Dördüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Bir ay sonra bir öğleden sonra Dorian Gray, Lord Henry'nin Mayfair'deki evinin küçük kitaplığında, son derece rahat bir koltuğa gömülmüş, oturmaktaydı. Zeytin rengine boyanmış meşe ağacından, kabarık lambrilerle kaplı, krem renkli kartonpiyerleri ve tavan süslemeleri olan, uzun püsküllü ipek Acem seccadeleri serpiştirilmiş kiremit tozu rengindeki halıyla duvardan duvara döşenmiş bu odanın kendine özgü bir sevimliliği vardı. Sarı Hint ağacından ufacık bir sehpa üzerinde Clodion'un yapıtı olan küçük bir heykel, yanında da Les Cent Nouvelles'in (Yeni Yüz Öykü) bir kopyası duruyordu. Bu kitap Valoisli Margaret için Clovis Eve tarafından ciltlenmiş, üstüne Kraliçe'nin kendi seçtiği yaldızlı papatyalar serpiştirilmişti. Şöminenin üstüne mavi porselenden iri vazolara renk renk laleler yerleştirilmişti; pencerenin kurşunla birbirine birleştirilmiş ufak camlarından içeri Londra'da bir yaz gününün kayısı renkli ışığı süzülüyordu.
Lord Henry daha gelmemişti. Her yere kasıtlı olarak geç kalırdı, çünkü dakik olmayı zaman hırsızlığı saymak onun ilkesiydi. Bu yüzden de Dorian Gray, raflardan birinde bulduğu çok ayrıntılı resimlenmiş bir Manon Lescautkopyasını isteksiz parmaklarıyla karıştırırken eni konu somurtuyordu. Louis Quatorze saatin o resmi, tekdüze tıkırtısı da sinirini bozuyordu. Bir iki kez, kalkıp gitmeyi bile aklından geçirdi.
En sonunda dışarıda bir ayak sesi duydu; kapı açıldı.
Dorian, "Amma geç kaldın, Harry!" diye söylendi.
"Yazık ki Harry değil, Mr. Gray," diye tiz bir ses yanıt verdi.
Delikanlı çarçabuk başını çevirerek ayağa kalktı. "Özür dilerim. Ben sizi..."
"Kocam sandınız. Yalnızca onun karısıyım oysa! Kendimi tanıtmama izin verin. Ben sizi çok iyi tanıyorum, fotoğraflarınızdan. Sanırım kocamda on yedi tane resminiz var."
"On yedi tane olamaz, Leydi Henry!"
"On sekiz tane, öyleyse. Geçen gece operada onun yanında gördüm sizi." Kadın konuşurken sinirli sinirli gülüyor, o mine mavisi, bulanık gözleriyle genç adamı süzüyordu. Giysileri her zaman bir öfke krizi sırasında tasarlanıp bir kasırga arasında giyilmiş gibi dururdu. Her zaman birilerine vurgundu ama aşkı hiçbir zaman karşılık görmediği için hayallerini asla yitirmemişti. Değişik ve çarpıcı görünmeye çalışır, yazık ki ancak dağınık görünmeyi başarırdı. Adı Victoria'ydı ve kiliseye gitmek konusunda önlenmez bir tutkusu vardı.
"Lohengrin'de olsa gerek, değil mi, Leydi Henry?"
"Evet, canım Lohengrin'de. Wagner'in müziğini hepsinden çok severim ben. Öylesine gürültülü ki insan baştan sona konuşabiliyor, ne dediğini başkaları duymadan. Bu da büyük bir ayrıcalık, öyle değil mi sizce, Mr. Gray?"
İncecik dudaklarından gene o kesik, sinirli kahkaha döküldü, parmakları uzun, üç renkli bir mektup açacağıyla oynamaya başladı.
Dorian gülümseyerek başını sarstı. "Üzgünüm ama ben böyle düşünmüyorum, Leydi Henry. Müzik dinlerken hiç konuşmam ben. Yani iyi müzik dinlerken. Kötü müzik duyduğumuz zaman da konuşarak bastırmak boynumuzun borcudur."
"Ha, Harry'nin görüşlerinden biri bu, değil mi, Mr. Gray? Harry'nin görüşlerini hep arkadaşlarından duyarım. Ancak bu yoldan gelir benim kulağıma. Sakın benim iyi müzikten hoşlanmadığımı sanmayın. Bayılırım ama korkarım da. Aşırı bir romantiklik verir bana. Piyanistlere resmen taptığım olmuştur, kimi zaman iki piyaniste birden, Harry'nin dediğine bakılırsa. Piyanistlerde ne var, bilemiyorum. Belki de yabancı oluşları. Hepsi de yabancı oluyorlar, öyle değil mi? İngiltere'de doğmuş olanlar bile bir süre sonra yabancı olup çıkıyorlar, değil mi? Çok becerikli oluyorlar, bu da hep sanatın becerisi. Sanat kozmopolit bir nitelik kazanıyor bu yoldan... Mr. Gray, hiç benim toplantılarıma gelmediniz değil mi? Gelmelisiniz. Orkide alacak param yok ama salonuma yabancıları toplamaya gelince hiçbir harcamadan kaçmam. Öyle pitoresk bir hava katıyorlar ki salonlara... İşte Harry de geldi!.. Harry, seni arıyordum, bir şey soracaktım ama ne soracağımı unuttum, işte burada da Mr. Gray'i buldum. Müzik konusunda öyle tatlı çene çaldık ki. Düşüncelerimiz birbirine adeta eş. Yok, düşüncelerimiz iyice zıt gibi geliyor. Ama kendisi çok sevimli. Görüştüğümüze öyle sevindim ki!"
