Yedinci Bölüm
Yedinci Bölüm
Her nedense tiyatro kalabalıktı o gece. Onları kapıda karşılayan şişman Yahudi menajer titrek, yıvışık bir gülüşle ağzı kulaklarına vararak sırıtıyordu. Onları gösteriş ve dalkavukluk karışımı bir tutumla, şişman, yüzüklü ellerini sallayarak ve sesinin son perdesiyle konuşarak, localarına götürdü. Dorian Gray ona karşı her zamankinden daha büyük bir tiksinti duydu. Sanki Miranda'yı almaya gelmiş de karşısına Caliban çıkmış gibi geliyordu. Oysa Lord Henry ondan eni konu hoşlanmıştı. Daha doğrusu hoşlandığını söylüyordu. Onunla tokalaşmakta ısrar etti ve gerçek bir deha keşfettiğini, hem de bir şair yüzünden iflasa sürüklenmiş olan bir adamla tanışmaktan gurur duyduğunu belirtti. Hallward salondakilerin yüzlerini seyrederek oyalanmaktaydı. Sıcak boğucuydu, büyük avize sarı ateş yapraklı dev bir yıldızçiçeği gibi alev alevdi. Balkondaki gençler ceketlerini, yeleklerini çıkartıp parmaklığa asmışlardı. Tiyatronun bir ucundan öbürüne birbirleriyle konuşuyor, ellerindeki portakalları yanlarında oturan kılıksız kızlarla paylaşıyorlardı. Kimi kadınlar gülüşüyorlardı. Sesleri pek tiz, pek kulak tırmalayıcıydı. Bardan patlayan mantarların sesi geliyordu.
Lord Henry, "Tam da kişinin tanrıçasını bulacağı yer!" dedi.
Dorian Gray, "Öyle," diye yanıtladı. "İşte buracıkta buldum onu; tüm yaratıklardan daha göksel benim için. Hele bir oyununa başlasın, her şeyi unutacaksınız. Kaba saba yüzleri, hoyrat davranışlarıyla bütün bu bayağı, görgüsüz kişiler... O sahneye çıktığında bambaşka oluyorlar. Çıt çıkarmadan oturup onu seyrediyorlar. Onun iradesinin buyruğuna göre ağlıyor, gülüyorlar. Bu kişilerden keman gibi ses alıyor o. Tinselleştiriyor onları. Öyle ki insana onlar da bizimle aynı eti, aynı kanı taşıyorlarmış gibi geliyor."
Dürbünüyle balkondakileri gözden geçirmekte olan Lord Henry, "Bizimle aynı et ve kan mı! Sakın ha!" diye bağırdı.
Ressam, "Sen ona aldırma, Dorian," dedi. "Ben senin ne demek istediğini anlıyorum, bu kıza da güvenim var. Senin sevdiğin kişi kim olursa olsun, fevkaladedir; şu senin anlattığın etkiyi yaratan kız da, kim olursa olsun üstün ve asil biridir. Kişinin çağını tinselleştirmesi... Gerçekten değerli bir uğraş bu. Eğer bu kız ruhsuz yaşamış olanlarda ruh yaratabiliyorsa, pis ve çirkin yaşamlar sürmüş olanlarda güzellik hissi uyandırabiliyorsa, onları bencilliklerinden sıyırıp başkalarının dertleri uğruna gözyaşı dökmelerini sağlayabiliyorsa... O zaman bu kız senin tapmana, dünyanın tapınmasına layık demektir. Bu evlilik pek yerinde bir şey olur. İlkin böyle düşünmedim ama şimdi uygunluğunu kabul ediyorum. Tanrılar Sibyl Vane'i senin için yaratmışlar. Onsuz sen eksik kalırdın."
Dorian Gray, "Sağ ol, Basil," diyerek ressamın elini sıktı. "Biliyordum beni anlayacağını. Harry öylesine alaycı ki beni korkutuyor. Neyse, işte orkestra. Pek berbat bir orkestra, ama neyse ki ancak beş dakika sürüyor. Sonra perde açılacak... Siz de benim bütün hayatımı adadığım kızı göreceksiniz. Özümde iyi olan ne varsa hepsini ona adadım zaten."
