketlendiğini hissediyordu. Vücudu uyarılmıştı, tüylerini ayağa kaldıran bir ürperti teninde dolaşıyordu. Kendini güçlükle Robert'tan uzağa çekmişti, kavradığı omzundan destek alıyordu.
"Ro-ro-robert du-dur lütfen."
Tıpkı onun gibi nefes nefese olan Yüzbaşı Doyle dudaklarından dökülen çaresiz isteğini kısmen yerine getirmişti. Ellerini yüzünden çeken adamın parmakları saçlarını okşayarak omuzlarını takip etmiş, belini kavramıştı. Gözleri hala dudaklarının üzerinde geziyordu.
"İşte bu hatırlamaya değer bir şeydi."
Alice, adamın sözleri ile kıkırdasa dahi gözlerini kapatmaktan kendini alamamıştı.
"Tanrım, çok utanıyorum. Bu kadar yakın olmamamız gerek demiştim sana."
Gözlerini kapatmış, çığırından çıkmış nefesini düzenleme çalışıyorken Robert'ın dudaklarını tekrar dudaklarının üzerinde hissetmişti. Fakat bu oldukça kısa sürmüştü, adam dudaklarına küçük bir öpücük bırakıp geri çekilmişti. Alice, bununla birlikte gözlerini aralamıştı.
"Korkarım artık hep bu kadar yakınında olacağım, alışsan iyi edersin."
"Ya istemezsem? Bana bu kadar yakın olmanı, dokunmanı istemezsem ne yapacaksın? Seni sevmiyorum, henüz değil. Senin beni sevdiğin şekilde değil, bunu biliyorsun."
Soluğunu dışarı veren Robert'ın dudaklarındaki gülümseme buruklaşmıştı. Alice, bunu sarhoş olmasına rağmen seçebiliyordu. Belini kavrayan ellerinden biri yükselip yüzüne bulmuş, topuzundan serbest kalan birkaç teli kulağının arkasına yerleştirmişti.
"İçimde bir his var. Belki de yanılıyorumdur, bilmiyorum. Sanki beni sevmek için değil de, sevmemek için kendinle savaşıyormuşsun gibi hissediyorum. "
Alice Robert'ın sözleri ile homurdanmıştı. İçinde, zihninin ve kalbinin derinliklerinde adamın haklılık payı olduğunu biliyordu. Fakat bunu kabul etmek niyetinde değildi.
"Böyle bir şeyi nereden bilebilirsin ki? "
"Bugün sana dokunmamam için beni azarladın, hatırlıyor musun? Şimdi sarhoşsun ve kollarımın arasındasın. İnsan sarhoş olduğunda istemediği şeyleri değil, içinde bastırdığı dürtülerini takip eder. Eğer gerçekten beni söylediğin kadar sevmiyor olsaydın şu an sıklıkla yaptığın gibi bağıra çağıra beni ne kadar sevmediğini anlatırdın."
Dudağını ısırdı ve gözlerini devirdi. Konuşmalarına adamın gözlerine bakarak devam edebileceğini sanmıyordu.
"Belki de sarhoş değilimdir."
Robert içini çekmişti, Alice yüzünü görmese dahi nişanlısının hayal kırıklığını hissedebiliyordu.
"Sarhoşsun Alice. Sarhoş olmamanı her şeyden çok isterdim ama sarhoşsun."
Aralarında daha fazla konuşma olmamıştı. Robert vaktin geç olduğunu söylemiş, onları köşkün çakıl yoluna götürmüştü. Bir at arabası gitmeye hazır bir şekilde onları bekliyordu. Womack 'in antredeki vestiyere bıraktığı pançosunu bizzat alıp getiren Robert omuzlarını örterek önündeki düğmeyi iliklemişti. Ona eşlik adam, kapısını açtığı araba kabinine kendisi ile birlikte bindiğinde şaşırmıştı Alice.
"Ne yapıyorsun? Sen de mi geleceksin ?"
"Evet."
"Ah hayır, peşimi bırak artık. Bana kötü şeyler yaptırıyorsun."
