XXXVI - XXXVII - XXXVIII


XXXVI


Nehlüdov, savcının yanından doğruca tutuklular hapishanesine gitti. Ancak burada Maslova adında birinin olmadığı anlaşıldı ve hapishane müdürü, Nehlüdov'a aradığı kişinin eski cezaevinde olabileceğini söyledi. Nehlüdov oraya gitti.

Yekaterina Maslova gerçekten de oradaydı. Savcı, bundan altı ay kadar önce jandarma tarafından son derece geniş çapta bir siyasi dava açıldığını ve tutuklular hapishanesinin üniversite öğrencileriyle, doktorlarla, işçilerle, yüksekokul öğrencisi kızlarla, hemşirelerle tıka basa dolu olduğunu unutmuştu.

İki hapishanenin arasındaki mesafe çok fazlaydı. Nehlüdov eski hapishaneye ancak akşama doğru ulaşabildi. Çok büyük, iç karartıcı binanın kapısına yaklaşmak istedi ama nöbetçi yaklaştırmadı, ancak zili çalabildi. Zil sesine bir gardiyan çıktı. Nehlüdov izin kâğıdını gösterdi ancak gardiyan, müdürün izni olmadan içeri sokamayacağını söyledi. Nehlüdov müdüre yollandı. Daha merdivenleri çıkarken kapının ardından, piyanoda çalınan, karmaşık ve canlı bir parçanın seslerini duydu. Bir gözü bağlı, sinirli bir hizmetçi kadın kapıyı açtığında bu sesler sanki odadan dışarı fırlamış ve kulaklarını tırmalamıştı. Bu, List'in güzel, fakat belli bir yere kadar çalınan bir rapsodisiydi. Buraya gelince tekrar başa dönüyordu. Nehlüdov, bir gözü sarılı hizmetçiye müdürün evde olup olmadığını sordu.

Hizmetçi müdürün evde olmadığını söyledi.

"Ne zaman gelir?"

Rapsodi yine durmuş ve o büyülü yere kadar bir gösterişle, gürültüyle tekrarlanmıştı.

"Gidip sorayım."

Hizmetçi gitti.

Rapsodi, yine hızını almış gidiyordu ki birden büyülü yere varmadan durdu, bir ses işitildi.

"Burada olmadığını, bugün gelmeyeceğini söyleyin. Misafirlikte deyin. Niye ısrar ediyorlar ki?" Kapının ardından bir kadın sesi duyuldu, rapsodi tekrar başladı ama sonra yine durdu ve geri itilen bir sandalyenin sesi işitildi. Öfkelenen piyanist hanım, uygunsuz bir saatte gelen bu sırnaşık ziyaretçiye haddini bizzat bildirmek istiyordu anlaşılan.

Kabarık saçları perişan görünen, mahzun bakışlı gözlerinin altları morarmış, solgun yüzlü bir kız öfkeyle dışarı çıkarak:

"Babam evde değil," dedi. Karşısında şık paltosuyla genç bir adam görünce yumuşadı. "İçeri buyurun... Ne istemiştiniz?"

"Hapisteki bir kadın tutukluyu görecektim."

"Siyasi tutuklu mu?"

"Hayır, siyasi değil. Savcıdan izin kâğıdı var elimde."

"Ama ben bilemem, babam da evde değil. İçeri buyurun lütfen," diye küçük antreden tekrar çağırdı Nehlüdov'u. "Ya da yardımcısına gidin, şu anda yazıhanesindedir, onunla konuşun. Adınız neydi?"

Nehlüdov soruya yanıt vermeden:

"Teşekkür ederim," dedi ve çıktı.

Ne çalındıkları yere, ne de onları bu derece büyük bir azimle öğrenmeye çalışan bu zavallı kızın yüzüne uygun düşen aynı canlı, neşeli sesler, kapı daha arkasından kapanır kapanmaz yeniden duyuldu. Nehlüdov, avluda rastladığı, boyalı bıyıklarının uçları bükülmüş genç bir subaya müdür yardımcısını sordu. Karşısındaki müdür yardımcısının ta kendisiydi. İzin kâğıdını aldı, Nehlüdov'un yüzüne baktı ve bu belgeyle bu hapishaneye girmesine izin veremeyeceğini söyledi. Ayrıca vakit de geç olmuştu.

"Yarın buyurun. Yarın saat onda görüşme herkese serbest olacak; gelirsiniz, hem müdür bey de evde olur. Görüşme salonunda görüşebilirsiniz, eğer müdür bey izin verirse yazıhanede de görüşebilirsiniz."