Bir çeyrek saat sonra, şaşılacak bir alkış tufanı arasında Sibyl Vane sahneye çıktı. Güzel olmasına güzeldi gerçekten; Lord Henry onun, ömründe gördüğü en güzel yaratıklardan biri olduğunu itiraf ediyordu. O utangaç zarifliğinde, ürkek gözlerinde ceylanları andırır bir şey vardı. Kız kalabalık, coşkulu salona baktıkça yanaklarına gümüş bir aynaya yansımış bir gülün gölgesini andırır bir pembelik vurdu. Genç kız bir iki adım geriledi; dudakları titriyordu sanki. Basil Hallward yerinden fırlayarak el çırpmaya başladı. Dorian Gray'se kıpırtısız oturduğu yerden bir düşte gibi gözlerini kıza dikmişti. Lord Henry dürbünüyle bakarak, "Çok hoş, çok hoş," diye mırıldanıyordu.
Sahne Capuletlerin evinin holüydü. Yolcu kılığında Romeo, yanında Mercutio ve öbür arkadaşlarıyla birlikte içeri girmişti. Orkestra, elinden geldiğince bir şeyler çalmaya başladı ve dans başladı. Kötü giyimli, hantal oyuncuların oluşturduğu kalabalığın içinde Sibyl Vane daha üstün, daha güzel bir dünyadan gelme bir yaratığı andırıyordu. Dans ederken bedeni suda salınan sazlar gibi sallanıyordu. Boynunun yuvarlak çizgileri bir beyaz zambağın yuvarlak çizgileriydi. Elleri serin fildişinden yapılma gibiydi.
Ne var ki üzerinde tuhaf bir tutukluk vardı. Gözleri Romeo'ya takılınca hiçbir sevinç belirtisi göstermedi. Söylemesi gereken birkaç sözü:
"Aziz yolcu, haksızlık ediyorsun sen ellerine,
Çünkü ellerdedir Tanrı selamı.
Azizler elleriyle kutsarlar yolcuları,
Avucun avuca değmesidir bacıların öpüşü..."
ve bunu izleyen kısa repliği baştan sona yapay bir tavırla söyledi. Sesi nefis olmakla birlikte tonlama yönünden tümüyle yapmacıktı, rengi yanlıştı. Okuduğu şiirin bütün canlılığını söndürüyordu. Aşkın ateşini asılsızlaştırıyordu.
Dorian Gray ona baktıkça sararmaktaydı. Şaşırmıştı, kaygılıydı. Arkadaşlarının ikisi de ona herhangi bir şey söylemeyi göze alamıyorlardı. Kız tamamen yetersiz görünmüştü gözlerine. Hayal kırıklığı içindeydiler.
Gene de bütün Julietlerin gerçek sınavının ikinci perdedeki balkon sahnesi olduğuna inanıyor, bunu bekliyorlardı. Kız bunda da başarısız olursa hiçbir yeteneği yok demekti.
Sibyl ay ışıklı sahneye çıktığı zaman göz okşuyordu. Bu yadsınamazdı. Gelgelelim oyununun yapmacıklığı dayanılır gibi değildi, giderek de kötüleşiyordu. Şimdi jestlerine de gülünç bir yapaylık sinmişti. Söylediği her şeyi aşırı vurguluyordu.
"Biliyorsun, gecenin maskesi var yüzümde,
Yoksa genç kız pembesi boyardı yanağımı
Bu gece sana söylediğim sözler yüzünden..."
diyen o güzel bölüm, ikinci sınıf bir belagat hocasının yetiştirdiği bir okul çocuğunun gergin dikkatiyle okundu. Sibyl balkondan eğilip de sıra o şahane satırlara geldiği zamansa;
"Senin gelmene seviniyorum ama
Bu geceki anlaşma sevinç vermiyor bana.
Çünkü pek ani, pek çılgın, pek gözükara.
Tıpkı şimşek gibi, 'çaktı'
Sönüp giden... Tatlım, iyi geceler!