Sözleri Robert'ı güldürmüştü. Hareket etmesi için tahtaya vurup arabacılarına işaret vermiş, sonrasında ise yanı başına oturup sıklıkla yaptığı gibi kucağındaki elini kavramıştı. Bu sarhoş Alice'in dikkatini çekmişti.
"Hep elimi tutuyorsun. Önceden bunu yapmazdın. Savaştan döndüğünden beri hep elimi tutuyorsun."
"Rahatsız oluyorsan bırakabilirim."
"Elimi tutmandan mı? Hayır olmuyorum. Ama asıl neden rahatsız olduğumu bilmek ister misin? "
Robert gülmemek için dudaklarını sıkıyordu. Yüzüne yerleştirdiği sahte bir ciddiyet ile nişanlısına dönmüştü.
"Elbette isterim."
"Öfkenden nefret ediyorum. Bağırmandan, göğsünden hırıltılar yükselmesinden, gözlerinin alev almış gibi parlamasından-"
Alice duraksamıştı, aynı zamanda sırıtıyordu.
"Tamam, gözlerinin parlamasından o kadar da nefret etmiyorum. Güzel gözlerin var. Ama onların hakkını veremiyorsun. Onları böylesine kibir ve öfkeyle kullandığın için gözlerin bile sana kızgın olmalı."
Robert kendini daha fazla tutamayıp gülmüştü. Alice'in avucundaki parmakları ile oynuyordu.
"Sana daha önce rom içirmemekle gerçekten hata etmişim."
Alice homurdanmış fakat herhangi bir cevap vermemişti. Yolculuklarının geri kalan kısmı sessizlik içinde sürmüştü. Başını Robert'ın omzuna yaslamış, çok geçmeden de üzerine yığılarak sızmıştı. Hatırı sayılır bir yol giden arabaları duraksadığında, Robert adını fısıldıyordu.
"Alice, hadi kalk."
Gözlerini aralayan Alice kendini Robert'ın dizlerinde uyurken bulmuştu. Doğrulduğunda başının döndüğünü hissetti. Dengesini bulmak için nişanlısının omzunu kavramıştı.
"İyi misin? "
"Başım dönüyor. Tanrım, sen bir şeytansın. Beni sarhoş ettin, kendini öptürdün, aptalca şeyler söylettin. Şimdi de başım dönüyor ve sanırım kusacağım. Hepsi senin yüzünden."
Robert oturduğu yerde ayaklanıp arabacıyı beklemeden kapılarını açmıştı. Kendisi indikten sonra Alice'in elini kavramış, destek olarak Princeton köşkünün bahçesine ayak basmasına yardım etmişti.
"Tamam, buraya gel. Temiz hava iyi gelecektir, sadece içine derin bir nefes çek."
Alice, belini kavrayan Robert'ın yardımı ile toprak yolda ilerlerken, köşkün kapısı açılmış ve bir erkek silueti gözükmüştü. Verandayı geçip merdivenleri inerken, siluetin sahibinin Benjamin olduğunu seçebilmişti. Bu göğsünde bir sancının başlamasına yol açmıştı. Gözleri önce belini kavramış Robert'a sonrasında ise toprak yolda üzerlerine doğru yürüyen Benjamin'i bulmuştu. Yolun yarısına gelmeden, kuzeni önlerinde belirmişti.
"Yüzbaşı."
"İyi akşamlar Bay Avery."
Benjamin'in alışılagelmişin dışındaki soğuk bakışları Alice'in üzerinde sadece bir an durmuş, sonrasında ise Doyle'a dönmüştü. Öfkeli değildi fakat hoşnutsuzluğu oldukça açıktı.
"Alice'in neyi var? "
"Bu akşam yemekten sonra rom içerken bana eşlik etmek istedi. Alışık olmadığı için çarptı, izin vermemem gerekirdi."
Benjamin herhangi bir şey söylemeden sadece başını sallamıştı. Son sözlü kavgalarından sonra ikisinin de öfkesi dinmiş gözüküyordu.