Lord Henry hilal biçimli koyu kaşlarını kaldırıp ikisini de keyifli bir gülümseyişle süzerek, "Ben de çok sevindim, sevgilim, çok sevindim," dedi. "Dorian, öyle üzgünüm ki geciktim diye. Wardour Sokağı'na, eski bir brokara bakmaya gittim, saatlerce pazarlık etmek zorunda kaldım. Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyorlarsa da hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar."
Leydi Henry gergin bir sessizliği o kesik, anlamsız gülüşüyle bozarak, "Yazık ki benim gitmem gerek!" dedi. "Düşesle araba gezintisi yapmaya söz verdim. Hoşça kalın, Mr. Gray. Hoşça kal, Harry. Akşam yemeğini dışarıda yiyorsun herhalde, değil mi? Ben de öyle. Belki Leydi Thornburylerde karşılaşırız."
Lord Henry, "Olabilir, iki gözüm," diyerek kapıyı onun ardından kapadı. Kadın, bütün gece yağmurda kalmış bir Zümrüdüanka kuşu görünümüyle ardında hafif bir frangipani kokusu bırakarak odadan dışarı süzülmüştü. Kocası bir sigara yakıp kendini bir kanepeye attı. Sigarasından birkaç soluk çektikten sonra, "Dorian, sakın saçları çilek renginde olan bir kadınla evlenme!" dedi.
"O nedenmiş, Harry?"
"Çok duygusal oluyorlar da ondan."
"Ben duygusal insanları severim ama!"
"Hiç evlenme, Dorian. Erkek, yorgun düştüğü için evlenir, kadın merak duyduğu için. İkisi de hayal kırıklığına uğrarlar."
"Benim evlenme olasılığım yok gibi bir şey, Harry. Evlenmeyecek kertede âşığım çünkü. İşte senin aforizmalarından biri. Senin sözünden hiç çıkmadığım için bunu gerçek yaşantımda uygulamaya koyuyorum."
Lord Henry bir duralamadan sonra, "Kime âşıksın?" diye sordu.
Dorian Gray pespembe kesilerek, "Bir tiyatro oyuncusuna," diye yanıtladı.
Lord Henry omuz silkti. "Çok beylik bir başlangıç bu."
"Onu görsen böyle demezdin, Harry."
"Kim bu kız?"
"Adı Sibyl Vane."
"Hiç duymadım."
"Kimse duymamış. Ama günü gelince herkes duyacak. Kız büyük yetenek."
"Sevgili yavrum, hiçbir kadın büyük yetenek olamaz. Kadınlar süs için yaratılmış bir cinstirler. Hiçbir zaman söyleyecek bir şeyleri yoktur, ama pek tatlı söylerler bunu. Kadınlar fiziğin zihin üstündeki yengisini simgelerler, nasıl ki erkekler de zihnin ahlak üstündeki yengisinin simgeleridir."
"Harry, nasıl böyle konuşabilirsin?"
"Sevgili Dorian, çok doğru da ondan. Şu günlerde hep kadınları incelemekteyim, bu yüzden bilmem gerekir. Konu sandığım kadar bulanık değil. Şimdi görüyorum ki iki tür kadın var, renkli ve renksiz. Renksiz kadınlar çok işe yarıyor. Namuslu, efendi diye adın çıksın istiyorsan onlardan birini yemeğe çıkart, yeter. Öteki kadınlarsa çok çekiciler. Ne var ki bir tek hataları var. Genç görünmek çabasıyla boyanırlar. Ninelerimiz parlak konuşmalar yapabilmek çabasıyla boyanırlardı. Allıkla mizah bir arada yürürdü o sıralar. Ama şimdi o dönem kapandı artık. Bir kadın kendi kızından on yaş küçük gösterebildiği sürece hayatından hoşnuttur. Konuşmaya gelince; Londra'da konuşmaya değer topu topu beş kadın var... ki bunlardan ikisini aile çevresine sokamazsın. Her neyse, sen bana büyük yetenekli kızını anlat."
"Of, Harry, fikirlerin dehşet veriyor bana."
"Aldırma şimdi. Kaç zamandır tanıyorsun onu?"
"Üç hafta kadar oluyor."
"Nerede tanıştınız?"