Dilerim bu küçük aşk tomurcuğu
Yazın sıcak soluğuyla serpilip büyüsün de
Dilber bir çiçek olsun, biz yeniden
Buluşuncaya değin..."
bunları sanki onun için hiçbir anlam taşımıyormuş gibi okudu. Tedirginlik, ürküntü değildi bu. Tersine, genç kız tedirginlikten tümüyle uzak, tümüyle kendine hâkimdi, tek kelimeyle kötü oynuyordu. Tamamen başarısızdı.
Salondaki, balkondaki sıradan, eğitimsiz seyirciler bile oyuna duydukları ilgiyi yitirdiler. Kıpırdanmaya, yüksek sesle konuşup ıslık çalmaya başladılar. Geride durmakta olan Yahudi menajer öfkeden tepiniyor, sövüp sayıyordu. Oralı olmayan tek kişi kızın kendisiydi.
İkinci perde inince yuhalamalar fırtına gibi esti, Lord Henry yerinden kalkarak paltosunu giydi. "Kız son derece güzel, Dorian, ama oyun yeteneği yok," dedi. "Gidelim."
Genç adam acı, sert bir sesle, "Ben sonuna kadar seyredeceğim," dedi. "Geceni boşa geçirttiğim için çok üzgünüm, Harry. İkinizden de özür diliyorum."
Hallward, "Sevgili Dorian, Miss Vane hastaydı sanırım," dedi. "Bir başka gece gene geliriz."
Dorian, "Keşke hasta olsa," diye yanıtladı. "Bana duygusuz, soğuk gözüktü. Kökten değişmiş. Dün gece büyük bir sanatçıydı. Bu gece sıradan, ortalama bir aktris."
"Sevdiklerin konusunda bu biçimde konuşma, Dorian. Sevgi sanattan daha üstün bir şeydir."
Lord Henry, "İkisi de birer öykünme tarzından başka bir şey değildir," diye görüşünü belirtti. "Ama kuzum, gidelim. Dorian, sen de oyalanma burada. Kötü oyunculuk ahlak bozar. Hem zaten eşinin sahneye çıkmasını isteyeceğini sanmıyorum. Öyleyse Juliet'i tahtadan bebek gibi oynasa da ne çıkar? Kız bir içim su. Hayatta da sahnedeki kadar toysa, zevkli bir deneyim olur senin için. İlginç ve çekici olan topu topu iki tip insan vardır: her şeyi bilenler, hiçbir şey bilmeyenler. Vay canına, sevgili oğlum, bu kadar acıklı bakmasana! Genç kalmanın gizi, yüze yakışmayan duygulardan uzak durmaktır. Hadi, bizimle kulübe gel. Birer sigara yakar, Sibyl Vane'in güzelliğine kadeh kaldırırız. Kız gerçekten güzel. Daha ne istiyorsun?"
Delikanlı, "Harry, gitsene sen!" diye bağırdı. "Yalnız kalmak istiyorum. Basil, sen de git. Of, yüreğim paralanıyor, görmüyor musunuz?"
Gözlerine sıcak yaşlar dolmuştu, dudakları titriyordu. Koşup locaya girdi, duvara yaslanarak yüzünü elleri arasına gizledi.
Lord Henry, "Gidelim, Basil," dedi. Sesinde tuhaf bir yumuşaklık, bir şefkât vardı. İki genç erkek birlikte dışarı çıktılar.
Birkaç dakika sonra sahnenin dibindeki ışıklar yandı ve üçüncü perde açıldı. Dorian yerini aldı. Solgun, gururlu, umursamaz duruyordu. Oyun uzayıp gidiyor, hiç bitmeyeceğe benziyordu. Seyircilerin yarısı, kaba kunduralarını takırdatıp gülüşerek salondan çıktılar. Tam bir fiyaskoydu bu. Son bölüm neredeyse boşalmış bir salona oynandı. Perde kıkırdaşmalar, oflayıp poflamalar arasında indi.
Oyun biter bitmez Dorian sahnenin arkasına, kulise koştu. Sibyl orda tek başına durmaktaydı, yüzünde zafer kazanmış gibi bir ifadeyle. Gözleri nefis bir ışıkla parlıyor, tüm varlığı sanki ışıldıyordu. Aralık duran dudakları yalnızca kendi bildiği bir gize gülümsemekteydi sanki.