"Onu odasına çıkarır mısın? Ben Bay ve Bayan Princeton ile konuşmak istiyorum, Alice'i böylece bırakıp gitmiş olmak istemem."
"Thomas dayım evde değil, gemilerde çıkan bir sorun yüzünden Portsmouth'a gitmek zorunda kaldı."
"O halde Bayan Princeton ile konuşurum."
Benjamin dişlerinin arasından nasıl istersen diye mırıldanmıştı. Yaklaşıp Alice'i kolundan alarak belini kendi kavramış ilerliyorlarken Alice oldukça kısık tutmaya çalıştığı sesi ile söylenmişti.
"Benny arka kapıya gidelim, kimseyi görmek istemiyorum."
Fikri hem nişanlısı hem de kuzeni tarafından kabul görmüştü. Robert Benjamin'e başı ile selam verirken, Alice'e belli belirsiz bir şekilde omzuna dokunarak veda etmişti.
"İyi geceler Alice."
Alice sadece başını sallayarak cevap vermişti. Belini tutan Benjamin'in ise söyleyecek daha fazla şeyi vardı.
"Yüzbaşı, daha önce söylediklerimde ciddi değildim. Kızgınlıkla söylediğim şeylerdi, özür dilerim."
Robert'ın sarhoş nişanlısını evine getirmişken kuzeni ile karşılaştığında bu sözleri duymayı beklemediği açıktı. Benjamin'in sözleri onu şaşırmıştı. Fakat aynı zamanda memnuniyet duyuyordu.
"Özür dilenecek bir şey yok. Hem kızmakta hem de korkmakta haklıydın. İnsan öfkelendiğinde ağzından istemediği şeyler çıkabiliyor."
Robert'ın sözleri ile birlikte Alice homurdanmış. İki adamın gözleri de üzerine döndüğünde söylenmeden edememişti.
"Kendisi bu konuda bir üstattır, anlayışı buradan geliyor."
Benjamin kuzeninin daha fazla konuşmasına izin vermemişti. Yüzbaşı ile tekrar vedalaştıktan sonra onu adeta sürüklercesine bahçeden geçirip arka kapıya götürmüştü. Merdivenleri çıkıp odasına girene kadar ikisi de tek kelime etmemişlerdi. Onu yatağına bırakan Benjamin, üzerinden çekildiğinde tiksinerek elini burnunun önünde sallamıştı.
"Tanrım, leş gibi kokuyorsun."
Uzandığı yerden gözlerini üzerine çevirdi Alice. Benjamin geri geri çekilmiş, neredeyse kapattığı kapının önünü bulmuştu. Bakışları isteği dışında kapı kirişine, sonrasında ise kuzenine takılmıştı. Bu ikilinin ona hatırlattığı şey belliydi. Benjamin'in tanımadığı o sarışın kadını öpen görüntüsü gözlerinin önünde tekrar can bulmuştu.
Fakat o an, kuzenine bakarken hissettiği şey acıdan daha fazlasıydı. Alice, yaptığı hatanın henüz farkına varıyordu. Kalbi, Benjamin başka bir kadını öptüğü için kırılmıştı. Bu yüzden acı çekmişti, hala çekiyordu. Bu acıdan kurtulmak için kendini Robert'ın kollarına teslim etmiş, adama kendini ona âşık etmesi için neredeyse yalvarmıştı. Bunun imkânsız olduğunu ise o an net bir şekilde görüyordu. Robert'tan onu sevmesini istediği için pişmandı, savaşmaktan vazgeçtiği için pişmandı, o gece onu öpmesine izin verdiği için pişmandı. Bu pişmanlık gözlerinin dolmasına yol açacak kadar güçlüydü. Benjamin'e ihanet ettiğini hissediyordu.
"Özür dilerim."
"Benden değil kendinden özür dile Alice Princeton. Yarın kendini bir bok çuvalı gibi hissederek uyanacaksın."
Alice uzandığı yerden yavaşça doğrulmuştu. Dengesiz hali ile birkaç adım attığında, düşmesinden korkan Benjamin ona doğru ilerlemişti. Kolunu kavrayan adamdan güç alan Alice kendini doğrultabildiği an boynuna sarılıp başını omzuna bırakmıştı.