"Anlatacağım, Harry. Yalnız bu konuda olumsuz davranmayacaksın. Zaten seninle tanışmasaydım onunla da asla tanışmayacaktım. Sen bana yaşamakla ilgili her şeyi öğrenmek için çılgın bir istek aşıladın. Seni tanıdıktan sonra günlerce damarlarım yürek gibi attı sanki. Parkta oyalandığım, Piccadilly'den aşağı yürüdüğüm sıralarda yanımdan her geçene bakıyor, acaba ne biçim bir yaşam sürüyor, diye delicesine bir meraka kapılıyordum. Kimi sanki büyülüyordu beni, kimi dehşetle dolduruyordu. Havada nefis bir zehir vardı. Heyecana doyamıyordum... İşte neyse, bir akşam saat yedi sularında sokağa çıkıp serüven aramaya karar verdim. İçimden öyle geliyordu ki Londra, bir gün senin dediğin gibi; iğrenç günahkârları ve şahane günahlarıyla bizim bu gri, canavar Londra'mız, herhalde bana sunacak bir şeyler saklıyordu. Baş başa ilk yemek yediğimiz o harikulade gecede bana söylediklerin aklımdaydı: Hani güzellik peşinde koşmak yaşamın gerçek gizidir, demiştin. Ne umduğumu şimdi bilmiyorum. Sokağa çıktım, doğu yönünde ilerledim. Çok geçmeden birbirine geçmiş pis sokaklar, kararmış, çimensiz alanlar arasında yolumu şaşırdım. Saat sekiz buçuk sularında küçücük, gülünç bir tiyatronun önünden geçtim. Kapısının önünde kocaman alevli gaz meşaleleri, cicili bicili afişler vardı. Ömrümde gördüğüm en şaşırtıcı yeleği giymiş bir Yahudi girişte durmuş, pis bir yaprak sigarası tüttürmekteydi. Bukleli saçları yağlıydı, sırtındaki pis gömleğin önünde de bir elmas ışıldıyordu. Beni görünce, "Bir loca ister misiniz, sayın lordum?" diyerek şahane bir dalkavuklukla şapkasını çıkardı. Harry, bu adamda öyle bir şey vardı ki keyif verdi bana. Öyle biçimsizdi ki! Beni alaya alacaksın, biliyorum, ama tuttum girdim içeri, birinci mevki locaya tam bir gine ödedim. Neden yaptım, bugün bile çıkartamıyorum. Ne var ki girmeseydim... Sevgili Harry, girmeseydim hayatımın en büyük sevda serüvenini kaçırmış olacaktım. İşte, gülüyorsun. Çok kötüsün, Harry!"
"Gülmüyorum, Dorian, yani gülmem sana değil. Yalnız, hayatımın en büyük sevda serüveni dememelisin. Hayatımın ilk sevda serüveni, demelisin. Sen her zaman sevileceksin, her zaman sevdaya sevdalı olarak yaşayacaksın. Grande passion yaşamak, yapacak hiçbir şeyi olmayanların ayrıcalığıdır. Bir ülkede çalışmayıp boş gezen sınıflar bulunmasının yararı budur. Korkma. Nefis şeyler bekliyor seni. Bu daha başlangıcı."
Dorian Gray kızgınlıkla, "Sen benim yaradılışımı bu kadar sığ mı sanıyorsun?" diye bağırdı.
"Yoo, ben senin yaradılışını işte bu kadar derin sanıyorum."
"Nasıl yani?"
"Sevgili yavrum, ömürlerinde tek bir kez sevenlerdir asıl sığ olanlar. Onların vefa, sadakat diye adlandırdıkları şeyi ben, ya alışkanlığın verdiği rahatlığa ya da hayal gücünün yokluğuna bağlarım. Zihinsel yaşam için tutarlılık neyse duygusal yaşam için de vefa odur: basit bir yenilgi itirafı. Vefa! Bunu incelemem gerekiyor günlerden bir gün. Sahiplik tutkusu da giriyor bu işin içine. Başkaları alır diye korkmasak çoktan atacağımız bir sürü şey var. Ama senin öykünü kesmek istemiyorum. Sürdür anlatmanı."
"Neyse, kendimi feci bir locacıkta buldum, burnumun dibinde de iyice bayağı bir sahne perdesi. Locanın perdesinin arkasından bakarak salonu gözden geçirdim. Zavallı bir yerdi. Cupidlerle, tuhaf şeylerle süslüydü. Pek dolu sayılmazdı. Ortada dolaşan kadınlar portakal, içecek satıyorlardı, herkes de findık fıstık yiyordu sanki."
"İngiliz Tiyatrosu'nun Altın Çağı, desene."
"Herhalde; insanın içine çöküntü veriyordu. Acaba ne halt etsem diye kara kara düşünüyordum ki gözüm programa ilişti. Oynanan oyun neydi dersin, Harry?"
"Bana kalırsa, gerzek çocuk ya da salak ve masum derim. Babalarımız bu gibi oyunları severlerdi, sanıyorum. Dorian, her yaşadığım gün şunu biraz daha anlıyorum ki babalarımız hiçbir şeyi bizden iyi bilmezlermiş. Siyasette olduğu gibi sanatta da, les grand-peres ont toujours tort. Dedeler hep haksızdır."