Dorian içeri girince kız ona baktı, yüzüne sonsuz bir kıvanç yayıldı.
"Dorian, ne kötü bir oyun çıkardım bu gece!"
Dorian ona şaşkın şaşkın bakarak, "Feci!" dedi. "Feci! Berbattı. Hasta mısın sen? Nasıl kıvrandım, bilemezsin."
Sibyl gülümseyerek, "Dorian," dedi. Sesinin baygın müziğiyle onun adını uzatıyordu, bu ad dudaklarının kırmızı gül yaprağına baldan daha tatlı geliyordu sanki. "Dorian, anlamalıydın. Neyse, şimdi anlıyorsun, değil mi?"
Dorian, "Neyi anlıyorum?" diye hırsla sordu.
"Bu gece neden öyle kötü oynadığımı. Neden bundan böyle hep kötü oynayacağımı. Neden artık bir daha hiç iyi bir oyun çıkarmayacağımı."
Genç adam omuz silkti. "Hasta olsan gerek. Hastayken sahneye çıkmamalısın. Gülünç düşürüyorsun kendini. Arkadaşlarımın canı sıkıldı. Benim de canım sıkıldı."
Kız onu dinlemiyor gibiydi. Sevinçten değişime uğramıştı sanki. Bir mutluluk sarhoşluğu içindeydi.
"Dorian, Dorian!" diye hafifçe bağırdı. "Seni tanımazdan önce hayatımdaki tek gerçek sahnedeki oyunumdu. Yalnızca sahnedeyken yaşıyordum. Oyunların hepsi gerçekti benim gözümde. Bir gece Rosalind oluyordum, öbür gece Portia. Beatrice'in sevinci benim sevincim, Cordelia'nın üzüntüleri benim üzüntümdü. Her şeye inanıyordum. Benim yanım sıra, sahneye çıkan o kaba saba insanlar Tanrı gibi görünüyordu gözüme. Boyalı dekorlar dünyamdı. Gölgelerden başka bir şey bilmiyor, gölgeleri sahici sanıyordum. Sonra sen geldin, benim güzel sevgilim... Ruhumu zindanından kurtardın sen. Asıl gerçeği öğrettin bana. Ömür boyu rol almış olduğum bu boş gösterinin kofluğunu, yapmacıklığını, aptallığını bu gece, ilk kez gördüm. Bu gece, ilk olarak Romeo'nun iğrenç, yaşlı, boyalı olduğunu, meyve bahçesine vuran ay ışığının sahici olmadığını gördüm: Söylemek zorunda olduğum sözler asılsızdı, benim sözlerim, benim söylemek istediklerim değildi. Bunu gördüm bu gece. Sen bana daha yüce bir şey vermiştin, öyle bir şey ki, tüm sanat onun bir izdüşümünden ibarettir. Sen bana aşkın gerçekte ne olduğunu öğretmiştin, sevgilim, sevgilim benim! Tatlı Prens! Yaşam Prensi! Gölgelerden bıktım ben artık. Sen sanatın tümünden önemlisin benim için, sonsuza dek. Bir sahne oyunundaki kuklalarla ne işim var benim? Bu gece sahneye çıktığımda eski coşkunun nasıl olup da yittiğine ilkin akıl erdiremedim. Harikulade olacağımı sanmıştım. Baktım, hiçbir şey yapamıyorum. Derken birden, her şeyi anladım. Ve bunu bilmek içimi zevkle ürpertti. Onların yuhalarını duydum, gülümsedim. Ne anlarlardı onlar bizimki gibi bir aşktan? Al beni götür, Dorian! Al beni, baş başa kalabileceğimiz bir yere götür. Tiksiniyorum sahneden. Hiç bilmediğim bir tutkunun taklidini yapabilirim belki, ama beni ateş gibi kavuran bir tutkunun taklidini yapamam. Dorian, Dorian, şimdi kavrıyorsun değil mi, her şeyin önemini? Sahnede âşık rolüne çıkmak, becerebilsem bile küfür gibi bir şey olur benim için. Bunu bana sen gösterdin."