Nehlüdov, böylece görüşme konusunda o gün hiçbir şey yapamadan eve yollandı. Katyuşa'yı görmek düşüncesiyle heyecanlanmış olan Nehlüdov, şimdi mahkemeyi değil, savcıyla, müdür ve müdür yardımcısıyla yaptığı konuşmaları anımsayarak sokaklarda yürüyordu. Katyuşa'yla görüşmeye çalışması ve onu görmeye hazırlanarak iki hapishaneye gitmesi Nehlüdov'u o kadar heyecanlandırmıştı ki, uzun süre sakinleşemedi. Eve döndükten sonra epeydir el sürmediği günlüğünü aldı, bazı yerlerini okudu ve şunları yazdı: "İki yıldır günlük yazmadım. Bu çocukça şeyi bir daha hiç elime almayacağımı sanıyordum. Oysa çocukça bir şey değil bu, insanın kendisiyle, her insanın içinde yaşayan ilahi ben'iyle konuşmasıdır. Bu ben iki yıldır uyuyordu ve benim konuşacak kimsem yoktu. Alışılmadık bir olay onu uyandırdı. 28 Nisan günü mahkemede jüri üyesiydim. Sanık sırasında onu, baştan çıkardığım Katyuşa'yı mahkûm önlüğü içinde gördüm. Garip bir yanlışlık ve benim hatam yüzünden onu kürek cezasına çarptırdılar. Hemen savcıya ve hapishaneye gittim. Katyuşa'yla görüşmeme izin vermediler ama ben onu görmek, onun önünde suçumu itiraf etmek, onunla evlenerek bile olsa hatamı düzeltmek için her şeyi yapmaya karar verdim. Tanrım, bana yardım et! Çok iyiyim, içim sevinç dolu."


XXXVII


O gece Maslova uyuyamamıştı. Gözleri açık, yatıyor, bir aşağı bir yukarı yürümeye devam eden kilise hademesinin kızının arada bir görmesini engellediği kapıya bakıyor, kızıl saçlının sesli sesli soluk alışlarını dinliyor ve bir yandan da düşünüyordu.

Sahalin'de asla bir kürek mahkûmuyla evlenmeyeceğini, yöneticilerden biriyle, bir kâtiple, bir gardiyanla başka türlü bir yaşam kuracağını düşünüyordu. Bu adamların hepsi de bu "işe" meraklıydılar nasıl olsa. "Yapacağın tek şey zayıf düşmemek, yoksa işin biter." Sonra avukatın, mahkeme başkanının, mahkemede karşısına çıkan ve mahsus yanından gelip geçen erkeklerin kendisine nasıl baktıklarını anımsadı. Hapishaneye, kendisini ziyarete gelen Berta'nın anlattıklarını anımsadı. Kitayeva'nın evinde kalırken âşık olduğu şu üniversite öğrencisi delikanlı eve geliyormuş, Katyuşa'yı soruyor ve ona çok acıyormuş. Kızıl saçlının yediği dayağı anımsıyor ve ona acıyordu; kendisine fazladan bir kalaç gönderen fırıncıyı anımsıyordu. Birçok şey anımsıyordu ama bir tek Nehlüdov'u anımsamıyordu. Çocukluğunu ve gençliğini, özellikle de Nehlüdov'a olan aşkını hiçbir zaman anımsamazdı. Bu, çok üzücü bir şeydi. Bu anılar, ruhunun uzak bir köşesinde öylece yatıyordu. Nehlüdov'u düşünde bile görmüyordu. Bugün mahkemede tanımamasının nedeni, onu son gördüğünde asker üniformalı, sakalsız, kısa bıyıklı, kısa da olsa gür, kıvırcık saçlıyken, şimdi sakallı, kerli ferli bir adam olmasından çok, Katyuşa'nın Nehlüdov'u hiç aklına getirmemiş olmasıydı. Aralarında geçenlerle ilgili anılarının hepsini, cepheden dönerken halalarına uğramadan geçtiği o korkunç ve karanlık geceye gömmüştü.

Nehlüdov'un geri dönerken de halalarına uğrayacağı konusunda hâlâ umutlu olduğu o geceden önce karnında taşıdığı bebek için kaygılanmadığı gibi, içindeki yumuşak, arada bir de sert kımıldanışlara şaşıyor, duygulanıyordu. Fakat o geceden sonra her şey bambaşka olmuştu. Doğacak bebekse yalnızca bir ayak bağı halini almıştı.