"Bu oyun bizim beğenimize de uygundu, Harry. Romeo ile Juliet'ti. İtiraf edeyim ki bu izbe oyukta Shakespeare seyretmek düşüncesi önce sinirimi bozdu. Gene de tuhaf bir ilgi duymuştum. Hiç değilse birinci perdeyi izlemeye kararlıydım. Feci bir orkestra vardı; en başta da çatlak bir piyano çalan genç bir Musevi. Müzik beni neredeyse kaçırtıyordu ama en sonunda sahnenin perdesi açıldı, oyun başladı. Romeo kaşları mantarla boyanmış, trajedilere uygun boğuk sesli, yapısı bira fıçılarına benzeyen tıknaz, yaşlı bir beydi. Mercutio da hemen hemen onun kadar kötü. Bu rolü çok adi bir komik oynuyordu. Araya kendi icadı replikler serpiştirmişti, orkestradakilerle de içli dışlıydı. Aktörlerin ikisi de sahnenin dekoru kadar biçimsizdiler, dekor bir köy panayırından alınmışa benziyordu... Gelgelelim Juliet!.. Harry, bir kız düşün ki on yedisinde var yok, minicik, çiçek gibi bir yüz, eski Yunan resimleri gibi küçük bir baş, halka halka koyu kestane saç örgüleri, gözler sanki mosmor ihtiras kuyuları, gül yaprağı gibi dudaklar. Ömrümde gördüğüm en güzel şeydi bu kız. Bir keresinde sen bana dokunaklı şeylerin seni etkilemediğini söylemiştin, gene de o güzellik, salt o güzellik senin bile gözlerini yaşartabilirdi. İnan bana, Harry, gözüme dolan yaşlar yüzünden kızı doğru dürüst göremez olmuştum. Ya sesi! Ömrümde böyle ses duymamıştım ki ben! İlkin çok yavaş çıkıyordu, insanın kulağına sanki tane tane dökülen, derin, yumuşacık notalar. Sonra biraz daha yükselince bir flüte benzedi ya da uzaktan duyulan bir obua sesine. Bahçe sahnesinde bu ses, şafaktan önce bülbüller ötünce duyulan o titreşimli coşkuyu yansıtıyordu. Sonradan zaman zaman bir kemanın başıboş ihtirasıyla çınladığı oldu. Sesler insanı nasıl etkiler sırasında, bilirsin. Ömrümde unutamayacağım iki şey varsa senin sesinle Sibyl Vane'in sesidir. Gözümü yumunca duyabiliyordum bu sesleri; ikisi de ayrı ayrı şeyler söylüyorlar. Hangisini dinleyeceğimi bilemiyorum. Neden sevmeyecekmişim onu Harry, seviyorum onu. Benim için hayatta her şey o. Her Tanrı'nın gecesi onu seyretmeye, tiyatroya gidiyorum. Bir gece Rosalind oluyor, ertesi gece İmojen. Onun bir İtalyan mezarlığının loşluğunda, âşığının dudağındaki zehri emerek öldüğünü gördüm. Uzun çorap, dizlik pantolon, zarif kep giyip güzel bir delikanlı kılığına girerek Arden Ormanı'nda gezindiğini gördüm. Bir keresinde delirdi, suçlu bir kralın karşısına çıktı, ona tatsın diye acı otlar verdi. Bir keresinde masumdu, gene de kıskançlığın kara elleri onun o kuğu boynunu sıkıp ezdi. Her türlü kılıkta, her çağda gördüm onu. Olağan insanlar hayal gücümüzü etkileyemezler. Çağlarıyla sınırlıdırlar. Onları kalıplarından çekip çıkaracak hiçbir büyü yoktur. Şapkaları gibi kafalarının içini de ezbere biliriz. Kolayca bulabiliriz onları. Hiçbirinde gizem yoktur. Sabahları parkta ata binerler, öğleden sonra çay partilerinde gevezelik ederler. Gülüşleri klişeleşmiş, davranışları modaya uydurulmuştur. Kolayca okunabilirler. Ama bir tiyatro oyuncusu! Tiyatro oyuncusu olan kadın nasıl da bambaşkadır! Harry, sevilmeye değer tek şeyin bir aktris olduğunu neden söylemedin bana?"
"Çünkü öyle çok aktris sevdim ki, Dorian!"
"Ha, evet, boyalı saçlı, boyalı yüzlü iğrenç kişiler."
"Boyalı saçla boyalı yüzü hor görme," dedi Lord Henry. "Kimi zaman olağanüstü çekici olabiliyorlar."
"Keşke Sibyl Vane'i anlatmasaydım sana."
"Anlatmamak elinde değil ki, Dorian. Ömür boyu yaptığın her şeyi bana anlatacaksın sen."
"Evet, sanırım öyle olacak, Harry. Her şeyi sana anlatmamak elimde değil. Tuhaf bir etkin var üzerimde. Günün birinde ağır bir suç işlesem bile gelip sana itiraf ederdim. Sen beni anlardın."
"Senin gibi kişiler –yaşamın güneş ışınları– ağır suç işlemezler, Dorian. Gene de iltifatına çok teşekkür ederim. Şimdi de söyle bana... Kibriti uzatır mısın, bir zahmet? Sağ ol... Sibyl Vane'le arandaki ilişkinin adı nedir?"