Genç adam kendini kanepeye bırakarak başını öte yana çevirdi. "Aşkımı öldürdün," diye söylendi.
Kız ona anlamamış gibi bakarak güldü. Dorian karşılık vermedi. Kız geldi, o minik elleriyle onun saçlarını okşadı. Diz çöktü, onun ellerini dudaklarına bastırdı. Dorian ellerini çekti, bedeninde bir ürperti dolaştı.
Sonra yerinden fırlayarak kapıya yürüdü. "Evet," diye bağırdı. "Aşkımı öldürdün sen benim. Eskiden hayal gücümü beslerdin. Şimdi merakımı bile uyandıramıyorsun. Zerrece etkilemiyorsun beni. Ben seni sevdimse şahane olduğun için sevdim; üstün yeteneğin, zihinsel gücün vardı, büyük şairlerin hayallerini gerçekleştiriyor, sanatın gölgesine biçim veriyor, somutluk katıyordun. Bunların hepsini fırlatıp attın. Sığ ve aptalsın. Ulu Tanrım! Ne delilikmiş seni sevmek! Ne kadar aptalmışım! Gözümde hiçsin artık. Bir daha asla görmeyeceğim seni, asla düşünmeyeceğim. Adını asla ağzıma almayacağım. Eskiden benim gözümde neydin, bilmiyorsun. Bir de ben... Of, düşünmeye bile dayanamıyorum! Keşke seni hiç görmemiş olsaydım! Hayatımın büyük aşkını mahvettin. Aşkın senin sanatını bozuyor madem, sen aşkı hiç tanımıyorsun demektir! Sanatın olmayınca sen bir hiçsin. Ben seni ünlü, parlak, şahane biri yapacaktım. Dünya senin önünde diz çökecekti, sen de benim adımı taşıyacaktın. Şimdi nesin ki? Güzel yüzlü, üçüncü sınıf bir aktris."
Kız bembeyaz kesilmiş, titriyordu. Ellerini birbirine kilitledi, boğazında düğümlenen bir sesle, "Ciddi değilsin, değil mi, Dorian?" diye mırıldandı. "Rol yapıyorsun."
Delikanlı acı bir sesle, "Rol yapmak mı? Onu sana bırakıyorum ben," diye karşılık verdi. "Öyle iyi beceriyorsun ki!"
Sibyl diz çöktüğü yerden doğruldu; yüzünde acı çektiğini gösteren bir ifade vardı. Elini onun eline koyarak gözlerinin içine baktı.
Dorian onu itti. "Dokunma bana!" diye bağırdı.
Dudaklarından hafif bir inilti kopan genç kız kendini Dorian'ın ayakları dibine attı, örselenmiş bir çiçek gibi orada yattı, kaldı.
"Dorian, terk etme beni, Dorian!" diye fısıldadı. "Öyle pişmanım ki iyi bir oyun çıkarmadığım için. Hep seni düşünüyordum. Ama gayret edeceğim, inan bana, gayret edeceğim. Öyle gafil avladı ki beni, sana duyduğum aşk. Sen beni öpmeseydin, öpüşmeseydik, sanırım aşkı hiç tanımayacaktım. Gene öp beni, sevgilim. Beni bırakıp gitme, dayanamam. Ne olur, bırakma beni. Erkek kardeşim... Yok, aldırma. Ciddi değildi, numara yapıyordu. Ama sen, ah, bu gecelik bağışlayamaz mısın beni? Öyle çok çalışacağım ki rollerime, daha iyi olmaya çabalayacağım. Ne olur, zalim davranma bana, çünkü seni dünyada her şeyden çok seviyorum. Ne de olsa topu topu bir kerecik hayal kırıklığına uğrattım seni. Gene de çok haklısın, Dorian. Sanatımı dışa vurmalıydım. Budalalık ettim ama elimde değildi. Ne olur, bırakma beni, bırakıp gitme beni." Kız soluğu hıçkırıklarla tıkanarak, yaralı bir hayvan gibi yerde büzülmüştü.