"Özür dilerim, çok özür dilerim. Beni affet Benjamin, bunu asla yapmamalıydım."
Benjamin, Grangé'daki davetten beri arasının bozuk olduğunu kuzeninin barışmak adına özür dilediğini düşünüyordu. Sarıldığı an belli belirsiz bir şekilde gülümsemişti, tıpkı onun gibi sarılmıştı.
"Önemli değil, nasıl bir kaçık olduğunu biliyorum. Aklı başında bir adamla evleneceğini düşünmek saçmalık olurdu."
Gözlerini kapatmış olan Alice adamın söylediklerini neredeyse duymamıştı. Yüzü boynuna yaslanmışken kokusunu içine çekmişti. Bu da ona kendi deyimiyle ihanetini bir kez daha hatırlatmıştı. Biraz önce bu şekilde Robert'ın kollarında, onu kokluyordu. Dudaklarını öptüğü an aklına geldiğinde, iradesi dışında mırıldanmıştı.
"Bunu asla yapmamalıydım, sana ihanet ettim, yapmamalıydım."
Alice sana ihanet ettim dediğinde, Benjamin yüzbaşı ile olan kavgalarında kuzeninin nişanlısının yanında durmasını kast ettiğini düşünmüştü. Sırtındaki ellerinden biri yükselip çenesini kavramış, yüzlerini birbirine döndürmüştü.
"İsteyerek yapmadığını biliyorum Alice, yüzbaşı senin nişanlın, ben aranıza hiçbir zaman girmemeliydim."
Alice, kuzeninin çenesini tutan eline uzanıp kavramıştı. Söyledikleri umurunda değildi. Karanlık odasında yeşil gözlerinin içine bakıyordu. Ona aşığım diye geçirdi içinden, sadece ona aşığım. Ömrünün geri kalanını bu şekilde, elini tutmuş gözlerinin içine bakarak geçirebilirdi.
"Seni bekleyeceğim. Söz veriyorum, seni hep bekleyeceğim. Ne zaman ya da nasıl olacağı umurumda değil. Bir gün fark edeceksin."
Sözleri başlı başına Benjamin'i zihnini allak bullak etmişken, Alice yaklaşıp adamın yanağına bir öpücük bırakmıştı. Daha sonrasında hiçbir şey demeden geri çekilmiş, sendeleyerek de olsa yatağını bulmuştu. Adeta yığılırcasına kendini yumuşak yorganın üzerine bırakarak gözlerini baygınlığa teslim etmişti. Fakat Benjamin olduğu yerde adeta donakalmıştı ve bir cevap bekliyordu.
"Bu ne demek? "
Alice içini çekmişti, yüzünde buruk bir gülümseme vardı.
"Meşe ağacı, gül ve bülbül. Bunları hatırlıyor musun? "
Benjamin herhangi bir cevap vermemişti. Konuşmanın gittiği yer onu korkutuyordu ve tek bir kelime etmeye dahi cesareti yoktu. Sessizce ve korku içinde, Alice'in onları sürüklediği büyük sırrın içine dâhil olmuştu.
Meşe, gül ve bülbül için artık yeni bir dönem başlıyordu.
"Şu an meşe dalında olabilirim, ama benim beklediğim gül sensin Benny. O hep sendin."
Yazan ; İlknur DUMAN
- - -
Gereğinden uzun ve sessiz süren tatilim için hepinizden özür dilerim. Ama bu bomba gibi bölümle gönlünüzü aldım diye düşünüyorum, yani inşallah almışımdır :D Gördüğünüz gibi işler karıştı, Alice Ziyagil lakabının hakkını veriyor – burada yazarken bi kahkaha attığım doğrudur :D Hikaye buradan sonra gittikçe hızlanacak, kırılma noktası bu bölümdü diyebilirim. Bölümü okuduktan sonra fikirlerinizi yorum kısmına bırakırsanız okumaktan büyüüüüüük bir keyif alırım ^^ Hepinizi kocamaaan öpüyorum, iyi okumalar :-*
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top