Dorian Gray yüzü kızarmış, gözleri ateş püskürerek ayağa fırladı. "Harry! Sibyl Vane kutsaldır!"
Lord Henry, "Yalnızca kutsal şeylere dokunmaya değer," dedi. Sesinde tuhaf bir hüzün vardı. "Ne diye kızıyorsun? Herhalde kız bir gün gelip senin olacak. İnsan âşık olduğu zaman hep kendi kendini aldatmakla işe başlar, başkalarını aldatmakla sona erdirir. Dünyamızın romantizm dediği işte budur... Onunla hiç değilse tanıştın sanırım, değil mi?"
"Tabii tanıştım. Tiyatroya ilk gittiğim gece o yaşlı Yahudi oyunun sonunda locama geldi, beni kulise götürüp onunla tanıştırmayı önerdi. Çok kızdım ona. Juliet öleli yüzlerce yıl oluyor, Verona'da mermer bir lahit içinde yatıyor, dedim. Yüzündeki afallamış bakıştan anladığıma göre herif benim şampanyayı çok kaçırmış olduğumu sandı."
"Hiç şaşmam."
"Sonra bana gazeteci olup olmadığımı sordu. Ben de gazete okumadığımı söyledim. Adam bunu duyunca çok büyük hayal kırıklığına uğradı, besbelli. Bütün tiyatro eleştirmenlerinin ona karşı komplo kurduklarını, hepsinin de hiç ayrımsız satılık olduklarını anlattı bana."
"Bu söylediğinde haklıysa hiç şaşmam. Ama öte yandan da, çoğunun kılığına bakarsan, pek de pahalı olmasalar gerekir."
Dorian, "Bilmem, o eleştirmenleri kendi kesesine göre fazla pahalı buluyordu sanırım," diye güldü. "Bu arada tiyatronun lambaları söndürülmeye başlandığından oradan ayrıldım. Yahudi bana yaprak sigarası sunmak istiyor, bu markayı şiddetle tavsiye ediyordu. Almadım. Ama ertesi gece gene oraya döndüm, doğallıkla. Yahudi beni görünce yerlere kadar eğildi, benim cömert bir sanat dostu olduğumu söyledi. Sinir bozucu bir herifti doğrusu, şu var ki Shakespeare'e karşı görülmedik bir tutku besliyordu. Bir keresinde bana beş kez iflas ettiğini, iflaslarının beşinin de Shakespeare yüzünden olduğunu övünerek söyledi. Buna bir ayrıcalık gözüyle bakıyordu sanki."
"Ayrıcalıktır ya, sevgili Dorian, büyük bir ayrıcalık. Çoğu kişiler yaşamın düzyazısına aşırı yatırım yapmak yüzünden iflas ederler. Şiir yüzünden batmak bir onurdur... Ama sen Miss Sibyl Vane'le ne zaman konuştun ilk olarak?"
"Üçüncü gece. O, Rosalind'i oynuyordu. Kulise gitmekten kendimi alamadım. Ona birkaç çiçek atmıştım, o da bana bakmıştı, daha doğrusu bakmış gibi gelmişti bana. İhtiyar Yahudi üsteleyip duruyordu. Beni kulise götürmeyi aklına koymuştu, ben de boyun eğdim. Bu kızla tanışmak istemeyişim tuhaf değil miydi, sence?"
"Yok, sanmıyorum."
"Sevgili Harry, ama neden?"
"Başka zaman anlatırım. Şimdi bu kız konusunu öğrenmek istiyorum."
"Sibyl mi? Ah, öyle utangaç, öyle yumuşak başlı ki! Çocuksu bir havası var zaten. Oyununu nasıl beğendiğimi söyleyince gözleri nefis bir inanmazlık ve hoşnutlukla iri iri açıldı. Etkisinin gücünden habersiz görünüyordu. İkimiz de az buçuk sıkılganlık çekiyorduk, sanırım. İhtiyar Yahudi o tozlu giyinme odasının kapısında durmuş ağzı kulaklarında, bizim üstümüze tumturaklı laflar ederken biz iki çocuk gibi durmuş birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Adam ille de 'Sayın Lordum' deyip duruyordu bana. Bu yüzden Sibyl'e, lord falan olmadığımı söylemek zorunda kaldım. O da hiç yapmacıksız bir yalınlıkla, 'Lorddan çok bir prense benziyorsunuz; size Tatlı Prens demem uygun düşer,' dedi."
"Vay canına, Dorian, Miss Sibyl iltifat etmesini biliyormuş."
"Sen onu anlayamıyorsun, Harry. O beni yalnızca bir oyun kişisi olarak görüyordu. Hayatı hiç tanımıyor ki! Annesiyle birlikte oturuyor. Annesi geçkin, yorgun bir kadıncağız. İlk gittiğim gece sırtında kimonomsu mor bir giysiyle Leydi Capulet'i oynamıştı. Güngörmüş de şimdilerde düşkünleşmişe benziyor."
Lord Henry ellerindeki yüzükleri gözden geçirerek, "Bilirim o tipleri, içimi sıkarlar," diye mırıldandı.
"Yahudi bana onun yaşamöyküsünü anlatmak istedi ya, ilgimi çekmiyor, dedim."