Dorian o güzel gözleriyle ona yukarıdan bakıyordu, o kalemle çizilmişi andıran dudakları zarif bir küçümsemeyle bükülüydü. Artık sevmediğimiz kişilerin duygularında her zaman bize gülünç gelen bir şey vardır. Dorian da şimdi Sibyl'in davranışında gülünesi bir melodram buluyor, gözyaşlarıyla hıçkırıklarına sinirleniyordu.
Sonunda, "Ben gidiyorum," dedi, serinkanlı, duru bir sesle. "Kırıcı olmak istemiyorum, ama seni bir daha göremem. Beni hayal kırıklığına uğrattın."
Kız sessiz sessiz ağlıyordu. Karşılık vermedi ama usulca ona yaklaştı. O minik ellerini açmış, onu arıyordu sanki. Dorian topuğu üzerinde dönerek dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra tiyatrodan ayrılmıştı bile.
Nereye gittiğinin pek ayırdında değildi. Sonradan, loş sokaklardan, çıplak kemerlerin kara gölgelerinden, uğursuz görünümlü evlerin önünden geçtiğini anımsayacaktı. Boğuk sesli, haşin gülüşlü kadınlar arkasından seslenmişlerdi. Kendi kendilerine dev maymunlar gibi söylenip söverek sarhoşlar devrilip geçmişti yanından. Kapı önlerine sinmiş acayip çocuklar görmüş, kasvetli avlulardan yükselen haykırışlar, sövgüler duymuştu.
Tan ağardığı sırada kendini Covent Garden yakınlarında buldu. Karanlık kalkmış ve uçuk yalazlarla aydınlanan gök kusursuz bir inci gibi toparlanmıştı. Parlak taşlı, boş sokak boyunca zambak yüklü kocaman arabalar ağır ağır tangırdayarak ilerliyorlardı. Hava zambak kokusuyla baygınlaşmıştı sanki. Çiçeklerin güzelliği genç çocuğun çektiği acıya merhem gibi geldi. Dorian arabaların peşi sıra pazaryerine yürüdü, adamların yük boşaltmasını seyretti. Büzgülü, beyaz mintanlı bir arabacı bir avuç kiraz sundu ona. Dorian teşekkür etti, adamın neden para almadığını anlamayarak isteksizce kirazları yemeye başladı. Kirazlar geceleyin toplanmışlardı, ay ışığının ayazı içlerine işlemişti. Omuzlarında kasalar dolusu çizgili lale, kırmızılı sarılı güller taşıyan uzun bir çocuk sırası, sebzelerin yüksek, zümrüt yeşili yığınlarının arasından kendilerine yol açarak Dorian'ın önünden geçit töreni yaptılar. Güneşten ağarmış gri direkli kemerin altında, salkım saçak giyimli, açık başlı bir sürü kız açık artırmanın bitmesini bekliyorlardı. Kimileri Piazza'daki kafenin sallangaçlı kapısının önüne yığılmışlardı. Çuval yığınlarının üstünde uyuyakalmış arabacılar vardı. Cüsseli araba beygirleri arnavutkaldırımının üstünde ayaklarını sürçerek sendeledikçe, üzerlerindeki eyerler sarsılıyor, çıngıraklar çıngırdıyordu. Mor boyunlu, pembe ayaklı güvercinler ortalıkta koşuşarak, yerdeki tohumları gagalıyorlardı.
Bir süre sonra Dorian bir araba çevirip evine gitti. Eşikte birkaç dakika oyalanarak sessiz meydanın panjurları kapalı, boş bakışlı pencerelerini süzdü. Gökyüzü katıksız bir opaldi şimdi, evlerin damları da gümüş gibi ışıldıyordu. Karşıki bir bacadan ince bir duman şeridi yükselmekteydi. Duman, eflatun bir kurdele gibi sedef renkli havanın içinde kıvrılıyordu.