Halalar Nehlüdov'u bekliyorlardı, geçerken uğraması için yalvar yakar olmuşlardı. Fakat o, telgraf çekmiş, vakitlice Petersburg'a gitmesi gerektiği için gelemeyeceğini bildirmişti. Katyuşa bunu öğrenince onu görmek için istasyona gitmeye karar verdi. Tren gece saat ikide geçecekti. Katyuşa hanımlarını uykuya yatırdıktan sonra aşçının küçük kızı Maşka'yı da yanına alıp, eski potinlerini giydi, başörtüsünü örttü, ayaklarının ucuna basarak evden çıktı ve koşarak istasyona gitti.

Karanlık, yağmurlu, rüzgârlı bir sonbahar gecesiydi. Yağmur kâh iri ve ılık damlalar halinde hızla yağıyor, kâh kesiliyordu. Ayaklarının altındaki tarlada yol iz belli değildi, ormanın içi ise sobanın içi gibi kapkaraydı ve Katyuşa çok iyi bildiği halde yolu kaybedip ormana saptı, trenin üç dakika durduğu küçük istasyona umduğundan daha geç, ancak ikinci kampanadan sonra varabildi. Katyuşa koşarak perona çıktıktan sonra onu birinci mevki vagonunun penceresinde hemen gördü. Vagonun içi çok aydınlıktı. Ceketlerini çıkartmış iki subay kadife koltuklara karşılıklı oturmuş, kâğıt oynuyorlardı. Pencerenin önündeki küçük masada kalın mumlar yanıyordu. O, üstünde daracık bir binici pantolonu ve beyaz bir gömlekle koltuğun koluna oturmuş, dirseğini koltuğun arkalığına dayamış gülüyordu. Onu görür görmez soğuktan buz gibi olmuş eliyle pencereyi tıklattı. Fakat tam bu sırada üçüncü kampana çaldı ve tren yavaş yavaş hareket etti. Önce geriye doğru gitti, sonra yerinden oynayan vagonlar birbiri ardınca ilerlemeye başladı. Oyun oynayanlardan biri elinde iskambil kâğıtlarıyla ayağa kalkıp pencereden baktı. Katyuşa bir kez daha camı tıklatıp yüzünü cama dayadı. Bu sırada önünde durduğu vagon da kımıldayıp yürüdü. Katyuşa, bir yandan pencereden içeri bakıyor bir yandan vagonun yanından yürüyordu. Subay pencereyi indirmek istedi ama beceremedi. Nehlüdov ayağa kalktı, onu kenara iterek pencereyi kendisi indirdi. Tren hızlanmıştı. Katyuşa, geri kalmamaya çalışarak hızlı adımlarla yürüyordu, fakat tren gitgide hızını artırıyordu, tam pencere indiği anda kondüktör, Katyuşa'yı kenara itip vagona atladı. Katyuşa geride kalmıştı ama peronun ıslak tahtaları üzerinde hâlâ koşuyordu; sonra peron bitti ve koşarken merdivenden düşmemek için kendini zor tuttu. Katyuşa koşuyordu ama birinci mevki vagonu çok ilerdeydi. Yanından artık hızla ikinci mevki vagonları geçiyordu, daha sonra daha da hızlı bir şekilde üçüncü mevki vagonları geçti ama o hâlâ koşuyordu. Arkasında feneriyle son vagon da geçip gittiğinde Katyuşa su tulumbasını geçmiş, istasyonun dışına çıkmıştı artık. Rüzgâr üzerine saldırıyor, başından örtüsünü sıyırıyor ve bir yandan elbisesini bacaklarına yapıştırıyordu. Rüzgâr başörtüsünü uçurmuştu ama o hâlâ koşuyordu.

Ardından zar zor yetişen küçük kız:

"Mihaylovna teyze! Başörtünü düşürdün!" diye bağırıyordu.

"O, pırıl pırıl bir vagonda, kadife koltukta oturuyor, gülüyor, içki içiyor, bense burada, çamurun, karanlığın içinde, yağmurun ve rüzgârın altında dikilmiş ağlıyorum," diye düşündü Katyuşa, durdu ve başını geriye atıp ellerinin arasına alarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

"Gitti!" diye bağırdı.

Küçük kız korku içinde Katyuşa'nın ıslak elbisesine sarılarak:

"Teyzeciğim, eve gidelim," dedi.

Bu arada Katyuşa, küçük kıza cevap vermeksizin:

"Tren geçerken bir vagonun altına kendini atıverirsin, olur biter," diye düşünüyordu.