"En doğrusunu yapmışsın. Başkalarının trajedilerinde her zaman son derece çirkin, acı bir şey vardır."
"Tek ilgilendiğim şey, Sibyl. Onun soyu sopu falan umurumda değil. O minicik başından minicik ayaklarına kadar tümüyle, tümden şahane bir yaratık. Her Tanrı'nın gecesi onu sahnede seyretmeye gidiyorum, her gece onu daha harika buluyorum."
"Şimdilerde benimle hiç yemeğe çıkmayışının nedeni de bu olsa gerek. Senin ilginç bir gönül serüveni yaşadığını kestiriyordum. Sahiden de öyleymiş ama bu serüven benim tahminimden farklı çıktı."
"Sevgili Harry, hemen her gün ya öğle ya akşam yemeğini birlikte yiyoruz, kaç kez de operaya geldim seninle," diye Dorian Gray mavi gözlerini şaşkın şaşkın açarak yanıtladı.
"Her zaman müthiş geç kalıyorsun."
Genç adam, "Ne yapayım!" diye bağırdı. "Sibyl'in oyununu görmeye gitmeden edemiyorum, tek bir perde için bile olsa! Onu görebilmek için acıkıyorum sanki. Hele o fildişi bedende gizli olan harikulade ruhu düşündükçe sanki huşu duyuyorum."
"Bu gece benimle yemeğe gelirsin artık değil mi, Dorian?"
Dorian başını salladı. "Bu gece Sibyl Imogen oluyor," diye karşılık verdi. "Yarın gece de Juliet."
"Ya ne zaman Sibyl Vane oluyor?"
"Hiçbir zaman."
"Kutlarım seni."
"Ne iğrençsin, Harry! Sibyl dünyanın bütün büyük kadın kahramanlarının birleşimidir. Bireyin ötesinde bir şey o. Gülüyorsun ama sana söylüyorum, büyük bir yetenek o. Onu seviyorum, onun da beni sevmesini sağlamalıyım. Sen ki yaşamın tüm gizlerini bilirsin, söyle bana, nasıl bir büyü yapayım da Sibyl Vane beni sevsin? Romeo' yu kıskandırmak istiyorum. Tarihin ölmüş âşıkları bizim gülüşlerimizi duysunlar da hüzünlensinler istiyorum. Bizim ateşimizden bir soluk onların toprağına can versin, küllerini uyandırıp acı çektirsin istiyorum. Ulu Tanrım, ona nasıl tapıyorum bilsen, Harry!"
Dorian konuşurken odada volta atıp duruyordu. Yanaklarında humma ateşi gibi kırmızı lekeler yanıyordu. Genç adam aşırı derecede heyecanlıydı.
Lord Henry onu gizli bir hazla seyretmekteydi. Bu Dorian, Basil Hallward'ın stüdyosunda gördüğü o utangaç, ürkek çocuktan nasıl da bambaşkaydı! Kişiliği bir çiçek gibi gelişmiş, kızıl alev tomurcuklar açmıştı. Ruhu, sığındığı gizli yerden çıkmış, arzu da onu yarı yolda karşılamıştı.
Lord Henry, "Peki, ne yapmayı planlıyorsun?" diye sordu en sonunda.
"Basil'le bir gece gelin, onun oyununu görün, istiyorum. Zerrece korkum yok bunun sonucundan. Onun üstün yeteneğini kabul edeceksiniz, bu kesin. Sonra onu o Yahudi'nin ellerinden kurtarmalıyım. Üç yıllık kontratla bağlı ona, yani bugünden sonra iki yıl, sekiz ay. Yahudi'ye bir şeyler ödemem gerekecek, doğallıkla. Bunlar yola girdikten sonra West End'de bir tiyatro tutup Sibyl'i şöyle adam gibi tanıtırım. Bütün dünyayı da, tıpkı beni büyülediği gibi büyüleyecektir."
"Olacak şey değil bu, yavrucuğum."
"Evet, büyüleyecek. Sibyl'de olan yalnızca sanat yeteneği, kusursuz bir sanatsal içgüdü değil, kişiliği de var. Sen de bana kaç kez demişsindir, çağı etkileyen ilkeler değil kişilerdir, diye."
"Peki, hangi gece gidiyoruz?"
"Dur bakayım. Bugün salı. Yarın diyelim. Sibyl yarın Juliet'i oynuyor."
"Peki. Saat sekizde Bristol'de. Ben Basil'i alırım."
"Sekiz olmaz, Harry, lütfen, altı buçuk. Perde açılmadan orada olmalıyım. İlk perdede görmelisin onu, Romeo'yla karşılaştığı zaman."
"Altı buçuk ha! Ne tuhaf bir saat! Çay yerine et suyu içmek gibi bir şey ya da bir İngiliz romanı okumak. Yedi yapalım şunu. Hiçbir centilmen yediden önce akşam yemeği yemez. Sen bu arada Basil'i görecek misin, yoksa ben bir not yazayım mı?"