Evin meşe kaplamalı, geniş giriş holünde asılı kocaman, yaldızlı Venedik avizesinin –bir Doj gemisinden alınma bir ganimet– üç lambası hâlâ titrek yalazlarla yanmaktaydı: Çevrelerine beyaz ateş germiş alevden üç ince yaprağa benziyorlardı. Dorian paltosuyla şapkasını masanın üstüne atarak lambaları söndürdü, kitaplıktan geçerek yatak odasına yöneldi. Giriş katında sekiz köşeli, geniş bir bölme olan bu odayı Dorian, içinde yeni uyanan gösteriş merakıyla, kendi beğenisine göre dekore etmişti. Duvarlara Selby Sokağı'ndaki kullanılmayan bir tavan arasında bulunmuş olan, Rönesans işi, değişik duvar halıları asmıştı.
Tam kapının tokmağını çevirirken gözü Basil Hallward'ın çizmiş olduğu portresine ilişti. Delikanlı şaşalamış gibi irkilerek geriledi. Sonra kaşları hafifçe çatılmış olarak yatak odasına girdi. Yakasını çıkardıktan sonra bir an duraksadı sanki. Sonunda gene döndü geldi, yaklaştı, portreyi inceledi. Krem renkli ipek güneşliklerden zar zor sızan loş ışıkta portrenin yüzü biraz değişmiş gibi geldi ona. İfade başka görünüyordu. Ağzın duruşunda hafif bir zalimlik olduğu söylenebilirdi. Tuhaf şeydi doğrusu.
Dorian dönüp pencereye gitti, güneşliği kaldırdı. Parlak tan ışığı, odayı sel gibi basarak heyula gölgeleri köşelere itti, gölgeler oralarda ürperip büzüşerek kalakaldılar. Ne var ki Dorian'ın portrenin yüzünde görür gibi olduğu o garip ifade yerli yerinde duruyordu, hatta belirginleşmişti bile denebilir. Titreşimli, coşkulu güneş ışığı Dorian'a ağzın uçlarındaki acımasız çizgileri gösteriyordu, korkunç bir iş yaptıktan sonra aynaya bakarmışçasına açık seçik.
Delikanlı irkilerek gözlerini kırpıştırdı. Masanın üzerinden, Lord Henry'nin sayısız armağanlarından biri olan, fildişi Cupidlerle çevrelenmiş oval bir ayna alarak, sırlı derinliklerine telaşla göz attı. Kırmızı dudaklarını çirkinleştiren öyle bir çizgi yoktu ki! Ne demek oluyordu bu?
Dorian gözlerini ovuşturarak iyice yanaşıp portreyi yeniden gözden geçirdi. Resmin kendisine bakınca herhangi bir değişiklik belirtisi seçilmiyordu, gene de yüzün bütün ifadesinin başkalaşmış olduğu kuşku kaldırmazdı. Ona öyle gelmiş değildi. Ürkütücü değişim gözle görülebiliyordu.
Dorian kendini bir koltuğa bırakarak düşünmeye başladı. Birden aklından, portrenin bittiği gün Basil Hallward'ın stüdyosunda söylediği sözler geçti. Evet, açıkça anımsıyordu. Kendisi genç kalsa da portre yaşlansa diye çılgın bir dilekte bulunmuştu; kendi güzelliği hiç pas tutmasa, tutkularıyla günahlarının yükünü tuval üstündeki bu yüz taşısa diye; düşünce ve acı belirten çizgiler bu boyalı yüze kazılsa da kendisi yeni algıladığı şu delikanlılığın nazlı tazeliğini olduğu gibi saklayabilse diye. Ama bu dileği gerçekleşmiş olamazdı, değil mi? Böyle şeyler olanaksızdı. Düşünmesi bile usdışı. Gelgelelim işte resim de gözlerinin önündeydi, dudaklarındaki zalim ifadeyle.