Öyle yapmaya da karar vermişti. Fakat burada da bir heyecandan sonra ilk sakinleşme anında her zaman olan şey oldu ve karnındaki bebek, onun, Nehlüdov'un bebeği birden kımıldadı, yavaşça gerindi ve tekrar ince, tatlı ve keskin bir şeyle vurmaya başladı. Ve bir dakika önce onu bu kadar üzen, yaşamayı olanaksız gibi gösteren şeyler, Nehlüdov'a olan bütün hıncı ve en azından kendini öldürerek ondan öç alma isteği, bütün bunlar bir anda yok olup gitmişti. Sakinleşmiş, kendini toplamış, başörtüsünü örtmüş ve hızlı hızlı eve doğru yürümüştü.

Bitkin, sırılsıklam ve çamura batmış bir halde döndü eve. Bugünkü hale gelmesine neden olan manevi değişim işte o günden sonra başladı içinde. O korkunç geceden sonra iyiliğe inanmaktan vazgeçti. Eskiden kendisi iyiliğe inandığı gibi, insanların da iyiliğe inandıklarını düşünürdü. Fakat o korkunç geceden sonra hiç kimsenin buna inanmadığından, Tanrı'dan ve iyilikten söz edenlerin bunu sırf insanları aldatmak için yaptığından emindi. Sevdiği ve kendisini seven adam –sevildiğini biliyordu Katyuşa–, istediğini elde ettikten sonra duygularını hiçe sayarak onu terk etmişti. Oysa bu adam, tanıdığı insanların içinde en iyisiydi. Diğerleri daha da kötüydüler. Her attığı adımda başına gelenler de bunu doğruluyordu. Bu adamın halaları, bu iki dindar ihtiyar kadın, eskisi gibi hizmetlerini göremediği bir dönemde onu kovmuşlardı. Karşılaştığı bütün insanlar –kadınlar– onun sırtından para kazanmaya çalışıyorlar, yaşlı komiserden tutun, hapishanedeki gardiyanlara varıncaya kadar bütün erkekler onu bir zevk aracı olarak görüyorlardı. Ve dünyada hiç kimse için zevkten, özellikle de bu zevkten başka bir şey yoktu. Serbest hayatının ikinci yılında karşılaştığı yaşlı bir yazar onu buna daha da çok inandırmıştı. İnsanın bütün mutluluğunun bu zevkten ibaret olduğunu çok açık bir biçimde söylemişti yazar. Tabii o bunu şiir ve estetik diye adlandırıyordu.

Herkes sadece kendisi için, kendi zevkleri için yaşıyordu ve Tanrı'yla, iyilikle ilgili sözlerin hepsi birer aldatmacaydı. Dünyadaki her şey neden bu kadar kötü, insanlar neden durmadan birbirlerine kötülük yapıyorlar, neden acı çektiriyorlar gibi sorular ortaya çıktığı zaman da bu konuları düşünmemek gerekiyordu. Canı mı sıkıldı, bir sigara yakıyor, bir kadeh içki içiyor ya da en iyisi bir erkekle sevişiyor ve her şeyi unutuyordu.


XXXVIII


Ertesi gün pazardı. Sabahın beşinde, hapishanenin kadınlar koridorunda alışılmış düdük sesi duyulduğunda daha erken uyanmış olan Korableva, Maslova'yı uyandırdı.

Maslova gözlerini ovuşturup, sabaha karşı iyicene pis kokmaya başlamış olan havayı ister istemez içine çekerken korkuyla "kürek mahkûmu" diye geçirdi kafasından. Tekrar uyumak, bilinçsizlik alanına geri dönmek istedi ama korku alışkanlığı uykuyu yendiği için kalktı, ayaklarını toplayıp, çevresine bakarak oturdu. Kadınlar kalkmışlardı, yalnız çocuklar hâlâ uyuyorlardı. Patlak gözlü kaçak içki satıcısı kadın, çocukları uyandırmamak için altlarında kalmış olan önlüğü dikkatlice çekti. Komisere karşı gelen köylü kadın, kundak niyetine kullanılan paçavraları sobanın önüne asıyordu. Bebek ise tatlı sesiyle ninni söyleyen mavi gözlü Fedosya'nın kucağında umutsuz bir ağlama tutturmuştu. Veremli kadın, ellerini göğsüne sımsıkı yapıştırmış, yüzü kıpkırmızı bir halde öksürüyor, arada bir derin derin soluk alırken çığlık atıyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Kızıl saçlı uykudan uyanmış, kalın bacaklarını bükmüş, sırtüstü yatıyordu, gördüğü düşü neşe içinde, bağıra çağıra anlatıyordu. Yangın çıkarmaktan hapis yatan yaşlı kadın yine ikonanın önünde duruyor, hep aynı sözleri fısıldayarak haç çıkarıyor ve eğiliyordu. Kilise hademesinin kızı yatağında kımıldamadan oturuyordu, uykulu, boş bakışlarını önüne dikmişti. Kabarık, yağlı, sert, kara saçlarını parmağına dolayıp duruyordu.