"Sevgili Basil! Onu görmeyeli bir hafta oluyor. Çok ayıp oldu, çünkü bana portremi yolladı, tasarımını kendi yaptığı harika bir çerçeve içinde. Gerçi benden bir ay daha genç diye kıskanıyorum ama itiraf etmeliyim ki bayılıyorum bu portreye. Belki sen yazsan daha iyi olur. Onunla baş başa kalmak istemiyorum. Hep beni sinirlendirecek şeyler söylüyor: Çok yerinde öğütler veriyor bana."
Lord Henry gülümsedi. "İnsanlar ihtiyaç duydukları şeyleri elden çıkarmaya bayılırlar. Cömertliğin en dibi, diyorum ben buna."
"Yok, Basil dünya iyisi bir adam, ama az buçuk yontulmamış gibi geliyor bana. Seni tanıdıktan sonra bunun ayırdına vardım, Harry."
"Sevgili çocuk, Basil kişiliğindeki tüm sevimli yönleri uğraşına aktarır. Sonuç olarak da yaşamı için kala kala önyargıları, ilkeleri, bir de sağduyusu kalır. Benim tanıdığım sanatçılardan gündelik yaşamda sevimli olanlar yalnızca kötü sanatçılardır. İyi sanatçılar yalnızca ürünlerinde var olurlar, bunun sonucu olarak da kişilikleri silik kalır. Büyük şair, gerçekten büyük olan şair, tüm yaratıkların içinde şiirden en uzak olanıdır. Oysa üçüncü, dördüncü sınıf şairler ilginçtirler. Şiirleri ne kadar kötüyse görünümleri o kadar çarpıcıdır. İkinci sınıf bir sone kitabı yayınlatmış olmak insanı resmen dayanılmaz yapmaya yeter. Bu adam yazamadığı şiiri yaşar. Ötekilerse, yani gerçek şairler hayatta gerçekleştirmeyi göze alamadıklarını şiir olarak yazarlar."
Dorian, "Bilmem ki Harry, böyle mi gerçekten?" diyerek masanın üstündeki altın tıpalı büyük şişeden mendiline biraz koku sürdü. "Öyle olsa gerek, mademki sen öyle diyorsun. Şimdi artık ben gidiyorum. Imogen bekliyor. Yarını unutma, ha! Hoşça kal."
Dorian dışarı çıkınca Lord Henry ağır gözkapaklarını indirerek düşünmeye başladı. Şurası bir gerçek ki onu Dorian Gray kadar ilgilendiren pek az kişi çıkmıştı. Gene de çocuğun başka birine çılgınca tutulmuş olması genç lorda zerrece kıskançlık ya da can sıkıntısı vermiyordu. Tersine, hoşuna gidiyordu onun. Bu tutku Dorian Gray'i daha ilginç, incelemeye değer kılıyordu. Lord Henry oldum olası doğa bilimlerine karşı derin bir merak beslemiş, gelgelelim bu bilimlerin sıradan konularını önemsiz, enti püften bulmuştu. Böylece o da kendi kendini mikroskop altına koyarak incelemekle işe başlamış, sonunda başkalarını didikleyip inceler olmuştu. İnsan yaşamı: Lord Henry'nin gözünde incelemeye değer olan tek şey buydu. Bu kadar değerli bir şey olamazdı. Gerçi inceleyen kişi yaşamı acılarla sevinçlerin karışımıyla dolu olan deney tüpünün içinde gözlemlerken, yüzüne camdan maske takamıyor, zehirli buharların beyni etkileyerek imgelemin garip fanteziler, şekilsiz hayallerle zonklamasını engelleyemiyordu. Öylesine sinsi zehirler vardı ki, insanın onların niteliklerini ayırt edebilmesi için onlarla zehirlenmesi gerekti. Gene de bu inceleme en sonunda insana nasıl da şahane bir ödül veriyordu! Dünya insanın gözünde nasıl da harikulade olup çıkıyordu! Tutkunun o tuhaf, katı mantığını ve zihnin duygusallıkla renklenen yaşantısını fark etmek, bu ikisinin nerede bir araya geldiklerini, nerede ayrıldıklarını, nerede uzlaşıp nerede çatıştıklarını gözlemlemek... Ne büyük bir kıvanç gizliydi bunda! Pahası kimin umurunda? Hiçbir heyecanın bedeli aşırı yüksek sayılmazdı.
Lord Henry şunun bilincindeydi ki –ve bunu bilmek o akik rengindeki gözlerine bir zevk ışıltısı veriyordu– onun söylediği birtakım sözler yüzünden, ezgili bir sesle söylenmiş ezgili sözler yüzünden Dorian Gray'in ruhu bu zambak kıza doğru dönmüş, bu kızın önünde secdeye gelmişti. Çocuk, büyük oranda onun yaratımıydı. Lord Henry erken geliştirmişti onu. Bu da bir şeydi. Olağan insanlar, yaşam onlara gizlerini açsın diye beklerlerdi. Gelgelelim bir avuç seçkin kişiye yaşamın gizleri daha perde açılmadan önce görünürdü. Kimileyin sanatın, özellikle de yazın sanatının etkisiyle olurdu bu; çünkü yazın sanatı tutkularla ve zihinle doğrudan doğruya haşır neşirdir. Kimileyin de karmaşık bir kişilik sanatın yerine geçip, onun görevini üstlenir, kısacası kendince gerçek bir sanat ürünü olup çıkardı. Hayatın da tıpkı şiir gibi, heykel, resim gibi, özene bezene yarattığı başyapıtları vardır.