Zalim ha? Zalimlik mi etmişti o? Suç kızdaydı, onda değil. O Sibyl'i büyük bir sanatçı olarak düşlemiş, büyük gördüğü için ona aşkını vermişti. Sonra da kız onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Onun aşkına layık olmayan sığ bir davranışta bulunmuştu. Gene de, kızın yerde, onun ayakları dibinde çocuklar gibi hıçkırdığını düşününce Dorian'ın içinde sonsuz bir pişmanlık duygusu uyandı. Onu nasıl taşyüreklilikle seyrettiğini anımsıyordu da! Neden böyle yaratılmıştı acaba? Neden böyle bir ruh verilmişti ona? Ama o da acı çekmişti. Oyunun sürdüğü üç korkunç saat boyunca kimbilir kaç yüzyıllık ıstırap, sonsuzluklar dolusu işkence yaşamıştı. Kendi hayatı onunkine bedeldi. Kendisi Sibyl'i bir süreliğine yaraladıysa, Sibyl de onun yaşantısına bir an için gölge düşürmüştü ya. Hem zaten kadınlar çile çekmeye erkeklerden daha yatkındılar. Duygularıyla beslenirdi onlar. Salt duygularını düşünürlerdi. El altında biri olsun, karşılıklı bir şeyler yaşayabilsinler diye sevgili edinirlerdi. Bunu ona Lord Henry söylemişti, Lord Henry de kadınların ne olduğunu bilirdi. Dorian tatlı canını ne diye üzecekti Sibyl Vane için? Kız artık onun gözünde bir hiçti.
Peki, ya resim? Resme ne demeliydi peki? Bu portre, onun hayatının sırrını gizliyor, onun öyküsünü anlatıyordu. Ona kendi güzelliğini sevmesini öğretmişti. Şimdi de kendi ruhundan tiksinmesini mi öğretecekti? Dorian bir daha bakabilecek miydi bu resme?
Yok, yok; mesele onun gergin sinirlerinin yarattığı bir yanılsamadan ibaretti. Geçirdiği feci gece geride hortlaklar bırakmıştı. Beynine birdenbire insanları zıvanadan çıkartan o minicik kızıl ben düşmüştü. Yoksa portre değişmiş değildi. Böyle düşünmek çılgınlıktı.
Gel gör ki portre onu gözetlemekteydi, o güzel, kusurlu yüzü, o zalim ağzıyla. Saçları sabahın erken ışığında parlıyor, mavi gözleri onun gözlerine değiyordu. Dorian'ın içini sonsuz bir acıma bürüdü; kendisi için değil de şu boyalı imgesi için. İmge daha şimdiden değişime uğramıştı, daha da uğrayacaktı. Saçlarının altın rengi sönüp kırçıla dönüşecekti. Kırmızı beyaz gülleri solacaktı. Kendi işlediği her günaha karşılık bir leke portrenin güzelliğini bozacak, mahvedecekti. Ama hayır, Dorian günah işlemeyecekti. Resim, değişse de değişmese de, onun vicdanının gözle görülür simgesi olacaktı. Dorian şeytana uymayacaktı. Lord Henry'yle görüşmeyecekti bundan böyle. Basil Hallward'ın bahçesinde ilk dinlediği zaman içinde olmayacak şeylere karşı tutkular uyandıran o sinsi, zehirli fikirlerine kulağını tıkayacaktı hiç değilse. Sibyl Vane'e geri dönecek, gönlünü alacak, onunla evlenecek, onu yeniden sevmeye çalışacaktı. Evet, onun göreviydi bunları yapmak. Sibyl ondan daha çok acı çekmiş olsa gerekti. Zavallı yavrucak! Dorian bencillik etmiş, ona karşı taşyürekli davranmıştı. Onda bulduğu büyü geri gelirdi elbet. Birlikte mutlu olurlardı. Dorian onunla birlikte güzel, saf bir yaşam sürerdi.
Ayağa kalktı, portrenin tam önüne büyük bir paravan çekti. Gözü resme değince ürperdi. "Ne feci!" diye mırıldanarak yürüdü, camlı kapıyı açtı. Çimenlere basınca derin derin soludu. Taze sabah havası içindeki bütün karanlık duyguları kovmuştu sanki. Şimdi yalnızca Sibyl'i düşünüyordu. Eski aşkının titrek bir yankısını duyar gibi oldu. Sibyl'in adını yinelemeye başladı. Çiy ıslaklığındaki bahçede şakıyan kuşlar, çiçeklere Sibyl'in şarkısını söylemekteydiler.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top