Koridorda ayak sesleri duyuldu, kilit gürültüyle açıldı, sırtlarında gocukları ve boyu ayak bileklerinin çok üstünde kalan kısa, gri pantolonlarıyla iki temizlikçi mahkûm girdi içeri. Adamların suratları ciddi ve öfkeliydi. İğrenç kokular yayan pislik teknesini kaldırıp koğuştan dışarı çıkardılar. Kadınlar koridora çıkıp ellerini yüzlerini yıkamak için musluklara gittiler. Muslukların başında kızıl saçlı kadınla yandaki koğuştan bir kadın arasında kavga çıktı. Yine küfürler, bağırmalar, sızlanmalar...

"Hücreye tıkılmak mı istiyor canınız!" diye bağırdı gardiyan ve kızıl saçlının yağlı çıplak sırtına bütün koridordan duyulacak bir şaplak indirip, "Sesini duymayayım bir daha," dedi.

Kızıl saçlı bu şaplağı okşama sayarak:

"Vay canına amma da vurdu moruk," dedi.

"Hadi canlanın biraz! Sabah ayini için kendinize çekidüzen verin."

Hapishane müdürü maiyetiyle birlikte geldiğinde Maslova henüz saçını tarayamamıştı.

"Yoklamaya!" diye bağırdı gardiyan.

Öbür koğuştan kadın mahkûmlar dışarı çıkıp koridorda iki sıra oldular, arka sıradaki kadınlar ellerini ön sıradaki kadınların omzuna koymak zorundaydılar. Yoklama yapıldı.

Yoklamadan sonra kadın gardiyan, mahkûmları kiliseye götürdü. Maslova, Fedosya'yla birlikte, bütün koğuşlardan çıkan yüzden fazla kadının oluşturduğu yürüyüş kolunun ortalarındaydı. Hepsinin başlarında beyaz başörtüleri, üstlerinde beyaz bluzlar ve beyaz etekler vardı. Yalnız aralarında renkli elbise giymiş olanlar da çıkıyordu. Bunlar çocuklarıyla birlikte kocalarının peşinden gelmiş kadınlardı. Merdivenin her yanını bu yürüyüş kolu kaplamıştı. Ayakların yumuşak tıpırtısı, konuşmalar, arada bir de gülüşmeler duyuluyordu. Bir dönemeçte Maslova, önde yürümekte olan düşmanı Boçkova'nın uğursuz suratını gördü, Fedosya'ya da gösterdi. Kadınlar aşağı inerken seslerini kestiler, henüz boş olan ve altın yaldızları pırıl pırıl parlayan kilisenin açık kapısından haç çıkararak ve eğilip selam vererek geçmeye başladılar. Yerleri sağ taraftaydı, sıkışarak, birbirinin üstüne abanarak yerleşmeye koyuldular. Kadınlardan sonra içeriye toplum adına verilmiş kararlara göre hapse atılmış ve sürgün cezasına çarptırılmış gri önlüklü erkek mahkûmlar girdiler, yüksek sesle öksürerek kilisenin sol yanında ve ortasında sıkışık bir kalabalık oluşturmaya başladılar. Yukarıda, galeride ise bir yanda zincirlerini şangırdatarak varlıklarını duyuran, saçlarının yarısı tıraş edilmiş kürek mahkûmları, diğer yanda saçları tıraş edilmemiş ve zincire vurulmamış henüz soruşturma aşamasındaki tutuklular olmak üzere daha önceden getirilmiş olan mahkûmlar bulunuyordu.

Hapishane kilisesi bu işe on binlerce ruble para harcayan varsıl bir tüccar tarafından yaptırılmıştı ve parlak boyalarıyla, altın yaldızlarıyla pırıltılar içindeydi.

Kilisede bir süre sessizlik oldu. Yalnızca sümkürmeler, öksürmeler, çocuk ağlamalarıyla arada sırada zincir sesleri duyuluyordu. Fakat birden ortadaki mahkûmlar iki yana ayrıldılar, birbirlerine iyice yanaşarak yol açtılar ve bu yoldan geçen hapishane müdürü, herkesin önüne geçip kilisenin tam ortasında durdu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top