Evet, genç adam zamanından önce gelişmişti. Hasadını baharda kaldırıyordu. Gençliğin yaşam hızı ve ateşiyle doluydu ve kendi varoluşunun bilincine de varmaya başlıyordu. Büyük zevkti onu gözlemlemek. O güzel yüzü, güzel ruhuyla delikanlı inanılması güç bir şeydi, doğrusu. Sonun nasıl geleceğinden, alnına neler yazılmış olduğundan kime ne? Bir sahne oyunundaki, bir karnavaldaki kişileri andırıyordu: Hani sevinçleri bizden uzakmış gibi gelir de, acıları güzellik duyumuzu okşar ve yaraları kırmızı güller gibi kanar.
Ruh ve beden, bedenle ruh: Nasıl da gizemliydiler! Ruh hayvanlaşabiliyor, beden de sırasında ruh kesiliyordu. Duyguların yücelttiğini zihin aşağılayabiliyordu. Tensel itkinin nerede bitip fizik itkinin nerede başladığını kim bilebilirdi? Sıradan ruhbilimcilerin gelişigüzel tanımlamaları nasıl da sığdı! Öte yandan çeşitli ruhbilim okullarının savları arasında seçim yapmak ne kadar zordu! Ruh acaba günah evinin içinde oturan bir gölge miydi? Yoksa beden mi aslında ruhun içindeydi, Giardano Bruno'nun düşündüğü gibi. Ruhun maddeden ayrılması da bir sırdı, tıpkı ruhun maddeyle birleşmesinin bir sır olduğu gibi.
Lord Henry merak etmeye başlamıştı: Acaba psikolojiyi alabildiğine kesin, mutlak bir bilim dalı haline getirerek en küçük yaşam pınarlarının bile göz önüne serilmesini sağlamak elimizde miydi? Şu durumda kendi kendimizi hep yanlış anlıyor, başkalarını da pek seyrek anlayabiliyorduk. Deneyim denen şey etik yönden bir değer taşımıyordu. İnsanların hatalarına verdikleri bir addan ibaretti. Ahlakçılar genel olarak bunu bir tür uyarı saymışlar, kişiliğin gelişmesinde etik bir yararı olduğunu ileri sürmüşler, neyi izleyip neden kaçınacağımıza ilişkin bir işaret diye övünmüşlerdi. Şu var ki deneyimde itici güç yoktu. Oynadığı etkin rol vicdanın rolü kadar önemsizdi. Ortaya koyduğu tek gerçek, geleceğimizin de geçmişimize eş olacağıydı; bundan önce bir kez, tiksinerek işlediğimiz günahı bundan böyle birçok kez işleyecektik, hem de seve seve.
Lord Henry şunu açıkça görüyordu ki insanı tutkuların bilimsel irdelenmesine götürecek tek yol deneysel yöntemdi. Dorian Gray de gerçekten onun için biçilmiş kaftan bir denekti, parlak, verimli sonuçlar vaat ediyordu. Sibyl Vane'e karşı ansızın kapıldığı bu çılgın tutku, ilginçlik yönü hiç de küçümsenmeyecek, olağandışı psikolojik bir olaydı. Bunda merakın büyük rol oynadığı hiç kuşku götürmezdi, merak ve yenilik isteği. Gene de basit bir tutku değildi bu, çok karmaşıktı. Bileşimindeki gençlikten gelen şehvet güdüsü, imgelemin etkisiyle değişime uğramış, çocuğun kendi gözüne mantıktan, sağduyudan uzak görünen, bu yüzden de büsbütün tehlikeli olan bir duyguya dönüşmüştü. Kaynakları konusunda kendi kendimizi aldattığımız tutkulardı üzerimizde en amansız baskıları kuran. En cılız itkilerimiz de niteliğini bildiklerimizdi. Çok zaman başkaları üstünde deneyler yaptığımızı sandığımız sırada, gerçekte kendi üzerimizde deneyler yapıyorduk.
Lord Henry oturmuş dalgın dalgın bunları düşünürken kapıya vuruldu, özel uşağı içeri girerek, akşam yemeği için giyinme zamanının geldiğini bildirdi. Lord Henry kalktı, pencereden sokağa baktı. Günbatımı karşı sıradaki evlerin üst kat pencerelerini kızıl altına dönüştürmüştü. Camlar kızgın metal levhalar gibi ışıyorlardı. Yukarıda gökyüzü solmuş bir gülü andırıyordu. Lord Henry arkadaşının taze, ateş rengindeki yaşantısını düşündü, bu olup bitenlerin sonunun neye varacağını merak etti.
Saat yarım sularında evine döndüğü zaman holdeki masanın üstünde bir telgraf buldu. Açtığında Dorian Gray'den geldiğini anladı. Telgraf Dorian Gray'in Sibyl Vane'le evlenmek üzere sözlenmiş olduğunu bildiriyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top